İşçi Yürüyor Baştan
İşçi Yürüyor Baştan
Bir türlü korteji harekete geçirmeyen sendikayı, onbinlerce işçi, ellerindeki yolluklarını havaya kaldırarak “ölmek var, dönmek yok”, “yolumuz Ankara, hedefimiz Çankaya” sloganlarıyla harekete geçmeye zorladı. Grev komitesinin aldığı karara göre, yürüyüş disiplini gereği her ocağın işçisi kendi kortejinde yürüyecekti. Böylece istihbaratı alınan 500 MİT görevlisinin sızmasına engel olunmak isteniyordu.
Sadece göz boyamak için protokol kortejinde yerlerini alan ve işçilerle hiçbir ortak sınıfsal çıkarları olmayan burjuva parti temsilcileri, sendika bürokratları; işçilerin büyük bir coşku, kararlılık ve düzenle sürdürdükleri yürüyüşe ayak uyduramayarak kendi araçlarına biniyorlardı.
Yürüyüş kolunun geçtiği yerleşim yerlerinde yaşayan emekçiler, yürüyüşçülere yiyecek, içecek ve alkışlarıyla moral destekte bulunuyordu. Kortejdeki kadın işçilerin rahat yürüyebilmeleri için, terlik ve ayakkabı ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi sınıf dayanışmasının bütün güzellikleri bu yürüyüşte sergilenmiştir.
Bu arada sınıf düşmanı, işçilerin bu eylemlerini kırmak için elinden geleni yapıyor, sendika yöneticileriyle bir yandan görüşmeleri yürütürken, bir yandan da yollar üzerine barikatlar kurduruyordu. Yürüyüş güzergâhı üzerindeki ilk barikatla Devrek yolu üzerinde karşılaştılar işçiler. Ancak bu barikat 80 bin işçiyi durdurabilecek bir barikat değildi. İşçiler bu barikatı zorlanmadan aştılar. Devrek’e varan işçileri Devrekliler büyük bir konukseverlilikle karşıladılar ve gece boyunca dışarda bir işçi bile kalmayacak şekilde ağırladılar.
5 Ocak sabahı kortej yeniden oluşturularak yürüyüşe geçildi. O yıllarda başbakan olan Yıldırım Akbulut’un isteği üzerine, Genel-Maden İş Sendikasının Genel Başkanı Şemsi Denizer, Devrek çıkışında işçilerden habersizce ayrılarak kendi özel aracıyla Bolu’ya gitti.
Devrek’ten sonra kortejdeki işçilerin sayısı yeni katılımlarla birlikte 100 bini aşmıştı. Nicel artışına coşkusunun da eşlik ettiği kortej, Dorukan Tüneli girişinde ordu birliklerinin büyük bir barikat kurduğu haberini almıştı. Bu haber, büyük bir coşkuyla yoluna devam etmekte olan kortej üzerinde doping etkisi yaratacaktı. Ordu birliklerine ise, barikata yaklaşınca protokol kortejinin yana çekilmesiyle öne geçen işçilerin sel olup tünelden akışlarını seyretmek kalacaktı.
Denizer’den gelen “görüşüyoruz, görüşmeler bitene kadar Mengen’de bekleyin” haberi üzerine yürüyüş durdurularak bekleyişe başlandı. Nihayet Denizer Bolu’dan dönmüştü. Ancak işçilerin beklediği haberlerle gelmemişti: “Görüşme falan yok... Görüşmek için ön şart öne sürdüler... Yürüyüşü bitirin gelin dediler... Para filan vermeyiz, teklif de sunmuyoruz. Yürüyüş sırasında olabilecek her şeyden siz sorumlusunuz, dediler”. İktidar işçilerin iradesini sendika üzerinden kırmaya çalışmaktaydı. Bu nedenle de kendi cephesinden oldukça net ve uzlaşmaz bir tavır sergileme çabası içindeydi.
İşçiler buna tepki olarak hep bir ağızdan “Hedefimiz Ankara geliyoruz Çankaya”, “Çankaya Özal’a mezar olacak” sloganlarını haykırdılar. Bu aşamadan sonra yürüyüş, sendika bürokrasisinin bataklığına saplanmaya başladı. Barikatların durduramadığı işçiler, kendilerine yol göstermesi gereken kişiler olarak gördükleri bürokratlar tarafından durduruluyorlardı.
Başkan, Mengen Belediyesi binasında yürüyüş komitesini topladı. Toplantı boyunca dışarıda kötü hava koşulları altında bekleyen işçiler, kararlılıklarını attıkları sloganlarla ifade ediyorlardı: “ölmek var, dönmek yok”, “gemileri yaktık, geri dönüş yok”, “yağmur yağsa da, kıyamet kopsa da yürüyeceğiz”. İşçilerin bu kararlılığı karşısında, sendika yönetimini elinde tutan bürokrasi de “koltuğunu kaybetmeme” kararlığındaydı.
