ICF nedir? Özürlülük Nasıl Ölçülür?
ICF'nin İngilizce açılımı olan International Classification of Functioning, Disability and Health, 2004 yılında Başbakanlık Özürlüler İdaresi aracılığıyla, Hacettepe Üniversitesi'nden Elif Kabakçı tarından İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslararası Sınıflandırması olarak Türkçeye çevrilmiş. ICF Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2001 yılında son hali verilerek uluslar arası camiaya sunulan bir sınıflandırma endeksi. İlk önce biraz geçmişe gidelim.
Avrupa'da 1970'lerde güçlenen sakat hareketleri, devlet organları ve Dünya Sağlık Örgütü gibi yönetim mecraları tarafından kabul görmüş sakatlık tanımlarını hedef almış, sakatlığın bireysel bir sorun olarak değil toplumsal bir engeller dizisi olarak tanımlanmasını talep etmişlerdir. Bu hareket çerçevesinde tanımlanan sosyal model, sakatlığın bedende temel bulan ontolojik tanımını, toplumsal yapıların baskıcı normlarında işleyen politik bir tanımıyla değiştirmek istemişlerdir. Bugünlerde farklı mecralarda Türkiye'de de dolaşımda olan biçimleriyle; “sakat bedenler yoktur, sakatlayan engeller vardır”, “sakatlar engelleniyor” ya da “engelli yoktur, engellenen vardır”.
Benzer sloganlar temelinde örgütlenen sakat hareketlerinin itirazları Avrupa ve Kuzey Amerika'da ciddi yasal kazanımlara yol vermiş, Dünya Sağlık Örgütü'nün 1980'lere kadar kullanageldiği sınıflandırma endeksi olan ICIDH de bu süreçten payını almıştır. Sakatlık üzerine çalışanların, rehabilitasyon dalındaki akademisyenlerin ve birtakım diğer aktörlerin son dönemde sıklıkla gördüğü bu üç harf, sırayla I-C-F, 1980'lerden 2001 yılına uzanan uzun bir süreç sonucu Dünya Sağlık Assemblesi tarafından onaylanan bir endeks. En önemlisi de bu uzun sürecin düzenli katılımcılarından birinin Disabilty International (uluslararası sakat derneği olarak çevirebiliriz) olması. Ortaya çıkan yeni endeksi, Dünya Sağlık Örgütü ICF Koordinatörü şöyle tanımlıyor;
“Yeni çıkan ICF modeli, iki karşıt model arasında uzun süredir devam etmekte olan bir teorik tartışmanın çözüldüğünü gösteriyor. Medikal model engelliliği tamamıyla kişinin bir sorunu olarak, bir hastalık, bir travma ya da bir diğer sağlık koşulunun sebep olduğu bir olarak görür... Bu model çerçevesinde bakıldığında engellilik tıbbi müdahaleyi ya da tedaviyi gerektirir çünkü bireyin sorunu 'düzeltilmelidir'. Sosyal model ise tam tersine engelliliği tamamıyla toplumsal olarak üretilmiş bir sorun olarak ele alır. Engellilik kişinin bir niteliği değildir. Sosyal modele göre engellilik toplumsal eylemler gerektirir zira farklı bedenler için uygun olmayan toplumsal şartların yarattığı bir sorundur. Medikal ve sosyal modelleri sentezleyen bir model daha iyi olacaktır... Bu modele biyo-psiko-sosyal model adını veriyoruz. ICF'deki sınıflandırmalar bu modele göre hazırlanmıştır. Hem sağlık sorunlarını hem de sağlığı etkileyen diğer sorunları, yani eğitim, istihdam, toplumsal yaşam gibi alanları da içeren tutarlı bir bakış açısıdır.”
