Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Sinema ve Sakatlık III: Körler | İlker Ortaç

ilkerortac

Yeni Üye
Üyelik
20 Mar 2013
Konular
5
Mesajlar
24
Reaksiyonlar
0
Selamlar baylar bayanlar; ben ilker Ortaç, bu hafta Türk sinemasında melodram mevzusuna göz atıp, 400'ün üzerinde filme imza atmış Cüneyt Arkın'ın oyunculuk tecrübesi ve tıp bilgisini yan yana koyup, sakat karakterleri nasıl oynadığına bakıp, ülkemiz sinemasında sakatlığın temsiline 'kaş göz' yapacağız.

Bugün Türkiye Avrupa'da iki birinciliğe birden sahip, bunlardan ilki, Avrupa'nın en çok yerli film bileti satılan ülkesiyiz. Rakamların dilinden konuşmak gerekirse, % 50 (hangi yüzde elli bunu biliyoruz) Bir çok Avrupa ülkesinin yaklaşamayacağı bir rakam bu. Bir de bunun kontrastı bir durum var ki, orada da sondan birinciyiz. Ülke nüfusuna oranla kişi başına satılan bilet 0.5. Bu rakamları şundan paylaşıyorum,
I. Sinemaya az giden bir ülkeyiz.
II.Tüm Avrupa'nın tercihinden çok daha fazla kendi sinemacısı sevenbir yerde yaşıyoruz.

Hal böyleyken, bizim sinemacımızın anlattığı daha çok dikkat çekebilecek, daha ülke sorunsallarını irdeleyebilecekken, Türk sinemasının o açık sinemaları hınca hınç dolduran melodramlarından, Mısır filmleri türevlerinden bu yana bazı başlıkların temsiliyetinde yaşadığı problem süre geliyor. Bunlardan biri de sakatlık olgusu , fakat öncelikle belirtmek istiyorum Türk sinemasında her zaman 'ötekinin' temsilinde problem varken, sakatlıkta da olması daha da olayı hassas hale taşıyor ki, öteki bile sinemaya gittiğinde anlatılan öyküye, karaktere çok öte de kalıyor. Kürtler, travestiler, sakatlar ne zaman konu edinilse o filmler hep problemli. Türkiye'de Kürtler, ilk defa Atıf Yılmaz ve Hüseyin Peyda'yla beyazperdede boy göstermişlerdir. Bu filmin adı "Mezarımı Taştan Oyun", tarih 1951'dir. Yönetmen ve senaryo yazarı olarak Yılmaz Güney'in filmlerinde de Kürtler anlatılır. Ancak Kürtlerin kimlikleri hep gizlidir, adları konmaz. 1990'lar sonrasında yapılan filmlerde ilk kez adı olan, dili olan Kürt vardır. Kürtçe duyulmaya başlanır. Kadın travestiliğiyse komedi filmlerinde kendini gösterir. (Çünkü kadın travestiliği ciddi olarak anlatılırsa, özenti yaratır düşüncesiyle bu tür filmler tepki alabilir.) Bu tür filmlerde kadın kılığına giren oyunculara ilk örneklerse Feridun Karakaya ve "Bazıları Sıcak Sever" filminin yerli versiyonunda yer alan Sadri Alışık ve İzzet Günay'dır. Çok çok sonraları daha gerçekçi filmler karşımıza çıkacaktır fakat bunlar hem sayıca az hem de zaman olarak geç kalmışlardır.

Bugün, Türk sinemasında 400'den fazla filmde oynamış ve buna istinatlen güçlü bir oyunculuk tecrübesine haiz ve dahi aldığı fakülte eğitimini de (TIP) bunun yanına koyarak, Cüneyt ARKIN'ın sinemamızda sakatlığı nasıl temsil ettiğine bakacağız. Ancak ondan evvel, melodrama ve toplum üzerindeki etkisine bakalım ve bu bilgi üzerinden yolalalım istiyorum. Çünkü biliyoruz ki, Sinema; toplumsal etkileşimi sağlayan ve içinde bulunduğu zamanı ve mekanı tarihsel, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yönden yansıtanen önemli kitle iletişim aracıdır. Sinema ve melodram, kültürel açıdan toplumu anlama ve yönlendirmede karşılıklı etkileşim içinde olup, tarih boyunca ideolojik işlevler üstlenmişerdir. Bu filmleri okuduğumuzda toplumun sakatlık olgusuna yaklaşımını irdeleyebiliriz düşüncesindeyim.

Melodrama neden bu kadar takıldığımız konusundaysa şunu belirtmek istiyorum, melodramın ortaya çıktığı tarihten, günümüze popülerliğini yitirmeyen ve sanatın her alanına eklemlenebilme özelliğiyle, günümüzde bile en çok tercih edilen tür olmasıTürk sinemasında sakatlık olgusunu irdelerken üzerine hassasiyetle eğilmemizi gerektiriyor.

