Engellilik hali öteden bu yana, toplumda “normal” olarak benimsenmiş olanlar tarafından ötekileştirilmiştir. Geçmişte bazen Tanrı’nın topluma gönderdiği bir ceza veya mesaj, bazen cadılığın simgesi, bazen de canavar olarak tanımlanmaktaydı, sakatlar. Zira fonksiyon kayıpları alışıla gelen, çok olandan farklıydı. Sakatlar bazı dönemlerde, örneğin Nazi Almanya’sında genosit (soykırım) uğrayan ilk sosyal gurup içinde yer aldı. Bugün için bile halen, dünyada engelliler çok talihsiz şekilde katledilebilmektedir. Örneğin Tanzanya’da yaşan Albinolar, batıl inançlar yüzünden tecavüze uğramakta, uzuvları kesilmekte veya öldürülebilmektedir.
Engelliler Orta Çağ’da gibi muamelelerle karşılaşmasa da, bugün için halen “merhamet objesi”, “acınacak kişi”, “aciz”, “güçsüz”, “yardım edilen” vb. görülmeye devam etmektedir. Üstelik bu kanaatler oldukça yaygın ve güçlü olarak durmaktadır.
Bu bakış açısını besleyen en önemli unsur, engelli olmayanların, olanlara karşı geliştirdiği hiyerarşidir. Bu düşünceye göre engelliler; “fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duyusal sakatlıkları sebebiyle eksik ve/veya kusurludur. Dolayısıyla yaşamlarını diğerlerine göre sürdürmeleri mümkün değildir. Çünkü yaşamı herkes gibi sürdürebilmek için biyolojik, psikolojik ve sosyal tüm fonksiyonların (örneğin yürümek, duymak veya görmek vb.) tam ve eksiksiz şekilde çalışması gereklidir.” Bu yaklaşım çok olanın olmayana karşı dayattığı ideolojik bir tutumdur ve çok olan daha üstündür, daha yeteneklidir. Bu ideolojinin literatürdeki adı ise (ableism) sağlamcılıktır.
Tüm bu tutum ve davranışların elbette sosyo-kültürel ve hatta “bilimsel” bir altyapısı var. Örneğin Francis Galton’un öjeniye kadar giden fikirlerinin etkili olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu bakış açısıyla ele alınan insanın bir “standardı”, “normali” olmalıydı ve bu tanımlara uymayanlar, başka bir deyişle “iyi döl” sahibi olmayanlar elemine edilmeliydi.
İnsanları fonksiyon kayıpları üzerinden ele alabilecek tıp bilimi bu değerlendirmeleri yapabilecek en yetkin kesim olarak görülmekteydi. Bugün için bile neyi yapıp yapamayacağımıza, örneğin hangi meslekleri seçebileceğimize halen bu yaklaşım karar vermiyor mu? Aslında bu yaklaşımın literatürdeki karşılığı tıbbi/medikal modeldir.
Tıbbi/medikal model birçok toplumda terkedilse de Türkiye gibi henüz bu kavramların ne demek olduğunu dahi bilmeyen coğrafyalarda varlığını sürdürdüğünü söylemek hata olmayacaktır. Hatta geçmişte ve bazen günümüzde sakatlık hareketinin politik olarak kavgasının verildiği ülkelerde dahi sağlamcılığın hayat bulduğunu söylemek yine hata olmayacaktır.
Sağlamcılığın hayat bulduğu son hadise Paris’te düzenlenen olimpiyatlarda karşımıza çıktı. Teessüf edilmelerdir ki temsilcisi ise tekerlekli sandalye kullanan bir kişiydi.
Betimleme: Kalabalık bir grup içinde, elinde olimpiyat meşalesi olan Kevin üzerine giydiği iskeletle sokakta ilerlemeye çalışıyor. Boş sandalyesi de yanından gidiyor.
Sosyal medyada sizin de dikkatinizi çekmiştir: Geçirdiği bir kaza sonucu omurilik felçli olarak yaşamını sürdüren Kevin Piette olimpiyat meşalesini taşıyan kişilerden biriydi. Olimpiyatlarda meşale taşıyan ve tekerlekli sandalye kullanan birini ilk kez görmüyorduk. Bu neredeyse her olimpiyatlarda rastladığımız bir durumdu.
