Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Kartal....

d_iskender

Üye
Üyelik
11 Nis 2008
Konular
24
Mesajlar
113
Reaksiyonlar
0
Kartal, bir sabah, uyandığında, her zamanki alışkanlığıyla güneşi aradı. Gözleri her gün ilkin güneşle karşılaşırdı. Tabii, hava kapalı olmadığı zamanlar, Güneşi görür görmez, Kartal, kendini bulurdu. Uykuyla yitirdiği kendi benliği geri dönerdi, kanatlarına ilk günışığı vurduğunda. Sonra, tünediği yalçın kayalıktan biraz yükselerek kanatlarını çarpar, böylece günışığında adeta sabah banyosunu almış olurdu. Günışığı, göğsüne, kanatların göğdesine bitiştirdiği yere değince, adeta, yeniden doğmuşa dönerdi. Kendi cinsinden bir şey olduğuna inanırdı güneşin. Aynı kanı taşıyorlardı her ikisi de damarlarında. Kendisi, yeryüzünün en yükseğinde dururdu, güneşse, gökyüzünün. Evrende her ikisinin her sabah selamlaşmasından daha doğal, daha yüce, daha gerçek ne olabilirdi? Güneşe doğru ufak uçuşlar yaparak, gagasını kımıldatarak, bir takım sesler çıkararak, sağlığına dua ederdi güneşin. Onun doğmayacağı bir günü düşünemezdi. Onun doğmaması kendisinin ölümü demek olur diye düşünürdü yada. Hava bulutlu olduğu günler, kışta kar ve fırtınada yüzünden yuvasından çıkmak istemediği vakitler bile, o, güneşi görmemeğe dayanamaz, tabiatla kıran kırana bir savaş vererek mutlaka bulutların üstüne çıkar, güneşi görür, ancak o vakit günlük hayatına başlardı. Bu savaşında başarısız olduğu nadir anlarda da, yuvasında hasta gibi döner durur, öbür günü beklerdi.

(DEVAMI VAR)
 
Onun için dünyada hayatı yaşanmağa değer kılan tek şey, güneşin doğuşunu görmekti. Yeryüzü küçük, alçak pürüzlü bir şeydi. Kıvrımlar, engebeler, bulanık sular, çamurlar, arı peteğini andıran kentler... Ta yukarılarda uçarken bu yeryüzü düzeni çok karışık, bulanık, hatta anlamsız bulurdu. Hele insanlar, yeryüzünün en aşağılık varlığı gibi gelirdi kartala. Yer kabuğundaki bütün canlılar alçakgönüllüydü. İnsan denen yaratık hariç. Öbürleri yeryüzündeki alınyazısı sınırlarına saygılıydı. Ama insanoğlu, yeryüzüyle yetinmeyip gökyüzüyle de uğraşıyordu.. Gerçi, kartal, yeryüzünde olup biten şeylere dikkat etmiyordu. Çünkü: onları dikkate değer şeyler olarak görmüyordu. Ufak tefek şeyler, ufak tefek! Usanç verecek kadar yavaş ve ufak kımıldanışlar! Ama insanoğlunun farkında olmamaya imkan yoktu.

(DEVAMI VAR)
 
O dağların tepelerine tırmanıyor ve onu öldürebilecek bir silaha sahip bulunuyordu. Korkutmak için ansızın patlayan bir ses ve göğsü delip geçen bir sert nesne... Sese aldırış etmiyordu kartal. Ama o ufak şey, nasıl da başka kartalları, koca kartalları devirmişti. Görmese inanmazdı. Ama görmüştü. Bu, insan denen yeryaratığında büyük bir güç vardı, bunu kabul ediyordu. Kendisinin o korkunç pençesini, o keskin gagasını hiçe indiren bir güç. Fakat, insanın öylesine güçlü olması onu kartalın gözünde yüceltmiyordu. Evet,, bir gün, o, garip birşey görmüştü. İnsanın yeni değişimine şahit olmuştu. Evet, insan, çok iri, yüzlerce kartalın bir araya gelmesinden doğacak bir büyüklükte, bir kabuk, bir gömlek edinmişti. Nice kartallar bu kabuğu kırmayı denemişler, fakat paramparça olup yere yuvarlanmışlardı. Kimileri ise rüzgarın sürüklemesiyle bu çirkin nesneye çarpmışlar, onlarda aynı akıbete uğramışlardı. Korkunç gürültülü ve çirkin bir sesi olan bir insan kabuğu. Havada hızla uçuyor ve içinde bazan bir insan bulunuyordu, bazan çok sayıda insan.

