[h=2]Bu iktidarın en çok sevdiğim yanı, eski eserleri ihya faaliyetleridir. Allahu a'lem onları ahirette kurtaracak olan da bu tür hizmetleridir.[/h]İktidarın hiç sevmediğim yanı ise insanın ruhunu besleyecek, insanı ihya edecek hallerden uzak durmaları veya bunu ihmal etmeleridir. Bunun böyle olduğunun en iyi göstergesi Milli Eğitim Bakanlığı'dır. Nabi Hocamız bir şeyler yapabilecek mi bilemiyorum.
Ama şu bir gerçektir ki 90 yıllık şu süreçte, dünyevileşmenin en büyük hız kazandığı dönem de bu dönem oldu… Tabii bunda Müslümanların zenginleşmesinin de payı büyüktür. Bütün kusuru iktidara vermek elbette haksızlıktır ama Batılı yazarlar bu hali, yani Müslümanların dünyevileşmesini -onlar bizim günahımızı severler- bir tür demokratikleşme sayıp AK Parti'nin başarı hanesine kaydetmeyi ihmal etmediler. En azından Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin yazarı Graham Fuller…
Elbette Müslümanın da dünyadan nasibini alması hakkıdır. Müslümanların imkân ve varlık sahibi olmalarını hep teşvik etmişimdir. Zira bu zamanda Allah'ın adını yüceltmek için dahi maddi imkâna ihtiyaç var. Çağ değişti, insanın duruşu değişti, asrın tabiatı ve insana yüklediği sıfatlar değişti…
Bugünün insanı aculdür. Hazır bir gram lezzeti -mümini de dâhil- ilerideki bir batman lezzete tercih ediyor. Çünkü hayatı keyifli ve bol imkânlı yaşamak, tutku halini almış. Bu asır, enaniyet asrı olduğu için Müslümanlar da bundan nasibini almış. Dolayısıyla Müslüman da imkân sahibi olmalı ki yaşadığı hayatın, minnacık ihtiyaçları için dinini satmasın, ihmal etmesin... Evet, Müslüman maddeten de terakki etmelidir ve edecektir de inşallah…
Amma ki bu ümmet, insanlık için örnek olsun diye çıkarılmış bir ümmettir aynı zamanda. O, yüreğinin tüm himmetini dünyaya hasredemez, etmemeli. Müslüman, malında, yoksulun ve dilencinin hakkı bulunan bir varlıktır. Rabin birincil muhatabıdır. Yeryüzünün halifesidir. İstikametini ve tercihini daima Allah'ın rızasından yana tutmak zorundadır. Allah onun o haline razı olmuştur. Onun İslamiyet'ini sevmiştir. Bu halini muhafaza etmesi için de ona nebiler ve kitaplar göndermiştir ki, ‘mümin ve müslüman' insan tipi, her daim insanlığın önünde rehber ve örnek olabilsin, kalabilsin.
Çünkü kıyamet günü, zamanın elverişsizliğini, inkârcılıklarına bahane edecek insanlara Allah o müminleri örnek gösterecek; "işte şunlar da sizinle aynı asırda ve mekânlarda yaşadılar. Sizi yoldan çıkaran haller, size, dini yaşamak zormuş gibi gösteren sıkıntılar, neden onları yoldan çıkarmadı ve kulluklarını unutturmadı?" diyecektir... Cenab-ı Hak, o mümin kullarına da her daim lütuf ve merhametle imdat etmiş, peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Hangi zaman ve zeminde nasıl davranacaklarını bilsinler diye onları önlerinde rehber yapmıştır…
Hz. Muhammed (asv) ile birlikte nübüvvet çağı son bulduğundan, bu hizmet onun soyundan gelenlere havale edilmiştir. Nitekim Peygamberimiz, ümmete rehberlik etsinler diye iki şey bıraktığını söylemiştir bir hutbesinde. Bu iki şey Kur'an ve ‘Ehl-i Beyt'tir…
Kur'an üzerinde ittifak var. Fakat ‘Ehli Beyt' ifadesi, zaman içinde -özellikle, dünya rantının paylaşımı olan siyaset ediş tarzının farklılık arz etmesiyle- farklı yorumlara nede olmuş, kelimenin tam anlamıyla ‘Ehl-i Beyt'ten ne anlaşılması gerektiği fikri, ümmetin fitnesi olmuştur… Ehl-i Beyt kavramına yüklenen anlam farklılıkları İslam dünyasında ve tarih içinde birçok siyasi ve sosyal hadiselere, anarşiye, kargaşaya, ihtilallere menşe' olmuştur… Bugün Ortadoğu'da yaşanan kargaşanın temelinde de ‘Ehli Beyt' kavramının farklı anlaşılmasından kaynaklanan didişmeler yatıyor. Ve maalesef ‘Ehli Beyt' ifadesinin farklı anlayışlara yol açmasının sebebi de yine ‘Ehl-i Beyt'ten gelenlerdir. Hasanî -uzlaşma yolu- ve Hüseynî -mücadele ile muhalefet etme- duruş, ta işin en başlangıcından itibaren vardı fakat zamanla ikisi uzlaşmayacak kadar birbirinden uzaklaştı… Yönetimin şekli ve kimde olacağı tartışmaları zamanla ‘Ehl-i Beyt' kavramına farklı yorumlar getirilmesine neden oldu…
Ehli Sünnet dediğimiz Sünni kesim, "Ehl-i Beyt'ten maksat, ‘Hazret-i Peygamber'in yaşam şekli, yani ‘sünnet'tir' diyordu. Şia ise, "Hayır Ehl-i Beyt'ten maksat, doğrudan Hz. Muhammed'in soyundan; yani Ali - Fatıma evladı ve onların sulbundan gelenlerdir." diyordu. Şia taraftarları, "Hz. Ali (ra), Hz. Muhammed'in (asv hem akrabası hem de damadı olduğu için yönetime o gelmeliydi." dediler. Sünni kesim ise liyakatin esas olduğunu, akrabalık bağının iktidar için yeterli olamayacağını ifade ediyordu...