Şimdi bizim buralara gelelim ve yukarıda çizilen iyimser tablonun Türkiye'deki tezahürlerine bakalım. 2005 yılında Özürlüler Yasası olarak bilinen yasal değişikliğin önemli maddelerinden birinde, takip eden dönemde özürlülüğün sınıflandırılmasında uluslararası standartlara geçileceğinin duyurulmuştu. Bir yıl sonra ise, bu hedef çerçevesinde hazırlanan 2006 Haziran tarihli yönetmelik, Türkiye'de devlet katında kimin ne ölçüde sakat olduğunu belirlemeye başlayacaktı. Belki ICF yalnızca birtakım devlet erbabı ve akademisyen tarafından biliniyor, ancak ondan uyarlandığı söylenerek sunulan yönetmelik Türkiye'de yaşayan belki de tüm sakatlar ve hatta bir çok sakat-olmayan vatandaş tarafından çok çok iyi biliniyor. Nam-ı diğer, “Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları ile İlgili Yönetmelik”.
Peki bu uluslararası sınıflandırmaların Türkiye'deki sakatların hanesine kazandırdıkları neler? Açıkçası buna bir cevabım yok. Ya da şöyle soralım: bize “ICF'ye geçmek” olarak sunulan bu değişiklikleri nasıl anlamalı? Devlet kurumları yaptıkları yayınlarda, yönetmeliklerde ve özellikle de Batı'dan gelen misafirlere yaptıkları sunumlarda ICF'nin yasalaştırılmış olmasından gururla bahsediyorlar ve buna bir önem verdikleri seziliyor. Türkiye'nin İtalya, İngiltere, İsviçre gibi ülkelerle birlikte ICF'yi yasalaştıran ilk 5 ülkeden biri olmasıyla gurur duymamız bekleniyor yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa. Peki ICF'nin Türkiye'de değiştirdiği temel şeyin 2006 yılında değişen “özürlülük ölçme yönetmeliği” olduğunu düşünürsek ne gibi bir çıkarım yapmalıyız? Burada bu yönetmeliklerin yarattığı binlerce saçma sorunu tekrarlamaya gerek yok. Amacım da teknik-bürokratik sorunlara çözüm bulmak değil. Onun yerinde bu sorunlara dair daha genel sorular sormak istiyorum.
Yönetmelik, sakatların çok iyi bildiği üzere, devletin sunduğu bir takım hizmetlere ulaşma yolunda bir süzgeç rolü üstleniyor ve sakatlar için bir başka engel teşkil ediyor. Devlet sanki sakat vatandaşlarına bir sınav sunuyor: “sana haklar hazırladım, hizmetler getirdim; zira önce şu raporu alman şartıyla”. Bu engeli geçebilirsen bana gerçekten özürlü olduğunu kanıtlamış olacaksın. Ancak bu sınav çok keyifli değil; özellikle büyük hastanelerde kalabalıklar, ne yaptığını pek iyi bilmeyen doktorlar derken, dar hastane koridorları, engebeli hastane yolları... hele bir de her işlem için ayrı rapor alma zorunluluğunu düşündüğünüzde, sakatların bunu bir işkence olarak nitelemesi hiç de haksız değil tabii ki.
Peki bürokratik engebelerle dolu bir süzgeç sistemini, Türkiye'nin uluslararası standartlara ulaşma zaferi olarak anlatmanın nasıl bir işlevi olabilir? Bana kalırsa bu yönetmeliğin “uluslararası standartlara” dayandığını söylemek, devlet yetkililerin sorumluluktan kaçma ve sakatların itirazlarını reddetme stratejisi olarak işliyor. (tabi bir yandan da hızla ilerleyen, değişen, gelişen Türkiye imajını pekiştiriyor) “Biz ne yapalım standartlar böyle” gibisinden bir tiyatro oyunu sanki. 2006 yönetmeliğindeki oranlardan şikayetçi olan bir çok sakat vatandaşa verilen cevap “sınıflandırmalar uluslararası sınıflandırmalara dayanıyor” şeklindeydi ve bu cevapların bazıları forumda da paylaşıldı. Halbuki şikayet edilen şey çoğu zaman sınıflandırma değildi; ya bürokratik sürece dair sıkıntılar ya da yüzde % değerlerle belirtilen tüm vücut fonskiyon kaybı oranlarının belirlenmesine dair şikayetlerdi; ve 2006 yönetmeliğinin de belirttiği gibi, ikisi de Türkiye'de, “uzmanlar ve bakanlıklar” tarafından hazırlanmıştı. Yani buralarda, gidip görebileceğimiz, ulaşabileceğimiz kişiler tarafından. Genelde bürokratik ya da yasal karışıklıkların çözülmeye çalışıldığı ancak cetvelin ise “yüce divan” mertebesinden dokunulmaz olduğu ima edildi.
