Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Genç Sakatlar Rahatsız! [Haftanın Konusu]

OturanBoğa

Yönetici
Üyelik
9 Ocak 2003
Konular
676
Mesajlar
58,529
Reaksiyonlar
944
Genç Sakatlar Rahatsız!

Bülent Küçükaslan
Radikal 2 / 29 Nisan 2007

  • “Ben sakatın sinmiş, sakatlığı görünmeyen, görünürse gizlemeye çalışan, yardıma muhtaç, haddini bilen ve aynı zamanda benden uzak duranını severim. Sevaptır.” Toplumus (MS 2007)
Sakatlığı olan kişilerin iş yaşamında karşılaştığı sorunları yazmadan önce toplum aklının dayattığı sınırları iyice bir görmek gerekir diye düşündüm. Yukarıda okuduğunuz söz, bu kaygının formüle edilmiş halidir.

7 bin üyesi bulunan ve ülkenin dört bir yanından oldukça aktif şekilde kullanılan (forumları aracılığıyla bilgi ve tecrübe paylaşımı gerçekleştirilen) Engelliler.Biz Platformu’nun yöneticisi olarak şunu hiç tereddüt etmeden kolayca söyleyebilirim: Sakatlığı olan kişilerin iş yaşamındaki (ya da iş yaşamına adım atmaktaki) en temel sorunu, ayrımcılıktır!
Sorulduğunda –henüz- bu gerekçeye bağlamaya “cesaret” edilemese de, bu böyledir... Sakatlığı olan birinin iş başvurusu sözkonusu olduğunda, işverenler için temel sorun, sakatların bizatihi görünüşlerinde, farklılıklarında ve sakat olan uzuvlarındadır. Daha açık ifadesiyle sorun sakat(lığ)ın görsel küçümsenmesidir, hatta sakatlığı olan kişilerle birarada olmak istenmemesidir!
Bu iddiayı destekleyen o kadar çok yaşanmışlık var ki... Sakatlığı olan biri telefonla ya da internet üzerinden iş başvurusu yapıyor, her konuda anlaşıyorlar, aranılan tüm nitelikler kendisinde mevcut oluyor, ertesi gün yüz yüze görüşme için işyerine davet ediliyor, ve gider gitmez o olumlu görüşmelerin yerinde yeller esiyor! Kem-küm, ve sonunda –en sahtesinden pişmanlık ve telaşla- “Beyefendi sakat kadromuz dolu”. Sanki sakat kadrosunu soran var!
Veya mimar olarak başvuruda bulunmak için bir holding binasına gidiyorsunuz, formu doldururken bir çalışan yanınıza yanaşıyor, “siz başvuramazsınız” diyor. Neden diye soruyorsunuz, “sakatsınız”. Eeee! Ne olmuş sakatsam? Mimarlık eğitimini almışsınız, ilanda öngörülen tüm şartlara uygunsunuz, ama sakatsınız işte!
Veya bir bankaya üniversite diplomanızla başvuru yapıyorsunuz ve işe alınıyorsunuz. İşe gidiyorsunuz, ne kadar getir-götür işi varsa size yıkılmaya çalışılıyor. Şikâyet etmeyi aklınızdan bile geçirmeyin, çünkü cevap hazır: sakatsınız, işe alındığınıza şükretmelisiniz!
Veya avukatsınız ve bir iş ilanı üzerine görüşmeye gittiniz. Sizi görür görmez, “maalesef ilandaki kadro için eleman alımı yapıldı” diyorlar. Kapıdan çıkıyorsunuz ve telefonla ilanda verilen numarayı arıyorsunuz, “avukat ilanı için aramıştım...”, cevap: “gelin görüşelim”! Henüz telefonla sakatlık tespit edilemiyor tabii!
Kamu kurumları daha fena... Eğitiminizi başarıyla ve hiçbir özel yardım almadan tamamlayıp öğretmenlik için başvuruyorsunuz, KPSS’den de iyi bir puan almışsınız. Atamanız yapılıyor, ama sakat olduğunuz için göreve başlatılmıyorsunuz! Oysa aynı sakatlığınızla yıllarca (hem de ikinci öğretimde gece yarılarına dek) okumuşsunuz ve kimse size “boşuna okuma öğretmenlik yaptırmazlar” dememiş!
Daha “düne” kadar sakatlığı olan kişiler KPSS’ye bile giremiyordu, memur bile olamıyordu...

Örnekler o kadar çok ve o kadar trajik ki. İnsanın bıkmaması, herkesten ve her şeyden nefret etmemesi, kahretmemesi imkânsız.
Sakatlığınız varsa kimse sizin eğitim durumunuzla, becerilerinizle, başarılarınızla, o şirkete verebileceklerinizle vs. ilgilenmez! Zira iş(i)verenin gözü sizin sakatlığınızla perdelenmiştir artık! O andan itibaren ya yukarıda verdiğim örneklerdekine benzer sözlerle geçiştirilirsiniz ya da (50 ve üzeri personel çalıştıran işyerlerinde doldurulması zorunlu olan) yüzde 3-4 oranındaki sakat kadrolar boşsa, o –uyduruktan- kadroda çalışmaya mecbur edilirsiniz.
Çünkü kota sistemi, yanlış olarak, “sakatlığı olan herkesi bu statüde (ve alt pozisyonlarda!) çalıştırın” diye algılanıyor. Hâlbuki bu kota üniversite mezunu, eğitimli, becerikli kişiler için değil, düpedüz eğitimsiz ve çok dezavantajlı kişiler için kullanılmalıdır. Onun dışında, çalışmak için ölçüt sakat olup olmamak değil, “o işi” yapmaya uygun eğitimin, becerinin ve diğer koşulların varlığı olmalıdır.
Oysa iş ilanlarına bakın... Sakat statüsü için verilen ilanlar hep düşük pozisyon (hatta ironik bir şekilde ‘beden işçisi’ olarak) ve ‘hafif özürlü’ ibarelidir. Yani kimse “işe yarar” personel aramıyor... Usulünce, “mecburen doldurmamız gereken kadrolar var, bunlar için en düşük pozisyonlarda en düşük maaşla çalışacak, olabildiğince az (mümkünse böbrek-kalp gibi görünmeyen!) sakatlığı olan birilerini bulmamız gerek” deniyor! Hâsılı eğitimli bir sakatsanız (eğitiminize uygun) iş bulmanız neredeyse imkânsızdır.