Başlangıçta tamamen siyasi olan bu ayrışma, zamanla itikadi altlıklarını da var ederek mezhep boyutuna taşınmıştır…
Hz. Osman (ra)'ın, akrabalarını önceleyen siyaseti, daha o dönemde iktidara karşı çok şiddetli bir muhalefet var etmişti. O zaman başlayıp ve nihayet, Hz Osman (ra)'ın şehadetine kadar varan, Hz. Ali (ra) döneminde fiili çatışmalara dönüşen bu ihtilaf, Emevi siyasetinin, Hz. Hüseyin (ra)'i Kerbala'da hunharca şehit etmesiyle kemikleşti ve bir parti halini aldı. Bir süre sonra Şia -taraftar anlamına- adını alan bu iktidar karşıtı hareket, zamanla, İran milliyetçiliğinin([1]) ve toplum içinde bulunan gizli İslam düşmanlarının de bu ihtilafı, el altından beslemesiyle kök saldı, gizli ve daimi bir muhalefet partisi halini aldı. Emevileri de, Abbasileri de ve hatta bir parça Selçukluları da zayıflatan ve sonra yıkılmalarına hizmet eden bu Gizli Muhalefet Partisidir. Bugün de tüm İslam yurtlarını ve tabii Türkiye'yi tehdit eden o gizli muhalefet partisidir denilebilir… Sünni dünya, ne zaman hayatının zembereği olan Sünneti; yani Resulullah'ın emaneti olan "Ehl-i Beyt"i ihmal etmiş veya hayatının içinden çıkarmışsa şartlar Şiayı onlara musallat etmiştir… Bu da bir sırrı ilahidir.
Bilindiği gibi Emevi zulmü, Ehl-i Beyt'i kendi coğrafyasından çıkıp İslam dünyasının dört bir yanına kaçmaya zorlamıştır. Bugün İslamın ulaştığı her bölgede seyyidler cemaatine de rastlanır. Bu açıdan bakılırsa Emevi zulmü dahi bir tür rahmet oldu ümmet için. Çünkü neseben de Peygamberin varisleri olan bu mübarek soy, dinin gerçek taşıyıcısı ve geliştiricisi olmuşlardır. Her Müslüman günde en az 14-15 defa namazda bu soyun devam etmesi ve ondan, ümmete yol gösterecek birilerin çıkması için dua etmekteler.([2]) Nitekim peygamber efendimiz de, "Her asırda bir, bir müceddid (yenileyici) gelecektir." diye haber vermiştir. Gerçekten de 1400 yıldır, şu mübarek soydan, Müslümanlara rehberlik eden sayısız mudakkik, muhakkik, musaddık, gavs, aktab, veli, müctehid, imam, mütekellimin ve muhaddis çıkmıştır… Elan da devam etmektedir.
Hz. Hüseyin soyundan Cafer-i Sadık olmak üzere sayısız alim ulema ve imam (12 imam) gelmiştir. Hz. Hasan soyundan ise başta Abdülkadir Geylani olmak üzere sayısız aktab, evliya ve müctehid gelmiştir… Rasulullah'ın yolunu ve yöntemini, İslamın o çağdaki halinin nasıl olması gerektiğini yaşayıp ümmete göstermişler ve rehberlik etmişlerdir… Sadece Anadolu'da son iki yüzyıla damgasını vuran tüm dini hareketlerin başında yine bu soya mensup zatlar vardır… Gerek neseben gerek haseben olsun, o soya mensup olanların yapmış oldukları rehberlik hizmeti, asla ihmal edilmeyecek kadar büyüktür.
