Nedir bu “Emanet” ?
Geçenlerde Facebook’ta bir sayfada paylaşılan şu ayete takıldım kaldım:
“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” (AHZÂB suresi - 72. ayet)
Rabbimizin sadece biz insana yüklediği bu önemli emanet nedir diye Google’da araştırırken Fatih Yağcı ismindeki gencin şu sohbetini izledim:
http://www.youtube.com/watch?v=LQxjn8m2gV4
1984 doğumlu Fatih Yağcı, Risale-i Nur kitaplarından okuyarak, İzmir’de gençlere iman hakikatlerini etkileyici üslupla anlatan genç bir ingilizce öğretmenidir.
Fatih kardeşim sohbetinin başında dedi ki: Büyük islam alimi Bediüzzaman Said Nursi (1876-1960) Sözler isimli eserinde 30. SÖZ’de bu emaneti anlatıyor.
Bediüzzaman diyor ki: Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu bu emanetin birçok yönünden bir tanesi de Ene'dir. ENE demek enaniyet, BENLİK, batılıların EGO dediği kavramdır.
Ene, gizli hazineler olan Cenab-ı hakkın isimlerini keşfetmemiz için bir anahtar, kainatın açıklaması zor gizli sırlarını açan müthiş bir anahtardır.
Yani kısaca dersek, o ene bize Allah’ı tanımamız için verilmiştir. Hayırda kullanırsak Rabbimizi tanıyoruz. Şerde kullanırsak cehennem kapılarını bize açacak bir anahtar da olabiliyor.
Hepimiz gurur, benlik, enaniyet yapmamak için bir gayret sarfetmişizdir. Ama hiç tahmin ediyor muydunuz, bu enaniyet Allah’ın isimlerini açan bir anahtar olacak?
Fatih kardeşim, konuya böyle giriş yaptıktan devam etti. Önce Bediüzzaman’ın konu hakkında yazısını okudu ve açıkladı:
“Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.”
Bediüzzaman diyor ki: Rabbimiz insanın eline emanet olarak (evet emanet, ahirette geri alınacak, cennette enaniyet olmayacak) bir ENE vermiştir. O ene’yle Rabbimizin vasıf, sıfat, özelliklerini ve ilahi hallerini anlayabiliyoruz.
O ene, bir vâhid-i kıyasî’dir. Bir kıyaslama birimidir. Yani ENE, bir ölçü birimidir. Fakat aslında ene’nin bir varlığı yoktur.
Mesela geometredeki ölçüler gibidir. Bir metre, meridyen, kilo, kilometre. Bu ölçüler gerçekte hayalidir. Meridyen diye bir madde var mı?
Ene’de hayali bir ölçü birimidir. Nasıl ki ben şu evin sahibiyim, Rabbim de şu kainatın sahibidir diyerek bir kıyas yapıyoruz. Ama bu sahibiyetlik hayalidir.
Çünkü Allah Malik-ül Mülk’tür. Yani mülkün asıl sahibi Cenab-ı Hak’tır. Eğer sahibi biz olsaydık, ev, araba, altın, vs mezara götürürdük.
Mesela Rabbimiz Kuran’da ben herşeyi görürüm diyor. Bizdeki görme olmasaydı, bu ayetten hiçbir şey anlamayacaktık. Göz şimdi ne işe yaradı? Rabbimizin Basir (Herşeyi gören Allah) ismini açan bir kıyas birimi oldu.
Ben nasıl görüyorum, Rabbim de, Ben herşeyi görürüm, diyor. Ucundan da olsa görmenin nasıl olduğunu anlayabiliyoruz.
Ben nasıl ki bu evi inşa ettim, içini dizayn ettim. Rabbim de şu dünya evini inşa edip düzenlemiş, deriz ve hakeza, bunun gibi...
Ben insanlara ikram etmeyi, iyilik yapmayı, güzel ve temiz olan herşeyi seviyorum, içimdeki sevgi, cömertlik, sabır, affetmek, dostluk, gurur, iffet, adalet, şefkat, merhamet, aşk, şiddet, öfke gibi binlerce duygular;
Mühendislik, doktorluk, mimarlık, aşçılık, ressamlık, yöneticilik, amirlik, siyaset, öğretmenlik gibi binlerce kabiliyetler aslında Rabbimizi tanımak için bize emanet verilen bu ENE’nin mahiyetindendir.
Yani bize verilen bu ölçücükler ile Rabbimizi tanıyoruz ve seviyoruz. Rabbimiz Kuran’da ben Alim’im diyor. Ben mesela elektronik teknikeriyim. Ben binlerce bilimden sadece elektroniğin -o da çok az kısmını- biliyorum.
Rabbimizin atomun çekirdeğinden galaksilere kadar bütün ilimleri bilen Alim isminin nasıl olduğunu anlayabildim. Yani kendimin bilmesinden kıyasladım.
Allah’ın insanları bu dünyaya göndermesinin gayesi ve hikmeti üçtür. Rabbini tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir.