Çözüm için
1) İşverene, “sakatlığı varsa kötüdür, işe yaramaz” algısının yanlış ve de ayrımcılık yapmanın suç olduğunun ve daha da önemlisi birarada yaşama kültürünü yok ettiğinin anlatılması gerek. Bunun için sık sık seminer vb. toplantılar düzenlenmeli, 2) Sakatlığı olan personel çalıştırmanın özendirilmesi için işverenin maliyetini düşürücü teşvikler/düzenlemeler yapılmalı, 3) Sakatlığı olan kişilere “piyasa değeri olan” mesleki eğitimler verilmeli, 4) İş-Kur, meslek odaları, sivil toplum örgütleri ve yerel yönetimlerin rutin toplantılar yapması ve sürekli fikir alışverişinde bulunması sağlanmalı, 5) Ayrımcılığa uğrayan veya bir şekilde iş yaşamında sorunla karşılaşan –sakatlığı olan- kişilerin danışabileceği ve daha da önemlisi hukuki destek alabileceği yerel birimler oluşturulmalı. Bu birimler şikayetleri dinleyip, çözüm için adım atacak bilgi ve yetkiyle donatılmalı, ve 6) Kamu kurumları hem istihdam konusunda hem de sosyal devlet olmanın bir gereği olarak üzerlerine düşen sorumlulukları yasalar çerçevesinde yerine getirmeli.

Son Söz
Çok zor olmasa gerek... Sadece birarada yaşamalıyız, iç içe olmalıyız. Bedenlerimizi bir kompleks unsuru olarak görmeden, birbirimizi küçümsemeden, birbirimize değer vererek, birbirimize saygı duyarak... Birarada yaşamalıyız.
 
Bülentçim, klavyene sağlık.. Döktürmüşsün yine.. :)

Birkaç yorum da ben getireyim izin verirsen..

Benim "krizkolik" ülkemde, askeri darbelerin her on yılda bir yönetime el koyduğu geçen yüzyılın bir kesiminde yaşayanlar çok çok iyi bilir.. Sonuncu darbenin (80 Eylül) hemen ertesinde bir ulusal okuma-yazma seferberliği başlatıldı.. Okuma çağını çoktan aşmış, ama okul yüzü görmemiş insanlara kurslar açıldı, törenlerle sertifikalar verildi.

O zamanlarda siyah-beyaz ve tek kanallı TV vardı henüz. Kimin aklına geldiyse, "bu kursları TV'de bir programla yayınlayalım" demişler ve haftada birkaç gün (kaldı aklımda) bu programı veriyorlar. Ama bir öğretmen var. "Bir içim su" :D Sinema artistlerine taş çıkartır.. Erkek öğrenciler kurstan çok öğretmenle ilgileniyorlardı.. Hatta gazeteler tiiye aldı. "Manken gibisin ööretmenim" diye.

O tarihlerde daha "imaj" kavramı icat edilmemişti. :D Ya da yeni yeni konuşuluyordu.. Hangi aklıevvel ve neden düşündüyse; "Türkiye'deki öğretmenler hep böyle" mi demek istemişti, "öğretmen dediğin böyle olur" mu demek istemişti her neyse, konunun epey bir "geyik" yapıldığı olmuştu..

Ve yine o yıllarda MEB'in çıkardığı bir yönetmelikte; "kör, topal, kambur vs. sakatlığı bulunan kişiler öğretmen olamaz" diye bir madde vardı. O maddeye epey isyan edildi. Daha sonradan kaldırıldı mı, değiştirildi mi bilmiyorum ama bizim şark kurnazı politikacılarımız "demokraside çare tükenmez" deyip, öğretmen atama komisyonuna geniş yetkiler vererek yine bildiklerini yapmaya devam ediyorlar, kanımca..

E.. Öğretmenlikte bu olursa banka, holding vb. vitrin ve imaj gerektiren işlerde "sakat" personelin çalışması çok çok daha güç! Ağzınla kuş tutsan götürsen "bir de ayağınla yakala da getir" diyorlar. :( Bu ülkede; 'bilgi'nin ve 'bilgiyi taşıyan kişi'nin değeri anlaşılmadıkça, bu anlayış 'sorun' olmaya devam edecektir.. O zamana kadar, engellilerin kendi çabalarıyla yapacağı şeylerin başında: Donanımlı bir beyin sahibi olmak yani 'bilinçlenmek' gelmektedir!..
 
Evet güzel bir başlık.

Derinlemesine konuşulması, irdelenmesi gerekiyor.

