Sivil Sayfalar
Engellilik kavramı toplumun zihninde hareket etme, görme, işitme-konuşma ya da zihinsel vb fonksiyonlarında kayıp olan kişiyi ifade ediyor. Peki gerçekten bu mudur engelli olmak demek? Kelime üzerinde bir an duralım ve düşünelim; engelli olmak, engellenmiş olmakla eş değer bir kavram aslında.
Gerçekten de bugün Birleşmiş Milletler Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi’nde de bu sözleşmeyle paralellik sergileyen 5378 sayılı Engelliler Hakkında Kanun'un (EHK) 2014'de güncellenen son halinde de engellilik, engellenmekle ilişkili olarak ele alanın bir kavram.
Nitekim EHK'nın 3. maddesinde engelli birey, "Fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duyusal yetilerinde çeşitli düzeyde kayıplarından dolayı topluma diğer bireylerle birlikte eşit koşullarda tam ve etkin katılımını kısıtlayan tutum ve çevre koşullarından etkilenen birey" olarak tanımlanmakta. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, engellilik durumunun doğması için fonksiyon kaybı değil, fonksiyon kaybı ekseninde toplumun yarattığı fiziksel ve tutumsal engellerin olması gerekiyor.
İşte bu tanım da bizi Türkiye'de yaşayan fonksiyon kayıplı (eski ifadesiyle) sakat bireylerin ne kadar engelli oldukları noktasına götürüyor. O halde bu noktada bizim de eğer engellik dış dünyadaki fiziksel ve tutumsal bariyerlerden doğuyorsa Türkiye'de durumun ne olduğunu bakmamız gerekmektedir.
Konuya taraf birçok kesimin hatta toplumun önemli bir bölümünün de aşina olduğu üzere Türkiye'de özellikle 2005 yılında çıkarılan EHK ile birlikte engeli bireylere yönelik (içinde ayrımcılığın da bulunduğu) olumsuz tutum ve davranışların, fiziksel engellerin kaldırılması yönünde yasal düzenlemeler çıkarıldı. Peki aradan geçen 10 yılda şartlar ne derece değişti? Evet, engelli bakım yardımı, engellilik maaşlarının artırılması gibi sosyal ödenti uygulamaları alanında önemli gelişmeler yaşandı ama bunların dışındaki alanlarda neler yaşandı?
Bu konudaki duruma bakmak için Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği'nin Sabancı Vakfı desteğiyle yürüttüğü Engelli Hakları İzleme çalışmaları 2014 Araştırması oldukça çarpıcı veriler ortaya koyuyor.
ERİŞİM EN ÖNEMLİ SORUNLARDAN BİRİ
Araştırmanın üzerinde odaklandığı en temel konulardan biri erişim. Zira 5378 sayılı EHK'ya göre 2013 yılına kadar tüm toplu taşıma araçları, ana cadde, yol, kaldırım, park vb kentsel mekanların engelli erişimine uygun olması zorunluluğu getirildi.
Ancak bu yasal düzenlemeye rağmen, araştırmanın 51 ilden 26 bin 463 otobüse ait verilerine göre otobüslerin %59'unda hala nortopedik engelliler için rampa, %63,08'inde görme engelliler için sesli ikaz sistemi ve %70,40’ında da işitme engelliler için görsel ikaz sistemi bulunmadığı görülüyor. Cadde, ana arter ve sokaklar bakımından da durum farklı değil, hatta daha vahim bir halde. Nitekim araştırmaya göre veri toplanan 41 il belediyesi ve 231 ilçe belediyesi sorumluluk sahasındaki 285 bin yaya yolunun %81.40'ı ortopedik engelliler için rampa, %96,08’i ise hissedilebilir zemin uygulamasına sahip değil.
Araştırmanın erişim konusunun dışında odaklandığı bir diğer alan ise kamu binalarının durumu. Bu kapsamda veri temin edilen 29.795 kamu binasının %51,9’unda bina girişlerinde rampa, %83,32s’inde uygun tuvalet bulunmuyor. Kamu binalarında işaret dili bilen personel oranı %15 ile sınırlı.
Araştırmada üzerinde özellikle durulan bir diğer alan ise engelli öğrencilerin eğitim hizmetlerinden yararlanma oranları. Bu konuda son yıllarda önemli bir ilerleme kaydedilmiş olsa da tablo hala olması gerekenin çok gerisinde. Zira engelli öğrencilerin okullaşma oranı hala olması gerekenin çok altında. 2014 istatistiklerine göre Türkiye’de (ilk-orta ve lise seviyesindeki) örgün eğitimden toplam 17 milyon 559 bin 989 öğrencinin sadece 182.917’si engelli, kaynaştırmalı eğitim kapsamında eğitim görebiliyor. Özel eğitim sınıfları ve özel eğitim okullarında eğitim görebilenler de dahil edildiğinde 259 bin engelli eğitim hayatına dahil olmuş durumda.
