[SIZE=2]Sakatların Başarı Hikayeleri
1981 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’nın bastığı Sakatların Rehabilitasyon ve Eğitimi kitabı şöyle başlıyor: “Kişi tüm yetenekleri ve yaratma gücü ile toplumun bölünmez bir bütünüdür”. Nedense anayasanın 3. maddesiyle aynı kalıpta yazılmış (“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür”) bu cümlede kastedileni hemen anlıyoruz ama burada kitaptan da ayırıp anlamamaya çalışalım: Bir durum tesbiti mi yapılmış? Cümle, “keşke sakat vatandaşlarımız da topluma dahil olsalar” gibi bir istek, dilek mi? Sakatlar için bir tavsiye mi, ya da buyruk mu? (Kendini toplumdan ayrı saymayasın, dışlandığını düşünmeyesin, ya da sayamazsın, düşünemezsin). “Tüm yetenekleri ve yaratma gücü” ve “bölünmez bir bütün” neden yan yana? İlkine neler dahil, neler yetenek veya yaratma gücü değil? Kısaca, cümleyi okuduğumuzda içerildiğimizi mi düşünmeliyiz, dışlandığımızı mı?
Muhtemelen bu tür soruların cevabı hem biri hem diğeri, hem evet hem hayır ([SIZE=1]sakatlar kendileri üstüne söylenenlerin muğlaklığına, içerme iddiasının dışlama arzusuyla beraber dillendirilmesine zaten alışık. Sakatlık üstüne bu şekilde konuşma sanatını iyi icra edemiyorsanız, konuşmamanız gerekir, en son Akbulut örneğindeki gibi; ancak sanatın kendisi, bu milletvekilinin kendi partisindeki arkadaşlarından da bildiğimiz üzere, hala iş yapıyor[/SIZE]). Burada da sakat topluma “buyur edilir"; bütünün gerektirdiği “yetenekler ve yaratma gücüyle” topluma birim bütün olarak dahil olur, olmalıdır, olmuştur: Vaziyet budur, gereken zaten budur; deklare edilen de ancak budur.
ABD başkanlarından zanaatkarlara, sazdan gitar ustalarına, sadece hayatlarının ne kadar güzel olduğunu anlatarak kariyer sahibi olan profesyonel konuşmacılardan, kariyer sahibi iş adamlarına, ressam, şair, yazar, akademisyenlere, kendi köylerinin yıldızları sakat sporculara, evlenip çocuk sahibi olan sakat çiftlere dek “başarı hikayeleri” kendi içinde farklılaşıyor. Öyle ki hangi hikayelerin hangi konumdaki (sınıf, cinsiyet vb.) sağlam ve sakatlara hitap ettiğini bulmak dahi çok ilginç olurdu. Ancak aynı zamanda başarı hikayelerinin ortak işlevlerinin bize sürekli girişteki daveti, isteği-dileği, buyruk-şartı, deklare edildiği sürece geçerli olacak vaziyeti (hepsi aynı önemde) “okutmak” olduğunu sanıyorum. “Engelini aşan engelli” haberlerini sakat-sağlam hep beraber şiir, dua, reklam, kılavuz gibi okuyoruz, bir tek haber gibi değil.