Bu mevzuda dile getirilen ve engellilerin salt sakatlıklarından kaynaklandığı ifade edilen çekincelerin olduğu muhakkaktır.

Ancak çağımızda etkin iletişimin gereklerinden birisi de empati olduğundan kendimizi bir işveren yerine koyarak olayı değerlendirmeye çalışalım.

Böyle yaptığımızda engellilere yönelik çekincelerin evet bir kısmının tamamen bedensel görünüşten kaynaklandığını ama oldukça büyük bir kısmının da engellilerin tutum ve tavırlarından yola çıkılarak edinilmiş önyargılardan kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Sebeblerine girersem çıkması zor olacağından yüzeysel olarak dle getirmek gerekirse bizzat toplum kaynaklı bazı algılamaların yine bizzat engelli kişinin kendisince özümsenmesi neticesinde ortaya silik kişilikler çıkıyor.

Engelli olmanın yanında kompleksli, sorunlu, kırılgan bir kişilik geliştirilebiliyor. İnsanlar üretim ilişkileri içerisinde bu kişilere bir halka görevi vermeye çekiniyor. Çünkü bu halkanın kritik bir görevi içermesi bu kişilerin bireysel özelliklerinde varolduğu düşünülen sorunlar nedeniyle tüm sistemi aksatabilir.

İşte bu yüzden engelli bireyin stratejik karar mekanizmalarında olması genel bir önkabül ile reddediliyor.

Bu yüzden soruna sadece "diploması ve sakatlığı olan kişilerin işe alınması gerekliliği" üzerinden bakmak bizleri istediğimiz noktaya taşımayacaktır. Bu, sağlam insanların bile diploma ve mesleki yeterlilik yanında takıldıkları bir diğer filtreden yani kişilik özellikelrinden bizlerin muaf olması gerektiğini düşünüyoruz şeklinde algılanmaya oldukça açık.


Engellilerin üretim ilişkilerinde stratejik noktalardan dışlanması halinin yaratılmasında sebep 'birey midir yoksa toplum mudur' sorusu lise münazaralarının yaygın sorunsalı olduğundan ve her seferinde de toplum denildiğinden genel kanı bizlerin sadece toplumsal dinamiklerden hareketle şekillendiğimiz düşüncesini doğuruyor.

Bu kismi olarak doğru tabi. Ama her zaman değil. Bizler bireysel olarak da bu yargıları aşabilecek donanıma erişmediğimiz müddetçe, insanların içinde özgüven sahibi bireyler olarak varolmadıkça, özgüvenimizi ve bilgilerimizi etkin şekilde yaptığımız işlere ve ilişkilerimize yansıtmadıkça emin olun bu önyargıların devam etmesi kaçınılmaz.

Bu durumda kolay olan suçu salt topluma atmak ve sanki o toplumu bireyler oluşturmuyormuş gibi suçtan sıyrılarak rahatlamak...Ama sanırım bu bize yetmeyecek. Sevgili kardeşim Bülent'in "Toplumus" u evet çok önemli ancak bir de Atinalı "Bireyis" var. Projektörün ışıklarını bu ikisine de çevrmek gerek. Çünkü suç kesinlikle ne toplumus un ne de Bireyis in; her ikisinin...

Toplumus Bireyislerden oluştuğu ve dönüşüm Bireyisler üzerinden şekillendiği, toplumusun kollektif dönüşümü de yine yapı taşı olan bireyislerinden geldiği için biraz kendimize de bakmak gerek diye düşünüyorum.

Salt sakatlığının kendisine sahip çıkılması, işe alınması için yeterli bir neden olduğunu düşünmek aslında acılarını göz önüne sürerek kazanım elde etmek isteyen "Dilenci Sakat" anlayışının uzaktan akrabası değil midir?

Evet tabiki salt sakat olunduğu için reddedilmek, mesleki yeterliliğinin umursanmaması kabul edilemez. Ancak bu şekilde reddedildiği iddiasındakilerin kaçının pek de göze batmayan diğer unsurlara sahip olup oladığını bilmiyoruz. Mesela bu kişilerin diplomaları yanında sağlam insanların bile o işten geri çevrilmelerine neden olacak iletişim becerisi eksiklikleri var mıdır yok mudur bilemiyoruz.

Bir İnsan kaynakları uzmanı olsam şahsen benim en çok dikkat edeceğim şey; başvuran kişinin üniversitede ne kadar ineklik ederek ortalamasını ne kadar yüksek tuttuğu değil eksinene alınacağı ksımda diğer insanlarla takım çalışmasını ne denli başarıp başaramayacağı olacaktır. Çünkü mesleki kalifikasyon bir şekilde süreç içerisinde giderilebilmekte ancak sosyopat tiplerin uyumu gerçekten zor olmaktadır.

İşte bu yüzden engelli bireyler olarak diplomalarımız ve sakatlıklarımıza tutunarak kendimize yol açma çabası her daim işe yaramayabilir. Tıpkı sağlıklı bireylerden beklenen kişisel iletişim ve karakteristik özelliklere de sahip olmak gerekmektedir. Aksi halde reddedilmek kaçınılmaz olacaktır.
 