Her ne kadar Türkiye’deki engelli öğrencilerin okullaşma oranı bilinmese de; engelli çocukların okullaşma oranının olması gerekenin çok altında olduğunun gösterecek birçok işaret mevcut. Zira 2011 nüfus ve konut araştırması verilerine göre, Türkiye’de 3-19 yaş arasında 480 bin engelli bireyin olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakama göre, engelli çocukların çok önemli bir kısmı okula dahi gidememektedir; engelli nüfusunun 23,3'ü okuma yazma dahi bilmemekte, %19'u okuma yazma bilmekle birlikte, ilkokulu bile bitirmemiş durumdadır.
Üniversitelerde eğitim konusunda da engelliler lehine ciddi bir değişim görülmüyor. 2014 yılında 6 milyon 25 bin 539’a çıkan öğrenci sayısına karşın engelli öğrenci sayısı ancak 10 bin 812, yani on binde 18 oranındadır.
İSTİHDAM KOTASININ YARIYA YAKINI BOŞ
Eğitim yaşamının ardından çalışma hayatına atılan engellilerin dezavantajı aynı şekilde devam etmektedir. 2014 yılı sonu itibariyle devletin, %3 engelli memur çalıştırılması zorunluluğu ile ilgili kotalar uyarınca istihdam edilen engelli memur sayısı olması gereken oranların çok gerisindedir. Devlet Personel Başkanlığı’nın resmi verilerine göre, devlet kadrolarında 60 bin 731 engelli memur çalıştırılması gerekirken, sadece 36 bin 165 engelli memur çalıştırılmakta kotanın %40'ı boş tutulmaktadır.
Verilere göre, devletin müsteşar, genel müdür, daire başkanı vb yüksek kademe görevinde engelli bulunmuyor. Bundan daha da ilginci, bugün hala hakimlik ve savcılık, valilik ve kaymakamlık makamlarına engelliler, mesleği yapabilecek derecede bir engelli bulunmaması yönündeki kanun maddeleri yüzünden atanmıyor.
Diğer yandan, özel ve kamu sektöründe çalıştırılması gereken engelli işçi kotaları memur kontenjanlarına ve 2013 yılı işçi istihdam oranlarına göre daha yüksek bir oranda gerçekleşse de kadrolar halen boştur. 2014 yılı aralık ayı verilerine göre, özel ve kamu sektöründe toplamda 110 bin 240 engelli çalıştırılması gerekirken, 95 bin 128 engelli istihdam edilmektedir. Yani 4857 sayılı İş Kanunu’na göre çalıştırılması gereken engelli işçi kotasının %13,7'si boştur. Uygulan ciddi ceza ve teşviklere rağmen işverenlerin, ceza ödemeyi göze alarak engelli işçi çalıştırmaması dikkat çekicidir.
Yukarıda ifade edilen tablo sadece 3 alana ilişkindir. Şüphesiz ki, engelli bireylerin bu alanlar dışındaki (sağlık, siyasal hayata katılım, bilgiye erişim vb) birçok haktan yararlanmaları oranları verileri paylaşılan alanlardan hiç de farklı değildir.
Yazının başında da ifade edildiği üzere, engellilik, bireyin üzerine yapıştırılmış bir insanlık hali değil, dış dünya tarafından bireyde (hak ihlalinin bir sonucu olarak) yaratılmış bir "durum-olgu"dur. Engellerin olduğu bir dünyada, fonksiyon kayıpları olan bir birey, engelliye dönüşmektedir. Ve her ne kadar kanunlar çıkarılmış olsa da, kamu idarecileri engellilik meselesini "engelli kardeşlerimizi seviyoruz. Onlara sahip çıkmak görevimiz" diyerek bir merhamet meselesine indirgese de; yaşanan ne yazık ki sadece engellilerin ayrımcılığa uğramasından ibarettir.
Ve bugün ülke olarak kendimize şu soruyu sormalıyız: Eşitliği sağlamak için ne bekliyoruz?
