Orhan pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı da Masumiyet Müzesi ndeki Kemal karakteriyle ile ilgili olarak diyor ki: Kemalin ben olduğumu sanacaklarını bile bile yazıyordum. Hatta okurlarımın beni Kemal sanmasını da aklımın bir köşesiyle istiyordum. Yani romanımın hem bir roman gibi, bir kurmaca, bir hayal ürünü olarak karşılanmasını hem de temel kahramanlarının ve hikayesinin gerçek sanılmasını, anlatılanların çoğunu benim yaşadığımın düşünülmesini aynı anda istiyordum
Roman yazmanın, bu çelişkili isteği derinden hissedip herhangi bir sorun gömeden yazmaya devam etmek olduğunu kendi tecrübemle öğrendim
Bana bir şey ifade etmeyen, laf salatısıyla dolu bir kitap okuduğumu sanıyordum ki otuzuncu sayfada bu satırlara rastladım. O ana kadar içine giremediğim kitap hemen bir girdaba dönüştü. Yazarken zihnimde cereyan eden duyguları-düşünceleri tanıyıverdim. Ben buna şüphe diyordum. Yazdıklarımı okuyanların kafasında oluşan ve bana bir güç, özgürlük veren şüphe : Yazdıklarım kurmaca mıydı yoksa kendimi mi anlatıyordum? Evet, okurlarımın bu iki düşünce arasında gidip geleceklerini biliyor ve bunu içten içe arzuluyordum. Bu arzumu daha önceleri bir yazımda şöyle dile getirmişim:
Anlaşılmak istiyorum fakat korkuyorum da anlaşılmaktan. Bu yüzden mesafe bırakacağım aramızda. Şüphe olacak bu mesafenin adı. Şüphe: muhatabının zihnindeki tüm olasılıkları tahrik edebilme, harekete geçirme ama aynı zamanda hepsini inkar edebilme imkanı. İşte bu güç beni koruyacak.
Bu arzunun kaynağına doğru şöyle ilerlersek: Belki anlattığım şeylerin pozitif, güzel yanlarının, kendi içsel ve dışsal yaşantıma ait olduğunun; negatif, çirkin yönlerinin ise kurmaca olduğunun sanılmasını istediğim ve bu sayede okurun gözünde mükemmelleşmek istediğim içindir. Ama bence bundan ötesi var, ya da tam tersi var: Belki çirkinliklerimi göstermek istiyorumdur, kurmaca gibi sunduğum şeyin, ben de var olduğunun fark edilmesini içten içe istiyorumdur. Çünkü insan kendi olabilmek ister. Çirkinlikleriyle de kendi. Ama çoğu zaman buna cesareti yoktur, çirkinliğinin kabul görmemesinden korkar.
Bana bir şey ifade etmeyen, laf salatısıyla dolu bir kitap okuduğumu sanıyordum ki otuzuncu sayfada bu satırlara rastladım. O ana kadar içine giremediğim kitap hemen bir girdaba dönüştü. Yazarken zihnimde cereyan eden duyguları-düşünceleri tanıyıverdim. Ben buna şüphe diyordum. Yazdıklarımı okuyanların kafasında oluşan ve bana bir güç, özgürlük veren şüphe : Yazdıklarım kurmaca mıydı yoksa kendimi mi anlatıyordum? Evet, okurlarımın bu iki düşünce arasında gidip geleceklerini biliyor ve bunu içten içe arzuluyordum. Bu arzumu daha önceleri bir yazımda şöyle dile getirmişim:
Anlaşılmak istiyorum fakat korkuyorum da anlaşılmaktan. Bu yüzden mesafe bırakacağım aramızda. Şüphe olacak bu mesafenin adı. Şüphe: muhatabının zihnindeki tüm olasılıkları tahrik edebilme, harekete geçirme ama aynı zamanda hepsini inkar edebilme imkanı. İşte bu güç beni koruyacak.
Bu arzunun kaynağına doğru şöyle ilerlersek: Belki anlattığım şeylerin pozitif, güzel yanlarının, kendi içsel ve dışsal yaşantıma ait olduğunun; negatif, çirkin yönlerinin ise kurmaca olduğunun sanılmasını istediğim ve bu sayede okurun gözünde mükemmelleşmek istediğim içindir. Ama bence bundan ötesi var, ya da tam tersi var: Belki çirkinliklerimi göstermek istiyorumdur, kurmaca gibi sunduğum şeyin, ben de var olduğunun fark edilmesini içten içe istiyorumdur. Çünkü insan kendi olabilmek ister. Çirkinlikleriyle de kendi. Ama çoğu zaman buna cesareti yoktur, çirkinliğinin kabul görmemesinden korkar.