Orta okul sıralarındayken Türkçe öğretmenimiz "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." konulu bir kompozisyon yazmamızı istemişti.
Yazmaya başlarken konuyu tam olarak anlamamış olsam gerek ki kompozisyonum ilerledikçe bindiğim dalı kestiğimi farkettim. Kompozisyonum kanımca güzel oluyordu olmasına ama benim vücudum sağlam değildiki.:) Madem benim vücudum sağlam değil, sağlam kafaya sahip olmayan ben nasıl olurdu da sağlam mantık ile kompozisyon yazabilirdim?
Bu söz doğru mantık içeriyorduysa benim kompozisyon yazamamam gerekiyordu. Yok söz doğru mantık içermiyorduysa milli eğitim müfredatında ne işi vardı? Bu kadar büyüklerimiz, öğretmenlerimiz yanlış düşünmüştüde bir benmi doğru düşünüyordum sanki?
Çocuk aklımla bütün duygularım, benliğim paramparça olmuştu. Kendime güvenim sarsılmıştı. Artık zeki olmadığımı, hiç bir işe yaramayan hem sakat hemde kafasız biri olduğumu düşünmeye başlamıştım.
Derslerde öğretmenin sorduğu bir soruya hiç kimseden cevap gelmese ve ben cevabını bilsem dahi "Hiç kimse bilemediyse benim bildiğim de yanlıştır. Çünkü ben sakat biriyim. Kafam çalışmaz." şeklinde düşünür, soruya cevap vermezdim.
Kendime olan güvensizliğim taaa üniversteyi bitirip, iş alanına atılıncaya kadar devam etti. İş hayatındaki ilk zamanlarımda diğer insanları hep kendimden üstün görür, onların daha doğru düşündüğünü sanırdım. Ama zaman ilerledikçe anladım ki ülkemizdeki hayat yanlışlarla dolu bir yumaktan başka bişey değil.
Meğerse kapalı kapılar ardındaki ulaşılmayan odalarda ahkam kesenlerin yaptığı hiç bir iş yokmuş. Meğer gözümde büyüttüklerim şişirilmiş bir balonmuş. Bir çoğu dinazormuş. Hatta bazıları beceriden yoksun aptalmış.
Bunları farkettiğimde ülkem adına üzüldüğüm kadar, kendi adıma da sevindim. Çünkü kendimi onlarla kıyaslayarak adam olduğumu anladım.
Anladım ki koşabilmek yetmiyormuş adam olmaya.
Anladım ki proje yanlış ise, fikirler bozuk ise, samimiyet yok ise koridorlarda, ellerde dosya ile koşuşturmak ta yetmiyormuş bu ülkeyi kurtarmaya.
Anladım ki ihmali yüzünden ölen kişiler için istifa edeceklerine, utanacaklarına, çıkıp televizyonlarda baş sağlığı dileyecek derecede pervasız yetkililerin olduğu bir ülke burası.
Ve anladım ki temelimiz sakat bizim. Ben sakat olmuşum çokmu? Hem sakat olmayan ne varki bu ülkede?
Şehirler sakat,
Binalar sakat,
Ekonomi sakat,
Yöneten sakat,
Yönetilen sakat,
Fikirler sakat,
Demokrasi sakat,
Politikalar sakat,
Kanunlar sakat,
Yatırımlar sakat,
Geçmişimiz sakat,
Yanılırım inşallah ama
Sanırım Geleceğimiz de sakat...
Bu kadar sakatlığı sineye çekerde, 3-5 sakatımı sindiremez bu sistem?
 
Yer gök yakut kırmızı

Ağrı dağının zirvesine varmışsan, oraya gelecek olanlara elbette söyleyecek sözlerin olacaktır. Zirveden (tümden gelim) anlatılacak sözler önemlidir. Zirveye çıkmanın/çıkamamanın formülleri paylaşılır, yeterki candan olsun, yeterki bizden olsun.
Sevgili o.boğa ve Baben dostlarımız, (acı tatlı anıları vardır herhalde) TÜME VARMIŞLAR. Ağrı dağına çıkılacaksa yol belli, ya bu yoldan yürüyeceksin yada kafadan, bu yol bize göre değil, başka yol lazım diyeceksin....

Pegasus'a gelince;Daha Ağrı dağında değilsin, bir sürü hikayen var belli. Üretim ilişkileri bilinci, bilinç yerel bilinci yada ulusal bilinci oda evrensel bilinci (bu kant'tır ,ters çevir marksizim ) etkiler, değiştirir, dönüştürür vs. Yani tüme varmaya çalışıyorsan, ama varmamışsın... İnsanların zirveye varması için taşımaları gereken DONATILARI sayıyorsan. Varmanın, varırsan da hayal kırıklığının ne olacağını fuzulim anlatıyor.

Ülkemizde, sıfırdan başlayıp üst basamaklara kadar (hasbelkader, kendime göre) tırmanmış biri olarak, tüme vardığım tek gerçek; her şirketin ayrı bir hikayesi, her yöneticinin ayrı bir hikayesi, her patronun ayrı bir hikayesi var. Kimseninde sakatların hikayesine ayıracak ne zamanı var ne de sabrı. Ama GÖZLERİYLE gördükleri zamanda, FARK KALMIYOR.

Vardığım, ÖN YARGIM; Abi, başkaları işin vasıflarını taşıdığını göstermeye çalışıyor... Bizlerse... ne diyeyim, nasıl diyeyim, yolları, asansörü, tuvaleti, park yerini aşarsak, işi bizde yapabilirizi...

Pegasus delikanlılık yapıyorsun, sakatların isteyerek yada istemeyerek yaptıkları bazı şeylerden, bu piyasadan, vasıflardan bahsediyorsun... Eşit şartlardan filan... Boşver... O DAĞA ÇIKIŞ VAR YA zaten hiç insanca değil, HELE SAKATLARA....

