Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Sakatlık, Kaçak Bir Yolculuktur [Tartışma]

Kalem

Emektar Üye
Üyelik
18 Tem 2010
Konular
108
Mesajlar
11,867
Reaksiyonlar
0
[FONT=Arial][FONT=inherit]Melek Kalem
Hür Bakış

[/FONT][/FONT]
Tamam, anladık daha anne karnında sakat olduğumu/sakatlığı tespit ettiniz. Peki, niçin dünyanızda bana yer olmasın, söyler misiniz? Sağlam olsam pasaportsuz giriş hakkım var dünyaya. Peki, sakatım diye yüzleriniz niçin asılıyor? Niçin kahredici bir felaket gibi karşılanıyorum?

Kusura bakmayın ama bu kahredici felaketi size -sakat bir çocuk olarak- asırlardır yaşatıyorum. Biliyorsunuz önceleri anne karnındayken sakat olduğum tespit edilemiyordu. Pasaport kontrolü gibi bir imkân yoktu ellerinde yani. Peki, serbest dolaşma hakkımı veriyorlar mıydı? Hayır.

Olmadık yöntemlerle geri postalanıyordum. Ormanda tek başıma da bırakıldım, kuyuya da atıldım, yakıldım da. Bir sürü saçma yöntemle geri iade edildim durdum. Başarılı oldular mı peki? Elbette hayır. Dışarıdan anlaşılmayan bir rahatsızlığım varsa baya da cirit atma şansı buluyordum. Anladıkları an tekmeyi yiyordum tabi. Ruhuma giren şeytanı çıkarmak için postaladılar mesela. Deliymişim, bir sürü acayip kılıkta dolaşırmışım, acayip bir yaratıkmışım, normal değilmişim işte. Onlar çok normaldi sanki! İnsan ateşe verilerek yakılır mı be! El insaf!

Yani asırlardır ben -sakat bir çocuk/erişkin olarak- bu yolculuğa çıkıyorum. İsteseniz de istemeseniz de dünyanıza dahil oluyorum.
Ayrıca dünü çok çabuk unutuyorsunuz. “Bugün tıp gelişti elimizde imkân çok.” diyerek ancak kendinizi avutuyorsunuz. Dün tıp gelişmiş değildi, doğru. Elbette vize kontrolüm yapılamıyordu ama dedim ya tespit edilince öldürülüyordum zaten. Bu ölümlere rağmen zamanın her diliminde bıkmadan usanmadan bu yolculuğu yapıyorum, aranızda yaşıyorum.

Anlayamadığım bu yolculuğa bozulan sizler, sakat insanı doğurmak/oluşturmak için niye o kadar çabalıyorsunuz? Tamam, madem sakatlık zor, madem dünyanız sakatlık için uygun değil, o halde niye kendiniz sakatlığı yaratıyorsunuz? Sakatlığı illa siz doğuracaksınız! Biz kendimiz her insan gibi doğum yolunu kullanarak dünyanıza giriş yapamayacağız, illa siz ihsan edeceksiniz öyle mi? Kapıyı kapatıyorsunuz ama bacayı açıyorsunuz, lütfediyorsunuz yani!

Savaşıyorsunuz. Geçmişte savaştığınız gibi. Savaşların ölüm ve sakatlıkla sonuçlandığını bile bile yapıyorsunuz bunu. Katliamlara imza atıyorsunuz. Daha Dün Halepçe’de kaç insanı öldürdünüz? Kaç kişi sakat kaldı acaba orada? Dünyanın her bir yerinde insanları fırınlarda da yaktınız, ateşlere de verdiniz, atom bombası da attınız, her haltı yaptınız sakat bırakmak için!
Sakat bebek gelecek diye dünyaca çalışıyorsunuz ama sakat kalacaklar diye telaşınız bile yok. Belki de sakatlık gibi bir derdiniz yok! Ne dersiniz?

Sorununuz; dünyanın sadece sizin vize verdiklerinize ait olması, geri kalanın da dünyadan postalanması olabilir mi?

Sakatlık sorununuz olsaydı savaşlara, katliamlara karşı çıkardınız. Bomba, kurşun üretmezdiniz. İnsanları dışlayarak, lanetleyerek, işkence yaparak, delirtmezdiniz! Gerçi savaş da olmasa ya düşerek ya yuvarlanarak ya başka bir şekilde yine dâhil oluyoruz dünyanıza ayrı mesele (bu da sakatlığın baca girişi/size lütfü).