Ortayaçıktığı dönem itibariyle; toplumsal dönüşümlerin tam merkezinde yer alan ‘melodram’, modernleşmeyle birlikte kültürel ve ahlaki kodları yeniden tanımlayarak, değişen dünyayı anlamlandırmada aracı bir rol üstlenmiştir. Bu yüzdendir ki, melodramlar üzerinden sakatlık olgusunu okuduğumuzda, konuya olan yaklaşımı da sürece yayarak görebilmemiz olasıdır.

Melodram, özellikle sinemanın yaygınlaşmasıyla birlikte, toplumu yönlendirme ve özellikle modernleşme olgusunun etkileriyle, sakat bireyin, çektiği güçlük çeken ve çelişkilerini ve kaygılarını yansıtmada etkili bir tür olması beklenirken,'normal'lerin sakatları ötekileştirildiğini, sakat öznenin filmleri dramatikleştirdiği görünmektedir.

Melodram; öncelikle tiyatro olmak üzere, sanatın bütün alanlarında yaygınlaşmış, sinemanın keşfi ile gelişimini bu alanda yoğun olarak sürdürmüştür. Sinemanın bir eğlence aracı olarak görüldüğü yıllarda, modernleşme olgusunun da mevcut olduğu dönem gözönüne alınarak, geleneksel ile modern arasında sıkışıp kalan, sıradan insanın yaşadığı çelişkileri yansıtmıştır. Önemli toplumsal dönüşümlerin yaşandığı dönemde ortaya çıkan melodram, modernleşme olgusunun kendisini göstermesiyle muhafazakar bir tür olarak kalıcılığını korumuştur. Geleneksel ve modern çatışmasında; sıradan insanın yeni dünyaya duyduğu kaygı ve çelişkileri yansıtmada, aracı bir işlev de görmüştür. Ve ne yazıktır ki, karakter sakat olduğunda ise, sakatın kendini gerçekleştirmesi değil, toplumun sakatı itmesi anlatılmıştır. Bu da sakatlık önündeki engelleri perçinlemiştir.

Modernleşme ile birlikte; yeni dünyanın ahlaki ve toplumsal değerlerini yeniden tanımlayan melodram, sıradan insanın gündelik yaşamını da etkileyecek denli, güçlü bir anlatı türü haline gelmiştir. Bu nedenle, araştırılmaya değer ve son derece önemli bir tür olan melodram, Türk Sineması’nda özellikle 1960-1975 yılları arasındaki hakimiyeti gözönüne alınarak, bu dönemdeki yaygınlığı ve yoğunluğu tartışılmıştır. Melodram, yapısı itibariyle, her dönemin koşullarında güncel kalabilmeyi başarmış, bir tür olarak günümüze kadar varlığınıda sürdürmüştür. Tül Akbal Süalp; 50’ li yıllardan, yetmişli yıllara kada kadar süren popüler sinema geleneğinde, melodramın üstlendiği rolü geniş anlamıyla şöyle değerlendirmiştir; Ulus devletin ve modernizmin kendini yeniden üretebilmesi ve yaygınlaşabilmesinde bir anlatım aygıtı olarak melodram, ulus fikrinin inşasında, asgari müştereklerin ne olduğunun hatırlatılmasında, çatışma ve çelişkilere karşırızanın inşasında ve kadın, erkek rollerinin ve benzerliklerinin yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynamıştır (Akt. Kırel,2005:275).

1970 yılında, yapımcılığını ve yönetmenliğni Muzaffer Arslan'ın yaptığı, başrollerini Münir Özkul, Türkan Şoray ve CüneytArkın'ın paylaştığı, Hayatım sana feda adlı filmin konusu şöyle; Genç bir iş adamı arabasıyla bir kadına çarpar ve kör olmasına sebep olur. Fakat kadının gözlerini kaybettiğinin farkında değildir. Bir süre sonra rastlantı sonucu kör kadınla karşılaşan genç adam kadını kendisinin kör ettiğini anlayınca ona yardımcı olmaya ve gözlerinin açılması için onu ameliyata razı etmeye çalışır. Bu arada aralarında bir aşk başlamıştır..