Sanem Hanıma teşekkürler. Kucağında ne taşıdığını unutmuyor. Bense hala NORMALİN profilini çıkarmaya, tüme varmaya çabalıyorum.
saygılar.
 
Bu arada "Genç Sakatlar rahatsız" sözü darbeler konusunda deneyimli ülkemizde sıkça dillendirilen "Genç subaylar rahatsız" sözüne benzemiş. :)

Oraya mı atıf yaptın bilmiyorum ama sevgili kardeşim hoş bir benzetme olmuş...
 
Evet sevgili arkadaşlar şimdi izin verirseniz konuya örnekler vererek bir şeyler yazmaya çalışacağım.

24 yıldan beri çalışma hayatının içersindeyim. Bunun 22 yılı devlet okullarında geçti ve emekli olur olmaz da çalışmadan duramayacak birisi olduğum için özel okul hayatım başladı.

Devlet okulları ve özel okullar arasındaki farkı bilmeyen biri değildim işin ilk başlarında. Türkiye koşullarında da çalışma hayatının ne olduğunu...Ama ilerleyen zamanlarda özel okul yaşamının çok ama çok daha farklı yanlarını görmeye başladım.

İşin ilk başlarında son derece sistemli bir çalışma alanı varmış gibi gözükmekte. Geçen sene çalıştığım özel okul bu ülkenin güzide özel okullarından biriydi. Sahne sanatları ve müzik olarak bölümümüz toplam 9 kunusunda uzman kişden oluşmuş bir birimdi bizim bölüm. Bölüm başkanlığını da bana soracak olursanız her konu da objektif, yeniliklere açık ancak çalışmayı sevenlerle iş götürebilecek biri yürütüyordu. Bu çalışmaların yapılabilmesi için var olan teknik odaları da anlatmak uzun sürer. Mükemmel açıkcası...

Özel okullarda bölümlerden sorumlu bir müdür vardır ve arkasından da genel müdürler gelir. Müdürümüzde yine bana soracak olursanız Türkiyenin gelmiş geçmiş en yetenekli ve aydın insanıydı. Ama genel müdüre gelince orada durmak lazım.Yani inanılır gibi değil, bu kadar sistemli ve iyi kurulmuş bir okulda böylesi bir insanın olabilmesi akıllara zarar bir şeydi açıkcası.

Ama hiyerarşik sistemde bizim sorumlu olduğumuz insanların başında geliyordu.Bizimle zaman zaman toplantı yapardı. İlk yaptığı toplantı da uzun bir süre kendime gelemedim.Bu kadar arabesk, bu kadar basit ve insanı çileden çıkaran bir başkası olamazdı.

İşin trajik tarafı iki kişinin dışında bundan rahatsız olan hemen hemen yoktu. Rahatsız olanların başında bölüm başkanımız ve bir de ben geliyordum.

Kadın olmak başa beladır.Hele bir de eliniz ayağınız düzgünse yandınız demektir.

Size çoğunlukla yaptığınız işin kalitesi olarak değil, sadece kadın kimliğinizle bakarlar. Ve ne yazık ki bunun farkında olan kadınların büyük bir çoğunluğu da durumu kurtarmak için arada sırada tebessüm etmeyi normal karşıladıklarından çok rahatlıkla işlerine devam edebilirler.

Bir çok defa odasına davet edildim. Benimle konuşabilecek herhangi bir şeyi olamazdı bu adamın açıkcası ve düşünebileceğiniz gibi red ettim, gitmedim.Hatta gün geçtikçe bu durum beni öylesine rahatsız etmeye başladı ki içime sindiremiyor yapmam gereken başka şeyler olduğunu düşünmeye başlıyordum.

Aynı durum bölüm başkanımız içinde geçerliydi. Ama o başkandı zorunlu olarak gitmek durumunda kaldığı zamanlarda yüzü gözü kızarmış sinir içersinde dönerdi. Ve doğal olarak aralarında açık bir savaş vardı ve ne yazık ki müdürlerin de başı olduğundan durumu ortaya koyacak şeyler olamazdı.

Sene sonuna doğru , beni servislere binerken yakaladı sayın genel müdürümüz. Hadi kaç bakalım meydandasın nereye kaçacaksın.!!!!Ve başladı bana başkanımı kötülemeye. Saçma sapan şeyler söylemeye Hakaret diz boyuydu.Konuşmasını tamamlamasına izin vermeden de ben başladım inceldiği yerden kopsun diyerek.

Koptu zaten. Yıllarını bu okula vermiş sevgili başkanımla ben ayrılmak zorunda kaldık okuldan. İyi bir şey yaparak o okulu ondan temizleme işi de bana düştü açıkcası sonra.. :D

Alışılmış kuralların dışındaysanız ister istemez bir şekliyle farklı konumuna düşüyorsunuz. Bu alışılmış kuralları kim ne için koydu nasıl bu kadar kabul gördü ayrı bir araştırma konusu bana göre.

Benim örneğim sakatlığı içinde barındırmıyor ilk bakışta. Sakat bir zihniyeti barındırıyor.Sakat zihniyetler hemen hemen herkes için söz konusu bana soracak olursanız.Bizler özelliğimiz ne olursa olsun, yeteneklerimiz ne olursa olsun çoğunlukla kaybetmeye adayız.Ama bir yerlerde doğru olanlarda var. Bu inancı hiç yitirmeyenlerdenim.Yitirmediğim için de bugün çalıştığım yine özel bir okulda çok daha rahat bir yaşam sürebilmekteyim.