Herkes kafasından bir başarılı sakat hikayesi uydurabilir; temel öğeleri biliyoruz. Kendi tıkırında giden bir hayat sakatlık darbesine maruz kalır. Bu tarih-öncesinde; sosyal, ekonomik durumumuz ne, kaç yaşındayız, hatta doğduk mu, doğmadık mı vs., fark etmez.* Sakatlık, bireyin başına gelen, onun birim bütünlüğünü yaralayan, onu başkalarına bağımlı bırakan, hayatını bozan bir kayıptır ve yegane anlamı olumsuzluğundadır. Sakatlığın sağlamcı ideolojideki temel bir işlevi hemen bu noktada belli olur: Sakatlık ne kadar doğal bir olumsuzluk ise her tür toplumsal-siyasal belirlenimden bağımsız saf bir sağlamlık da kendinde olumludur. Sakatların başarı hikayeleri böylece diğer hiçbir kimlik ve konum için bu ölçüde dillendirilemeyecek bir anlatıyı mümkün kılar – ki sakat sağlam herkese bu kadar hevesle pazarlanmalarının başlıca nedenlerinden biri bu olsa gerek: Sakatlık kaybının telafisi toplumsal hiyerarşide “kendinize ait” konuma kavuşmanızı sevinçle karşılanacak bir mucize kılacaktır (örneğin, sağlam bir erkeğin işçi olması böyle reklam edilmez). Hikayemiz uzunca ise, bir süre kahramanın bedenindeki “engellilik” tarafından ele geçirilmesine değinmeniz gerekir. Engellinin engele karşı yürüttüğü iç savaşın bu aşamasında da tüm dış göndermeler paranteze alınır. Kendinde olumsuz saysak bile bir beden durumunun mantıken “engel” haline gelmesi için, öyleyse bir “engelini aşma” anlatısını baştan kurabilmeniz için, bu durumu “engel” kılacak bir çevre gerekirdi. Oysa en geniş anlamıyla (mimariden eğitime, istihdamdan kültürel kabullere) bu çevre, tamamen silinmediği halde, hikayenin arka planına atılarak önemsizleştirilir. Zira kahramanımız, sakatlığına karşı asıl mücadelede yeterli azim ve kararlılığa sahip olduğu sürece, “diğer engeller” ona vız gelecektir.
Böylece hikayemizin sonunda ([SIZE=1]gazetelerde ve televizyonlarda sıklıkla sadece bu bölüm yer alır; önceki bölümleri var saymamız icap eder[/SIZE]), bedenine karşı muzaffer sakat ortaya çıkar. Sakat hareketinin ironiyle “üstün-kötürüm” diye adlandırdığı bu figürün tam olarak ne yapacağını belirlemek/sınırlandırmak zor. Fakat iyi bir iş sahibi de olsa, şarkı da söylese, erişilmez dağların zirvelerine de çıksa üstün-kötürümün işlevi yapıp ettiklerinde değil, simge olmasındadır. Kendisi ete kemiğe bürünmüş bir duyuru ve ilhamdır. Sakatın da normal(-miş gibi) olabileceğini bildirir. Duyuruyu anlamamızın koşulu belli: sakatlığı kendinde anormal sayacağız, üstün-kötürümü de sakatlıklarını aşamayan sakatlardan “üstün” (bazen gayretiyle “insanüstü”). Ancak bu çelişkili figüre ilişkin mesele biraz daha karışıyor, çünkü sakatlığını “azim ve kararlılıkla” aştığı için “aşamamış” sakatların aksine takdir/ hayranlıkla karşılanmasını beklediğimiz bu figürün diğerlerinin tersine acımadan muaf olduğunu söylemek mümkün değil; kendisini “biz” normallere yakınlaştıran kahramanlığı ancak acınacak sakatlığı temelinde kahramanlıktır. Böylece, sağlamlar yaptığında hiçbir “haber değeri” olmayacak şeyler de (evlenmekten, müzik aleti çalmaya), sakatı (kısa süreli de olsa, zira bunun garantisi yok) “engelleri aşan kişi” kılar (hatta yerine göre bu tür performanslar diğerlerine nazaran tercih de edilebilir).