* Süleyman Akbulut | Engelli Hakları İzleme üyesi de olan Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği Başkanı
Engellilik kavramı toplumun zihninde hareket etme, görme, işitme-konuşma ya da zihinsel vb fonksiyonlarında kayıp olan kişiyi ifade ediyor. Peki gerçekten bu mudur engelli olmak demek? Kelime üzerinde bir an duralım ve düşünelim; engelli olmak, engellenmiş olmakla eş değer bir kavram aslında.
Gerçekten de bugün Birleşmiş Milletler Engelli Kişilerin Hakları Sözleşmesi’nde de bu sözleşmeyle paralellik sergileyen 5378 sayılı Engelliler Hakkında Kanun'un (EHK) 2014'de güncellenen son halinde de engellilik, engellenmekle ilişkili olarak ele alanın bir kavram.
Nitekim EHK'nın 3. maddesinde engelli birey, "Fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duyusal yetilerinde çeşitli düzeyde kayıplarından dolayı topluma diğer bireylerle birlikte eşit koşullarda tam ve etkin katılımını kısıtlayan tutum ve çevre koşullarından etkilenen birey" olarak tanımlanmakta. Tanımdan da anlaşılacağı üzere, engellilik durumunun doğması için fonksiyon kaybı değil, fonksiyon kaybı ekseninde toplumun yarattığı fiziksel ve tutumsal engellerin olması gerekiyor.
İşte bu tanım da bizi Türkiye'de yaşayan fonksiyon kayıplı (eski ifadesiyle) sakat bireylerin ne kadar engelli oldukları noktasına götürüyor. O halde bu noktada bizim de eğer engellik dış dünyadaki fiziksel ve tutumsal bariyerlerden doğuyorsa Türkiye'de durumun ne olduğunu bakmamız gerekmektedir.
Konuya taraf birçok kesimin hatta toplumun önemli bir bölümünün de aşina olduğu üzere Türkiye'de özellikle 2005 yılında çıkarılan EHK ile birlikte engeli bireylere yönelik (içinde ayrımcılığın da bulunduğu) olumsuz tutum ve davranışların, fiziksel engellerin kaldırılması yönünde yasal düzenlemeler çıkarıldı. Peki aradan geçen 10 yılda şartlar ne derece değişti? Evet, engelli bakım yardımı, engellilik maaşlarının artırılması gibi sosyal ödenti uygulamaları alanında önemli gelişmeler yaşandı ama bunların dışındaki alanlarda neler yaşandı?
Bu konudaki duruma bakmak için Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği'nin Sabancı Vakfı desteğiyle yürüttüğü Engelli Hakları İzleme çalışmaları 2014 Araştırması oldukça çarpıcı veriler ortaya koyuyor.
ERİŞİM EN ÖNEMLİ SORUNLARDAN BİRİ
Araştırmanın üzerinde odaklandığı en temel konulardan biri erişim. Zira 5378 sayılı EHK'ya göre 2013 yılına kadar tüm toplu taşıma araçları, ana cadde, yol, kaldırım, park vb kentsel mekanların engelli erişimine uygun olması zorunluluğu getirildi.
Ancak bu yasal düzenlemeye rağmen, araştırmanın 51 ilden 26 bin 463 otobüse ait verilerine göre otobüslerin %59'unda hala nortopedik engelliler için rampa, %63,08'inde görme engelliler için sesli ikaz sistemi ve %70,40’ında da işitme engelliler için görsel ikaz sistemi bulunmadığı görülüyor. Cadde, ana arter ve sokaklar bakımından da durum farklı değil, hatta daha vahim bir halde. Nitekim araştırmaya göre veri toplanan 41 il belediyesi ve 231 ilçe belediyesi sorumluluk sahasındaki 285 bin yaya yolunun %81.40'ı ortopedik engelliler için rampa, %96,08’i ise hissedilebilir zemin uygulamasına sahip değil.
Araştırmanın erişim konusunun dışında odaklandığı bir diğer alan ise kamu binalarının durumu. Bu kapsamda veri temin edilen 29.795 kamu binasının %51,9’unda bina girişlerinde rampa, %83,32s’inde uygun tuvalet bulunmuyor. Kamu binalarında işaret dili bilen personel oranı %15 ile sınırlı.
