Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Senai Demirci

Fırtına

Aktif Üye
Üyelik
12 Haz 2007
Konular
52
Mesajlar
1,117
Reaksiyonlar
0
hoş geldin ey suskun sevgilim;
tut sözünü; sus.. mühürle dudağımı, sesimi tut, lâl eyle çığlıklarımı.. nahoş avazların uçurumlarından çek dilimi.. yalanların kuyularından çekip çıkar nefeslerimi.. göklü söz ağaçlarının bengisuyuna kat hecelerimi...

hoş geldin ey yüzü gamzelim;
b/akışının menzilinde tut gözlerimi.. tir-i müjgan dokunuşlarınla delik deşik et kibrimi.. gör (e) meyip de seni, göster (e) meyip de yanımda yöremde, görür gibi huzurunda tut çaresiz yetimliğimi...

hoş geldin ay yüzlüm benim;
tut saçlarımın kakülünden, kaldır yüzümü yerden.. utancımı tebessümünün kıvrımlarına dola, yut.. pişmanlığımı gül yanağının yamaçlarına sar, uyut.. dağıt neşemin saçlarını, hüznün tenine yasla umarsızlığımı...

hoş geldin ey hesapsız sevincim;
tut elimi.. avuçlarında tut uzanamadığım uçurum çiçeklerimi.. geri ver uzak dal uçlarına terk ettiğim huzur meyvelerimi.. tut Ferhad’ımın elinden, şirin vuslatların köyüne taşı yüreğimi.. tut züleyha’mın elini, önü/ardı yırtık gömleklerin kuyusuna zindanına düşürme nefsimi...

hoş geldin ey ruh ikizim;
tut, ardında tutulduğum aynalara tut yüzümü.. tut ki aynalarda avuntu bulamayan, bakışlarında kendini tanımayan, özlediğinde kendine varamayan, yüzünü yakmış bir hastayım.. gözbebeğinde tut beni.. ayıplamadan, tiksinmeden bakışının ışığından yüz ver bana.. tut ki resimli el ilanları asılmış bir kayıp çocuğum; duvar diplerine asılı umarsız bakışların kovduğu bir lüzumsuzum.. tut kolumdan, ardın sıra sürükle, yuvama götür.. tut ki mürekkebin hiç hatırını sormadığı yırtık bir kâğıt, kalemin hiç içmeyeceği unutulmuş bir sözüm.. aklında tut beni; diline dola, dudağına değdir, cümlede kullan, tut bir şiire kafiye eyle beni.. tut ki üzerindeki rakamları ciddiye alınmayan kalp parayım.. elinde tut, say beni, inci mercana sat beni.. ışığa tut yüzümü; sahih kıl beni...

hoş geldin ey son tesellim;
göz yaşımı yanağında tut, taç yapraklarına taşı ağlayışımı.. şehvetin kirinden sıyır, tenin tozundan ayıkla kalbimi...

hoş geldin ey kalbimin göğü;
tut kanatlarımdan, rahmete yapıştır teleklerimi, yücelere yükselt bedenimi.. yağmurları tut sakla hüznümün bulutlarında...

hoş geldin ey bin bahar neşesi;
tut elimden sımsıcak, karanfillerin kûyuna götür beni, güllerin suyuna kat demimi, demkeş eyle gönlünün pervazına kalbimi...

hoş geldin ey ışıltılı libasım;
tut yakamdan, giy beni, giyindir beni, ört bencilliğimi, üşümeye terk etme bendeni.. omuzlarıma sarıl şal gibi, rızana razı eyle beni...

hoş geldin ey kan davalım;
tut (i) ki yakamdan, tutukla beni, yetimlerin yüzüne çalıp pare pare eyle cimriliğimi.. bağla ayağımı yokluklara gitmekten.. bileklerimi kelepçele, yasakla ellerime biriktirmeyi...

hoş geldin ey açlığım;
tut ve at sahte doymuşluklarımı, teni üzerimden sıyırıp ruhun semâsına savur beni.. çıplak bırak cümle duyarsızlıklardan.. yırt at yüreğimdeki yalancı tesellileri...

hoş geldin ey sırdaşım;
tut beni, sobele.. saklandığım yerde bul beni.. şehrayinlere kat.. gizlice kaçır evden.. mahyaların ışığına kat gözlerimi.. kan/dillerin fısıltılarını lerzan gönüllere karıştır.. kanlıyı hunrîz ile barıştır ki ihanetler yatışsın, nefretler sönsün, yalnızlıklar sussun...

hoş geldin ey gam telim;
tut getir o mahur besteleri.. notaların ahengine böl kırgınlıklarımı.. şarkı eyle, ezberinde tut kırık sözlerimi.. mızrabının ucunda titretiver yüreğimi, aşka sürgün et kelimelerimi, göklü salkımından emzir kuşluk vaktimin ümitlerini...

hoş geldin ey güz yağmurum;
sağanağına tut bu çorak gönlü.. seline kat yangınlarımı.. damla damla denize at kanayan yanlarımı.. içimde uyuyan tohumları uyandır, baharlara taşı/r yüreğimi.. hüznümün sarı yapraklarını toprağa kat...

hoş geldin ey orucum;
acıktım sana; sofrana oturt beni
acıttım içimi; göğsünde avut beni
aktım sana; damla damla yut beni
aldandım sahte ışıklara; beşiğinde uyut beni
ağular içtim bal kâselerinden; döşeğinde sağalt beni
azaldım nisyanlar içinde; gözlerinde çoğalt beni
ağına düştüm isyanların; tut elimi, doğrult beni
ağzına düştüm yalanların; tut dilimi, doğruda tut beni
ayartısına kandım anlık sevdaların; tut gözlerimi, körelt beni
arı duru kalamadım, bulandım; el üstünde tut pişmanlıklarımı, durult beni.. tut beni

Senai Demirci
 
uzun ince bir yolda yürüyorum.. sevdiğime giden yolda.. yürürken, ayağıma incecik bir şeyin battığını farkettim.. ah evet, bir virgüldü bu.. benden önce okuluna giden bir öğrencinin kitabından düşmüş olmalıydı.. ah, şu çocuklar, ilk okumaya başladıklarında virgülleri gereksiz görürler.. yeni yeni tanıdıkları kelimelerin arasında ayrık otu gibi duran bu tuhaf garip şeyleri pek sevmezler.. yazarken de en çok virgülleri unuturlar.. hemen cebime attım bulduğum ilk virgülü.. böylece sevdiğime daha çok şey söyleyebilecektim.. daha uzun cümlelerle ifade edebilecektim kendimi.. ona iltifat ederken bir çok güzel sıfatı arka arkaya sıralayabilirdim...