Betimleme: Tokyo Olimpiyatlarında, tekerlekli sandalyesi ile meşale taşıyan bir kadın. Elleri iki yana açmış ve gülümsüyor.
Tekerlekli sandalye kullanan birinin meşale taşıması elbette toplumsal farkındalık için kullanılabilecek güzel bir fırsat. Burada tuhaf olan, Kevin Piette’in bir dış iskelet ile yürümeyi taklit etmesiydi. Yanında da sandalyesi onu takip ediyordu.
Bu davranışın altında önemli bir ürün pazarlama faaliyeti olduğunu bir kenara koyalım. Önemsiz bulduğum için değil ancak o kısma değinmeyi düşünmüyorum. Asıl değinmek istediğim, hareket etmek için yürüme fonksiyonunu kaybetmiş birinin aslını, sakatlığını inkâr edercesine, bu cihazla yaptığı yürüme taklididir.
Sonrasında verdiği röportajda da benzer tutumunu sürdürmüş. İyileşmekten, tedavi edilmekten, sandalye “kullanmamaktan” bahsetmiş. Ne yazık!
Öncelikle bu cihazlara elbette toptan karşı değilim. “Bu haliyle,” (o da belki) bir rehabilitasyon merkezinde, faydaları tartışmalı da olsa, -ki zararları da olabilir psikososyal açıdan yararlı olabiliyorsa, kullanılabilir. Günlük hayatta kullanmak ise çok saçma! Bu cihazla ayağa kalkıp oda değiştirmek bile yaşam pratiğine aykırı. Hele meşale taşımak, asla!
Bu videoyu ve altına yazılan yorumları gördüğümde kendi varlığıma bir sataşma ve hatta bir saldırı olarak algıladım. Çünkü benim gibi tekerlekli sandalye kullanıcılarının sağlamlığa öykünmesini kabul etmem mümkün olamazdı. Kabul görmek için bu soytarılıklara katlanmalı mıyız?
Eğer iki ayağımın üzerinde değilsem, sesli iletişim kuramıyorsam, dünyayı gözlerimle algılamıyorsam, psikolojik halim senin gibi değilse, sosyal becerilerim senden farklı ise yani, “iyi döl” sahibi değilsem “normal” değil miyim? Bu halim insan çeşitliliği içinde değil mi? Yaşamın içinde varlığımı sürdürülebilmem için çok olana mı benzemeliyim? Kabul görmek için sınanmalı mıyım? Hepimiz aynı mı olmalıyız? Değilsek eğer neyi hak ediyoruz? Hepimiz aynı olmadığımız için homo sapiens sapiens bu günlere ulaşabilmiş olabilir mi?
Filmlerde temsil edildiği gibi; lahit içinden çıkan mumya gibi hareket etmeye ve bunu da bir zafer olarak tanımlamaya hiç ihtiyacım yok! Sizin duygu seliniz, sevgi gözyaşlarınız, merhamet odağınız, sevimli pıtırcığınız, oyuncak peluşunuz olma niyetinde değiliz.
Hayır, sakatlığımı yenmiş değilim. Zira bu bir savaş değil.
Hayır, kendimi aşmış değilim. Çünkü sakatlık aşılacak bir durum değil sadece “benim açımdan fiziksel” bir farklılık.
Hayır, üstün değilim. Herkes gibi zaman zaman sorunları olan ve bunları çözmeye çalışan sıradan biriyim.
Hayır, yürüyemediğim için yürüyenlere öykünmüyor. Daha çok Hamamizade ile Mozart, gözlerimin önünde.
Hayır, sakatlık hayatımın en büyük sorunu değil. Doğrusunu söylemek gerekirse daha çok ekonomi endişelendiriyor.
Hayır, medyan zekâ ne övünülmeyi ne de yermeyi hak ediyor. Ama medyan zekânın altında olmak da üstünde olmak da kimsenin değerini etkilememeli.
Hayır, Polyanna değilim. Bazen gergin, bazen mutlu oluyorum. Çünkü bu hayat böyle.