Kaderin cilvesine bakın.... Yine aynı başkanımlayım. İsteseniz böyle bir şeyin denk gelme olasılığı olamayacak kadar azdır.Ama oldu. :D

Görebilen gözler gerçekten görebiliyorsa, duyabilen kulaklar gerçekten duyuyorsa görülüyor ve duyuluyorsunuz. Benim ki çabuk oldu, ama oldu ya siz ona bakın.

Bence isteyin, istemekten asla vaz geçmeyin, zaman zaman taşlara çarpıp kanıyor biryerlerimiz. Kanasın.Genç sakatlarımız da seslerini biraz daha yükseltecek o zaman. Bazı şeylerin kırılmasını bekliyorsak yapmamız gerekenlerde var demektir. O halde yapmamız gerekenlere devam.....
 
slm

yaşamamızı engeller kapatıyor belki ama korkmadan yürüyebiliyorsak eğer gerçek engelli sayılmayız bizz
 
Engelli olsun yada olmasın meslek seçiminde her insanın mantıklı hareket ederek vasıflarına uygun meslek seçmesi gerekir. Türkiye deki eğitim sisteminde insanlar malesef istedikleri mesleği seçemiyorlar ama yinede biz engellilerin buna çok dikkat etmesi, uyulması gereken bir zorunluluktur.
Hayatın dönüm noktası olan üniversite hazırlığındaki engelli bir kişinin meslek seçiminde iyice düşünüp taşınması ve yapabileceği iş kollarını, istek ve tercihlerinin önünde tutması gerekir.
Yani; Fiziksel nitelikler, fikirsel tercihlerin önünde olmalıdır. Bunu kısıtlama, haksızlık olarak algıyanlar olabilir ama yapmakta zorluk çekeceğiniz bir meslek tercih ederseniz, hem kendinize, hemde sizden hizmet bekleyen kesimlere asıl haksızlığı etmiş olursunuz.
Bence her zaman her engelli kişiye uygun en az bir alternatif meslek dalı vardır. Gönül isterdiki bu alternatif meslek dallarını engelli kişilere hatta yeteneğine göre normal insanlara dahi devlet önersin, uygulasın. ve nihayetinde insalar hayal kırıklığına uğramasınlar. Ama malesef bizim ülkemizde bu mümkün görünmüyor. Başörtüsünü ülkenin en büyük sorunu gören zihniyetlerin hakim olduğu YÖK gibi kurum/kurumlar bulunduğu sürece bu tür ince düşünce gerektiren sorunların çözüleceğini de pek zannetmiyorum.
Biz engelliler, engelli olduğumuz için olsa gerek hak arayışında biraz geride kalıyoruz. Oysa en ileride olması gereken kişileriz. Ne istediğimizi iyi bilmeliyiz. Devletten vergi indirimi, ucuz kredi v.s. isteyerek bir yere varamayız diye düşünüyorum. Biz devletten dilenciler gibi para değil, gerçekten yapabileceğimiz, bize bir işe yaradığımızı hissettiren iş istemeliyiz.
ŞAHSİ ÖNERİM
[size=5]Üniverste sınavında engellilere ilave puan sistemi.[/size]
Örneğin: Görme engelli birini düşünün. Bu kişinin yapacağı meslek dalları oldukça sınırlıdır. Ama yinede bilgisayarları bile kıskandıracak derecede hafızaya sahip olan görme engelliler için öyle meslekler varki, belkide görme engelli olmayan insanlar bile onlar kadar başarılı bir şekilde bu işleri yapamazlar? Mesela aklıma ilk gelen meslek Avukatlık.
İyide üniversite sınavında avukatlığı kazamak o kadar kolay değil, üstelik görme engelli birinin eşit şartlarda herkesle aynı ortamda bunu başarabilmesi bir kat daha zor gibi söylenimleri duyar gibiyim.
Evet çok haklısınız. İşte bunu için YÖK, görme engelli bir kişinin sınavına ona önerdiği meslek dallarını seçmesi halinde ilave puan vermelidir. Çünkü görme engelli şahıs, üniverste sınavında diğerleri gibi eşit şartlarda yarışamamakta ve yapabileceği meslek dalları oldukça sınırlıdır.
Bu örnekler her engel gurubu için çoğaltılabilir.
Bu ilave puan sistemi engellilere uygulanması gereken pozitif bir hak olmalıdır. Bu uygulama uzun vadede engellilerin bir çok sorununu çözüp, engellinin devlete yük olmasınında önüne geçebilir. İşi olan, para kazanabilen, toplumda kendini bir fert olarak hissedebilen engelliye arık ÖTV muafiyetini uygulamazsanızda olur.
Ne olurdu ülkemde birileri çıksa, adaleti sağlasa. Ne olurdu insanlar arasında uçurumlar olmasa, herkes üç aşağı beş yukarı insan gibi yaşasa.
 
ey özürlü insanlar özrünüze mukayet olunuz.özürsüz insanlara özür bahşattiğiniz için özürlü yerleriniz seğiriyor olabilir.velakin özürlü insan bütün renk ve çizgileriyle
hayatın merkezinde billurlaşmalıdır diyorum.
 