aralarında virgüller olan güzel sıfatların hepsini ona söyleyebileceğimi düşününce, sevinçle bağırmak istedim.. içim içime sığmıyordu “ne güzel” diye bağıracaktım ki, boğazım düğümlendi.. duygularımı haykıramadım.. tam o sırada, elime sıcak bir şey dokundu.. evet, bir ünlem işaretiydi bu! biraz önce yoldan bağıra çağıra geçen gençlerin ağzından düşmüş olmalıydı.. ah şu gençler.. olur olmadık yerde ünlem kullanırlar.. ağızlarında sakız gibi çiğnerler ünlemleri.. heyecanlarını ünlemlerin sivri uçlarına asarlar.. ben de kulağıma küpe yaptım bulduğum iki ünlemi.. artık haykırabilirdim aşkımı.. hep tek düze konuşmak yerine, heyecanlarımı sevgi sözlerine yükleyebilirdim...

yürümeye devam ettim.. kendimden emindim.. bütün sorularını cevaplamış, bütün şüphelerini gidermiş bir yetişkin olarak adımlıyordum tozlu yolu.. derken, saçlarıma bir şeylerin takıldığını farkettim.. elimle çekip aldım.. bunlar soru işaretleriydi.. biraz önce altından geçtiğim ağacın dallarından bulaşmış olmalıydılar saçlarıma.. avucumda karınca gibi kıpır kıpır dolaşıyorlardı.. hemen avucumdan atmak istedim.. yolun kenarında akan dereye doğru savurdum.. ama nafile.. avucuma yapışmışlardı.. avucumdan fırlatabildiklerim de pıtırak gibi elbisemin orasına burasına yapışıverdi.. etrafıma baktım.. benden önce bir bilge yürümüş olmalıydı bu yoldan.. düşünceli ve sessiz bir bilge.. soru işaretlerini herkesin başının değebileceği bir ağaç dalına takmış olması bilgece bir işti.. oysa benim soracak bir şeyim yoktu sevdiğime.. çaresiz, soru işaretlerini alıp saçlarıma taktım yeniden.. öyle ya, belki sevdiğim sormak isterdi.. sevgililerin soru sormasının nedeni, sorunun cevabını bilmemeleri değildir.. cevabı bir kez daha duymak içindir.. o halde sevdiğime hediye edebilirdim soru işaretlerini.. defalarca “beni seviyor musun” diye sorması için.. ben de her soru işaretinin olduğu yerde aşkımı bir defa daha ifade edebileceğim.. evet, evet, bundan eminim.. soru işaretlerinin hepsini ona hediye edeceğim...

yürümeye devam ettim.. sürprizlere alışık olmalıydım.. en azından şaşkınlıklarım için benim de birkaç soru işaretine ihtiyacım olacaktı.. az sonra, yüzüme küçük ve serin bir şeylerin dokunduğunu hissettim.. sanki gökten düşüyor gibiydiler.. gözlerimi kaldırdığımda bulutlar dikkatimi çekti.. hayır, yağmur yağmıyordu.. parmağımın ucuyla yokladım ‘iki nokta üstüste’ işaretiydi bu! bulutların arasına saklanmış olmaları son derece anlamlıydı.. insanlar yıllardır bulutların önüne ‘iki nokta üstüste’ koyarak beklemişlerdi yağmuru, karı ve doluyu.. hep şöyle düşünmüşlerdi meselâ “bulut: yağmur yağacak ” ya da şöyle düşünmüşlerdi “bulut: kar yağacak” yeryüzünde pek az insan ‘iki nokta üstüste’yi işine yarar görüyordu.. çünkü ‘iki nokta üstüste’yi kullanmak için ara sıra durup düşünmek gerekiyordu.. soru işaretinin yanına yerleştirdim özenle.. bak, bu işime yarayabilir diye düşündüm.. bazen sözlerimin sebebini, davranışlarımın gerekçesini açıklamam gerekebilirdi.. iki nokta üstüste’yi yanımdan ayırmamalıyım...

az sonra yol kenarında bir ağacın dibinde unutulmuş bir ‘üç nokta’ gördüm.. benden önce buradan geçmiş biri düşürmüş ya da unutmuş olmalıydı.. noktalama işaretleri içinde yetişkinlerin en az ihtiyaç duyduğu ‘üç nokta’ydı.. çünkü ‘üç nokta’ susmak için gerekiyordu.. öyle sıradan susmalarda değil, düşünceli suskunluklarda lazım oluyordu.. bu yüzden bolca ‘üç nokta’ bulabilirsiniz yollarda, kaldırımlarda.. çünkü düşünceli suskunluklar ya bebeklerin işidir ya da gün görmüş yaşlıların.. aradakiler ancak konuşarak anlaşabileceklerini sanırlar.. oysa, bazen susmak ve ‘üç nokta’nın müsaade ettiği derin boşlukta göz göze bakışmak binlerce sözcüğün söylediğinden fazlasını söylerdi.. birden içim ısındı ‘üç nokta’ya.. dilimin altında erittim “sus.. sus ki, söz bakışı bulandırır” diye okumuştum bir keresinde “sus..” dedim yüreğime...

biraz ilerde bir çiçeğin üzerindeki tırnak işaretlerini görünce heyecanlandım.. susmak kadar konuşmak da güzel olabilir diye düşünmeye başladım.. çiçekler adına “vız vız” konuşan arılar ya da “cırcır” böcekleri bol bol tırnak işareti bırakırlardı oraya buraya.. bana lazım olur mu diye düşündüm “neden olmasın” dedim.. benden önce söylenmiş nice güzel sözleri ben de tırnak içinde sevdiğime söyleyebilirdim.. toplayabildiğim kadar çok tırnak işareti topladım...

yolun sonunda bir karınca yuvası dikkatimi çekti.. yüzlerce karınca siyah noktacıklar taşıyorlardı yuvalarına.. şaşırdım.. elime tırnak işaretini ve soru işaretini alıp “neden ben de düşünemedim” dedim.. söylediklerimin sonunda nokta olmazsa, kendimi tam olarak anlatamazdım ki!

“seni seviyorum” dedim heyecanla...

yüzüme baktı...

beni ilk defa görüyormuş gibi şaşkınlıkla cevap verdi...

“beni seviyor musun” dercesine baktı yüzüme...

soru işaretlerimden biri eksildi...

dilim tutuldu.. bu karşılığı beklemiyordum.. şaşırdım...

“?!”

uzun bir süre bakıştık...

o kadar uzun bir süre suskun kaldı ki, elimdeki bütün ‘üç nokta’lar tükendi...

“…”

“…”

her bir ‘üç nokta’ için iki tane tırnak işaretini tüketmek zorunda kaldık...

böylece başkalarından ödünç alabileceğim güzel sözleri arasına saklayabileceğim bir şey kalmadı.. kırık dökük cümleler kurmaya çalıştım, elimde kalan virgülleri kullanarak...

