Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[bayane] Anlam arayısına devam...

bayane

Yeni Üye
Üyelik
22 Mar 2009
Konular
3
Mesajlar
9
Reaksiyonlar
0
[FONT=Verdana]
[/FONT]Yıllar önce katıldığım bir seminerde konuşmacı dinleyici kitlesiyle tanışmak istemiş, herkesin kısaca kendini tanıttıktan sonra kısaca “Hayatın anlamı nedir?” sorusuna cevap vermesini istemişti. Epey iddialı cümlelerin ardından sıra bana geldiğinde “Hayatın anlamı, gülmektir” demiştim. Bunu sonradan bir arkadaşıma anlattığımda “Eminim herkes gülmüştür bu cevaba” demiştiJ Benim dediğim tabii ki kasıklarından çatlarcasına kahkaha atmak veya “hiiiooohhooaa” diye bağırarak katılmak değildi. Bence insanın taşıdığı pozitif enerjiyi paylaşabilmesinin en güzel yoludur, gülerken güldürmek. Çünkü insanın geçmişinde hatırladığı, hatırlamak istediği tüm güzel zamanlarda bir gülümseme mevcut; hiç değilse hatırlanırken yüze bir tebessüm getiriyor. Peki, o halde neden bugünden yüzümüze tebessüm yerleştirerek dolaşmıyoruz, bugünler de geleceğin geçmişi olmayacak mı? Ve bu gülümseme inanın ki o kadar zor yakalanır bir şey değil!

Pazar sabahları ansiklopedi gibi verilen gazete ekleri eşliğinde kahvaltı etmek en büyük keyiflerim arasındadır. Yeni versiyonumla hayata ayak uydurmaya çalıştığım ilk zamanlarda bir Pazar kahvaltı öncesi çıktım gazete almaya. Daha yeni yeni adapte olmaktayım o sıralarda, gazete standında alacağım gazeteyi ararken yaşlı bir amca geldi: “Kızım gözlüklerimi evde unutmuşum. Bana şuradan xxxxxx-reklâma girmesin;)- gazetesini bulabilir misin?” Benim cevabım aynen “Efendim amca… ne dediiiin?”J)))) Tam bir “Körler, sağırlar birbirini ağırlar” oyununa replik olacak bir sahneydi.

Saf kelime sağırlığı, bazı beyin travmalarında olurmuş. Ses kulağa geliyor, ayrıştırmayı yapacak hücrelerden bir kaçını kaybettiğimden ne dediğini anlayamıyorum. Beyin öylesine muhteşem bir organ ki etrafındaki hücreler kaybolan hücrelerin görevini üstleniyorlar. Bu bilgi ışığında epey aşama kaydettiğimi söyleyebilirim. Yüz yüze görüşmelerde sorun yaşamıyorum. İlk başlarda telefonda konuştuğum kişi kadın mı, erkek mi onu bile anlamadan monolog yapar gibi konuşuyordum. Artık konuştuğum kişi derdimi bilen, anlamayınca tekrarını isteyebileceğim biriyse çok daha rahatım. Derken...

Çok yakın bir geçmişte, yurtdışında olduğunu duyduğum bir arkadaşımı aradım ki nerede olduğunu soracam. Arkadaşım “Almanya” diyormuş. Ben de tık yok, algılayabildiğim sesten, kelimenin uzunluğundan, hece sayısından filan tahminde bulunmaya çalışırdım ama hiç bir şey anlamadım kiL Bir daha söylüyor. Anlama telaşına düşünce hepten kopuyorum. Ben de sessizlik, bir daha sormaya utanıyorum. “Anlamadım yaa, bağlantı kurmaya çalışıyorum, çağrışım yaptırsana” diyorum. “Ne bağlantısı yahu, Alamanya...Alamanya” dediği anda anlıyorum ki Almanya’daymışJ))))) Tam köyden indim, şehre modundayım. Adam Almanya deyince anlamıyorum, Alamanya deyince “Haaa Almanya’dasın, şöyle desene yahu”

Yüzünüzden gülümseme yüreğinizden sevgi eksik olmasın!