Gelin görün ki oranlar değişebiliyormuş. Zira 2010 Aralık'ında değişti de. Muhtemelen bu değişimden yararlananlar 2006'dan mağdur olanlara göre daha fazla olacak. Bazı oranlar yükseldi, bir iki bürokratik sıkıntının önüne geçildi. (Örneğin artık hakem hastane için başka şehre yollanmanın önü kesildi yönetmeliğe bakılırsa. Tabi uygulamada ne olur bilinmez... ayrıca bürokratik karmaşa devam ediyor, bunun sebeplerine dair de başka bir yazı yazmak gerekiyor)
Ancak benim dert ettiğim konu şu; görünen o ki bu oranlar, süzgecin şekli şemali değişebiliyor ve arada sırada değişecek. Ancak bu değişimlerin “iyi” yanlarına vurgu yapanlar, bu değişimleri büyülü bir dille anlatıp gururla sunanlar, bu değişimler sırasında yaşanan sıkıntılardan, mağduriyetlerden mesuliyet kabul ediyorlar mı? Uzaktaki bir yerlerdeki “uluslararası standartlar” ve devletin onları uygulama zorunluluğu, yaşanan mağduriyetlerin sorumlusuysa, mağdur olanlar kimi sorumlu tutacak? Bu soruları sormak istiyorum, çünkü bu meselenin “sağlık kurulu raporları” örneği dışında da vatandaşların karşılaştığı daha geniş bir sorun olduğunu sanıyorum.
Daha da önemlisi; sakatlar bu oranların belirlenmesinde, cetvellerin ne şekilde değişebileceğine, yönetmeliklerin nasıl bir aciliyetle yeniden hazırlanacağında, hangi kısımlarının değişeceğinde ne kadar söz sahibiler? Kimin, ne kadar özürlü olduğunu belirlemek (illa böyle bir süzgeç olacaksa) sakatların hakkı olamaz mı? Ya da sakatların sözüne güvenildiği daha basit bir sistem olamaz mı? İlla da uluslararası bilimsellik sosu verilmiş yönetmelik karmaşalarına ihtiyaç var mı? Eğer mesele yalandan özürlü taklidi yapacakların önüne geçmekse, bunu özürlüleri mağdur eden bürokratik engeller yaratmak yerine, bu sürece engelli vatandaşları dahil ederek işletmek mümkün mü? Ne de olsa uygulama merci olan doktorlar da bu cetvelden pek anlamıyorlar. Forumda cetveli daha iyi bilen çok üye olduğuna da eminim. Ama mesele cetveli bilmek ve tanı koyabilmek mi; ondan emin değilim. Daha çok bu meseleyi kontrol altında tutabilmek ve “belgeleme iktidarına” dair bir tekel yaratılıyor, vatandaşlar güvenilmez, yalancı muamelesi görüyor. Daha da fenası bu iktidarın bekası uğruna çok sayıda vatandaş kimsenin mesul tutulamadığı bürokratik eziyetler altında eziliyor. Ankara Merkez Sağlık Kurulu'nun mistik, bilinmez, anlaşılmaz, büyülü, ulaşılması imkansız imajı size de padişahların gizlenerek, yanlarına pek az kişiyi alarak kurdukları otoriteyi hatırlatmıyor mu?
“Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” şeklindeki devlet geleneği sanki “sosyal model” için de bir benzerini söylüyor; Türkiye'ye “sosyal model gelecekse onu da biz getiririz”, hatta daha da ötesi: ICF hakkında devletin söylediklerine bakılırsa “geldi bile.” Ankara Merkez Sağlık Kurulu'nun kapalı kapıları ardında bir yerlerde... Ancak DSÖ'nün ve devlet yetkililerinin unuttuğu bir şey var; sosyal modelin ruhu Avrupa semalarında dolaştığı sıralar, sakat vatandaşlar yalnızca tanımlar değil aynı zamanda kararlarda söz hakkı ve mağduriyetlerin mesuliyetini de talep ediyorlardı. Sosyal model yalnızca teorik bir fikir değil, aynı zamanda siyasi eylemliliği yönlendiren, sakatları bir siyasal özne olarak kurgulayan bir fikirdi. Devletin tekelinde değil vatandaşların ellerindeydi. “Sizi sosyal modelle ölçüyoruz” diyecek kadar absürd bir kalıp var yani bütün bu bürokratik saçmalığın ardında.
Can Evren
1 - “The International Classification of Functioning, Disability and Health: a new tool for understanding disability and health.”, Disability &Rehabilitation 25(2003): 568. (Makale DSÖ uzmanları tarafından kaleme alınmıştır. Türkçe'ye şu şekilde çevirebiliriz: “İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslar arası Sınıflandırması: engelliliği ve sağlığı anlamak için yeni bir araç”) Çeviriyi ben yaptım.
2 - Bakınız: Yönetmelikteki “Amaç” bölümü.
3 - Örneğin 2008'de DSÖ yetkililerin katılımıyla Antalya'da düzenlenen, ICF hakkındaki eğitim konferansında Türkiye'li yetkililer bunu açıkça vurguluyorlardı.
ICF'nin İngilizce açılımı olan International Classification of Functioning, Disability and Health, 2004 yılında Başbakanlık Özürlüler İdaresi aracılığıyla, Hacettepe Üniversitesi'nden Elif Kabakçı tarından İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslararası Sınıflandırması olarak Türkçeye çevrilmiş. ICF Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2001 yılında son hali verilerek uluslar arası camiaya sunulan bir sınıflandırma endeksi. İlk önce biraz geçmişe gidelim.
Avrupa'da 1970'lerde güçlenen sakat hareketleri, devlet organları ve Dünya Sağlık Örgütü gibi yönetim mecraları tarafından kabul görmüş sakatlık tanımlarını hedef almış, sakatlığın bireysel bir sorun olarak değil toplumsal bir engeller dizisi olarak tanımlanmasını talep etmişlerdir. Bu hareket çerçevesinde tanımlanan sosyal model, sakatlığın bedende temel bulan ontolojik tanımını, toplumsal yapıların baskıcı normlarında işleyen politik bir tanımıyla değiştirmek istemişlerdir. Bugünlerde farklı mecralarda Türkiye'de de dolaşımda olan biçimleriyle; “sakat bedenler yoktur, sakatlayan engeller vardır”, “sakatlar engelleniyor” ya da “engelli yoktur, engellenen vardır”.