Bu hikayeleri farklılaştırmadan ele almak zor. Tartışırken somut örneklere bakacağımızı umuyorum. Ancak yaygın haliyle, sakatlıklarına rağmen “başarılıların” hikayelerinin kutsadığı şey kendileri değil, ekonomik, kültürel, bedensel sermaye dağılımı ve bunlara erişmek için zorunlu saydığı yetiler –bu yetilerin üretme biçimleri dahil – ile normal toplum görünüyor. Sakatlar “dahi” sağlamlık rejiminde geçerli “yetiler ve yaratma gücüne” sahip oldukları sürece “bizimle” eşit biçimde toplumun “bölünmez bir bütünü” olabiliyorlarsa, vaad herkes için geçerlidir. Bugünün temel figürü, sosyal güvenceye bağlanmadan kendi başına hayatını kazanan ve kuran girişimci kişilik de kişisel gelişim kitaplarının arasına üstün-kötürüm anlatılarını ekleyebilir (Titchkosky).
Söylemeye gerek yok, hayat standartları diye anılan şeye ilişkin her gösterge açısından en altta kalan bir grubun üyeleri arasında sürekli istisnai harikalar keşfedilmesinin kendisi trajik bir durum. Ayrıca bu tür hikayeleri ne kadar kısa tutarsanız, o kadar iyi. Aksi halde, bireysel aşma anlatınızı zora sokacak verilerle uğraşmak zorunda kalabilirsiniz. Sağlamlara nazaran işine ne kadar bağımlı ve girişken olduğu övülen çalışan dert yanmaya başlayabilir, profesörünüz toplumsal konumunu sakatlanmasının öncesinde garantilemiş olabilir, sporcunuz ancak sakatlığı sayesinde derece yaptığını belirtip sakat sporlarının değersizleştirilmesinden, hatta sosyal haklara getirilen kısıtlamalardan şikayet edebilir.
Kimlik olarak sakatlığa kendinde bir olumsuzluk addetmeyip, dünyada var olma biçiminizi yapılandıran, farklı ilişki ağları kurmanızı, farklı pratikler ve farklı “yetiler” geliştirmenizi sağlayabilen (Titchkosky), aşılması zorunlu da gerekli de mümkün de olmayabilecek bir beden durumu saydığımızda ise bu hikayelerin temeli de çöker; bunların bize şiir, dua, kılavuz olarak “okuttuğunu” anlamamız zorlaşır. Sadece neden illa da “aşmanızın” icap ettiğini sorgulamazsınız, kişisel anlatınız diğer sakatların hikayeleriyle ve sakatlığın toplumsal hikayesiyle de iç içe geçer. Sakatların toplumsal değer kazanmaları için neden bireysel “azim ve kararlılık” göstermek zorunda oldukları,** sakatlığın neden sağlamlık performanslarıyla telafi edilmesi gerektiği, neden çalışmanın veya belirli bir tür çalışmanın görev olduğu, üretkenlikten ya da yetiden ne anlaşılması gerektiği, sizinle aynı konumdaki insanlardan neden ayrı ve “üstte” olmanız gerektiği (“seni engelli gibi görmüyorum”) gibi sorular karşımızda hakiki sorular olarak belirir.
Elbette başarı hikayelerinde “neyin” başarısının kutlandığını sorgulamak, “aman bu hikayelere konu olmamak” için “aşamamış kurban sakat olalım” demek değil. Burada daha önce de değinilmişti, sakat mücadelesi dahil toplumsal mücadelelerin meselesi verili tercihler (ya da hazır üretim karakterler) arasında sanki bunu isteyince yapabilecekmişiz gibi doğru şıkkı işaretlemek değil; verili seçenekler demetini şıkların değeriyle beraber dönüştürmek. Bir yazarın dediği gibi, başarılı sakat temsillerini eleştirmek, sakatların “başarısının” sağlamlara göre “doğal olarak” (!) daha çok bireysel çaba gerektirdiği bir yapıyı ve sakatların hayatına anlamını bu yapının sınırladığı bir “başarıya” göre değer biçilmesini eleştirmek demek (Linton).
Tartışma için öneri: belki ilkin bu hikayelere somut örnekler üzerinden bakarız ve “başarıdan” ne anladığımızı konuşuruz.