[FONT=Verdana][/FONT]
 
yıllar sonra

Aslında günlerdir yıllarca önce geçirdiğim kaderin sillesinin teğetJ geçtiği kazamın ardından bugünkü beni anlatabilmek amacıyla kâğıt-kaleme dokunmak için ilham gelmesini bekliyorum. Devamlı yaşadıklarımın çok önemli olmadığı telkinini kendime versem de aslında ne denli önemli bulduğumu, bu değişime ne büyük olgunlukla adapte olabildiğimi itiraf ederek beni şımartmaktan korkuyorum belki de… Çünkü biliyorum ki benim geçirdiğim bu kazanın bırakabileceği bin bir türlü arazdan geri kalanlar hayattan kopmama neden olacak kadar büyük değildi. Çünkü biliyorum ki benim için virgülde geçiş dönemi kabul ettiğim bu şartlarıyla ömür boyu yaşamak zorunda olanlar var. Çocukluğumdan beri “Onlar yapabiliyorsa ben de yapabilirim” düşüncesi beni ateşleyen ezberim olmuştur. İnsan hayatında aslında seçim şansının pek olmadığı “Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin” dedirten durumlarla karşılaşır. Sanırım bedensel arazlar bırakan bir kazanın ardından sahiplenilen kimlik bu sözün en iyi yakıştığı gerçekliktir. Beyin seçme şansının olmadığı bu gerçekliği kabullenirken çeşitli senaryolar uydurur. Böylece, bu acı gerçeği hiç değilse hafifletilerek hazım şansı sunar. İşte benim ilk uyandığım sıralarda kaleme aldığım kazamı kabulleniş şeklim bana “misyon” diye bir yazı yazdırmıştı. Hayatımda virgül kabul etmeye çalıştığım bu kazadan sonra yaşama devam etme şansı olarak verilmesini uhrevi bir mesajım olduğu düşüncesiyle bağdaştırmak, tümüyle benim pozitif bakışımla uydurduğum bir mizansenden başka bir şey değildi. Bu açıdan beni güzel oyaladığını hiç inkâr edemem. Ölmedikten sonra… İşte bunu söyleyebilmek öyle güzel ki ölmedikten sonra bu dünyaya katacaklarım var!
Kazanın ardından kendime bir sıfat takma telaşına düştüm. Evet, eskisi gibi duyamıyor ve yürüyemiyordum. Ama hareket kabiliyeti için bir teçhizata ihtiyacım olmadığından kendime “sakat” da diyemiyordum. Sonuçta beynimin büyük başarıyla geçtiği bu sınavdan sonra “sakat” olduğumu söylemek, kendime şımarıkça sıfat yakıştırmaya çalışır bir eylem gibi geliyordu. Kendimi ne sağlıklı tarafa ne de sakat tarafa yerleştiremiyordum. Bir kuzen benim bu durumumu Almanya’da doğup büyüyen Almancı işçi ailelerin çocuklarına benzetmişti, onlar gibi arada kalmış hissediyordum. Nihayetinde bir arkadaşımın “Niye kendine bir sıfat takmaya çalışıyorsun, kendin ol!” lafıyla kendimi bir yerlere yerleştirme sevdamdan vazgeçtimJ Yaşadığım bu çok özel tecrübenin muhasebesini net olarak getirdikleri, götürdükleri diye yapamasam da sonuçta çok şanslı olduğum gerçeğini inkâr edemem. Ölüme teğet geçip bugün tüm dertleri, sıkıntıları nimet gibi kucaklayabiliyorken –bu çok komik biliyorum, ama “ya ölmüş olsaydım”(ya bu sıkıntıları dahi yaşayamasaydım) düşüncesi dahi kanımı dondurmaya yetiyor- farklısını düşünmek mümkün değil. Hareket kabiliyeti için herhangi bir teçhizata mecbur değilim, ama biliyorum ki mecbur olan bunu keyfiyetinden kullanmıyor.
Göklerden gelecek yüce bir amaçla görevlendirilmeyi beklemiyorum artık, her günüme mümkün olabilecek maksimum keyfi katmaya çalışıyorum. Nereye döküldüğü bilinmez bu şelalede bir su damlası olarak yaşarken şelalenin coşkulu kısımlarını tercih ediyorum. Miskinliğin miskinliğe sebep olduğunu biliyor, şartların beni bu tuzağa düşürmesine izin vermemeye çalışıyorum. Her an her şeyin olabileceği dünyamıza katacaklarımız olduğu inancını yitirmediğimiz sürece yaşam yolculuğu devam ediyor. Huzurlarınızda, yolculuğuma devam edebilmeyi şans kabul eden zihnime teşekkürlerimi sunmak isterimJ
 
Hüzünde asalet gizlidir!