Mesela Kadirilik, Hz. Abdülkadir Geylani'nin geliştirip yaydığı bir seyr u suluk adabıdır, bir tarikattir. Yaklaşık bin yıldır irşadını sürdürüyor… Ondan sayısız meşrep ve meslekler çıkmış… O mübarek zat, sayısız eserler kaleme alarak yol ve yöntem anlatmış. Bediuzzaman Hazretleri, Kur'an'ın kaynağına en yakın yerden kovalarını doldurmuş üç büyük kitaptan söz eder ve onların en başında Abdülkadir Geylanî'nin Futuhu'l-Gaybının anar. O bugün de ümmete yol gösteren ‘diri' bir kitaptır adeta…
Ama maalesef bugün o kitaplar da o zatın yolunda faaliyet gösterenler de gariptir; dinin ve davanın ihyası için olmazsa olmaz şart olan maddi bir sahiplenmeden ve himayeden yoksun kalmışlardır… Abdülkadir Geylani, sayısız eser bırakmış. Bunların çoğu zaman içinde kaybolmuş. Var olanlarını toplamak ve diriltmek için -ki medeniyetler eski köklerinin yeşertilmesiyle yeşerirler- 30 yıldır çabalayan bir evlad-ı Resul var: A. Fadıl Geylani! Bu mübarek zat, şu faaliyetlerini yürütecek bir çatı bulmaktan dahi yoksundur. Başka bir ülkede olsa, kendisine enstitüler tahsis edilirdi. Ama biz ona bir barınak vermeyi çok görüyoruz… sonra da hayatımızı tehdit eden anarşi ve kargaşanın sebeplerini araştırıyoruz. Kur'an'ı terk etmiş, Peygamberin emaneti olan Ehl-i Beyt'i temsil eden şu zatlara sırtını çevirmiş hiçbir toplum abâd olmaz…
Şii kesim, hakikaten kendi inandığı manada ‘Ehl-i Beyt'ine sahip çıkıyor. O yüzden de nusret buluyor. Biz ehli beytimize sahip çıkmazsak, huzuru da kaybederiz. Bu böyle biline!
En başta da söylediğim gibi AK Parti, kayıp eserlerimizin çoğunu bulup ihya etti. Ayağa kaldırdı. Şunun veya bunun hizmetine verdi. Acaba onca ihya edilen eser içinde şu zatın şu mübarek işlerini yürüteceği bir çatıyı temin etmek çok mu zor. Hadi iktidar yanaşmıyor. Ehli himmet ve hamiyet de mi kalmadı?
Sayın Başbakanımız, "Ayasofya'yı neden açmıyorsunuz?" diye serzenişte bulunanlara "Siz önce Sultanahmet'i Süleymaniye'yi doldurun…" demişti… Peki, oralarda namaz kılacak kimseleri yetiştirecek bu zatlara siz sahip çıkmazsanız, bu nasıl olacak? Kendiliğinden mi dolacak? Siz ümmetin çocuklarını şu veya bu düşüncenin, internetin, kanallarından lağım akan televizyonların insafına bırakarak mı o camileri dolduracaksınız?
O camiler dahi şu zatların yakacağı ocaklarda pişip yetişecek gençlerle dolar… AK Parti gezi olayları sırasında fark etmiş olmalı bu eksikliği… Çoğu kendi döneminin yetmeleri olan gençlerin bir anda neler yapabileceklerini gördü… Acaba şehirleri fiziken imar etmek veya rantı bol olan fiziki mekânları ihya etmeye bu kadar teşne bir iktidar, neden insanı ihmal eder? Elbette İmam Hatip Okullarını açmak da güzeldir. Ama onun içinde verilecek eğitim kalitesi dahi o eski membaların işlerlik kazanmasıyla yükseltilebilir.
Biz bu meseleleri önemsemiyoruz ama bütün hastalıklar da oralardan türüyor. Bir düşünün, Şark'ın medreseleri eski usul çalışıyor olabilseydi, kim PKK diye bir belayı başımıza sarabilirdi? Eğer Türkiye o ocakları söndürmeseydi, geri kalan ocakları da PKK'ya imha ettirmeseydi, Türkiye bu halde mi olurdu? Şarkta ne kadar seyyid ve salah ehli varsa yok ettirdiler. Var olanlar da imkânsız ve etkisiz bırakıldılar… Hadi bakalım şimdi ümmeti toplayabiliyorsanız toplayın!
Ayrıca gerçekten Şii muhalefetin Türkiye'yi de etkilemesini istemiyorsanız -ki sıra size geldi-, yine bu soydan gelen şu zatlara muhtaçsınız. Yavuz Sultan Selim, Anadolu'nun altını oyan İsnaeşeriyyeci Şah İsmail'e karşı Kürtlerle anlaşma yaparken, esasında mahza Kürtlerle anlaşmadı. Onların âlimleri ve içlerindeki seyitlerle anlaştı. Onlar da o kavmi sizinle birlikte hareket etmeye razı kıldılar. Eğer İdris-i Bitlisi ve o dönemin seyid ocakları Yavuz'a biat etmeselerdi, Osmanlı'nın İran Şia'sıyla baş etmesi zordu. Nitekim aynı sebeple Bediuzzaman, Osmanlının sön döneminde baş gösteren kargaşa sırasında "Biz Sultan Selim'e biat etmişiz, biatımız duruyor." diyerek Osmanlı'yı da bu biata uygun hareket etmeye çağırmıştır…
Türkiye bugün yeniden o ocakları tutuşturmak, seyyidler cemaatine, itibarını iade etmek zorundadır. Bunu yapamazsa, artık, Batılıların da desteklediği Şia-yı Siyaset'e karşı direnmesi zordur. Çünkü Şia-yı Siyaset, içinde dini haz da barındıran bir muhalefet tarzıdır. Hele şu selefiyeciler ve el-Kaideciler şu katliamları yapmayı sürdürürlerse -Kenya'da da olduğu gibi- insanlık Şia İslamına razı olacaktır. İşte o zaman Fadıl Geylani gibi hem âlim hem ‘Ehl-i Beyt' zülcenaheyn zatlara ne kadar muhtaç olduğumuzu daha iyi anlarız! Bugün sahip olduğumuz huzur başta Risale-i Nur olmak üzere rahmani yolda çaba gösteren cemaat ve ehl-i turuk sayesindedir.