*[/SIZE] Hatta artık kendi başına bir yazın türü saymamız gereken sakat ev hayvanları hikayelerine bakarsak, insan olup olmadığımız da fark etmez. Bizde de bu alanda kitap dahi basılıyor; ama şu hikayeyi özetleyeyim: Köpek Kahramanlar, Engelli Köpekler diye bu yıl ABD’de çıkan bir kitaptan: “İnanç (Faith) doğduğunda ön ayakları yoktu. Ama egzersiz sayesinde arka ayakları üzerinde yürümeyi ve koşmayı öğrendi.” İnanç artık sadece kendi mahallesindeki insanlara “sakatlığın onu hiçbir şeyden geri bırakmasına izin vermeyeceğini kanıtlayarak” “ilham vermekle” kalmıyor, ülkedeki birçok askeri üssü de ziyaret edip savaşa giden veya savaştan dönen askerlere “en büyük zorluklar karşısında dahi nelerin başarılabileceğini göstererek” ilham veriyor. İnanç ABD ordusunda onursal çavuş rütbesi dahi kazandı. Kitabın son cümlesi: “İnanç ve diğer köpeklerin kanıtladığı gibi, bir miktar yardımla ve büyük miktarda sevgiyle, her şey mümkün” .
** Bu en kişisel sayılan özelliğin dahi, sadece sınıf ve cinsiyete göre değil, sakatlık türüne ve o türe iliştirilen toplumsal-siyasal anlama göre değiştiğini de iddia edebilirsiniz – Anne Finger diye aktivist bir yazarın geçirdiği çocuk felcine ilişkin bir otobiyografisi var; ancak aşma anlatısına karşı bir gündemle yazdığı için kendinden mi bahsediyor, bir hastalığın toplumsal tarihinden mi, ayırt etmek güç. Çocuk felcinin sadece sakatlarca değil, tüm “toplum” hep beraber gayretle aşılması gereken bir hastalık sayıldığını, hastalığın bireysel deneyiminin ancak bu toplumsal-siyasal iklimde oluştuğunu anlatıyor.
1981 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’nın bastığı Sakatların Rehabilitasyon ve Eğitimi kitabı şöyle başlıyor: “Kişi tüm yetenekleri ve yaratma gücü ile toplumun bölünmez bir bütünüdür”. Nedense anayasanın 3. maddesiyle aynı kalıpta yazılmış (“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür”) bu cümlede kastedileni hemen anlıyoruz ama burada kitaptan da ayırıp anlamamaya çalışalım: Bir durum tesbiti mi yapılmış? Cümle, “keşke sakat vatandaşlarımız da topluma dahil olsalar” gibi bir istek, dilek mi? Sakatlar için bir tavsiye mi, ya da buyruk mu? (Kendini toplumdan ayrı saymayasın, dışlandığını düşünmeyesin, ya da sayamazsın, düşünemezsin). “Tüm yetenekleri ve yaratma gücü” ve “bölünmez bir bütün” neden yan yana? İlkine neler dahil, neler yetenek veya yaratma gücü değil? Kısaca, cümleyi okuduğumuzda içerildiğimizi mi düşünmeliyiz, dışlandığımızı mı?
Muhtemelen bu tür soruların cevabı hem biri hem diğeri, hem evet hem hayır ([SIZE=1]sakatlar kendileri üstüne söylenenlerin muğlaklığına, içerme iddiasının dışlama arzusuyla beraber dillendirilmesine zaten alışık. Sakatlık üstüne bu şekilde konuşma sanatını iyi icra edemiyorsanız, konuşmamanız gerekir, en son Akbulut örneğindeki gibi; ancak sanatın kendisi, bu milletvekilinin kendi partisindeki arkadaşlarından da bildiğimiz üzere, hala iş yapıyor[/SIZE]). Burada da sakat topluma “buyur edilir"; bütünün gerektirdiği “yetenekler ve yaratma gücüyle” topluma birim bütün olarak dahil olur, olmalıdır, olmuştur: Vaziyet budur, gereken zaten budur; deklare edilen de ancak budur.