Çok hassas sınırlara sahip asil bir duygudur hüzün. Karamsarlığa düşüp üzüntülerle boğulma çaresizliğine kayıvermek çok yakındır hüzne. Oysa tek başına üzüntüden çok farklıdır hüzün, üzüntü kaynağı olabilecek tüm gerçeklere umutla dayanabilme gücünü taşır. Hüzün çoğu insanın gözyaşı dökebileceği durumu serinkanlılıkla karşılayabilme tavrıdır. Kimi zaman yalnızlığı gerektirse de yaşayanın alkışlanılır duruşu farklı bir onur taşır.
Mevsimlerden sonbahar gibidir, iklim hüzünlüdür nihayetinde. Diğer mevsimlere kıyaslarsak yaz gibi bir cıvıl cıvıl bir şımarıklığı yoktur, yazları güneşin dondurma eriten sırnaşık kaygan havasını taşımaz artık iklim. Kışın ağırlığı da yoktur hani, kışın buz kestiren ayazı yanında hafif kalır sonbahar serinliği. Bir geçiş mevsimi olduğundan hüzünlüdür. Tekrarı olmayacak zamanları yitirme burukluğunu taşır.
Hüznü bir renk olarak seçmem gerekse “mor” derdim. Mor da farklı bir asalet taşır sanki. Ne kırmızı ne mavi olamamanın eksikliğini duymayan tek başına onurlu duruşuyla yer alır renk dünyasında. Bence sanki bu iki ana renk arasında kalmışlığın hüznünü taşır, ama asaletini de aynı zamanda… Vişne reçelindeki burukluk gibidir hüzün. Özünde şekerli tadı saklarken kattığı mayhoşluk farklı bir tat kazandırır, yeni bir karakteristik özellik olur. Aynı hüzün gibi…
Kim bilir bir şarkı çalar kulaklarınıza bir yerlerden “Beni benimle bırak giderken…” derken bir anda sizde tarifi yapılamaz bir duygu coşkunluğu yaratıp gider. Ağlamak yoktur, ama kokusu vardır. “Ağlamanın kokusu mu olur?” demeyin. Hüznün karşılığı hissedilen, bende yarattığı duygu budur işte. Ağlamanın çok keskin olmayan tarçın kokusu gibidir. Kesinlikle karamsarlık, umutsuzluk, gözyaşı yoktur hüzün duygusunda. Buruklukla sebebi bilinmez bir kırgınlık yaşanır ya, sevilir bu duygu... Kesin çizgilerle netliğe dönüşemeyen bir geçiş duygusudur. Üzüntü tuzağına düşmedikçe sınırda gibi duran gururlu bir duygudur. Bunu böyle bilip kabul ettikten sonra sınırı geçip sonsuz huzur denizine atın kendinizi. Sorunlarınıza ve kendinize gelecekten bakmayı deneyin, emin olun bugün yaşadığınız problem her neyse 10 sene sonra aklınıza bile gelmeyecek bir meseleymiş gibi yaklaşın. Çünkü çok şeyi büyüteç altında inceleyip buna dünyanın en en büyük problemi payesi vermek insanoğlunun kendisine yapabileceği en acımasızca davranıştır. Belki o gün içinde gerçekten önemli kabul edilecek bir sıkıntıdır, ama emin olun hayatın sonu değildir. Veya üzülün elbette, üzüntü de duygu dünyamızın bin bir renginden biridir. Siyah olmazsa beyazı bilemeyeceğimiz gibi, üzüntü ve sıkıntılar olmazsa da huzuru bilemeyiz. Sadece dert denizinde boğulmayın, durumu hayatın en büyük meselesi gibi kabul etmek, sadece buna kilitlenmek yerine koyun bir köşeye unutun. Başka şeylerle ilgilenin, bakın dönüp almaya geldiğinizde bıraktığınız boyutuyla mı kalmış? Kalmayacağına kuşkum yok! Elbette herkes kendi yaşadığını bilir, bu yaşadıklarınızın sizi hüzün deresinden geçirip üzüntü denizine dökmesine izin vermemek elinizde. Şu var ki hiç kimse yeryüzüne sadece üzüntü yaşamak veya yaşatmak için gelmemiştir. Kendinize hâkim olun bu hain duygu sizi ele geçirmesin, inanın bunu mümkün kılmak size kalmış.
 
Üst Alt