Bir insanı ihya bazen bir âlemi ihya anlamına gelir. Biliyorum bu dönemde birçok tarihi eser ihya edildi. Sizi ahirette kurtaracak bir eseriniz yoksa dünyada yaptıklarınız sizi kurtarmayacaktır…
Bakın şu zat -Ahmet Fadıl Geylani- nasıl feryat ediyor:
Dünyada ilk defa Geylani Hazretlerinin külliyatını 30 yıllık bir araştırmadan sonra orijinal nüshalarını bulup tahkik ve tashihini yaptıktan sora önce güzel ülkemize sonra bütün dünyaya tanıttık. Yaklaşık bin yıl sonra bu nimeti bize lütfeden Allah( cc) a ne kadar şükretsek azdır!
İkinci husus; bütün eserlerin üzerinde İstanbul (mührü) vardır. Arapça ile beraber Türkçesini verdik. Bu, Türkiye için de bir iftihardır; sırf bu yüzden bile Türkiye şu eserlere sahip çıkar diye umduk!
Bu çalışmalar sırasında, bizim de başımızı sokacak bir yerimiz olsun diye -külliyatın tamamlanması için- birkaç yere talepte bulunduk, maalesef iltifat bile edemediler. Ne devlet babadan ne vatandaştan bir şefkat kolunu görmedik.
Acaba başka bir ülkede olsaydım, ülkeye bunca itibar kazandıran bir çalışmaya bu kadar bigane kalırlar mıydı? Sanmıyorum. Çünkü ülkeler bilirler ki medeniyetler ancak eserleriyle yaşarlar… Bu ülkenin kültür bakanı var, acaba şu da bir kültür çalışması değil mi?
Abdülkadir Geylani Hazretleri bir misyondur. Çabaları ve yaptıkları bin yıldır devam eden ve bugün de milyonrları etrafında toplayan bir ışıktır. Şu zatın mevcut tüm külliyatını ayağa kaldırmış ve Türkçesi ile birlikte dünyaya tanıtmış bir insanı bilinçli hangi ülke sahiplenmez?
İktidar sahiplerine ve AK Parti il başkanına ulaşmak için aylarca bekledim, insan yerine bile koymadılar. Bir memurları bile muhatap olmadı. Hâlbuki İslam coğrafyasının her yerinde en önemli zatlara bir tek telefonla ulaşabiliyorum. Biz remz-i ilahinin bizi sevk etmesi sebebiyle bu topraklarda kalmayı vacip biliyoruz. O yüzden tüm sıkıntı ve mihnetlere rağmen, bu hizmeti bu topraklarda yürütüyor ve Türkçe lisanıyla yeniden tanıtıyoruz. Her şey için ödenek ayırabilen bir hükümet, Geylani hizmetlerini yürütmem için başımı sokacağım bir yer tahsis edemiyor. Vâ esefa!
Ben da Yakup (a.s.) gibi "inema eşku bessi ve huznu illa allah" diyorum. Allah (cc)'a emanet olun, aziz kardeşimiz Muhammed Ali!"
………………..
İmdi, ey hamiyet sahipleri ve ey iktidar sahipleri siz âlim, fazıl ve evlad-ı resul olan bir zatın feryadını duydunuz. "Beni yedirin, içirin, doyurun…" demiyor. Yaptığım şu hizmeti -ki millet adına tarihe girecek o hizmetler- yürütebileceğim bir yer tahsis edin diyor. İmkânı olsa zaten size müracaat etmeyecek! Bugüne kadar yaptığı hizmetleri ve çalışmaları için size müracaat etmediği gibi….
Geleceğinizi ve taraftarlarınızı ayakta tutmak, milletin geleceğini selamette kılmak istiyorsanız, bu zatlara ve onların eliyle gelen ilahi nimetlere sahip çıkmalısınız. Aksi takdirde başımıza gelecek fitne ve belalardan şikayet etmeye hakkımız kalmaz…
Hazret-i İsa "Men ensari illallah" (Kim Allah yolunda bana yardım eder) diye sormuştu da Havariler ‘Biz Allah'ın yardımcılarıyız' demişlerdi…
Şimdi bu zat size soruyor "Men ensarî ila muhabbeti ehl-i beyt" (Ehl-i beytin muhabbetini kazanmak, Rasalulullah'ın emenatine sahip çıkmak yolunda kim bana yardım eder?) diye soruyor.
Peki, yüreği havari teslimiyeti içinde ben diyebilecek kim var?