“sen, ben, sevmek, birbirimizi, ben, sensiz...” böylece elimde kalan son ‘üç nokta’yı, tırnakları, virgülleri harcayıverdim...

kelimeler ipi kopmuş uçurtmalar gibi kafama oraya buraya savruluyordu...

son noktayı hemen bu cümlenin sonuna koydum...

gözlerim önümde mahçup yorgun ve umutsuz biçimde kalakaldım...

sıcak ve geniş bir tebessümle bana döndü, avuçlarını açtı, gözlerini gözlerime dikti...

hayretle gördüm ki, bütün noktalama işaretleri avucunda saklıydı.. söylenmiş ve söylenecek en güzel sözler dudaklarının arasında bekliyordu.. yaşanmış en tatlı suskunluklar gözlerinin içinde konuşuyordu...

ilk kez konuşmaya başladı...

“uzun bir yoldan geldiğini biliyorum...” dedi.. halden anlayan bir hali vardı.. “görüyorum ki, aşk için en çok ihtiyacın olan şeyi unutmuşsun” dedi...

şefkatle kucakladı beni (bütün benliğimi sardı) elindeki noktalama işaretlerinin hepsini göğe savurdu.. fısıltıyla konuştu “söyleyeceklerinin hepsini zaten biliyorum.. noktalama işaretlerinin hepsi de bende var.. sende olması gereken tek şey kocaman bir parantezdir.. kendini o parantez içinde, bana teslim olmuş olarak getirmelisin”

kollarının arasında kendimi kaybetmişim...

neden sonra ayıldığımda, elimde hiçbir noktalama işaretinin kalmadığını öğrendim...

artık aşk için onlara ihtiyacım olmadığını biliyorum...

(şimdi yana yakıla parantez arıyorum)


Senai Demirci
 
Can Kırığı
Can, paslı bir bıçak yarasıdır varlığın göğsünde. tenin beyaz yüzünde bir kardelen hülyasıdır, en canlı yıldızı, yerin en kanlı çiçeğidir. yarada kabuk bağlayan her neyse, buzda kristal kristal biçimlenen ne ise, gökten yukarıda, yerden aşağıda ne varsa kaynayan, hepsi can yüzünden, hep can gözünden, hep can özünden.

Yüreğimizin yayında gerili oktur can, ki buralı değildir, şimdiye razı değildir; bizden önceleri ve bizden sonralarıdır.
Gölgemizin kuytusunda saklı hayaldir can, ki bizden ama bizden kalmayandır.

Alnımızda doğmuş şebnemdir can, ki bizden ama bize ait olmayandır, bizden ötelerde aşkları vardır.


Dört Küçük Yürek


Dört minik yüreğin anılarıydı bunlar.Ellerini hiç bırakmayacakmışçasına sımsıkı tutmuş dört minik el...Gözlerinde kendi gözlerini gören dört küçük göz...Dünyanın tüm kötülüklerinden soyutlanmış dört küçük dünya...Kendi imparatorluğunda yaşanmışlığın hikayeleri...Beraber ağlayan beraber gülen dört sıkı dost..Songül,Nazlı,Elif ve Fatma..Aynı apartmanda farklı ailelerin ,farklı kültürlerin yetirştirdiği minik bedenler...

Sahil kasabasından bakardık hayata.Bizim için çok büyüktü koca şehirler.Biz bir fanustaydık ,ordan seyrediyorduk hayatı.Biz birbirimize yetiyorduk,boşvermiştik gerisini...Sahil bizim için vardı.Biz yeşilliklerinde koşalım,martılarına ekmek atalım diye...Kar yağardı sahil kasabamıza,beyaz örtü örterdi etrafı;bizim kalbimizin örtüsü hep beyazdı zaten...


Kar toplarını sıkıştırırken atmak için;aslında hayallerimizi,umutlarımızıda onun arasına sıkıştırırmışız ve birbirimize ıska geçermişiz...Birimizin bisikleti olmuştu sonunda.Binme sırası uzun sürse de ,arkasından koşmak da eğlendiridi bizi.Biz aslında hayallerimizin arkasından koşuyormuşuz...Düşsekte acımazdı hiç bir yaramız,çünkü birbirimizin yarasını dindirecek dört minik yürektik biz.Kocaman dört yürek...

Yan bahçede tabaklarımız ,kaşıklarımız her daim seriliydi.Biz orda da kendimize küçük bir dünya kurmuştuk.Çamurdan yemekler,sudan içecekler vardı bizim dünyamızda.Evcilikmiydi bunun adı...Demek ki geleceğe oynuyormuşuz biz...

Gelecekte bizi bekleyenlere...Akşam ezanından sonra yerin kapıları kilitlenir derdi annelerimiz hadi eve gelin.Ama bizim kapılarımız hep açıktı.Hiç bitmezdi yakan topumuz,hiç yakmazdı bizi...Biz topu birbirimize her attığımızda düşlerimizi de serpermişiz yol boylarına...Mahallenin kaldırımlarında otururduk.Bir çarpraz çizgi ve akabinde konulan üç taş ve onun yolunu tıkayan üç taş daha...Ama biz birbirimizin yolunu tıkamazdık asla...Apartmanın önündeki dut ağacının altında yeşerdi düşlerimiz.O yapraklarını dökse de kışın,bizim düşlerimiz hep yeşil kalırdı...Hep büyümenin hayalleri vardı zihnimizde...Ah bir büyüsek...Çok farklı olacaktı sanki hayat...Halbuki bilmeliydik ki ;bedenimiz ,zihnimiz büyüdükçe hayallerimiz küçülüyormuş.

Küçük ellerin,küçük zihnin pencereleri daha farklı bakıyormuş hayata...Şuan dört küçük dostun herbiri ,hayatın farklı yerlere savurduğu dört yetişkin genç artık.Mekanlar farklı olsa da paylaşılan değerler unutulmuyormuş.Keşke bir an ellerim ,ayaklarım küçülüp o günlere geri dönebilsem.Bir an o minik gözlerle bakabilsem hayata...O uçsuz bucaksız hayalleri tekrar kurabilsem...O minik ellerimle ,hiç bırakmayakmışçasına bir kere daha tutsam doslarımın ellerinden...
 
"İbrahim'in Kuşaları" geri döndü...



Meğer BİZ "İbrahim'in kuşları"ymışız. (Bakara 260) Kalplerin "öldükten sonra" dirilişine kalbi mutmain olarak inanmak için kendisine alıştırmış bizi.
Kâbe'nin eteğinde, Bir'in huzurunda bir bir "ev"cilleştirmiş ruhlarımızı. Sonra, fersah fersah uzakta, birbirine görmez dağların başına parça parça dağılmış "kuş"ların ardı sıra bakmış. Filipinler'den Kanada'ya, Güney Afrika'dan Sibirya'ya...
Sonra da çağırmış kuşları yeniden kendine.. "Koşarak sana gelirler..." haberini gözleriyle görmek için. "İşte geldik" diyor kuşlar: "Lebbeyk..." "buradayız, ya Rabbi..." "Kaçtığımız yuvaya geri döndük." "Yüzümüzü başka yerlere çevirmiştik, senin vechine yeniden döndük." "Hata içinde hataya daldık, isyanlara battık, ama hatamızdan döndük, isyanlardan usandık..."
Yeryüzünün dört bir yanından gönüllüce, bile isteye, meşakkate razı olarak, sevinçle uçuşup gelen "kuşlar", ölmüş kalplerin dirilişini gözle görülür elle dokunulur somutlukta gösteriyor, görüyor. Kalpleri Bir'e bağlayan bağlar hacıların nefesleri sayısınca dokunulur oluyor, sımsıcak hissediliyor.
Kalpleri birbirine bağlayan bağlar, ayrı renklerin, ayrı dillerin, ayrı ırkların, ihramın beyazında ve Arafat'ın bozunda erimesiyle kristalleşiyor, ateşli bir ümide dönüşüyor. Dua için açılmış avuçlarda, herkes İbrahim'in [as] alıştırdığı, Muhammed'in [asm] sevdirdiği Bir'inin sonsuz göğünde, özgürlüğüne kavuşmuş kuşlar gibi kanat çırpan yüreklerini seyrediyor.
İman itminana dönüşüyor. İnanmak daha bir keyifli oluyor.