Akşam saat 9’da Denizer işçilere belediye hoparlöründen şöyle sesleniyordu: “Canlarım, bu gece Mengen’deyiz... İstirahat edin. [Sokakta!] Yarın sabah size kararımızı bildireceğiz. Taşkınlık yapmayın, içinizde provokatörler var, onları dinlemeyin. [Devrimcileri kastediyor!] Ben ne dersem onu yapacaksınız.” Bir çıkmazın içinde olduğunun iyice farkına varan Denizer, alınması muhtemel kötü bir sonucun faturasını devrimcilere kesmenin hazırlığını yapıyordu.
İşçiler Mengen’de bekleyişlerini sürdürürlerken, o gece sabaha dek ormana askeri yığınak yapıldı. Yürüyüş sırasında birinci ve ikinci gün iki işçi ölmüştü. Şiddetli soğuk altındaki bayan işçilerden biri barikatta hayatını kaybetmişti. Fakat sendika yönetimi, işçilerin kendi kontrolünden çıkması korkusuyla, ölümü gizlemek için onun yoğun bakıma alındığı yalanını uydurdu.
Yürüyüşün üçüncü günü olan 6 Ocakta, sabah Denizer kadınlara Zonguldak’a geri dönmeleri çağrısında bulundu. Gece yola barikat kurulduğu haberleri alınmıştı. Ne var ki, o güne kadar yürüyüş kolunun en ön saflarında yer alan ve madencilere moral desteklerini hiç eksik etmemiş olan kadınlar bunu reddederek sonuna kadar yürüyüş içinde yer alacaklarını belittiler. Sabah yürüyüşe geçen işçiler, 12 kilometre yol kat ettikten sonra devasa bir barikatla karşılaştılar. Buldozerlerle, su sıkma araçlarıyla, yüzlerce asker ve polisle desteklenen barikat, hükümetin işçileri daha fazla yürütmemeye son derece kararlı olduğunu gösteriyordu. Barikatın 50 metre önünde duran işçiler beklemeye koyuldular. Tüm geceyi ateşler yakarak, halaylarla, türkülerle, barikatın birkaç kilometre gerisindeki alana ve ormana yayılarak geçirdiler.
7 Ocakta ordu ve polis işçileri caydıramayınca, geri dönüşü engelleyen, kitleyi diri tutan işçileri gözaltına alarak direnişi kırmayı düşündü. Bunu yapabilmek için, “barikatı zorladıkları” bahanesiyle 201 işçiyi sabah uykudayken gözaltına aldı. Denizer’in işçileri hükümetin tahriklerine kapılmamaya çağırması sonucu işçiler gözaltılara beklenen tepkiyi göstermekten alıkonulmuştu.
Bu arada başta Şevket Yılmaz olmak üzere, Türk-İş yönetimi, yürüyüşe hiç sıcak bakmadığını, hükümetle aranın bu kadar gerilememesi gerektiğini düşündüğünü her fırsatta belli ediyordu. Denizer’e sürekli geri dönün mesajı iletiliyordu.
O gün Denizer’in de aralarında bulunduğu Türk-İş’e bağlı bazı sendika genel başkanları, bir toplantı düzenlediler. Denizer toplantı sırasında Çalışma Bakanı İmren Aykut’tan bir telefon almış ve ertesi gün görüşmek üzere Ankara’ya davet edilmişti. Toplantı sonunda “işçilerle konuşup onları geri dönemeye ikna etme” kararı alındı. İşçiler, Denizer’in görüşmeler ve DGM duruşması nedeniyle üç gün Ankara’da kalması gerektiği argümanı üzerinden ikna edilmeye çalışılacaktı.
8 Ocakta, sabahın erken saatlerinde belediye binası önünde toplanan işçiler, “ölmek var dönmek yok” sloganlarıyla tüm meydanı inletiyorlardı. Saat 11 sularında pencerede görünen Denizer işçilere meşhur etkileyici konuşmasını yaptı. İşçileri önce “canlarım” diyerek ve överek kendine iyice bağlayan Denizer, sonunda sadede gelmişti:
[3]
“
Denizer: İşçiler hak arama mücadelesinin dışına çıkmazlar. Aralarına kışkırtıcı sokulsa da. … İşçi-sendika bütünlüğü içinde, disiplin kurarak kenetlendik. … Başarı, disiplin, güven, bunu siz yarattınız. Türkiye işçi sınıfı, emekçi halkı, sizinle övünüyorum. Eylem amaçlıdır. Yürüyüş planımız, anlaşma ortamı yaratmaktı. Bugün yönetim kurulu ile Ankara’ya gidiyorum. Üç gün Zonguldak’a gelemiyorum.
İşçiler: Biz buradayız.
Denizer: Şimdi biz önceden planladık. “İşareti ben veririm” demiştim. Bana inanıyor musunuz?
İşçiler: Evet.
Denizer: Bana güveniyor musunuz?
İşçiler: Evet. Gemileri yaktık, geri dönüş yok.
Denizer: Yürüyüş eylemi bitmiştir. Sizler Zonguldak’a dönüyorsunuz.
Bir kadın: Hayır başkan, hayır, geri dönüş yok.
İşçiler: Geri dönüş yok. Başkan ne derse onu yaparız.