Selam ve dua ile…
[1]) İran, toprakları Hz. Ömer tarafından fethedildiği için İran milliyetçileri o tarihten itibaren gerek Ömer'e gerekse geleneksel İslam'a karşı hep öfke ve kin beslediler. Başlangıçta bir Arap muhalefet hareketi olan Şia'yı, yani ‘Ali taraftarlığını' kendilerine esas alıp, bu düşünceyi gizliden gizliye Sünni iktidarlara karşı işlediler, kullandılar. 1400 yıllık tarih bunun sayısız uygulamalarıyla doludur… (MAB)
[2] Tahiyattan sonra okunan salli barik duaları onu anlatır…
Mehmet Ali Bulut - Haber7
Ama şu bir gerçektir ki 90 yıllık şu süreçte, dünyevileşmenin en büyük hız kazandığı dönem de bu dönem oldu… Tabii bunda Müslümanların zenginleşmesinin de payı büyüktür. Bütün kusuru iktidara vermek elbette haksızlıktır ama Batılı yazarlar bu hali, yani Müslümanların dünyevileşmesini -onlar bizim günahımızı severler- bir tür demokratikleşme sayıp AK Parti'nin başarı hanesine kaydetmeyi ihmal etmediler. En azından Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin yazarı Graham Fuller…
Elbette Müslümanın da dünyadan nasibini alması hakkıdır. Müslümanların imkân ve varlık sahibi olmalarını hep teşvik etmişimdir. Zira bu zamanda Allah'ın adını yüceltmek için dahi maddi imkâna ihtiyaç var. Çağ değişti, insanın duruşu değişti, asrın tabiatı ve insana yüklediği sıfatlar değişti…
Bugünün insanı aculdür. Hazır bir gram lezzeti -mümini de dâhil- ilerideki bir batman lezzete tercih ediyor. Çünkü hayatı keyifli ve bol imkânlı yaşamak, tutku halini almış. Bu asır, enaniyet asrı olduğu için Müslümanlar da bundan nasibini almış. Dolayısıyla Müslüman da imkân sahibi olmalı ki yaşadığı hayatın, minnacık ihtiyaçları için dinini satmasın, ihmal etmesin... Evet, Müslüman maddeten de terakki etmelidir ve edecektir de inşallah…
Amma ki bu ümmet, insanlık için örnek olsun diye çıkarılmış bir ümmettir aynı zamanda. O, yüreğinin tüm himmetini dünyaya hasredemez, etmemeli. Müslüman, malında, yoksulun ve dilencinin hakkı bulunan bir varlıktır. Rabin birincil muhatabıdır. Yeryüzünün halifesidir. İstikametini ve tercihini daima Allah'ın rızasından yana tutmak zorundadır. Allah onun o haline razı olmuştur. Onun İslamiyet'ini sevmiştir. Bu halini muhafaza etmesi için de ona nebiler ve kitaplar göndermiştir ki, ‘mümin ve müslüman' insan tipi, her daim insanlığın önünde rehber ve örnek olabilsin, kalabilsin.
Çünkü kıyamet günü, zamanın elverişsizliğini, inkârcılıklarına bahane edecek insanlara Allah o müminleri örnek gösterecek; "işte şunlar da sizinle aynı asırda ve mekânlarda yaşadılar. Sizi yoldan çıkaran haller, size, dini yaşamak zormuş gibi gösteren sıkıntılar, neden onları yoldan çıkarmadı ve kulluklarını unutturmadı?" diyecektir... Cenab-ı Hak, o mümin kullarına da her daim lütuf ve merhametle imdat etmiş, peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Hangi zaman ve zeminde nasıl davranacaklarını bilsinler diye onları önlerinde rehber yapmıştır…
Hz. Muhammed (asv) ile birlikte nübüvvet çağı son bulduğundan, bu hizmet onun soyundan gelenlere havale edilmiştir. Nitekim Peygamberimiz, ümmete rehberlik etsinler diye iki şey bıraktığını söylemiştir bir hutbesinde. Bu iki şey Kur'an ve ‘Ehl-i Beyt'tir…
Kur'an üzerinde ittifak var. Fakat ‘Ehli Beyt' ifadesi, zaman içinde -özellikle, dünya rantının paylaşımı olan siyaset ediş tarzının farklılık arz etmesiyle- farklı yorumlara nede olmuş, kelimenin tam anlamıyla ‘Ehl-i Beyt'ten ne anlaşılması gerektiği fikri, ümmetin fitnesi olmuştur… Ehl-i Beyt kavramına yüklenen anlam farklılıkları İslam dünyasında ve tarih içinde birçok siyasi ve sosyal hadiselere, anarşiye, kargaşaya, ihtilallere menşe' olmuştur… Bugün Ortadoğu'da yaşanan kargaşanın temelinde de ‘Ehli Beyt' kavramının farklı anlaşılmasından kaynaklanan didişmeler yatıyor. Ve maalesef ‘Ehli Beyt' ifadesinin farklı anlayışlara yol açmasının sebebi de yine ‘Ehl-i Beyt'ten gelenlerdir. Hasanî -uzlaşma yolu- ve Hüseynî -mücadele ile muhalefet etme- duruş, ta işin en başlangıcından itibaren vardı fakat zamanla ikisi uzlaşmayacak kadar birbirinden uzaklaştı… Yönetimin şekli ve kimde olacağı tartışmaları zamanla ‘Ehl-i Beyt' kavramına farklı yorumlar getirilmesine neden oldu…
Ehli Sünnet dediğimiz Sünni kesim, "Ehl-i Beyt'ten maksat, ‘Hazret-i Peygamber'in yaşam şekli, yani ‘sünnet'tir' diyordu. Şia ise, "Hayır Ehl-i Beyt'ten maksat, doğrudan Hz. Muhammed'in soyundan; yani Ali - Fatıma evladı ve onların sulbundan gelenlerdir." diyordu. Şia taraftarları, "Hz. Ali (ra), Hz. Muhammed'in (asv hem akrabası hem de damadı olduğu için yönetime o gelmeliydi." dediler. Sünni kesim ise liyakatin esas olduğunu, akrabalık bağının iktidar için yeterli olamayacağını ifade ediyordu...