BU KADAR GÜZEL YORUMLARDAN SONRA BANA YAZACAK BİR YORUM KALMAMIŞ OLSUN HEM FİKİR ARKADAŞLARLA BİR ARADA OLMAK DA GÜZEL BU KONUYU AÇTIĞI İÇİN BÜLENT BEYE TEŞEKKÜR VE TÜM YORUMLARI....ALKIŞLIYORUM SAYGILAR...
 
Radikal'in sayfasında yazıma gelen okuyucu eleştirisi:

  • Engellilik - Çalışma Dilemması [Dilemma: İkilem)

    Modern çağ, çalışmanın en büyük erdem olduğunu iddia etmektedir. Engelli (engelli olduğu için engellenmiş olan birey), bu erdemden yoksundur; çünkü çalışmanın erdemlilik atfetmesi, ancak güçlüler için geçerlilik arz etmekte ve anlam kazanmaktadır. Bilindiği üzere kamusal arena, yüzyıllar boyunca, toplumu kendi değerlerini yavaş yavaş birer kutsiyet affedercesine getirinceye dek yükseltmiştir. Bununla beraber; rekabet kavramıysa sosyal bir rahatsızlık hâline dönüşmüş ve insanî değerlerin ikâmesinde kullanılagelmiştir. Böylelikle engelli fertler, sosyal bütünleşme içerisinde bu paradigmaları içselleştirerek, idealleştirilmiş toplumsal yaşamın kendileri tarafından bozulduğunu varsayarak, kendilerini tamamen toplumdan ve toplumsal hayattan tecrit etme şeklinde bir yol gütmüşlerdir. Söz konusu kesimin karşı çıkışları, feveranları toplumsal hareketin dinamik değişkenlerinden biri değildir. Yalnızca kendine bu dinamik değişkenler içinde bir kimlik aramaktır bu kesimin kaygısı.
Öncelikle eleştiriyi yapan okuyucuyla aynı kaygıları taşıdığımı belirtmek istiyorum. Diyor ki okuyucu: Çalışmayı kutsallaştırarak, aslında çalışmanın baş kuralı olan rekabet/güç unsurunu da kutsallaştırıyorsunuz. Bu da paradoksal olarak kendi ayağına kurşun sıkmak gibi oluyor... Oysa sakatlar tam da sakat oldukları için bu güce/rekabete tapınan post-modern düzeni sarsacak argümanlara sahipler. Yeryüzünü tüketmek üzerine kurulan ve daha çok tüketmek için daha çok çalışmak (yeryüzünü tüketmek) ve başkalarının üstüne çıkarak güç gösterisi yapmak yerine, "durun, o kadar tüketmeye ve tükenmeye gerek yok" diyebilmeleri gerek.
Eleştiriye konu olan yazıda bu unsuru atlamış olmak eleştiriyi kaçınılmaz kıldı tabii. Bu eleştiri yeni bir yazıya vesile olacak... Teşekkürler.
 
Gerçi yukarıdaki eleştiri benim yazımdaki içeriğe değil, olsa olsa bir eksiğe işaret ediyor ama, gene de anlamlı... İçeriğe dair olamaz, çünkü sonuçta çalışma koşullarının düzeltilmesini ve ayrımcılığın önlenmesini istemek, sistemin maşası olmak demek değildir (Selam! :))

Benzer bir görüş yıllar önce Gökhan'dan gelmişti:

  • “"engelliler adına" çalışan bir derneğin baskın siyasetinin para toplamak olması, adı üstünde bir "siyaset", ve çok hatalı bir siyaset, önceki sayfalarda eleştirildi zaten. Ama buradan yola çıkıp da dilenen engellilerin kendilerini "engellilerin önündeki en büyük engel" vs. olarak görmek yanlış olur sanki. Ya da şöyle söyleyeyim: çalışan-üreten / çalışmayan- üretmeyen vs. bunlar elbette analitik kavramlar olarak çok kullanıldı, kullanılıyor. Ancak, 'çalışanı' kutsayıp, çalışmayanı aşağı görmekle fazladan bir işlem yapıyoruz: bu karşıtlığa bir değer atfediyoruz.

    Engellilerin konumu, bu çalışmanın kutsallaştırılmasının altını oyabilecek bir konum gibi görünüyor oysa. Sakatlanmış bedenin kendisi, sistemin talep ettiği ideal işçiden farklılaşıyor. İşte tam da bu konumun sayesinde "çalışma"yı, bugün çalışma kavramından anlaşılan şeyin kendisini sorgulayabilecekken, tam tersine engelli bir kesimi çalışmadığı için suçlamak da yine biraz hatalı bir siyasi taktik değil mi?

    Yani, birilerine, bizim de bir şeyleri aynı engelsizler gibi 'becerebileceğimizi' kanıtlamak yerine, 'becerikli olma'nın kriterlerini sorgulamak daha uygun, eleştirel bir strateji olmaz mı? “Bakın biz o ahlaksız, dilenci engellilerden değiliz” demek yerine, ilkin dilencilerin dilenmesinin nedenlerini vurgulamak, sonra da tam da bu nedenlerin kendilerine, iktidarın çalışma-çalışan kurgusuna karşı çıkmak daha iyi olur gibi.”
 
Aslında bu konuda haziran ayında güzel bir yazı yazmak istiyorum. Mesele sakatlığı da aşan insan var oluşuyla direk alakalı bir nokta. Sakatlık ve sakatlığa bakış bu yaklaşımın bir sonucu olarak şekilleniyor.