Başta dedim ya kahredici bir felaketi asırlardır yaşatıyorum size. Size felaket olabilir bu. Ama şahsen sakat bana değil. Daha anne karnında dünyayı hissediyorum. Bütün hücrelerimle yaşamı hissediyorum. Anne karnında beni öldürmeye kalktığınızda bir eşya gibi bozulmuyorum, çürümüyorum yani. Sizler gibi öldürülüşü tadıyorum. Ölüyorum. Öldürdüğünüzü biliyorum o an.

Öldürseniz de yaksanız da bir şekilde yanınızda kolsuz, bacaksız, kör, topal, cüce halimle cirit atmaya devam edeceğim.
Gerçi sadece sakat benle derdiniz yok bunu da biliyorum. Siz dünyayı parsellemişsiniz. İlla tanrıcılık oynayacak ve dünyaya çekidüzen vereceksiniz. İstediğiniz ırklar, istediğiniz diller, istediğiniz cinsler, istediğiniz dinler yaşayacak sadece.
Bir insan çizmişsiniz. Masaya yatırıp ölçülerini almışsınız. Boyu şöyle, kilosu böyle, ahlakı şöyle olsun diye kriterleri belirlemişsiniz. Güzel konuşacak, güzel yazacak, akıllı olacak, koşacak, güzel olacak vs birçok “normal ” saydığınız kurgularınızı dayatmışsınız. Kıyafetinden tutun yediğine içtiğine bile ayar çekip, yontmuşsunuz.

Farklı olanı da linç edip boğuyorsunuz. Terörist, hırsız, katil, ırk, dil, din vs bilumum suçlardan damgayı basıyorsunuz. Lanetliyorsunuz. Tıpkı sakat bana yaptığınız gibi!

Lakin onlar da kaçak yolcu işte. İnanın anne karnında tespit edilseydi ne oldukları, vize vermezdiniz onlara da! Durumu anladığınızda ise yine de geç kalmıyorsunuz maşallah! Sakat beni ormanda ölüme terk eden babam gibi!
Uçakları hazırlıyorsunuz, bombalıyorsunuz. Lanetliyorsunuz, dışlıyorsunuz. Anlatamam onca kahredici zulmünüzü. Yahu bir ırkın anadiline bile tahammülünüz yok! Daha ne deyim!

İsteseniz de istemeseniz de bütün renklerimizle bu dünyaya girişimiz olacak! Şimdi bu gerçeği kabullenin, yeryüzünü parsellemekten vazgeçin. O şehirler, bu dünya, sizin babanızın tapulu malı değil!
 
Evet bu dünya kimsenin tapulu mali değil.ben öleceğim de sız bakımı kalacaksınız. Ben belki daha erken öleceğim ama sizin benden önce ölmeyeceğiniz ne malum.garanti belgemizmi var.
 
Vicdanen Red Hakkımı Kullanıyorum.. Karşılıklı değilmi sonuçta!
 
Sakat Beden/Kim Bilir Hangi Gönüldür Durağın?
Melek Kalem

Ne kadar yordular seni, ne çok canını yaktılar senin değil mi?

Sapsarı saçların vardı. Narin bedeninle bir değneğe tutunurdun. Adın topala çıkmıştı. Seni görünce kaçışırlardı. Şaşkın baka kalırdın onların ardından.

Değneğine tutunarak yukarıdaki tepeye çıkardın. Otururdun, değneğini kenara koyardın, saçlarını savururdun. Göğe bakardın ve bir aşk türküsü çığırırdın. En çok çığlığının ölmesinden korkardın. Bu yüzden parmaklarınla farkında olmadan toprağı karıştırırdın. Aslında acını yazardın.

Karma karışık saçların vardı. Elbisen yırtık ve kirliydi. Yüzünde çamur vardı. Sokakta sana “Deli kadın!” diyenlere değneğinle cevap verirdin, onlar da sana. Hırpalarlardı seni, canın çok yanardı.

Etrafındaki kadınlara bakardın. Sana benzediklerini bilirdin. Farkında olmadan saçlarını düzeltir, yüzünü temizlemeye çalışırdın. Onlar gibi yürümeye kalkardın. Ama ardından bir meydan dolusu insan, taşla kovalardı seni. Yıkılırdın, ellerindeki kana bakardın.

Canının yandığı o gün, apansız çığlıklar attığın o gün, hakkında hüküm verilmişti. Saçlarından sürüklenirken ateşten meydana, acıyla bakıyordun. Farkında olmadan külünle birlikte çığlığını savurdun.