Başlangıçta tamamen siyasi olan bu ayrışma, zamanla itikadi altlıklarını da var ederek mezhep boyutuna taşınmıştır…
Hz. Osman (ra)'ın, akrabalarını önceleyen siyaseti, daha o dönemde iktidara karşı çok şiddetli bir muhalefet var etmişti. O zaman başlayıp ve nihayet, Hz Osman (ra)'ın şehadetine kadar varan, Hz. Ali (ra) döneminde fiili çatışmalara dönüşen bu ihtilaf, Emevi siyasetinin, Hz. Hüseyin (ra)'i Kerbala'da hunharca şehit etmesiyle kemikleşti ve bir parti halini aldı. Bir süre sonra Şia -taraftar anlamına- adını alan bu iktidar karşıtı hareket, zamanla, İran milliyetçiliğinin([1]) ve toplum içinde bulunan gizli İslam düşmanlarının de bu ihtilafı, el altından beslemesiyle kök saldı, gizli ve daimi bir muhalefet partisi halini aldı. Emevileri de, Abbasileri de ve hatta bir parça Selçukluları da zayıflatan ve sonra yıkılmalarına hizmet eden bu Gizli Muhalefet Partisidir. Bugün de tüm İslam yurtlarını ve tabii Türkiye'yi tehdit eden o gizli muhalefet partisidir denilebilir… Sünni dünya, ne zaman hayatının zembereği olan Sünneti; yani Resulullah'ın emaneti olan "Ehl-i Beyt"i ihmal etmiş veya hayatının içinden çıkarmışsa şartlar Şiayı onlara musallat etmiştir… Bu da bir sırrı ilahidir.
Bilindiği gibi Emevi zulmü, Ehl-i Beyt'i kendi coğrafyasından çıkıp İslam dünyasının dört bir yanına kaçmaya zorlamıştır. Bugün İslamın ulaştığı her bölgede seyyidler cemaatine de rastlanır. Bu açıdan bakılırsa Emevi zulmü dahi bir tür rahmet oldu ümmet için. Çünkü neseben de Peygamberin varisleri olan bu mübarek soy, dinin gerçek taşıyıcısı ve geliştiricisi olmuşlardır. Her Müslüman günde en az 14-15 defa namazda bu soyun devam etmesi ve ondan, ümmete yol gösterecek birilerin çıkması için dua etmekteler.([2]) Nitekim peygamber efendimiz de, "Her asırda bir, bir müceddid (yenileyici) gelecektir." diye haber vermiştir. Gerçekten de 1400 yıldır, şu mübarek soydan, Müslümanlara rehberlik eden sayısız mudakkik, muhakkik, musaddık, gavs, aktab, veli, müctehid, imam, mütekellimin ve muhaddis çıkmıştır… Elan da devam etmektedir.
Hz. Hüseyin soyundan Cafer-i Sadık olmak üzere sayısız alim ulema ve imam (12 imam) gelmiştir. Hz. Hasan soyundan ise başta Abdülkadir Geylani olmak üzere sayısız aktab, evliya ve müctehid gelmiştir… Rasulullah'ın yolunu ve yöntemini, İslamın o çağdaki halinin nasıl olması gerektiğini yaşayıp ümmete göstermişler ve rehberlik etmişlerdir… Sadece Anadolu'da son iki yüzyıla damgasını vuran tüm dini hareketlerin başında yine bu soya mensup zatlar vardır… Gerek neseben gerek haseben olsun, o soya mensup olanların yapmış oldukları rehberlik hizmeti, asla ihmal edilmeyecek kadar büyüktür.
Mesela Kadirilik, Hz. Abdülkadir Geylani'nin geliştirip yaydığı bir seyr u suluk adabıdır, bir tarikattir. Yaklaşık bin yıldır irşadını sürdürüyor… Ondan sayısız meşrep ve meslekler çıkmış… O mübarek zat, sayısız eserler kaleme alarak yol ve yöntem anlatmış. Bediuzzaman Hazretleri, Kur'an'ın kaynağına en yakın yerden kovalarını doldurmuş üç büyük kitaptan söz eder ve onların en başında Abdülkadir Geylanî'nin Futuhu'l-Gaybının anar. O bugün de ümmete yol gösteren ‘diri' bir kitaptır adeta…
Ama maalesef bugün o kitaplar da o zatın yolunda faaliyet gösterenler de gariptir; dinin ve davanın ihyası için olmazsa olmaz şart olan maddi bir sahiplenmeden ve himayeden yoksun kalmışlardır… Abdülkadir Geylani, sayısız eser bırakmış. Bunların çoğu zaman içinde kaybolmuş. Var olanlarını toplamak ve diriltmek için -ki medeniyetler eski köklerinin yeşertilmesiyle yeşerirler- 30 yıldır çabalayan bir evlad-ı Resul var: A. Fadıl Geylani! Bu mübarek zat, şu faaliyetlerini yürütecek bir çatı bulmaktan dahi yoksundur. Başka bir ülkede olsa, kendisine enstitüler tahsis edilirdi. Ama biz ona bir barınak vermeyi çok görüyoruz… sonra da hayatımızı tehdit eden anarşi ve kargaşanın sebeplerini araştırıyoruz. Kur'an'ı terk etmiş, Peygamberin emaneti olan Ehl-i Beyt'i temsil eden şu zatlara sırtını çevirmiş hiçbir toplum abâd olmaz…
Şii kesim, hakikaten kendi inandığı manada ‘Ehl-i Beyt'ine sahip çıkıyor. O yüzden de nusret buluyor. Biz ehli beytimize sahip çıkmazsak, huzuru da kaybederiz. Bu böyle biline!