Kur'an'la Yaşamak programını Ptesi günleri 21.30'da Hilal Tvde izleyebilirsiniz.
 
Prensip sahibi insanlara bende hayranım

Senai Demirci, konuşmasıyla ve hal ve hareeketiyle islamı temsil ediyor.
Bir müslüman eğer hiç konuşmadan islamı temsil ediyorsa,gerçek müslüman odur.Ne mutlu idrak edebilenlere...
 
Öylesine çok güzellikler yaratırsın ki
hayranlığım Senin methine yetmez
Seni, Senin öğrettiğin gibi övüyorum

SUBHANALLAH

Öyle bol nimetler verirsin ki
Şükrüm SANA teşekküre yetmez
Sana, Senin öğrettiğin gibi hamd ediyorum

ELHAMDÜLİLLAH

Öyle hoş lutuflarda bulunursun ki
Ne kadar minnettar kalsam lutfuna denk gelmez
Sana, Senin öğrettiğin sözle minnetimi ifade ediyorum

BAREKALLAH

Öyle güzel işler eylersin ki
Ne kadar düşünsem hikmetine aklım ermez
Sana hayranlığımı Senin öğrettiğin sözle ifade ediyorum

MAŞAALLAH

Senai DEMİRCİ
 
Ya Vedud!

Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için bakar yüzler yüzlere
Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için güneş doğar günlere
Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için baharın gelir her yere
Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için kelamın değer dillere

senai demirci
 
[FONT=Times New Roman][SIZE=5][FONT=Verdana][SIZE=2]Gözlerim Gözlerine Bakmak İçindir [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Bir geldin. Hasretini bıraktın zindanıma. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Karanlık karanlığa düştü. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Gece gecenin üstüne indi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]
Parmaklıklar dağıldı; yüzün esir aldı beni. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Taşlar toz oldu; özlemin taş kesildi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Gözlerine zincirlediler gözlerimi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Gidişin hüzünlü bir sonbahardı, unutmadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Yıldırımlar düşürdün bakışından göğsüme… [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Saçlarım beyaz alev aldı. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Yandım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Taş üstünde taş oldum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Suskunluğum utançtan duvarlar ördü. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sağnak sağnak yağmur oldum, yağdım küskünlüğümün çölüne. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Çığ olup kendi yalnızlığıma katlandım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Uzaklığını yorgan yaptım çıplak ruhuma. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sözün güneşin yüzünü güldürürdü, unutmadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Sessizliğin yeniden yeniye yanmış bir kül gibi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Rüzgâr aldı nefesimi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Buzdan sütunlara çarpıldı sesim. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]İçimin içinde bir gurbet oldun. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin gideli, dağlar yollardan saklanır oldu. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Öyle derinleşti ki vadiler; gölgeler içine girmeye nazlandı. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bütün çöllerin tozlarını yutmuş gibi dudaklarım, ah etmekten bile usandı. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Susuşun ibret dolu bir kitaptı, unutmadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]İçimde hep su sesi arıyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Denizler kurumuş… Lâl dudaklar susmuş.. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Kıyılardan çekilmiş hayat; kemikler un ufak olmuş. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Çöllerinden geçiyorum sensizliğin. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sessizliğin çığlığını büyütüyorum yüreğimde. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Gelişin bir taze bahardı, unutmadım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Kalbine girdiğim yollara pusular kurulmuş. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]İnsan insana kavuşmuyor artık. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Anka kuşları dirilmiyor yeniden. Küller bile yanmış yakılmış; ateş yeniden kendine gebe kalmıyor artık. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Hıçkırıklar yalanın harmanına karışmış; gelmiyor gelemiyor yittiği yerden. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bakışın canlara can katardı, unutmadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Bütün bağlardan kurtuldum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Geceleri gecelerin koynuna sürdüm. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bütün ışıkları gözlerinin karasına çaldım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Yanağının kıyısına geldim. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ellerinin ateşinden serinlik umdum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Gözlerim seni gördüğü için güzel. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Işık senin yüzüne vurduğu için aydınlık. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Yağmur senin göğsüne dokunduğu için serin. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Rüzgâr senin tenine vurduğu için nefeslenir. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Dualar senin dudağına dokundu diye göklerin kapısına dayanır. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Duruşun dağların başını dik tutardı, unutmadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Günahlarımı biliyorum, utanıyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]İsyanlarım çok oldu; yüzüme bakamıyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]O kadar unuttum ki, unuttuğumu hatırlamıyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bana nasıl bakacağını merak ediyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ürperiyorum. Ürperiyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ya tanımazsan beni… [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]“O beni sevmedi!” dercesine görmezden gelirsen ağlayan gözlerimi? [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Hayır, hayır, böyle olmayacak, emin olmak istiyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin müşfik bakışında, toprağın yağmura doyması gibi sonsuz bir serinliğe kavuşacağım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin bakışında sonsuz bir hülyânın eteğine varacağım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Özlemin cennetin kokusu bana, sana susadım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Ne hüznü eksilir ne sana doyar bu gönül. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, çiçekler ezildi dünyada. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, rüyaları boğuldu bebelerin. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, sesi duyulmaz oldu derelerin. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, yüreklerden kan çekildi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, can tenden usandı. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, dağ dağa küstü. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, alev üşüdü. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sen gittin, aşk kalplerden çekildi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Kıyılara vurdu aşıkların cesedi. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Vuslatın cennet çiçeği bana. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Baharlardan hep seni sordum. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin serinlettiğin suları içiyor ceylanlar. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Martılar senin yürüdüğün göklerde geziniyor. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bebelerin senin tebessümünü içiyor ana sütünden evvel. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Şu dar göğsümün kozasından çıkmaya çalışıyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bir kelâm söyle n’olur! [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Her hecenin arefesinde seni duymak istiyorum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Hitabın denizleri taşırıyor kıyılarıma, nereye baksam sana dokunuyorum. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Sev beni cananın olayım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]İçimden aksın bütün ırmaklar. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin kıyılarını kucaklayan kocaman bir derya olayım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Rüzgârlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüdüğün yollara toz olayım. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Senin hasretinle yanar her yanım, bütün ufuklardan seni umarım. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Çöldeyim, susuzum. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Dudağın bana Leylâ. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Kuyularda Yusuf’um. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sözlerin bana Züleyhâ. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ateşlerde İbrahim’im. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Gözlerin bana deryâ. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Sancılar içinde Meryem’im. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Bakışın bana İsâ. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Yaralar içinde Eyyub’um. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Hasretin bana şifâ. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ölüler içinde bir ölüyüm. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Verdana][SIZE=2]Ellerin bana musallâ. [/SIZE][/FONT]

[FONT=Verdana][SIZE=2]Senai Demirci[/SIZE][/FONT]
[/SIZE][/FONT]
Taş değil misin ey yar?

Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil.
Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan.


Aklım ermiyor ki,sustuğumu bileyim.
Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim.
Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler;
sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi.
Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye.
Değirmende konuşan taş değil midir peki?
Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi?
Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr?
Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların?
Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen?

Sahiden taş mı kesildin?
Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın.
Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın.
(Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.)
Sana değdiği yerde dirilir sessizlik.
Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk;
şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir.
Sen, dağı delen Ferhat'sın;
söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar.
Sen Aslı'ya Kerem'sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir.
Sen Kerem'in Aslı'sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar;
"Ol!"sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur.

Taşın sözü yok mudur ey yâr?
Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar;
kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar.
Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur;
anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur.
Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur.

Taş zamanla eskimez mi?
Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin.
Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın.
Usulca sokulursun odama; "tik-tak", sadece "tik-tak",
eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın;
elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın.
sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın.
Sen çoğaldıkça ben azaldım;seni tükettim derken ben tükendim.
Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın.

Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni.
Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın.
Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında?
Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah?
Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin.
Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin.
Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin metanetin değil mi?
Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi?
Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin?

Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan?
Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi.
Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan.
Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara.
Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan.
Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır.
Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır.
Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası.
Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz.
İki nefes ortasında dikilir taşımız.
Taştan taşa koşar bakışımız.
Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi.

Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok.
Kendime söyleyecek sözüm yok.
Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr.
Suskunluğum taş olmaklığımdan.
Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için.

Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk...
Taşıdığım sensin ey yar.
Söze sığdıramadığım. Ve hiç susturamadığım.
Ne oldu kalbime? Katılaştı, katılaştı.
Taştan da katılaştı.
Ağlarsa, taşlar ağlar.
Ben ağlayamadım; sen ağla...
Taş değil misin ey yar?

[SIZE=3][SIZE=2]Senai Demirci[/SIZE] [/SIZE]
 
sende “yusuf’un tuzağı”na değer bir şey var mı?

yusuf dedi “biz metaımızı kimde bulursak, onu alırız…” [yusuf, 12/79]

güzellerin eline geçmek istiyorsan, o güzellere layık bir dane olmalısın.. hakk ki kendini “tuzak kuranların en hayırlısı” ilan etti.. yusuf’un ağzından bize böyle seslendi.. kıssada yusuf’un tuzağının bir parçasıydı bu sözler.. kardeşi bünyamin’i yanına alabilmek için, yükleri arasına “bizim metaımız” dediği bir eşya yerleştirdi.. böylece bünyamin kardeşlerinden temyiz edilecek, o alınacak, kardeşleri bırakılacaktı...

rabbimiz de bize demek ister ki;

“sizi varlık kıtlığından çıkarıp, insanlık yükünü omuzlarınıza yükledim.. emanetim sizde.. hiç hak etmediğiniz halde, benim muhatabım oluverdiniz.. hiç hakkını veremeyeceğiniz halde, benimle sonsuz birlikteliğe aday oluverdiniz.. ama içinizde bana bünyamin olacakları alırım yanıma.. yüklerinizi yüklenip ardınızı bana döndüğünüz halde, ardınız sıra haberciler yetiştirdim.. yükleriniz içinde ‘metaımız var’ diye elçiler ve kitap’lar gönderdim.. kalbiniz benim.. yalnız beni sevmeye ayarlı.. yalnız benimle razı olmaya razı.. sadece beni anarak tatmin olur”

şaşırdık hepimiz bu çağrı ile.. çoktan dünyaya razıydık.. ötesini istemekten vazgeçmiştik.. fazlasını yanımızda bulacağımıza dair ümitlerimiz sönmüştü.. dünyayı yüklendiğimiz develerimizi durdurduk.. çoğaltma, biriktirme tutkumuzun iplerini gevşetip çözdük.. hırslarımızı doldurduğumuz yü(re)klerimizi omzumuzdan indirdik, istemeye istemeye.. geri çağrılı olduğumuzu duyar gibi olduk...

“sonunda O’na döneceksiniz”

gerçeği ile didik didik edildi yüklerimiz.. bir tek bünyamin’lerin yükünde çıktı kalb.. imanla dirilmiş kalp.. tevhidle kanlanmış kalp.. havf ve reca ile, korku ve ümitle bir kasılıp bir gevşemiş kalp...

dediğince geylani’nin;

”kalb, Allah’la olursa, Hakk onu sebeplere ve halka bırakmaz.. sebeplerle alışverişini keser.. işe yaramazların tezgahına yormaz.. düşük hallerini ayağa kaldırır.. rahmetinin kapısında oturtur.. lutfunun baş köşesinde uyutur”

dediği gibi Hakk’ın;

“Allah müşteridir müminlerin “Ben” dediğine ve “Benim” dediklerine, karşılığında cenneti vermek üzere…”

kendini “mümin” bilenin her hali, her işi, her sözü, her susması, her edası, her bakışı, her yürüyüşü, her duruşu.. Allah’ı müşteri edercesine kıymetlidir, paha biçilmezdir.. bünyamindir onlar.. yusuf’ça güzellerin tuzağına layık daneler taşırlar içlerinde, işlerinde...

kalbin, yusuf’un Rabbinin alıkoymasına değiyor mu? O’nun metaı var mı göğsünde? dön de bir bak!

Senai Demirci
 
Ey Aşk

Ferhat’ın yoluna çıkan dağın adı unutuldu. Şirin’i hapseden zindanların duvarları çoktan toz oldu. Ferhat’ın Şirin’e aşkı dillerin ucunda sımsıcak konuşuyor, kalplerin taraçalarında terütaze nefes alıp veriyor. Dağ yıkıldı, duvarlar unutuldu, araya girip ayıranların isimleri anılmadı; ancak Ferhat’ın kalbinde olan, Şirin’in ruhunda gezinen aşk dağ gibi dimdik ayakta duruyor, yamaçlarını süsleyen pınarlardan nice dudak hâlâ daha ab-ı hayat içiyor...

Ağlama ey aşk, ağlama ki, Leylâ’yı Mecnûn’a uzak eyleyen çöl kaç kere kurudu, kumlarını kaç rüzgârın hoyrat eteklerinde savurdu ama Leylâ’nın gözyaşları hâlâ daha aşıkların yanağını yıkıyor, Mecnûn’un deliliği her gece aşıkların aklını başına getiriyor. Çöl kaybetti ey Leylâm; senin adın kaldı. Aşkı hor görenlerin adı çöllerin kumları gibi kimliksiz kaldı ama Mecnûn’un hatırı hep kaldı.