Saçların yoktu senin hiç. Her yerin, yüzün, başın yara içindeydi. Vücudundan yaralar sarkardı. Yaralarının çıktığı gün, güneşi görmen yasaklanmıştı. En son öleceğin gün, güneşi görmüştün. Güneşi gördüğün gün de fırında yakılmıştın zaten.

Saçların simsiyahtı senin. Gözlerin ufacıktı ama içi gülerdi. Ellerin de ufacıktı. Bedenin yıllarca şiltede yatmaktan bitap düşmüştü. Duvardaki delikten sızan güneşe bakardın. O ışık süzmeleriyle oyun oynardın. Üstüne atlar dağlara çıkardın. Hayatının tek çıkış kapısıydı o duvardaki delik. Yatağın temizlenmezdi. Yatağın çok pis kokardı. Kapı açılır, köpeğe yem verirler gibi bir tas uzatırlardı sana. Mezar gibi bir yerdi zaten yattığın yer. Yerde bir şiltenin üstündeydin ama sen çimen düşlerdin. Çimenlerden yuvarlanarak tası alırdın. Karnını doyurur, gülümserdin.

Dışarıdaki hayatı merak ederdin hep. Başka insanlar nasıldı hiç bilmezdin. Kapıdan tası uzatan bir yaşlı kadın elinden başka kimseleri görmedin. O pis kokulu yerden ışık süzmesine atladın gittin bir gün.

Cüceydiniz, deliydiniz, topaldınız, yaralıydınız. Kör, sağır, dilsiz, felçli, kambur, bacaksız, kolsuz binlerce hayat dolu kadındınız. Saçlarınız vardı renk renk. Gözleriniz vardı pırıl pırıl. Bedeniniz bazen zayıf, bazen şişman, bazen eğik, bazen dik, bazen yatalaktı.

Elbiseleriniz bazen temiz, bazen yırtık, bazen çamurdu. Ama hepiniz çok severdiniz çiçekleri. Hepiniz baharı severdiniz. Hepiniz güneşi, hepiniz çılgınlar gibi yaşamı severdiniz.

Hepinizin bir uzak ülkesi vardı. Bu uzak ülkenin köylerinde, dağlarında, ovalarında pınarlar dibinde bir aşk beklerdiniz. Aşkı koynunuza alır uyurdunuz. Çığlığınız hep bir aşk türküsüydü.
Uzak ülkeniz hep aşk kokardı.

Uzak ülkenizde görmeyen gözler için bir cam bulurdunuz. Takardınız gözlerinize, görürdünüz. Ya da görmeseniz de olurdu. Nasılsa rahatlıkla dolaşabildiğiniz bir ülkeydi bu. Köyleri, ovaları ansızın bir uçuruma/çukura atmazdı sizi.

Uzak ülkenizde sizi şilteden alıp güneşe çıkaran bir sandalyeniz olurdu. Üstüne otururdunuz, sandalyenin tekerlekleri açılırdı, güneşi kucaklardınız.

Uzak ülkenizin değnekleri süslüydü. Hemen kırılmıyordu, canınızı acıtmıyordu.

Uzak ülkenizde her sorununuza bir çözüm buluyordunuz. Bütün yollar güneşe çıkıyordu. Bütün mevsimler bahardı. Her yer iliklerine kadar “yaşam” kokuyordu.

Bugün aslında dündü.

İki bastonuyla bir güzel gelmişti İstanbul’a dün.

Bastonları şıktı. Saçları dalgalı ve bakımlıydı. Gözleri maviydi. Elinde bir fotoğraf makinesi vardı. Süleymaniye’ye baktı ve bu güzelliği kayda geçirdi.

Yanındaki arkadaşıyla Teras Cafe’ye çıktı sonra. Merdivenler dikti ama ucunda İstanbul’u seyretmek vardı. Hayat dolu çıktı merdivenleri bastonlarıyla. Bir masa çevirdi arkadaşına. Arkada Süleymaniye, önünde İstanbul Boğazı, yanında da arkadaşı/ben…

İki müzisyen, müzik ziyafeti vermek için izin istedi bu güzelden. Kaçar mı müzik ziyafeti?

İzin verdi gülümseyerek.

İki sandalye çektiler masaya ve başladılar çalmaya:

“Bir kızıl goncaya benzer dudağın, açılan tek gülüsün sen bu bağın, kurulur kalplere sevda otağın, kim bilir hangi gönüldür durağın…”

Müziği duyuyordu, o tepedeki değnekli topal kadın. Müziği duyuyordu ateşte yanan deli ve yaralı kadın. Müziği duyuyordu duvardaki delikten, şiltedeki felçli kadın.

Mevsim bahardı.
 
Üst Alt