ABD başkanlarından zanaatkarlara, sazdan gitar ustalarına, sadece hayatlarının ne kadar güzel olduğunu anlatarak kariyer sahibi olan profesyonel konuşmacılardan, kariyer sahibi iş adamlarına, ressam, şair, yazar, akademisyenlere, kendi köylerinin yıldızları sakat sporculara, evlenip çocuk sahibi olan sakat çiftlere dek “başarı hikayeleri” kendi içinde farklılaşıyor. Öyle ki hangi hikayelerin hangi konumdaki (sınıf, cinsiyet vb.) sağlam ve sakatlara hitap ettiğini bulmak dahi çok ilginç olurdu. Ancak aynı zamanda başarı hikayelerinin ortak işlevlerinin bize sürekli girişteki daveti, isteği-dileği, buyruk-şartı, deklare edildiği sürece geçerli olacak vaziyeti (hepsi aynı önemde) “okutmak” olduğunu sanıyorum. “Engelini aşan engelli” haberlerini sakat-sağlam hep beraber şiir, dua, reklam, kılavuz gibi okuyoruz, bir tek haber gibi değil.
Herkes kafasından bir başarılı sakat hikayesi uydurabilir; temel öğeleri biliyoruz. Kendi tıkırında giden bir hayat sakatlık darbesine maruz kalır. Bu tarih-öncesinde; sosyal, ekonomik durumumuz ne, kaç yaşındayız, hatta doğduk mu, doğmadık mı vs., fark etmez.* Sakatlık, bireyin başına gelen, onun birim bütünlüğünü yaralayan, onu başkalarına bağımlı bırakan, hayatını bozan bir kayıptır ve yegane anlamı olumsuzluğundadır. Sakatlığın sağlamcı ideolojideki temel bir işlevi hemen bu noktada belli olur: Sakatlık ne kadar doğal bir olumsuzluk ise her tür toplumsal-siyasal belirlenimden bağımsız saf bir sağlamlık da kendinde olumludur. Sakatların başarı hikayeleri böylece diğer hiçbir kimlik ve konum için bu ölçüde dillendirilemeyecek bir anlatıyı mümkün kılar – ki sakat sağlam herkese bu kadar hevesle pazarlanmalarının başlıca nedenlerinden biri bu olsa gerek: Sakatlık kaybının telafisi toplumsal hiyerarşide “kendinize ait” konuma kavuşmanızı sevinçle karşılanacak bir mucize kılacaktır (örneğin, sağlam bir erkeğin işçi olması böyle reklam edilmez). Hikayemiz uzunca ise, bir süre kahramanın bedenindeki “engellilik” tarafından ele geçirilmesine değinmeniz gerekir. Engellinin engele karşı yürüttüğü iç savaşın bu aşamasında da tüm dış göndermeler paranteze alınır. Kendinde olumsuz saysak bile bir beden durumunun mantıken “engel” haline gelmesi için, öyleyse bir “engelini aşma” anlatısını baştan kurabilmeniz için, bu durumu “engel” kılacak bir çevre gerekirdi. Oysa en geniş anlamıyla (mimariden eğitime, istihdamdan kültürel kabullere) bu çevre, tamamen silinmediği halde, hikayenin arka planına atılarak önemsizleştirilir. Zira kahramanımız, sakatlığına karşı asıl mücadelede yeterli azim ve kararlılığa sahip olduğu sürece, “diğer engeller” ona vız gelecektir.