Araştırmada üzerinde özellikle durulan bir diğer alan ise engelli öğrencilerin eğitim hizmetlerinden yararlanma oranları. Bu konuda son yıllarda önemli bir ilerleme kaydedilmiş olsa da tablo hala olması gerekenin çok gerisinde. Zira engelli öğrencilerin okullaşma oranı hala olması gerekenin çok altında. 2014 istatistiklerine göre Türkiye’de (ilk-orta ve lise seviyesindeki) örgün eğitimden toplam 17 milyon 559 bin 989 öğrencinin sadece 182.917’si engelli, kaynaştırmalı eğitim kapsamında eğitim görebiliyor. Özel eğitim sınıfları ve özel eğitim okullarında eğitim görebilenler de dahil edildiğinde 259 bin engelli eğitim hayatına dahil olmuş durumda.
Her ne kadar Türkiye’deki engelli öğrencilerin okullaşma oranı bilinmese de; engelli çocukların okullaşma oranının olması gerekenin çok altında olduğunun gösterecek birçok işaret mevcut. Zira 2011 nüfus ve konut araştırması verilerine göre, Türkiye’de 3-19 yaş arasında 480 bin engelli bireyin olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakama göre, engelli çocukların çok önemli bir kısmı okula dahi gidememektedir; engelli nüfusunun 23,3'ü okuma yazma dahi bilmemekte, %19'u okuma yazma bilmekle birlikte, ilkokulu bile bitirmemiş durumdadır.
Üniversitelerde eğitim konusunda da engelliler lehine ciddi bir değişim görülmüyor. 2014 yılında 6 milyon 25 bin 539’a çıkan öğrenci sayısına karşın engelli öğrenci sayısı ancak 10 bin 812, yani on binde 18 oranındadır.
İSTİHDAM KOTASININ YARIYA YAKINI BOŞ
Eğitim yaşamının ardından çalışma hayatına atılan engellilerin dezavantajı aynı şekilde devam etmektedir. 2014 yılı sonu itibariyle devletin, %3 engelli memur çalıştırılması zorunluluğu ile ilgili kotalar uyarınca istihdam edilen engelli memur sayısı olması gereken oranların çok gerisindedir. Devlet Personel Başkanlığı’nın resmi verilerine göre, devlet kadrolarında 60 bin 731 engelli memur çalıştırılması gerekirken, sadece 36 bin 165 engelli memur çalıştırılmakta kotanın %40'ı boş tutulmaktadır.
Verilere göre, devletin müsteşar, genel müdür, daire başkanı vb yüksek kademe görevinde engelli bulunmuyor. Bundan daha da ilginci, bugün hala hakimlik ve savcılık, valilik ve kaymakamlık makamlarına engelliler, mesleği yapabilecek derecede bir engelli bulunmaması yönündeki kanun maddeleri yüzünden atanmıyor.
Diğer yandan, özel ve kamu sektöründe çalıştırılması gereken engelli işçi kotaları memur kontenjanlarına ve 2013 yılı işçi istihdam oranlarına göre daha yüksek bir oranda gerçekleşse de kadrolar halen boştur. 2014 yılı aralık ayı verilerine göre, özel ve kamu sektöründe toplamda 110 bin 240 engelli çalıştırılması gerekirken, 95 bin 128 engelli istihdam edilmektedir. Yani 4857 sayılı İş Kanunu’na göre çalıştırılması gereken engelli işçi kotasının %13,7'si boştur. Uygulan ciddi ceza ve teşviklere rağmen işverenlerin, ceza ödemeyi göze alarak engelli işçi çalıştırmaması dikkat çekicidir.
Yukarıda ifade edilen tablo sadece 3 alana ilişkindir. Şüphesiz ki, engelli bireylerin bu alanlar dışındaki (sağlık, siyasal hayata katılım, bilgiye erişim vb) birçok haktan yararlanmaları oranları verileri paylaşılan alanlardan hiç de farklı değildir.
Yazının başında da ifade edildiği üzere, engellilik, bireyin üzerine yapıştırılmış bir insanlık hali değil, dış dünya tarafından bireyde (hak ihlalinin bir sonucu olarak) yaratılmış bir "durum-olgu"dur. Engellerin olduğu bir dünyada, fonksiyon kayıpları olan bir birey, engelliye dönüşmektedir. Ve her ne kadar kanunlar çıkarılmış olsa da, kamu idarecileri engellilik meselesini "engelli kardeşlerimizi seviyoruz. Onlara sahip çıkmak görevimiz" diyerek bir merhamet meselesine indirgese de; yaşanan ne yazık ki sadece engellilerin ayrımcılığa uğramasından ibarettir.
Ve bugün ülke olarak kendimize şu soruyu sormalıyız: Eşitliği sağlamak için ne bekliyoruz?
* Süleyman Akbulut | Engelli Hakları İzleme üyesi de olan Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği Başkanı