Yûsuf ile Züleyhâ’dan geriye ne kaldı ey aşk? Mısır sultanının adı hiçbir şiire sızmadı. Yûsuf’u satanların esâmesi okunmuyor, Yûsuf’a canını veren Züleyhâ, bak nasıl da hayretle anılıyor. Üzülme ey aşk, üzülme, yüzünü yıkayan gözyaşların nice Yâkub’un gözlerini açmaya ayarlı. Sultan kaybetti, kuyu kaybetti, zindan kaybetti, Yûsuf kazandı, Züleyhâ kâr eyledi.

Zavallı Züleyhâ...Senin için ne müşkiller yaşadı ey aşk. Yûsuf’a sarmaşıklanan yüreğine söz geçiremedi senin yüzünden. Bir Mısırlı Züleyhâ varmış desinler diye yapmadı bunu elbet. Senin için yaptı, aşk için yaptı. Arada haram vardı ey aşk. Sen ona helali götüremedin. Ona nasip olmadı Yûsuf. Onun sevdası mahşere kaldı.

Sen eskisin ey aşk. Çok eskisin. Eskicilerin alıp satamadığı kadar yeni, insanlık tarihi kadar eskisin. Her yerde, her yürekte farklı bir elbiseyle çıkıyorsun karşımıza. Ama hep aynısın. Senin adını kim koymuş bilmiyorum. Ama her yerde hazır bekliyorsun. Ve aslında yenisin, yepyenisin. Bu kadar yeni olmasan, bu kadar dolaşık olur muydu ayaklarımız senin yolunda. Kimse aşkın ustası olamadı, kimse seni kuşatamadı. Kimse tedirginliğini bırakamadı senin yanında, kimse kalbini sakin kılamadı kucağında. Hep acemi hep acemi olduk yolunda.

Sen aşksın...Sen hem hayal, hem gerçeksin. Hem ırak, hem yakınsın. Bazan güneş kadar yakıcı, bazan sularca serinsin. Bizi yücelten büyütensin. Sen ateşsin...Sen her şeyi arıtır, temizlersin. Sen suların bile susadığı susun; hiç bitmez serinliksin, hiç bilinmez derinliksin.

Çünkü sen bize ta ötelerden armağansın. Sen güzelsin, sen Tanrı misafirisin kalbimizin kapılarında. Seninle yıkanmayan gönüller paslı, seninle tanışan yürekler yaslı ey aşk. Tüm cefana rağmen seni gönüllerin efendisi bildik. Bin türlü yüzünü bin türlü sevdik.

En güzel şarkılar senin için söylüyor ey aşk...Senin için geldi bahar.. Nisan yağmurları senin için yağıyor şemsiye şemsiye...Nevruz çiçeği senin için el verdi çiğdeme. Aşıklar senin için baharı bekliyor. Yaseminler, ıtırlar, yaban gülleri senin için desteleniyor ...

Sen aşksın...

Anlamını bilemeyip önümüze kattığımız... Ama çok ucuzladın artık. Kurşuni binaların kasveti altında görünmez oldun. Ne Mecnûn’u kaldı dünyanın ne de Leylâ’sı. Öksüz kaldın... Yetim kaldın... Saltanatın bitti.

Sen aşksın ya; tüm dünya sana kurulu sanırdım. Oysa ayarlar bozulmuş. İbre yalan yanlış işliyor. Yalancıktan açılan kapılarda kalıyorsun. Görünmez bir cadı, olmadık büyüsüyle seni kolluyor.

Sil gözünün yaşlarını ey aşk, sil ki, onların isimleri ayrık otlarına konulacak; seninki de benimki de aşığınki de güllerin kokusunda her daim koklanacak!

Demek artık gidiyorsun. İnsanlara veda etmeden sessizce... Sana kör olmuş, sana sağır olmuş, sana lâl olmuş gönüllerden çekiliyorsun, seni unutmuş zihinlerden kaçıyorsun. Haklısın. Seni haraç mezat pazarlarda ucuza sattık ey aşk. Yûsuf’u kuyuya atar gibi. Meze yaptık seni düşkünlüklerimize. Ferhat’ı dağın ardında unutur gibi. Aşk haritaları çizemedik kalbimize. Mecnûn ile Leylâ arasında çöller yayar gibi. Sınırlarımızı oluşturamadık. Seni kalbimizin en mutena yerine koyamadık. Kerem’i Aslı’ndan koparır gibi.

Aşksızların dünyasında yalnız kaldın ey aşk... Seni kaldıracak, sana kanacak bir dünya var mı dersin? Giderken bize bir esinti bırak da öyle git. Kanayan ruhumuza belki merhem olursun. Mecnûn’un çölünden, Ferhat’ın dağından, Kerem’in külünden ne varsa al götür ey aşk. Ta ki bu hasret biz aşksızların, aşkı unutmuşların yüreğini tutuştursun.

Biz insanları, hayatın kalbine çeken güç sensin. Dağları deldiren sen, çölleri geçiren sen, dağları ovaları aşıran yine sen. Rabb’imizin ruhumuza üfürdüğü musikisin. Ruhumuz seninle buldu ahengini. Bilemedik. Anlayamadık. Bizi affet ey aşk... Öyle kaybettik seni ki kaybettiğimizi bile bilemedik. Affet bizi ey aşk...
Senai Demirci
 