Benzer sloganlar temelinde örgütlenen sakat hareketlerinin itirazları Avrupa ve Kuzey Amerika'da ciddi yasal kazanımlara yol vermiş, Dünya Sağlık Örgütü'nün 1980'lere kadar kullanageldiği sınıflandırma endeksi olan ICIDH de bu süreçten payını almıştır. Sakatlık üzerine çalışanların, rehabilitasyon dalındaki akademisyenlerin ve birtakım diğer aktörlerin son dönemde sıklıkla gördüğü bu üç harf, sırayla I-C-F, 1980'lerden 2001 yılına uzanan uzun bir süreç sonucu Dünya Sağlık Assemblesi tarafından onaylanan bir endeks. En önemlisi de bu uzun sürecin düzenli katılımcılarından birinin Disabilty International (uluslararası sakat derneği olarak çevirebiliriz) olması. Ortaya çıkan yeni endeksi, Dünya Sağlık Örgütü ICF Koordinatörü şöyle tanımlıyor;
“Yeni çıkan ICF modeli, iki karşıt model arasında uzun süredir devam etmekte olan bir teorik tartışmanın çözüldüğünü gösteriyor. Medikal model engelliliği tamamıyla kişinin bir sorunu olarak, bir hastalık, bir travma ya da bir diğer sağlık koşulunun sebep olduğu bir olarak görür... Bu model çerçevesinde bakıldığında engellilik tıbbi müdahaleyi ya da tedaviyi gerektirir çünkü bireyin sorunu 'düzeltilmelidir'. Sosyal model ise tam tersine engelliliği tamamıyla toplumsal olarak üretilmiş bir sorun olarak ele alır. Engellilik kişinin bir niteliği değildir. Sosyal modele göre engellilik toplumsal eylemler gerektirir zira farklı bedenler için uygun olmayan toplumsal şartların yarattığı bir sorundur. Medikal ve sosyal modelleri sentezleyen bir model daha iyi olacaktır... Bu modele biyo-psiko-sosyal model adını veriyoruz. ICF'deki sınıflandırmalar bu modele göre hazırlanmıştır. Hem sağlık sorunlarını hem de sağlığı etkileyen diğer sorunları, yani eğitim, istihdam, toplumsal yaşam gibi alanları da içeren tutarlı bir bakış açısıdır.”
Şimdi bizim buralara gelelim ve yukarıda çizilen iyimser tablonun Türkiye'deki tezahürlerine bakalım. 2005 yılında Özürlüler Yasası olarak bilinen yasal değişikliğin önemli maddelerinden birinde, takip eden dönemde özürlülüğün sınıflandırılmasında uluslararası standartlara geçileceğinin duyurulmuştu. Bir yıl sonra ise, bu hedef çerçevesinde hazırlanan 2006 Haziran tarihli yönetmelik, Türkiye'de devlet katında kimin ne ölçüde sakat olduğunu belirlemeye başlayacaktı. Belki ICF yalnızca birtakım devlet erbabı ve akademisyen tarafından biliniyor, ancak ondan uyarlandığı söylenerek sunulan yönetmelik Türkiye'de yaşayan belki de tüm sakatlar ve hatta bir çok sakat-olmayan vatandaş tarafından çok çok iyi biliniyor. Nam-ı diğer, “Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları ile İlgili Yönetmelik”.
Peki bu uluslararası sınıflandırmaların Türkiye'deki sakatların hanesine kazandırdıkları neler? Açıkçası buna bir cevabım yok. Ya da şöyle soralım: bize “ICF'ye geçmek” olarak sunulan bu değişiklikleri nasıl anlamalı? Devlet kurumları yaptıkları yayınlarda, yönetmeliklerde ve özellikle de Batı'dan gelen misafirlere yaptıkları sunumlarda ICF'nin yasalaştırılmış olmasından gururla bahsediyorlar ve buna bir önem verdikleri seziliyor. Türkiye'nin İtalya, İngiltere, İsviçre gibi ülkelerle birlikte ICF'yi yasalaştıran ilk 5 ülkeden biri olmasıyla gurur duymamız bekleniyor yazılanlara ve söylenenlere bakılırsa. Peki ICF'nin Türkiye'de değiştirdiği temel şeyin 2006 yılında değişen “özürlülük ölçme yönetmeliği” olduğunu düşünürsek ne gibi bir çıkarım yapmalıyız? Burada bu yönetmeliklerin yarattığı binlerce saçma sorunu tekrarlamaya gerek yok. Amacım da teknik-bürokratik sorunlara çözüm bulmak değil. Onun yerinde bu sorunlara dair daha genel sorular sormak istiyorum.