En başta da söylediğim gibi AK Parti, kayıp eserlerimizin çoğunu bulup ihya etti. Ayağa kaldırdı. Şunun veya bunun hizmetine verdi. Acaba onca ihya edilen eser içinde şu zatın şu mübarek işlerini yürüteceği bir çatıyı temin etmek çok mu zor. Hadi iktidar yanaşmıyor. Ehli himmet ve hamiyet de mi kalmadı?
Sayın Başbakanımız, "Ayasofya'yı neden açmıyorsunuz?" diye serzenişte bulunanlara "Siz önce Sultanahmet'i Süleymaniye'yi doldurun…" demişti… Peki, oralarda namaz kılacak kimseleri yetiştirecek bu zatlara siz sahip çıkmazsanız, bu nasıl olacak? Kendiliğinden mi dolacak? Siz ümmetin çocuklarını şu veya bu düşüncenin, internetin, kanallarından lağım akan televizyonların insafına bırakarak mı o camileri dolduracaksınız?
O camiler dahi şu zatların yakacağı ocaklarda pişip yetişecek gençlerle dolar… AK Parti gezi olayları sırasında fark etmiş olmalı bu eksikliği… Çoğu kendi döneminin yetmeleri olan gençlerin bir anda neler yapabileceklerini gördü… Acaba şehirleri fiziken imar etmek veya rantı bol olan fiziki mekânları ihya etmeye bu kadar teşne bir iktidar, neden insanı ihmal eder? Elbette İmam Hatip Okullarını açmak da güzeldir. Ama onun içinde verilecek eğitim kalitesi dahi o eski membaların işlerlik kazanmasıyla yükseltilebilir.
Biz bu meseleleri önemsemiyoruz ama bütün hastalıklar da oralardan türüyor. Bir düşünün, Şark'ın medreseleri eski usul çalışıyor olabilseydi, kim PKK diye bir belayı başımıza sarabilirdi? Eğer Türkiye o ocakları söndürmeseydi, geri kalan ocakları da PKK'ya imha ettirmeseydi, Türkiye bu halde mi olurdu? Şarkta ne kadar seyyid ve salah ehli varsa yok ettirdiler. Var olanlar da imkânsız ve etkisiz bırakıldılar… Hadi bakalım şimdi ümmeti toplayabiliyorsanız toplayın!
Ayrıca gerçekten Şii muhalefetin Türkiye'yi de etkilemesini istemiyorsanız -ki sıra size geldi-, yine bu soydan gelen şu zatlara muhtaçsınız. Yavuz Sultan Selim, Anadolu'nun altını oyan İsnaeşeriyyeci Şah İsmail'e karşı Kürtlerle anlaşma yaparken, esasında mahza Kürtlerle anlaşmadı. Onların âlimleri ve içlerindeki seyitlerle anlaştı. Onlar da o kavmi sizinle birlikte hareket etmeye razı kıldılar. Eğer İdris-i Bitlisi ve o dönemin seyid ocakları Yavuz'a biat etmeselerdi, Osmanlı'nın İran Şia'sıyla baş etmesi zordu. Nitekim aynı sebeple Bediuzzaman, Osmanlının sön döneminde baş gösteren kargaşa sırasında "Biz Sultan Selim'e biat etmişiz, biatımız duruyor." diyerek Osmanlı'yı da bu biata uygun hareket etmeye çağırmıştır…
Türkiye bugün yeniden o ocakları tutuşturmak, seyyidler cemaatine, itibarını iade etmek zorundadır. Bunu yapamazsa, artık, Batılıların da desteklediği Şia-yı Siyaset'e karşı direnmesi zordur. Çünkü Şia-yı Siyaset, içinde dini haz da barındıran bir muhalefet tarzıdır. Hele şu selefiyeciler ve el-Kaideciler şu katliamları yapmayı sürdürürlerse -Kenya'da da olduğu gibi- insanlık Şia İslamına razı olacaktır. İşte o zaman Fadıl Geylani gibi hem âlim hem ‘Ehl-i Beyt' zülcenaheyn zatlara ne kadar muhtaç olduğumuzu daha iyi anlarız! Bugün sahip olduğumuz huzur başta Risale-i Nur olmak üzere rahmani yolda çaba gösteren cemaat ve ehl-i turuk sayesindedir.