Unutmak ne dipsiz bir şeydir ki, unutanlara unuttuklarını bile unutturur
Unutulmak ne acı şeydir ki, unutulanın unutuluşuna ağlayışını kimse hatırlamaz
‘Nisyan’dan unutuluştan çıkarıldık her birimiz
Yüzümüz gün yüzüne değeli, tenimiz güneşe erişeli beri unutulmaktan alındık, unutmaktan sakındık
Hatırı sayılır olduk
Ne var ki, unutmak yaşamak kadar elimizin altında ve unutulmak ölüm kadar yanı başımızda
Ölüm bizi geldiğimiz yere ‘nisyan’a götürüyor tekrar
Ölüm unutuşlara gömüyor yüzümüzü; tenimizi tanıdıklarımıza yabancı kılıyor
Yaşarken ölümü anmıyoruz o yüzden
Yaşarken ölümle aramıza sahte uzaklıklar koyuyoruz
Unutulmak korkusu bu
Galiba en çok unutulacağımızı unutuyoruz
Ve herkesin unuttuğu anlarda “hatırlanmaya değer olmadığımız zamanlarda hatırımızı tek sayanın Yaratıcımız olduğunu unutuyoruz
Sen ki hiç unutmadın ve hiç unutmazsın bizi, bize senin zikrini unutturma Rabbim
Hatırla ki toprak ayağının altından çekiliyor
Ellerin son defa dokunuyor güle ve güne
Gözlerinin karası son kareyi alıyor ışıktan ve karanlığa hazırlanıyorsun
Göz kapaklarının kapanışı seni bir dağın ardına götürecek
Unutmaya ve unutulmaya hazırlanıyorsun
Varlığın incecik dudaklarda kuru bir söze dönüşecek
O dudaklardan insan sıcağını tadamayacaksın mesela
Hatıran bir taştan ve bir hüzün renkli topraktan ibaret kalacak
Kahkahalar seni yalnız bırakacak
Mutluluklar seni hesaba katmadan tamam olacak
Sana arkalarını dönecekler
Dönüp yüzüne bakmayacaklar
Senin kokun uzakların kokusu olacak
Tenin toprağın soğuğunu tadacak
Ve gelecek ÖLÜM
Gözleri gözlerin olacak
Hatırla ki yarınki gün seni taze bir toprak yığınının altında bulacak
Bir gün saatinin akrebi senin uzanamadığın zamanlara doğru dönecek
Sen olmayacaksın
Kolunda ki saat sensiz zamanları tırmanıyor olacak
Sulamayı unuttuğun çiçeğin bile senden sonra solacak
Yüzüne gün ışığı vurmayacak
Hayatının ebedi rengini dar ve sessiz bir boşlukta bulacaksın
Ya küle dönecek ya GÜLE DÖNÜŞECEKSİN
Yarınsız ve sonsuz bir günün yanağında incecik bir gamze olup kristalleşeceksin
Yüzün solacak
Ellerin hiçbir yere varmayacak
Parmakların hiçbir şeyi göstermeyecek
Ve ayaklarının altında hep boşluk kalacak
Unutma ki şimdi toprak ayağının altından çekiliyor
Yürüdükçe ince bir hesap çizgisine çekiliyorsun
Unutma ki elinle ölüme dokunuyorsun
Elinle ölümü dokuyorsun
Hatırla ki gözlerin ölüme bakıyor
Gözlerin bir cesedi alacakaranlığa taşıyor
Hatırla o zamanı ki sen boz topraklar altında derin unutuşlarda eriyorsun
En son kaleminin karanlık izi kalıyor soğuk sayfalarda
Ve sözlerin kırık dökük hatıralara dönüşüyor
Solgun bir gül gibi elden ele dudaktan dudağa taşınıyor
Hatırla
Hatırla ki sen sözleri genç kalpleri taze aşklara taşıyan ölü bir şairsin
Hatırla ki sen masum ve sonsuz bakışlı gözlerin kapı aralarında beklediği bir babasın
“Baba” çığlıklarını yetiştiremiyor sana oğlun
Elinin sıcağı özlenen sevgilisin sen
Hatırla
Hatırla ki bir mezar taşında iki rakam arasında çizilmiş eğreti bir çizgiye indirgenmişsin
Mezar taşın unutuldu ve hatta mezar taşın bile seni unuttu diyelim
Ve hep başkaları var dışarıda
Hep yabancılar geziyor yıkık mezar taşları arasında
Kimsenin tanıdığı değilsin artık
Kimsenin özlediği değilsin
Kimsenin beklediği değilsin
Kimsenin ardı sıra gözyaşı döktüğü değilsin
Kimsenin ölüsü de değilsin
Tıpkı şimdi olduğu gibi
Oysa sen ve sonun ne kadar da uzak görünüyordunuz birbirinize
Ey Rabbim senden bir teşehhüt miktarı ömür
Bir LA İLAHE İLLALLAH miktarı ölüm istiyorum senden
LA İLAHE İLLALLAH
 
çantamda taşımaya çalışıyorum.. ama zorlanıyorum.. kolayca sığmıyor.. ince kâğıda basılmışları da var ama sayfa sayısı yine fazla.. bir de meali ve meale dair notları ekleyince, iyice kalınlaşıyor.. kur’ân’dan söz ediyorum.. toplam 30 cüz ve her biri 20 şer sayfa.. kur’ân’ı okumuyoruz.. okuyamıyoruz...

kolay mı? tam 600 sayfa.. niye bu kadar kalın? sanki Rabbimiz “alın size sayfalarca kur’ân; okuyabilirseniz okuyun bakayım” diye meydan mı okumuş biz kullarına? hafız olmak isteyenlere de haddini bildirmek mi istemiş “yıllarca ezber yap da göreyim seni? yüzlerce tekrar yap da, adam ol ”azıcık olsaydı kur’ân’ın sayfaları, hemen hepimiz az bir gayretle hafız olabilirdik! sayfalar sayfaları izlemeseydi, meselâ otobüs beklerken bir hatim indirebilirdik! ne hoş olurdu! celâlini göstermek için mi bunca kalın tuttu Rabbimiz kur’ân’ı? korkutup da hizaya getirmek için mi bunca cüz, bunca uzun sureler, ayetler?

hayır, hayır; eğer bizi vahiy karşısında ezmek olsaydı Rabbimizin dilediği, aksine, yarım sayfalık bir kur’ân indirirdi.. ve derdi ki bize “işte sizden istediklerim; bunları yaptınız yaptınız, yapmadınız yandınız” bizi korkutmak isteseydi, yıldırmayı tercih etseydi , meselâ sadece Fatiha’yı indirip “ben anlattıklarımı anlattım; size anlayacak akıl da verdim, göreyim sizi anlayın! hadi bakayım, kendinizi beğendirin bana! bir yolunu bulun, gözüme girin” diye kestirebilirdi.. ne gerek vardı ki Bakara’da uzun uzun konuşmalara? niye anlatsındı ki kulu Mûsa’yı (as) Meryem’i, Yusuf’u (as) Yunus’u (as) Eyyûb’u (as) ve onca kıssaları hoş bir sohbet edasıyla? mecbur muydu ki Rabbimiz, sanki biz O’na değil de O bize muhtaçmış gibi nezaketle, sabırla, her defasında yeni baştan hatırlatarak konuşmaya?

çok iyi biliriz ki şefkatli öğretmenler, dersi tekrar ederler, bir defada anlaşılmayacağını anlayışla karşılayarak, yine yeni baştan alırlar.. dersi net olarak anlatsa da, kısa kesen, hiç tekrar etmeyen öğretmenlerde bir meydan okuma tavrı buluruz.. anlamayız o dersi.. korkarız öğretmenden.. bir anlatışta anlayamayabileceğimizi anlayışla karşılamayan öğretmenden tırsarız, uzak dururuz.. dersi tekrarlayarak uzatan, örnekleri çoğaltarak bizimle daha uzun kalan öğretmenler daha şefkatlidir bize.. hele de “şimdi not almayı bırakın, şöyle bir arkanıza yaslanın, beni dinleyin” demesi vardır öğretmenlerin ki, şeker gibi gelir o dakikalar.. anlarız ki, öğretmenimiz bizim anlayabileceğimize inanıyor.. anlarız ki, öğretmenimiz hemen anlamasak da yeniden anlatmaya hevesli.. anlarız ki, not almadan bile anlayabileceğimiz bir dersimiz var.. kur’ân’ın uzunluğu ve tekrarları, bir bakıma “hadi arkana yaslan benim güzel kulum, sana anlatacağım kıssalar var” rahatlığını sunar bize.. böylece kalınlaşır kur’ân.. sayfa üstüne sayfa eklenir.. der ki adeta Rabbimiz bize “Bakara’yı kaçırdıysan, Al-i İmran var! Maide’de uyuduysan, Rahman var! dilersen, sana anlatacağımın hepsini bir satırda bile anlatırım; İhlas var” bu da olmadıysa, kulağına pınar suyu gibi akacak, kalbine bahar meltemi değdirecek Rahman var! ''Rabbinin hangi nimetlerini edersiniz inkâr'' diye diye hatırlattıklarım, bir bir saydıklarım var!