Yönetmelik, sakatların çok iyi bildiği üzere, devletin sunduğu bir takım hizmetlere ulaşma yolunda bir süzgeç rolü üstleniyor ve sakatlar için bir başka engel teşkil ediyor. Devlet sanki sakat vatandaşlarına bir sınav sunuyor: “sana haklar hazırladım, hizmetler getirdim; zira önce şu raporu alman şartıyla”. Bu engeli geçebilirsen bana gerçekten özürlü olduğunu kanıtlamış olacaksın. Ancak bu sınav çok keyifli değil; özellikle büyük hastanelerde kalabalıklar, ne yaptığını pek iyi bilmeyen doktorlar derken, dar hastane koridorları, engebeli hastane yolları... hele bir de her işlem için ayrı rapor alma zorunluluğunu düşündüğünüzde, sakatların bunu bir işkence olarak nitelemesi hiç de haksız değil tabii ki.
Peki bürokratik engebelerle dolu bir süzgeç sistemini, Türkiye'nin uluslararası standartlara ulaşma zaferi olarak anlatmanın nasıl bir işlevi olabilir? Bana kalırsa bu yönetmeliğin “uluslararası standartlara” dayandığını söylemek, devlet yetkililerin sorumluluktan kaçma ve sakatların itirazlarını reddetme stratejisi olarak işliyor. (tabi bir yandan da hızla ilerleyen, değişen, gelişen Türkiye imajını pekiştiriyor) “Biz ne yapalım standartlar böyle” gibisinden bir tiyatro oyunu sanki. 2006 yönetmeliğindeki oranlardan şikayetçi olan bir çok sakat vatandaşa verilen cevap “sınıflandırmalar uluslararası sınıflandırmalara dayanıyor” şeklindeydi ve bu cevapların bazıları forumda da paylaşıldı. Halbuki şikayet edilen şey çoğu zaman sınıflandırma değildi; ya bürokratik sürece dair sıkıntılar ya da yüzde % değerlerle belirtilen tüm vücut fonskiyon kaybı oranlarının belirlenmesine dair şikayetlerdi; ve 2006 yönetmeliğinin de belirttiği gibi, ikisi de Türkiye'de, “uzmanlar ve bakanlıklar” tarafından hazırlanmıştı. Yani buralarda, gidip görebileceğimiz, ulaşabileceğimiz kişiler tarafından. Genelde bürokratik ya da yasal karışıklıkların çözülmeye çalışıldığı ancak cetvelin ise “yüce divan” mertebesinden dokunulmaz olduğu ima edildi.
Gelin görün ki oranlar değişebiliyormuş. Zira 2010 Aralık'ında değişti de. Muhtemelen bu değişimden yararlananlar 2006'dan mağdur olanlara göre daha fazla olacak. Bazı oranlar yükseldi, bir iki bürokratik sıkıntının önüne geçildi. (Örneğin artık hakem hastane için başka şehre yollanmanın önü kesildi yönetmeliğe bakılırsa. Tabi uygulamada ne olur bilinmez... ayrıca bürokratik karmaşa devam ediyor, bunun sebeplerine dair de başka bir yazı yazmak gerekiyor)
Ancak benim dert ettiğim konu şu; görünen o ki bu oranlar, süzgecin şekli şemali değişebiliyor ve arada sırada değişecek. Ancak bu değişimlerin “iyi” yanlarına vurgu yapanlar, bu değişimleri büyülü bir dille anlatıp gururla sunanlar, bu değişimler sırasında yaşanan sıkıntılardan, mağduriyetlerden mesuliyet kabul ediyorlar mı? Uzaktaki bir yerlerdeki “uluslararası standartlar” ve devletin onları uygulama zorunluluğu, yaşanan mağduriyetlerin sorumlusuysa, mağdur olanlar kimi sorumlu tutacak? Bu soruları sormak istiyorum, çünkü bu meselenin “sağlık kurulu raporları” örneği dışında da vatandaşların karşılaştığı daha geniş bir sorun olduğunu sanıyorum.