1969 yapımı, yapımcılığını, yönetmenliğini yapıp aynı zamanda senaryosunu da Nejat Saydam'ın yaptığı, başrolleriniyse, yine Cüneyt Arkın ve Türkan Şoray'ın oynadığı Aşk Mabudesi adlı filmin konusu şöyle; Yakışıklı ve zengin bir sanatçı, yetenekli ama keşfedilmemiş bir kadın. Adam kadını keşfeder, ortaya çıkarır. O sırada birbirlerine aşık olurlar. Kadın adamdan görece daha düşük bir sınıfta olduğu için aşkını söyleyemez. Adam da kıza olan aşkını fark edemeden bir anda işler değişir. Adam bir kaza sonrasında kör kalır. Elden ayaktan düşer. Sanatını icra edemez hale gelir. Para kaybeder. Fakir kalır. Başkalarının eğlencelerinde para kazanmak için piyano filan çalar ama alay konusu olur. Ezilir, hakir görülür.
Bu sırada kadın, keşfedilir. Türkiye’nin konuştuğu sanatçı haline gelir. Ünlenir, zenginleşir, güzelleşir, hayranları çoğalır. Ancak Türkan ne kadar ünlense de Cüneyt’e aşık olmaya devam eder. Hatta yapımcısı kendisine aşık olmuş ve evlenmek istemektir. Bir gün Cüneyt baba ile karşılaşır, ancak baba kör olduğu için Türkan’ı görmez. Türkan da Cüneyt bana nasıl bakmaz, beni nasıl görmez diyerekten Türkiye turuna çıkar. O sırada da yapımcısıyla evlenme kararı alır. Ancak içindeki aşk her geçen gün büyümektedir.

1971yapımı bir Orhan Elmes filmi olan Adını Anmayacağım'daysa, aynı olay örgüsünü ufak tefek değisikliklerle tekrarlar: Gül (Hülya Koçyigit) evden ayrıdıktan yıllar sonra hemşire olarak geri döner. Ne gözleri görmeyen Engin (Cüneyt Arkın) ne de genç kızlığa henüz adımını atmış Oya onu tanır. Engin (yeniden) Gül'e aşık olur ve ameliyat olup görme fikrini benimser (“Doyuncaya kadar sana bakmak istiyorum!”) Gül tam artik görmeye baslayan Engin'den kaçmaya hazırlanırken yıllar önce kendi evliliğini mahveden adamın simdi de kızları ağına düşürmeyi planladıginı öğrenir.


Bu hafta içerisinde bu filmler üzerinden konuşalım istiyorum ve hatta bunların yanına kör kadın figürünün ana tema olduğu filmleri de ekleyelim ve filmleri izleyip üzerlerine okumalar yapalım.
Sakat öyle olmaz, böyle olur diyelim.!

Eyvallah.
 
Sakatlık/körlük neredeyse tüm senaryolarda kötü kaderin tezahürü olarak ele alınıyor. Sıradan bir gündelik yaşamın içinde/kenarında akan bir sakat karakter benim bildiğim hiç yok. Hep kaderin cilvesi ile olağandışı hikayelerin mazlum karakterini oynuyor sakat karakterler. Bu da klasik algının perçinleşmesi demek.
 
Dün vampirli bir dizi izliyordum, körlük sahnesi yaşandı, ve sadece 30 saniye kadar sürdü. Hemen vampir kanıyla iyileştirildi. Bizim dizilerimizde olsaydı 3 sezon giderdi kesin. Bizim senaryolarımızda kör kalan kişinin üzerine yoğunlaşılıyor, orada ise çözüme yoğunlaşılmıştı. Yani vampirin kanıyla hemen iyileştirme özelliğine, vampirin bunu yapıp yapmayacağına, merhametine, buna yoğunlaşılırkende öyle günlerce değil 30 saniye kadar bir zamanda çözümlendi, vampir yok ben ona kanımı vermem demedi :) dramatikleştirilmemişti..

Bir örnekte benden, En büyük Şaban;

Zengin olmak için neyi var neyi yoksa satıp büyük şehre gelir, ve çarparlar tüm parasını. O esnada bir 'çiçeklerim var, güzel güllerim var' diye seslenen çiçekçiyi duyunca almak ister, kız yakasına takmak ister çiçeği ve bu esnada kızın görmediğini anlar. Ve Şaban bu arada içince kendini kaybeden ve zengin bir adamla tanışır, evinde yaşamaya başlar arkadaşı olur. Ancak adam ayılınca Şaban'ı hatırlamamaktadır. Yine içtikleri bir sırada Şaban bu kızdan bahseder, görmediğini söyler. Ancak daha önce gazete güpüründe bir profesörün ameliyatıyla görebileceğini öğrenmiştir. Adam sarhoşken gerekli parayı verir. Tam o esnada işler sarpa sarar ve Şaban parayı alıp kaçar, kendisini zengin olarak tanıttığı çiçekçi kıza verir. Daha sonra yakalanır ve cezasını yatar. Çıktığında ise çiçekçi dükkanının önünden geçerken kendisini sesinden tanıyan çiçekçi kızın artık gördüğünü görür.

* Filmin tamamını, ve görmeyen arkadaşlarımız üzerindeki önyargı videonun sonunda çok güzel özetlenmiş diye yorumluyorum ben. Acizlikten dem vuran senaryolar yazılırken sürekli, aslında kör olmanın görmemek demek olmadığı, kör olanların bir çok işi yapabilirken 'örgü örmek gibi' sözde görenlerin de ayağının taşa takılabileceğinin gösterildiği ve güzel vurgulandığını düşünüyorum...
 
Üst Alt