Denizer: … Ben böyle istiyorum. Suçlayacaksanız beni suçlayın. Genel başkan olarak konuşuyorum. … Anlaşma ortamı yarattık. (Eliyle geri dönüş yok diyenleri işaret ederek) Kışkırtıcılar seslerini kessin. Maden işçileri oyuna gelmez.
İşçiler: Başkan ne derse o olur.”
Böylece Denizer, geri dönmek yok diyen işçileri “kışkırtıcı” ilan edivermişti. Böyle bir suçlamanın ardından ne yapacaklarını şaşıran işçiler, hüngür hüngür ağlayarak birbirlerine “nasıl olur” diye soruyorlardı. Ama sonuçta sustular ve Zonguldak’a dönüş için getirilen araçları beklemeye koyuldular. İşçiler o gün otobüslerle Zonguldak’a taşınmış ve eylem apar topar bitirilmişti. Artık hükümet de rahattı.
Beklenen Son
Ankara yürüyüşü boyunca yaşananlar, sendikanın hiçbir ciddi hazırlık yapmaksızın bu işe soyunduğunu gösteriyordu. Ne yol boyunca kalacak yerler ayarlanmıştı, ne işçilerin soğuktan korunma, yiyecek gibi en temel ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük hazırlıklar yapılmıştı. Denizer işçilerin sevgisini kazanmış bir başkan olarak tartışmasız bir otoriteye sahipti. Ne var ki bu otorite, işçinin Denizer’in her dediğine boyun eğmesini beraberinde getiriyordu. Yürüyoruz deyince yürüyen işçiler, asla dönmeyiz kararlılığı içindeyken dahi, Denizer’in bir konuşmasıyla, homurdanarak da olsa geri dönebiliyordu.
Ankara’da Aykut’la yapılan görüşmenin ardından, Denizer yöntemde anlaştıklarını görüşmelerin devam edeceğini söyledi. Hükümetin çeşitli manevraları sonucu, yapılacak görüşmeler günlerce sürüncemede bırakıldı. 16 Ocak gecesi ABD ile Irak arasında Körfez Savaşı başlamıştı. 21 Ocakta yapılmaya başlanan ve iki gün süren görüşmelerden bir sonuç çıkmadı.
Metal sektöründe de bir aydır grev devam ediyordu. 25 Ocakta MESS ile Türk-Metal sendikası, İmren Aykut’un da bulunduğu bir toplantıda anlaşmaya vardılar ve 85 bin işçiyi kapsayan toplusözleşmeyi imzaladılar. Aynı gün toplanan Bakanlar Kurulu, “milli güvenlik” nedeniyle tüm grevleri 60 gün süreyle ertelediğini duyuruyordu. Böylece çeşitli sektörlerde devam eden ve 115 bin işçiyi kapsayan grevler fiilen bitirilmiş oluyordu.
Bu kararın ardından toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında “savaşa karşı genel grev” çağrısı yapılması sesleri tek tük de olsa gelse bile, sonuçta herhangi bir eylem kararı alınmadı ve bir bildiriyle savaşa karşı olunduğunun duyurulmasıyla yetinildi. 6 Şubatta ise Zonguldak madencilerini de ilgilendiren toplusözleşme imzalandı.
Sonuçta, yürüyüş öncesinde talep edilen 98.000 TL yerine 49.905 TL’ye imza atıldı. Böylece hükümetin grevin kırılmasından önce teklif ettiği 64.000 TL’den de geri düşülmüş, 2.900.000 TL için yola çıkan Zonguldak işçisi 1.100.000 TL ücrete mahkûm edilmişti. Sendika yönetimi, masa başında taviz vere vere büyük bir direnişin yenilgiyle sonuçlanmasına neden olmuştu.
Zonguldak deneyiminin de gösterdiği gibi, 1980 darbesi sonrasında da çok önemli işçi eylemleri gerçekleşmiştir. Ancak bu deneyimler yakın bir tarihte gerçekleşmiş olmasına karşın, bugün bu eylemlerin işçi sınıfının hafızasında yer tuttuğunu söyleyemeyiz.
İşçi hareketinin yükselişe geçtiği, militanlaştığı dönemlerde daha sol bir jargon kullanan sendika bürokrasisi, hareketin zayıfladığı dönemlerde ise sermayenin çıkarlarını daha açıktan savunur. Sendikaları başlarına tünemiş olan bürokrasisinin elinden kurtararak yeniden işçilerin kendi öz-örgütlülükleri haline dönüştürmek için savaşan, devrimci Marksist bilince sahip militan işçiler olmadan işçi sınıfı kendi kurtuluşuna giden yolda adım atamayacaktır. Sendika bürokrasisi ancak bilinçli işçilerin kararlı mücadelesiyle tünediği yerden defedilebilir.
İşçi sınıfının yolu, yaşanan deneyimleri geçmiş mücadele deneyimleriyle kaynaştırarak bugünkü işçi kuşaklarına aktaracak, işçi sınıfının mücadelesine yeni bir dünyanın kuruluşu yolunda rehberlik edecek Marksist devrimci önderliğin yoludur, onun yaratılma mücadelesinin yoludur!