Daha da önemlisi; sakatlar bu oranların belirlenmesinde, cetvellerin ne şekilde değişebileceğine, yönetmeliklerin nasıl bir aciliyetle yeniden hazırlanacağında, hangi kısımlarının değişeceğinde ne kadar söz sahibiler? Kimin, ne kadar özürlü olduğunu belirlemek (illa böyle bir süzgeç olacaksa) sakatların hakkı olamaz mı? Ya da sakatların sözüne güvenildiği daha basit bir sistem olamaz mı? İlla da uluslararası bilimsellik sosu verilmiş yönetmelik karmaşalarına ihtiyaç var mı? Eğer mesele yalandan özürlü taklidi yapacakların önüne geçmekse, bunu özürlüleri mağdur eden bürokratik engeller yaratmak yerine, bu sürece engelli vatandaşları dahil ederek işletmek mümkün mü? Ne de olsa uygulama merci olan doktorlar da bu cetvelden pek anlamıyorlar. Forumda cetveli daha iyi bilen çok üye olduğuna da eminim. Ama mesele cetveli bilmek ve tanı koyabilmek mi; ondan emin değilim. Daha çok bu meseleyi kontrol altında tutabilmek ve “belgeleme iktidarına” dair bir tekel yaratılıyor, vatandaşlar güvenilmez, yalancı muamelesi görüyor. Daha da fenası bu iktidarın bekası uğruna çok sayıda vatandaş kimsenin mesul tutulamadığı bürokratik eziyetler altında eziliyor. Ankara Merkez Sağlık Kurulu'nun mistik, bilinmez, anlaşılmaz, büyülü, ulaşılması imkansız imajı size de padişahların gizlenerek, yanlarına pek az kişiyi alarak kurdukları otoriteyi hatırlatmıyor mu?
“Komünizm gelecekse onu da biz getiririz” şeklindeki devlet geleneği sanki “sosyal model” için de bir benzerini söylüyor; Türkiye'ye “sosyal model gelecekse onu da biz getiririz”, hatta daha da ötesi: ICF hakkında devletin söylediklerine bakılırsa “geldi bile.” Ankara Merkez Sağlık Kurulu'nun kapalı kapıları ardında bir yerlerde... Ancak DSÖ'nün ve devlet yetkililerinin unuttuğu bir şey var; sosyal modelin ruhu Avrupa semalarında dolaştığı sıralar, sakat vatandaşlar yalnızca tanımlar değil aynı zamanda kararlarda söz hakkı ve mağduriyetlerin mesuliyetini de talep ediyorlardı. Sosyal model yalnızca teorik bir fikir değil, aynı zamanda siyasi eylemliliği yönlendiren, sakatları bir siyasal özne olarak kurgulayan bir fikirdi. Devletin tekelinde değil vatandaşların ellerindeydi. “Sizi sosyal modelle ölçüyoruz” diyecek kadar absürd bir kalıp var yani bütün bu bürokratik saçmalığın ardında.
Can Evren
1 - “The International Classification of Functioning, Disability and Health: a new tool for understanding disability and health.”, Disability &Rehabilitation 25(2003): 568. (Makale DSÖ uzmanları tarafından kaleme alınmıştır. Türkçe'ye şu şekilde çevirebiliriz: “İşlevsellik, Yetiyitimi ve Sağlığın Uluslar arası Sınıflandırması: engelliliği ve sağlığı anlamak için yeni bir araç”) Çeviriyi ben yaptım.
2 - Bakınız: Yönetmelikteki “Amaç” bölümü.
3 - Örneğin 2008'de DSÖ yetkililerin katılımıyla Antalya'da düzenlenen, ICF hakkındaki eğitim konferansında Türkiye'li yetkililer bunu açıkça vurguluyorlardı.