Bence olayın özeti şudur. İnsan ihtiyaçları meşhur Maslow un ihtiyaçlar piramidinde gösterildiği gibi fizikselden ' Arzu' ya uzanan bir yol izliyor.

Kısaca,

—fizyolojik ihtiyacı.(yiyecek, hava, su, ısı, dinlenme, acıdan kaçma, cinsellik)
—güvenlik ihtiyacı(iş güvenliği, barınma-korunma-sağlık, gelecek garantisi)
—sosyal ihtiyacı(sevme-sevilme, bir gruba ait olma, yakınlık, saygınlık)
—benlik ihtiyacı.(özgüven, ilgi-takdir, özsaygınlık)
—"kendini gerçekleştirme ihtiyacı"(idealleri realize etmek)

Şimdi günümüz toplumu açlık, barınma vb gibi temel bedensel ihtiyaçlarını giderebildiği için arzularının peşinden koşmaktadır. Yani aslında bir arzu toplumunda yaşıyoruz. İşte günümüz sistemi insanların bu arzularını tatmin etme (Bazen şekillendirme) üzerine kurulmuştur.

İnsan arzularının temelindeki sembollerden birisi de 'beden' dir. Günümüz insanlarının bedenlerini sadece işlevsel bir yapı olarak değil aynı zamanda sembolik birer unsur olarak gördükleri için spor salonlarında herkes bir Venüs ya da Herkül e dönüşmek istiyor. Genç kalmak, sportmen bir vücuda sahip olmak hep bu sembolik dünyanın birer yansımasıdır.
 
Kusursuz görünüş düşkünlüğünün hakim olduğu bir çağda yaşıyoruz..Gerek günlük yaşantıda gerekse iş hayatında dıştan içe bir kusursuzluk aranmakta.
İmajın sarsılmaması için bu kusursuzluk birinci şart olarak öne sürülmekte...
Engelli bir şirket mensubunun o şirketin görsel imajına zarar vereceği düşüncesi hakim...Bu sebeple engelli çalışanlar geri plandaki görevlerde bulundurulup ,öne çıkacağı yetkilerin verilmesi bilinçli olarak engellenebiliyor.
Bu şanssızlık Türkiyede diğer gelişmiş ülkelere göre daha fazla... Çalıştığımız dal yüzünden çok sık yabancı şirketlerden yetkililer ve denetlemeciler geliyorlar firmamıza ..Engelli olan ama firmasını çok iyi temsil eden kimselerle o kadar çok karşılaşıyorum ki..
Bu vizyon kaygısı kendini bilmiş , oturmuş toplumlarda daha az fikri oturuyor insanın beyninde...... Ama Türkiyede bu fırsatın verildiği kimselere rastlama şansımız yok gibi bir şey .Sevmiyor Türk toplumu engelliyi..
 
Hemen hemen bu konuda yazılılan tüm görüşleri okudum ve bir çoğunu anlamaya çalıştım.Saygıdeğer site ve form yöneticilerinin görüşlerine kesinlikle katılıyorum ve bir düşüncemi de eklemek istiyorum.

Her nedense biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve bu ülkede yaşayan hemen hemen tüm işverenler profesyonellikten çooook uzak tavırlar göstererek engelli insanlarımızın yaptığı veya yapabildiği ( Profesyonel manada ) işlere veya becerilere bakmadan bir bütün olarak salt görünüş yönün de fikirlerini beyan etmekteler.Biz hala iş'e göre insan dan çok insan için iş fikrini benimsemişiz.Pek tabiki bu olguyu değiştirmek sadece çıkarılan kanunlar ile olmaz.Toplumun bakış açısını düzenlemek gerekli.Artık at gözlüklerini çıkarıp öznel ve nesneliği bir kenara bırakarak,taraf olmadan,duyguları bir kenara bırakarak,sadece ve sadece mantık süzgeçinden geçirerek profesyonelliğe adım atılması gerektiğine inanıyorum.

Saygılarımla.
 
iş kurda ki iş ilanların hemen hepsinde 3 kağıt var eşim zamanın da tam bir yıl boyunca hemen hemen kendine uygun her yere başvur du ama hiç bir zaman geri dönmediler düzenli olarak ta iş kur daki ilanları takip ettik ama x iş verenin alacağı 80 engelli personeli 1 yıl sonra hiç mi hiç 79 a düşmedi resmen dalga geçiyorlar iş kur da sanırım hiç takip etmiyor hiç bir yaptırım uygulanmıyor ben yaşadım birebir sadece üzülüyorsun iş kurda hakkımızı aramak için yetkililere sizleri mahkeme ye veririm bile dedim sanki çoçukla oyun oynuyorlar madem işe almıyacaklar neden özürlü iş alım ilanı veriyorlar ? ve neden 3 ay 6 ay 1 sene sonra alacakları işçi sayısı 80 se 70 yada 50 ye düşmüyor bir yıl önce ne ise 1 yıl sonra da alacakları personel sayısı o oluyor sanki sabit pi sayısı gibi ne artıyor nede düşüyor .bir de beş para etmeyen tamamen hava dan şişen iş yerleri var benim eşim üniversite mezunu ama eşim engelli olunca sanki aşağılık birisiymiş gibi davranan iş yerleri var temizlikçi olarak çalışırmısın çaycılık yaparmısın gibi hiç de uygun olmayan iş teklifleri.Daha da önemlisi iş yerleri engellileri nedense işinde hiç mi hiç yükseltmiyor ön yargılı beş para etmez insanlıktan nasibini almamış yerler.
 
Üst Alt