Allah’a iman etmek için O’nu tanımamız gerek. İnsan tanıdığı şeye inanır. İşte O’nu tanımamız için de her insana ALLAH, emanet bir ENE vermiştir.
Eğer insan, eneyi doğru kullanırsa ahsen-i takvime çıkar, cennet müjdesine nail olur. Enenin bir kıyaslama birimi olduğunu ve yani o hayali sahipliğinin aslında Rabbini tanıtmak için olduğunu bilir ve kulluğunu yaparsa eneyi doğru kullanmış olur.
Ama emanet verilen o ENE’nin yaratılış hikmetini unutup asıl vazifesini terketse, kendini asıl sahip zannetse, o vakit emanete hıyanet etmiş olur.
O ENE çocukken ince bir tel iken mahiyeti bilinmezse, insan büyüdükçe gittikçe kalınlaşır. İnsan vücuduna yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar.
Enaniyet’in anlamı, herşeyi kendinden bilmektir. Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, vs. diyen şirk’e düşer. Ve şirk (Allah’a icraatinde ortak koşma) Allah’ın asla affetmeyeceği suçtur ve ebedi cehenneme gider.
İşte cehennemin Top Ten’lerinden firavunlar, nemrutlar, ebu cehiller, içlerinde Enaniyeti öyle büyütmişler ki, adeta baştan aşağı ENE olmuşlar. Firavun biliyorsunuz, ben sizin en yüce Rabbinizim, demişti. (Naziat suresi 24)
Bu konuyu burada kesiyorum, zira yazı çok uzadı. Eğer konu hakkında 30. SÖZ’ü okumak isterseniz tıklayınız:
http://www.erisale.com/#content.tr.1.724
Ben bazen bir yazıya başlayıp bir saat neyi ve nasıl yazayım diye düşünüyorum. Yazıyı yazan kalem, bir sebeptir. İnsan da düşünen canlı bir sebeptir. Nasıl ki yazıyı kalem yazdı, demiyorsak; yaptığımız hiçbir işe ben yaptım gibi sahip çıkmamalıyız ki şirk olmasın. Allah nasip ediyor demeliyiz.
Burada benim yorumum veya katkım yoktur. Ben sadece Bediüzzaman hazretlerinin 30. söz eserinin ve Fatih Yağcı kardeşimin sohbetinin özetini yazdım. Allah onlardan razı olsun.
Bana bu yazıyı nasip eden Rabbimize hamdolsun. Allah bizleri enaniyetten korusun ki şirke düşmeyelim.
Celal Çelik Ankara ( Konya-Ereğli )
Geçenlerde Facebook’ta bir sayfada paylaşılan şu ayete takıldım kaldım:
“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” (AHZÂB suresi - 72. ayet)
Rabbimizin sadece biz insana yüklediği bu önemli emanet nedir diye Google’da araştırırken Fatih Yağcı ismindeki gencin şu sohbetini izledim:
http://www.youtube.com/watch?v=LQxjn8m2gV4
1984 doğumlu Fatih Yağcı, Risale-i Nur kitaplarından okuyarak, İzmir’de gençlere iman hakikatlerini etkileyici üslupla anlatan genç bir ingilizce öğretmenidir.
Fatih kardeşim sohbetinin başında dedi ki: Büyük islam alimi Bediüzzaman Said Nursi (1876-1960) Sözler isimli eserinde 30. SÖZ’de bu emaneti anlatıyor.
Bediüzzaman diyor ki: Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu bu emanetin birçok yönünden bir tanesi de Ene'dir. ENE demek enaniyet, BENLİK, batılıların EGO dediği kavramdır.
Ene, gizli hazineler olan Cenab-ı hakkın isimlerini keşfetmemiz için bir anahtar, kainatın açıklaması zor gizli sırlarını açan müthiş bir anahtardır.
Yani kısaca dersek, o ene bize Allah’ı tanımamız için verilmiştir. Hayırda kullanırsak Rabbimizi tanıyoruz. Şerde kullanırsak cehennem kapılarını bize açacak bir anahtar da olabiliyor.
Hepimiz gurur, benlik, enaniyet yapmamak için bir gayret sarfetmişizdir. Ama hiç tahmin ediyor muydunuz, bu enaniyet Allah’ın isimlerini açan bir anahtar olacak?
Fatih kardeşim, konuya böyle giriş yaptıktan devam etti. Önce Bediüzzaman’ın konu hakkında yazısını okudu ve açıkladı:
“Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.”
Bediüzzaman diyor ki: Rabbimiz insanın eline emanet olarak (evet emanet, ahirette geri alınacak, cennette enaniyet olmayacak) bir ENE vermiştir. O ene’yle Rabbimizin vasıf, sıfat, özelliklerini ve ilahi hallerini anlayabiliyoruz.
O ene, bir vâhid-i kıyasî’dir. Bir kıyaslama birimidir. Yani ENE, bir ölçü birimidir. Fakat aslında ene’nin bir varlığı yoktur.
Mesela geometredeki ölçüler gibidir. Bir metre, meridyen, kilo, kilometre. Bu ölçüler gerçekte hayalidir. Meridyen diye bir madde var mı?