(DEVAMI VAR)
 
Ama, yine de insanoğlu, kartalın gözünde bir hiçti. Bütün bunların ne değeri vardı? Yükseklerde süzülmek ve yeryüzünü ta aşağılarda kendi pisliğine batmış bırakmak, ancak kartalın hakkıydı, kartala özgü, kartala vergiydi. Aman Tanrım, ne korkunç kokusu vardı kentlerin. Kartal bu kokuya dayanamazdı. İnsanla o pis kokuyu özdeleştirmemek mümkün değildi. Ancak İNSANIN ULAŞAMADIĞI YERLER TEMİZDİ. Ve insanoğlunun ulaşamadığı gökyüzü temizdi. Ve ancak, doğan, bir dağın ucundan çıkan yakıcı güneş temizdi.

(DEVAMI VAR)
 
Güneşi görmek... Gözleri açar açmaz güneşi görmek.. İşte hayatı yaşanmaya değer kılan.. Güneş en büyük bilgeydi. Hergün ondan birşeyler öğrenirdi kartal. Bir iç-söyleşileri vardı. Konuşurlardı sessizce, kelimelerden öte. Ona saat be saat hayatın güdümünü bir takım işaretlerle açıklardı güneş. Bunlar, basit, sade, yalın sırlardı. Kurallar. Cetvelle çizilmişcesine düzgün, geometrik kurallar. Ama, kimi zaman da tepesinden ateş boşaltırcasına onu yakardı güneş.. İşte o vakit anlardı güneşin ne demek istediğini. Çekil diyordu güneş, bundan ötesine, gerçeğin bundan daha açık ve çıplak anlatımına dayanamazsın demek istiyordu güneş. O vakit, kartal, fazla direnmez, gölgelik yuvasına çekilirdi. Yuvasında da hep yine güneşi düşünür veonun hayran olunacak varlığı karşısında sonsuz bir hayrete dalardı. İyi ki o ışığını gönderiyordu, yoksa kendisinin ona gitmesi gerekecekti. O kadar uzaklık nasıl aşılabilirdi? Hem ona yaklaşınca yanıp kül olmak da vardı işin içinde. Demek ki, o kadar ırakta duruş, acıyışındandı ve korumak içindi. O kadar uzak duruş, ışıklarını şifa etkisine kavuşturuyordu.

(DEVAMI VAR)
 
Evet, kartal, sabah sabah, gözlerini açtığında ilkin güneşi aradı. Ama onu bulamadı. Güneş yoktu. Daha doğrusu, ortalık öylesine bir karanlığa boğulmuştu ki, güneşi görmek mümkün değildi. İlkin, <<güneş ölmüş!>> diye düşündü. Fakat buna inanamadı. Çünkü onun ölümü, kendi içinde de bir şeyleri kıpırdatacaktı. Güneş ölmüşse kartal nasıl yaşardı? Kartalın kartal olarak kalması için güneşin de güneş olarak yerinde durması lazımdı. Hayır, hayır, güneş ölmemişti: olsa olsa bir karanlığa gömülmüştü. Sonra... acaba çok kalın bir bulutun içinde miyim diye düşündü. Fakat, hayır, dedi hemen. Çünkü: bulut nice kalın olursa olsun, güneş kendini hissettirirdi. Işıklar, şurdan burdan sızar ve bulutun kimi yeri hafif de olsa bir beyazlık kazanır. Ondan anlaşılır ki, güneş yerindedir, güneş olaydan haberdardır. Ama şimdi, en ufak bir ışık sızıntısından eser görülmüyordu. Bulut değildi çevreyi saran; öyle olsa, bazı yerler kalaylı kap aydınlığını verirdi. Ama ortalığı tencerenin dibi karanlığında bir renk sarmıştı.

(DEVAMI VAR)
 
Üst Alt