Farklılar statükoya karşı bir gün eşitsizliği dengeleyecek. Buna inanıyorum ama bu kendini inkâr ederek olmayacak. Mesela dayanışma ile olacak. Evet, hiçbir şeye ihtiyacımız yok ve evet, aslında her şeye ihtiyacımız var. Biz bütün farklılıklarımızla koca evrende küçük bir türüz, insanız.
Engelliler Orta Çağ’da gibi muamelelerle karşılaşmasa da, bugün için halen “merhamet objesi”, “acınacak kişi”, “aciz”, “güçsüz”, “yardım edilen” vb. görülmeye devam etmektedir. Üstelik bu kanaatler oldukça yaygın ve güçlü olarak durmaktadır.
Bu bakış açısını besleyen en önemli unsur, engelli olmayanların, olanlara karşı geliştirdiği hiyerarşidir. Bu düşünceye göre engelliler; “fiziksel, zihinsel, ruhsal ve duyusal sakatlıkları sebebiyle eksik ve/veya kusurludur. Dolayısıyla yaşamlarını diğerlerine göre sürdürmeleri mümkün değildir. Çünkü yaşamı herkes gibi sürdürebilmek için biyolojik, psikolojik ve sosyal tüm fonksiyonların (örneğin yürümek, duymak veya görmek vb.) tam ve eksiksiz şekilde çalışması gereklidir.” Bu yaklaşım çok olanın olmayana karşı dayattığı ideolojik bir tutumdur ve çok olan daha üstündür, daha yeteneklidir. Bu ideolojinin literatürdeki adı ise (ableism) sağlamcılıktır.
Tüm bu tutum ve davranışların elbette sosyo-kültürel ve hatta “bilimsel” bir altyapısı var. Örneğin Francis Galton’un öjeniye kadar giden fikirlerinin etkili olmadığını söyleyebilir miyiz? Bu bakış açısıyla ele alınan insanın bir “standardı”, “normali” olmalıydı ve bu tanımlara uymayanlar, başka bir deyişle “iyi döl” sahibi olmayanlar elemine edilmeliydi.
İnsanları fonksiyon kayıpları üzerinden ele alabilecek tıp bilimi bu değerlendirmeleri yapabilecek en yetkin kesim olarak görülmekteydi. Bugün için bile neyi yapıp yapamayacağımıza, örneğin hangi meslekleri seçebileceğimize halen bu yaklaşım karar vermiyor mu? Aslında bu yaklaşımın literatürdeki karşılığı tıbbi/medikal modeldir.
Tıbbi/medikal model birçok toplumda terkedilse de Türkiye gibi henüz bu kavramların ne demek olduğunu dahi bilmeyen coğrafyalarda varlığını sürdürdüğünü söylemek hata olmayacaktır. Hatta geçmişte ve bazen günümüzde sakatlık hareketinin politik olarak kavgasının verildiği ülkelerde dahi sağlamcılığın hayat bulduğunu söylemek yine hata olmayacaktır.
Sağlamcılığın hayat bulduğu son hadise Paris’te düzenlenen olimpiyatlarda karşımıza çıktı. Teessüf edilmelerdir ki temsilcisi ise tekerlekli sandalye kullanan bir kişiydi.
Betimleme: Kalabalık bir grup içinde, elinde olimpiyat meşalesi olan Kevin üzerine giydiği iskeletle sokakta ilerlemeye çalışıyor. Boş sandalyesi de yanından gidiyor.
Sosyal medyada sizin de dikkatinizi çekmiştir: Geçirdiği bir kaza sonucu omurilik felçli olarak yaşamını sürdüren Kevin Piette olimpiyat meşalesini taşıyan kişilerden biriydi. Olimpiyatlarda meşale taşıyan ve tekerlekli sandalye kullanan birini ilk kez görmüyorduk. Bu neredeyse her olimpiyatlarda rastladığımız bir durumdu.
Betimleme: Tokyo Olimpiyatlarında, tekerlekli sandalyesi ile meşale taşıyan bir kadın. Elleri iki yana açmış ve gülümsüyor.