Ene’de hayali bir ölçü birimidir. Nasıl ki ben şu evin sahibiyim, Rabbim de şu kainatın sahibidir diyerek bir kıyas yapıyoruz. Ama bu sahibiyetlik hayalidir.
Çünkü Allah Malik-ül Mülk’tür. Yani mülkün asıl sahibi Cenab-ı Hak’tır. Eğer sahibi biz olsaydık, ev, araba, altın, vs mezara götürürdük.
Mesela Rabbimiz Kuran’da ben herşeyi görürüm diyor. Bizdeki görme olmasaydı, bu ayetten hiçbir şey anlamayacaktık. Göz şimdi ne işe yaradı? Rabbimizin Basir (Herşeyi gören Allah) ismini açan bir kıyas birimi oldu.
Ben nasıl görüyorum, Rabbim de, Ben herşeyi görürüm, diyor. Ucundan da olsa görmenin nasıl olduğunu anlayabiliyoruz.
Ben nasıl ki bu evi inşa ettim, içini dizayn ettim. Rabbim de şu dünya evini inşa edip düzenlemiş, deriz ve hakeza, bunun gibi...
Ben insanlara ikram etmeyi, iyilik yapmayı, güzel ve temiz olan herşeyi seviyorum, içimdeki sevgi, cömertlik, sabır, affetmek, dostluk, gurur, iffet, adalet, şefkat, merhamet, aşk, şiddet, öfke gibi binlerce duygular;
Mühendislik, doktorluk, mimarlık, aşçılık, ressamlık, yöneticilik, amirlik, siyaset, öğretmenlik gibi binlerce kabiliyetler aslında Rabbimizi tanımak için bize emanet verilen bu ENE’nin mahiyetindendir.
Yani bize verilen bu ölçücükler ile Rabbimizi tanıyoruz ve seviyoruz. Rabbimiz Kuran’da ben Alim’im diyor. Ben mesela elektronik teknikeriyim. Ben binlerce bilimden sadece elektroniğin -o da çok az kısmını- biliyorum.
Rabbimizin atomun çekirdeğinden galaksilere kadar bütün ilimleri bilen Alim isminin nasıl olduğunu anlayabildim. Yani kendimin bilmesinden kıyasladım.
Allah’ın insanları bu dünyaya göndermesinin gayesi ve hikmeti üçtür. Rabbini tanımak, O’na iman etmek ve ibadet etmektir.
Allah’a iman etmek için O’nu tanımamız gerek. İnsan tanıdığı şeye inanır. İşte O’nu tanımamız için de her insana ALLAH, emanet bir ENE vermiştir.
Eğer insan, eneyi doğru kullanırsa ahsen-i takvime çıkar, cennet müjdesine nail olur. Enenin bir kıyaslama birimi olduğunu ve yani o hayali sahipliğinin aslında Rabbini tanıtmak için olduğunu bilir ve kulluğunu yaparsa eneyi doğru kullanmış olur.
Ama emanet verilen o ENE’nin yaratılış hikmetini unutup asıl vazifesini terketse, kendini asıl sahip zannetse, o vakit emanete hıyanet etmiş olur.
O ENE çocukken ince bir tel iken mahiyeti bilinmezse, insan büyüdükçe gittikçe kalınlaşır. İnsan vücuduna yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar.
Enaniyet’in anlamı, herşeyi kendinden bilmektir. Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, vs. diyen şirk’e düşer. Ve şirk (Allah’a icraatinde ortak koşma) Allah’ın asla affetmeyeceği suçtur ve ebedi cehenneme gider.
İşte cehennemin Top Ten’lerinden firavunlar, nemrutlar, ebu cehiller, içlerinde Enaniyeti öyle büyütmişler ki, adeta baştan aşağı ENE olmuşlar. Firavun biliyorsunuz, ben sizin en yüce Rabbinizim, demişti. (Naziat suresi 24)
Bu konuyu burada kesiyorum, zira yazı çok uzadı. Eğer konu hakkında 30. SÖZ’ü okumak isterseniz tıklayınız:
http://www.erisale.com/#content.tr.1.724
Ben bazen bir yazıya başlayıp bir saat neyi ve nasıl yazayım diye düşünüyorum. Yazıyı yazan kalem, bir sebeptir. İnsan da düşünen canlı bir sebeptir. Nasıl ki yazıyı kalem yazdı, demiyorsak; yaptığımız hiçbir işe ben yaptım gibi sahip çıkmamalıyız ki şirk olmasın. Allah nasip ediyor demeliyiz.
Burada benim yorumum veya katkım yoktur. Ben sadece Bediüzzaman hazretlerinin 30. söz eserinin ve Fatih Yağcı kardeşimin sohbetinin özetini yazdım. Allah onlardan razı olsun.
Bana bu yazıyı nasip eden Rabbimize hamdolsun. Allah bizleri enaniyetten korusun ki şirke düşmeyelim.
Celal Çelik Ankara ( Konya-Ereğli )