Bir haftalık bir gribin ertesinde...
Bu illet, her kış hodbin'e uğramazsa kendini, vazifesini yapmış saymıyor. hodbin solunum yollarını, kızıl bir goncadan çıkan, sıcak bir nefes için saklaya dursun, o gelip otağını kuruveriyor. Neyse ki çoğu zaman ciğerlerine ulaşamadan kurtuluyor elinden de İngiliz klasiklerindeki yakışıklı, ama narin ama zayıf ama hastalıklı... teni güneş yüzü görmediği için Advert(Alacakaranlık'taki edvırt) gibi soluk benizli adamlar gibi zatüreye tutulup düşmüyor her kış yataklara.
On yıl kadar önce, bu kadar şanslı olamamıştı da soluğu Süreyya Paşa Hastanesi’nin odalarından birinde almıştı.
Evet hatırlıyorum…
Hastanenin balkonundaki güvercinler... pencerenin yanında yatan, saçı sakalı bir birine karışmış, yanakları çökmüş, ateşler içinde yandığı gecelerin yorgunluğunu üzerinden atamamış bir genç... Nasılda zayıf ve mahzun hissediyordu kendini. Yatağa her düşüşünde olduğu gibi, yine kibir ve gururundan pişmandı. “Ya Rab!” diyordu, “kurtar beni bu illetten, aczimi kabul edecek, yalnız senin adını yücelteceğim”
Arada bir tutulduğu bu hastalıklar ve kaslarına musallat olan o illet olmasa, arada bir burnu sürtülmese kim durabilirdi hodbin’in bencilliğinin ve kibrinin önünde.
Derdi nimete çeviren, hastalıklara şifa veren, Rabbe secdeler olsun…
2005’in Nisan’ında hodbin defterine aşağıdaki notu düşmüş, onu da ilginize sunayım ki yazımıza biraz derinlik gelsin.
Necip Fazıl gibi bende bulsam mürşidimi...
Ama benim dertlerim öyle büyüklerinki gibi ulvi dertler değil ki;
Başımı, bir ulunun eteğine sürdüğümde huzur bulayım.
Bakmayın, dem vurduğuma derin derin meselelerden.
Bir gribe tutulsam ağlamaya başlarım.
Bu illet, her kış hodbin'e uğramazsa kendini, vazifesini yapmış saymıyor. hodbin solunum yollarını, kızıl bir goncadan çıkan, sıcak bir nefes için saklaya dursun, o gelip otağını kuruveriyor. Neyse ki çoğu zaman ciğerlerine ulaşamadan kurtuluyor elinden de İngiliz klasiklerindeki yakışıklı, ama narin ama zayıf ama hastalıklı... teni güneş yüzü görmediği için Advert(Alacakaranlık'taki edvırt) gibi soluk benizli adamlar gibi zatüreye tutulup düşmüyor her kış yataklara.
On yıl kadar önce, bu kadar şanslı olamamıştı da soluğu Süreyya Paşa Hastanesi’nin odalarından birinde almıştı.
Evet hatırlıyorum…
Hastanenin balkonundaki güvercinler... pencerenin yanında yatan, saçı sakalı bir birine karışmış, yanakları çökmüş, ateşler içinde yandığı gecelerin yorgunluğunu üzerinden atamamış bir genç... Nasılda zayıf ve mahzun hissediyordu kendini. Yatağa her düşüşünde olduğu gibi, yine kibir ve gururundan pişmandı. “Ya Rab!” diyordu, “kurtar beni bu illetten, aczimi kabul edecek, yalnız senin adını yücelteceğim”
Arada bir tutulduğu bu hastalıklar ve kaslarına musallat olan o illet olmasa, arada bir burnu sürtülmese kim durabilirdi hodbin’in bencilliğinin ve kibrinin önünde.
Derdi nimete çeviren, hastalıklara şifa veren, Rabbe secdeler olsun…
2005’in Nisan’ında hodbin defterine aşağıdaki notu düşmüş, onu da ilginize sunayım ki yazımıza biraz derinlik gelsin.
Necip Fazıl gibi bende bulsam mürşidimi...
Ama benim dertlerim öyle büyüklerinki gibi ulvi dertler değil ki;
Başımı, bir ulunun eteğine sürdüğümde huzur bulayım.
Bakmayın, dem vurduğuma derin derin meselelerden.
Bir gribe tutulsam ağlamaya başlarım.