Tekerlekli sandalye kullanan birinin meşale taşıması elbette toplumsal farkındalık için kullanılabilecek güzel bir fırsat. Burada tuhaf olan, Kevin Piette’in bir dış iskelet ile yürümeyi taklit etmesiydi. Yanında da sandalyesi onu takip ediyordu.
Bu davranışın altında önemli bir ürün pazarlama faaliyeti olduğunu bir kenara koyalım. Önemsiz bulduğum için değil ancak o kısma değinmeyi düşünmüyorum. Asıl değinmek istediğim, hareket etmek için yürüme fonksiyonunu kaybetmiş birinin aslını, sakatlığını inkâr edercesine, bu cihazla yaptığı yürüme taklididir.
Sonrasında verdiği röportajda da benzer tutumunu sürdürmüş. İyileşmekten, tedavi edilmekten, sandalye “kullanmamaktan” bahsetmiş. Ne yazık!
Öncelikle bu cihazlara elbette toptan karşı değilim. “Bu haliyle,” (o da belki) bir rehabilitasyon merkezinde, faydaları tartışmalı da olsa, -ki zararları da olabilir psikososyal açıdan yararlı olabiliyorsa, kullanılabilir. Günlük hayatta kullanmak ise çok saçma! Bu cihazla ayağa kalkıp oda değiştirmek bile yaşam pratiğine aykırı. Hele meşale taşımak, asla!
Bu videoyu ve altına yazılan yorumları gördüğümde kendi varlığıma bir sataşma ve hatta bir saldırı olarak algıladım. Çünkü benim gibi tekerlekli sandalye kullanıcılarının sağlamlığa öykünmesini kabul etmem mümkün olamazdı. Kabul görmek için bu soytarılıklara katlanmalı mıyız?
Eğer iki ayağımın üzerinde değilsem, sesli iletişim kuramıyorsam, dünyayı gözlerimle algılamıyorsam, psikolojik halim senin gibi değilse, sosyal becerilerim senden farklı ise yani, “iyi döl” sahibi değilsem “normal” değil miyim? Bu halim insan çeşitliliği içinde değil mi? Yaşamın içinde varlığımı sürdürülebilmem için çok olana mı benzemeliyim? Kabul görmek için sınanmalı mıyım? Hepimiz aynı mı olmalıyız? Değilsek eğer neyi hak ediyoruz? Hepimiz aynı olmadığımız için homo sapiens sapiens bu günlere ulaşabilmiş olabilir mi?
Filmlerde temsil edildiği gibi; lahit içinden çıkan mumya gibi hareket etmeye ve bunu da bir zafer olarak tanımlamaya hiç ihtiyacım yok! Sizin duygu seliniz, sevgi gözyaşlarınız, merhamet odağınız, sevimli pıtırcığınız, oyuncak peluşunuz olma niyetinde değiliz.
Hayır, sakatlığımı yenmiş değilim. Zira bu bir savaş değil.
Hayır, kendimi aşmış değilim. Çünkü sakatlık aşılacak bir durum değil sadece “benim açımdan fiziksel” bir farklılık.
Hayır, üstün değilim. Herkes gibi zaman zaman sorunları olan ve bunları çözmeye çalışan sıradan biriyim.
Hayır, yürüyemediğim için yürüyenlere öykünmüyor. Daha çok Hamamizade ile Mozart, gözlerimin önünde.
Hayır, sakatlık hayatımın en büyük sorunu değil. Doğrusunu söylemek gerekirse daha çok ekonomi endişelendiriyor.
Hayır, medyan zekâ ne övünülmeyi ne de yermeyi hak ediyor. Ama medyan zekânın altında olmak da üstünde olmak da kimsenin değerini etkilememeli.
Hayır, Polyanna değilim. Bazen gergin, bazen mutlu oluyorum. Çünkü bu hayat böyle.
Farklılar statükoya karşı bir gün eşitsizliği dengeleyecek. Buna inanıyorum ama bu kendini inkâr ederek olmayacak. Mesela dayanışma ile olacak. Evet, hiçbir şeye ihtiyacımız yok ve evet, aslında her şeye ihtiyacımız var. Biz bütün farklılıklarımızla koca evrende küçük bir türüz, insanız.