Böylece hikayemizin sonunda ([SIZE=1]gazetelerde ve televizyonlarda sıklıkla sadece bu bölüm yer alır; önceki bölümleri var saymamız icap eder[/SIZE]), bedenine karşı muzaffer sakat ortaya çıkar. Sakat hareketinin ironiyle “üstün-kötürüm” diye adlandırdığı bu figürün tam olarak ne yapacağını belirlemek/sınırlandırmak zor. Fakat iyi bir iş sahibi de olsa, şarkı da söylese, erişilmez dağların zirvelerine de çıksa üstün-kötürümün işlevi yapıp ettiklerinde değil, simge olmasındadır. Kendisi ete kemiğe bürünmüş bir duyuru ve ilhamdır. Sakatın da normal(-miş gibi) olabileceğini bildirir. Duyuruyu anlamamızın koşulu belli: sakatlığı kendinde anormal sayacağız, üstün-kötürümü de sakatlıklarını aşamayan sakatlardan “üstün” (bazen gayretiyle “insanüstü”). Ancak bu çelişkili figüre ilişkin mesele biraz daha karışıyor, çünkü sakatlığını “azim ve kararlılıkla” aştığı için “aşamamış” sakatların aksine takdir/ hayranlıkla karşılanmasını beklediğimiz bu figürün diğerlerinin tersine acımadan muaf olduğunu söylemek mümkün değil; kendisini “biz” normallere yakınlaştıran kahramanlığı ancak acınacak sakatlığı temelinde kahramanlıktır. Böylece, sağlamlar yaptığında hiçbir “haber değeri” olmayacak şeyler de (evlenmekten, müzik aleti çalmaya), sakatı (kısa süreli de olsa, zira bunun garantisi yok) “engelleri aşan kişi” kılar (hatta yerine göre bu tür performanslar diğerlerine nazaran tercih de edilebilir).
Bu hikayeleri farklılaştırmadan ele almak zor. Tartışırken somut örneklere bakacağımızı umuyorum. Ancak yaygın haliyle, sakatlıklarına rağmen “başarılıların” hikayelerinin kutsadığı şey kendileri değil, ekonomik, kültürel, bedensel sermaye dağılımı ve bunlara erişmek için zorunlu saydığı yetiler –bu yetilerin üretme biçimleri dahil – ile normal toplum görünüyor. Sakatlar “dahi” sağlamlık rejiminde geçerli “yetiler ve yaratma gücüne” sahip oldukları sürece “bizimle” eşit biçimde toplumun “bölünmez bir bütünü” olabiliyorlarsa, vaad herkes için geçerlidir. Bugünün temel figürü, sosyal güvenceye bağlanmadan kendi başına hayatını kazanan ve kuran girişimci kişilik de kişisel gelişim kitaplarının arasına üstün-kötürüm anlatılarını ekleyebilir (Titchkosky).
Söylemeye gerek yok, hayat standartları diye anılan şeye ilişkin her gösterge açısından en altta kalan bir grubun üyeleri arasında sürekli istisnai harikalar keşfedilmesinin kendisi trajik bir durum. Ayrıca bu tür hikayeleri ne kadar kısa tutarsanız, o kadar iyi. Aksi halde, bireysel aşma anlatınızı zora sokacak verilerle uğraşmak zorunda kalabilirsiniz. Sağlamlara nazaran işine ne kadar bağımlı ve girişken olduğu övülen çalışan dert yanmaya başlayabilir, profesörünüz toplumsal konumunu sakatlanmasının öncesinde garantilemiş olabilir, sporcunuz ancak sakatlığı sayesinde derece yaptığını belirtip sakat sporlarının değersizleştirilmesinden, hatta sosyal haklara getirilen kısıtlamalardan şikayet edebilir.