Bir insanı ihya bazen bir âlemi ihya anlamına gelir. Biliyorum bu dönemde birçok tarihi eser ihya edildi. Sizi ahirette kurtaracak bir eseriniz yoksa dünyada yaptıklarınız sizi kurtarmayacaktır…
Bakın şu zat -Ahmet Fadıl Geylani- nasıl feryat ediyor:
Dünyada ilk defa Geylani Hazretlerinin külliyatını 30 yıllık bir araştırmadan sonra orijinal nüshalarını bulup tahkik ve tashihini yaptıktan sora önce güzel ülkemize sonra bütün dünyaya tanıttık. Yaklaşık bin yıl sonra bu nimeti bize lütfeden Allah( cc) a ne kadar şükretsek azdır!
İkinci husus; bütün eserlerin üzerinde İstanbul (mührü) vardır. Arapça ile beraber Türkçesini verdik. Bu, Türkiye için de bir iftihardır; sırf bu yüzden bile Türkiye şu eserlere sahip çıkar diye umduk!
Bu çalışmalar sırasında, bizim de başımızı sokacak bir yerimiz olsun diye -külliyatın tamamlanması için- birkaç yere talepte bulunduk, maalesef iltifat bile edemediler. Ne devlet babadan ne vatandaştan bir şefkat kolunu görmedik.
Acaba başka bir ülkede olsaydım, ülkeye bunca itibar kazandıran bir çalışmaya bu kadar bigane kalırlar mıydı? Sanmıyorum. Çünkü ülkeler bilirler ki medeniyetler ancak eserleriyle yaşarlar… Bu ülkenin kültür bakanı var, acaba şu da bir kültür çalışması değil mi?
Abdülkadir Geylani Hazretleri bir misyondur. Çabaları ve yaptıkları bin yıldır devam eden ve bugün de milyonrları etrafında toplayan bir ışıktır. Şu zatın mevcut tüm külliyatını ayağa kaldırmış ve Türkçesi ile birlikte dünyaya tanıtmış bir insanı bilinçli hangi ülke sahiplenmez?
İktidar sahiplerine ve AK Parti il başkanına ulaşmak için aylarca bekledim, insan yerine bile koymadılar. Bir memurları bile muhatap olmadı. Hâlbuki İslam coğrafyasının her yerinde en önemli zatlara bir tek telefonla ulaşabiliyorum. Biz remz-i ilahinin bizi sevk etmesi sebebiyle bu topraklarda kalmayı vacip biliyoruz. O yüzden tüm sıkıntı ve mihnetlere rağmen, bu hizmeti bu topraklarda yürütüyor ve Türkçe lisanıyla yeniden tanıtıyoruz. Her şey için ödenek ayırabilen bir hükümet, Geylani hizmetlerini yürütmem için başımı sokacağım bir yer tahsis edemiyor. Vâ esefa!
Ben da Yakup (a.s.) gibi "inema eşku bessi ve huznu illa allah" diyorum. Allah (cc)'a emanet olun, aziz kardeşimiz Muhammed Ali!"
………………..
İmdi, ey hamiyet sahipleri ve ey iktidar sahipleri siz âlim, fazıl ve evlad-ı resul olan bir zatın feryadını duydunuz. "Beni yedirin, içirin, doyurun…" demiyor. Yaptığım şu hizmeti -ki millet adına tarihe girecek o hizmetler- yürütebileceğim bir yer tahsis edin diyor. İmkânı olsa zaten size müracaat etmeyecek! Bugüne kadar yaptığı hizmetleri ve çalışmaları için size müracaat etmediği gibi….
Geleceğinizi ve taraftarlarınızı ayakta tutmak, milletin geleceğini selamette kılmak istiyorsanız, bu zatlara ve onların eliyle gelen ilahi nimetlere sahip çıkmalısınız. Aksi takdirde başımıza gelecek fitne ve belalardan şikayet etmeye hakkımız kalmaz…
Hazret-i İsa "Men ensari illallah" (Kim Allah yolunda bana yardım eder) diye sormuştu da Havariler ‘Biz Allah'ın yardımcılarıyız' demişlerdi…
Şimdi bu zat size soruyor "Men ensarî ila muhabbeti ehl-i beyt" (Ehl-i beytin muhabbetini kazanmak, Rasalulullah'ın emenatine sahip çıkmak yolunda kim bana yardım eder?) diye soruyor.
Peki, yüreği havari teslimiyeti içinde ben diyebilecek kim var?
Selam ve dua ile…
[1]) İran, toprakları Hz. Ömer tarafından fethedildiği için İran milliyetçileri o tarihten itibaren gerek Ömer'e gerekse geleneksel İslam'a karşı hep öfke ve kin beslediler. Başlangıçta bir Arap muhalefet hareketi olan Şia'yı, yani ‘Ali taraftarlığını' kendilerine esas alıp, bu düşünceyi gizliden gizliye Sünni iktidarlara karşı işlediler, kullandılar. 1400 yıllık tarih bunun sayısız uygulamalarıyla doludur… (MAB)
[2] Tahiyattan sonra okunan salli barik duaları onu anlatır…
Mehmet Ali Bulut - Haber7