Kimlik olarak sakatlığa kendinde bir olumsuzluk addetmeyip, dünyada var olma biçiminizi yapılandıran, farklı ilişki ağları kurmanızı, farklı pratikler ve farklı “yetiler” geliştirmenizi sağlayabilen (Titchkosky), aşılması zorunlu da gerekli de mümkün de olmayabilecek bir beden durumu saydığımızda ise bu hikayelerin temeli de çöker; bunların bize şiir, dua, kılavuz olarak “okuttuğunu” anlamamız zorlaşır. Sadece neden illa da “aşmanızın” icap ettiğini sorgulamazsınız, kişisel anlatınız diğer sakatların hikayeleriyle ve sakatlığın toplumsal hikayesiyle de iç içe geçer. Sakatların toplumsal değer kazanmaları için neden bireysel “azim ve kararlılık” göstermek zorunda oldukları,** sakatlığın neden sağlamlık performanslarıyla telafi edilmesi gerektiği, neden çalışmanın veya belirli bir tür çalışmanın görev olduğu, üretkenlikten ya da yetiden ne anlaşılması gerektiği, sizinle aynı konumdaki insanlardan neden ayrı ve “üstte” olmanız gerektiği (“seni engelli gibi görmüyorum”) gibi sorular karşımızda hakiki sorular olarak belirir.
Elbette başarı hikayelerinde “neyin” başarısının kutlandığını sorgulamak, “aman bu hikayelere konu olmamak” için “aşamamış kurban sakat olalım” demek değil. Burada daha önce de değinilmişti, sakat mücadelesi dahil toplumsal mücadelelerin meselesi verili tercihler (ya da hazır üretim karakterler) arasında sanki bunu isteyince yapabilecekmişiz gibi doğru şıkkı işaretlemek değil; verili seçenekler demetini şıkların değeriyle beraber dönüştürmek. Bir yazarın dediği gibi, başarılı sakat temsillerini eleştirmek, sakatların “başarısının” sağlamlara göre “doğal olarak” (!) daha çok bireysel çaba gerektirdiği bir yapıyı ve sakatların hayatına anlamını bu yapının sınırladığı bir “başarıya” göre değer biçilmesini eleştirmek demek (Linton).
Tartışma için öneri: belki ilkin bu hikayelere somut örnekler üzerinden bakarız ve “başarıdan” ne anladığımızı konuşuruz.
*[/SIZE] Hatta artık kendi başına bir yazın türü saymamız gereken sakat ev hayvanları hikayelerine bakarsak, insan olup olmadığımız da fark etmez. Bizde de bu alanda kitap dahi basılıyor; ama şu hikayeyi özetleyeyim: Köpek Kahramanlar, Engelli Köpekler diye bu yıl ABD’de çıkan bir kitaptan: “İnanç (Faith) doğduğunda ön ayakları yoktu. Ama egzersiz sayesinde arka ayakları üzerinde yürümeyi ve koşmayı öğrendi.” İnanç artık sadece kendi mahallesindeki insanlara “sakatlığın onu hiçbir şeyden geri bırakmasına izin vermeyeceğini kanıtlayarak” “ilham vermekle” kalmıyor, ülkedeki birçok askeri üssü de ziyaret edip savaşa giden veya savaştan dönen askerlere “en büyük zorluklar karşısında dahi nelerin başarılabileceğini göstererek” ilham veriyor. İnanç ABD ordusunda onursal çavuş rütbesi dahi kazandı. Kitabın son cümlesi: “İnanç ve diğer köpeklerin kanıtladığı gibi, bir miktar yardımla ve büyük miktarda sevgiyle, her şey mümkün” .
** Bu en kişisel sayılan özelliğin dahi, sadece sınıf ve cinsiyete göre değil, sakatlık türüne ve o türe iliştirilen toplumsal-siyasal anlama göre değiştiğini de iddia edebilirsiniz – Anne Finger diye aktivist bir yazarın geçirdiği çocuk felcine ilişkin bir otobiyografisi var; ancak aşma anlatısına karşı bir gündemle yazdığı için kendinden mi bahsediyor, bir hastalığın toplumsal tarihinden mi, ayırt etmek güç. Çocuk felcinin sadece sakatlarca değil, tüm “toplum” hep beraber gayretle aşılması gereken bir hastalık sayıldığını, hastalığın bireysel deneyiminin ancak bu toplumsal-siyasal iklimde oluştuğunu anlatıyor.