yani, kur’ân’ın bunca kalınlığının sebebi, Rabb-i Rahimimizin tekrar etme şefkatindendir.. anlayamayabileceğimizi anlayışla karşılama inceliğindendir.. unutabileceğimizi de unutmama olgunluğundandır...

“ey kulum [az önceki surede] açıkca ve defalarca söyledim sana, anlamadın mı? bak bir daha söylüyorum! unuttuysan da, üzülme! ben bıkmam, usanmam, umut kesmem senden.. olsun, yine söylüyorum”

“sevgili kulum, kendine yazık ediyorsun, biricik ömrünü heba ediyorsun; işin ciddiyetini kavramamış gibisin.. demiştim ya sana; ''şeytan sana apaçık düşmandır'' iyi dinle, tekrar ediyorum”

“a benim güzel kulum; az önce hatırlattım sana, yine mi unuttun? bir daha hatırlatıyorum.. kulum ve elçim Mûsa’nın başından geçenleri anlattığımda yok muydun? öyleyse, şimdi sana biraz da kulum İbrahim’den (as) bahsedeyim, kulaklarını iyi aç.. hem böyle daha iyi anlayabilirsin.. olmadı mı? hadi gel, bir de İsâ’dan (as) söz açalım”

“bak yine yanıldın, şeytana yeniden kandın.. hadi sil gözünün yaşını.. yeni baştan başlayalım.. hani demiştim ya sana, rahmetimden ümidini kesmeyeceksin diye.. yine söylüyorum.. sözümdeyim ben! sen gel, yeter ki.. gel”

bunlar çok hafif geliyorsa, bir de Risale-i Nur Külliyatı’na bakalım “kur’ân, kitab-ı zikir, kitab-ı dua, kitab-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir, belki eblâğdır.. zira, zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir.. duanın şe’ni, terdad ile takrirdir.. emir ve davetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir”

ne şefkatli ki Rabbimiz, bize kalınca bir kur’ân indirmiş! bizimle uzun uzun konuşmaktan usanmamış, bıkmamış.. her hatamızda, yeni baştan beyaz sayfalar açacak denli severmiş bizi.. gözden çıkarmazmış “ne haliniz varsa, görün” demezmiş! kalınmış kur’ân, çok kalınmış! diyorum ki, bundan böyle, kur’ân’ı hiç olmazsa kitaplığımıza kalınlığını görecek şekilde koyalım.. sırtı değil, sayfaları görünür olsun.. kur’ân’ı okumasak da, Rabbimizin rahmetini sayfa sayfa sayalım...

Senai DEMİRCİ
 
parmak izlerim kimsenin parmak izine benzemiyor.. demek ki, benim parmak uçlarıma hiç kimsenin parmak ucuna dokunmadığı gibi dokunmuş
sadece dokunmuş mu
Hâlâ dokunmakta.. her an yeni/den dokunmakta
retinam kimsenin retinasına benzemiyor.. demek ki, benim gözümün içine kimsenin gözünün içine bakmadığı gibi bakmış
sadece bakmış mı
hâlâ bakmakta.. şimdi gözlerimin içine yeni/den bakmakta.. ben gözlerimi kapatsam da, O gözlerimden bakışını ayırmamakta
yüzüm kimsenin yüzüne benzemiyor.. demek ki, benim yüzüme kimsenin yüzüne yönelmediği gibi yönelmiş
sadece yönelmiş mi
hâlâ yüzüme dönük ve yüzümün her noktasında çalışmakta
ben O'ndan yüz çevirsem de, O benden yüz çevirmemekte




Senai Demirci
 
Senai Demirci,

Bir rahmet şarkısı:Su
UZAKLARDA YA DA YAKINLARDA. Denizin karayla buluştuğu, dalgaların kumsala dokunduğu yerde, mırıltılı bir konuşmadır sürüp gider. Deniz dudaklarını dalga dalga uzatır ve dilinden minicik, saf damlacıklar dökülür. Güneş sıcak sıcak dokunur damlacıklara. Dokunmasıyla her biri maviliğini soyunur, ağırlığını unutur. Saf saf bulutlara yükselir.
Yağmur olur sonra. Zerre zerre kucaklar toprağı. Usulcacık damlar biri beyaz zambağın yaprakları arasına. Bir diğeri lâlenin al dudağına ilişiverir hemencecik. Beraberce seher vaktinin parlak gözyaşları olurlar. Yıldızları uğurlar, gün ışığının elinden tutarlar. Bir başkası, tohumun sert kabuğuna kadar dayanır, hayatın kapısını çalar. Tohumun uyanışına, baharın filizlenişine vesile olur.
Kimisi köklere tutunur; ağaç ağaç, dal dal, yaprak yaprak hayata tırmanır. Hayatı giyinir tomurcuklarda, meyvelerde.
Su hayata koşar.
Her sabah gelir, avucumuza doluşur. Bir dost; uzaklardan gelen bir dost gibidir. Yüzümüzü okşar; serin. Dudaklarımıza dokunur; yumuşak. Bulutların, dağların, denizlerin, derelerin, taşların duru, saf, berrak, pak selâmını getirir bize. Tenimize diriliş selâmı sunar, bizi gün ışığına yolcular.
Hepsi hepsi, tatsız-tuzsuz, renksiz, kokusuz, şekilsiz birşeydir su. Neredeyse maddelerin en basiti. Hatta çoğumuza göre, en ucuzu, en değersizi. Öyle ki, "sudan ucuz" hiçbir şeyimiz yoktur. Galiba hor görüyoruz, hakir görüyoruz suyu.
Ama o hiç oralı değildir... Bizim için çırpınır durur. Bize öylesine yakın; öylesine samimidir ki bizimle... Bir dere kenarında ya da bir sahilde onun akışını, kıpırdanışını seyretmişsinizdir. Öyle içten kıpırdaşır ki, kendinizi bir kaptırmaya görün; neden sonra anlarsınız duygularınızın da onun kıpırtısına ayak uydurduğunu. İpi çözülmüş bir sandal gibi, farkına bile varmadan akıntıya kapılır, gider duygularınız. Hele dalgaların kayalara vuruşu yok mu? Kayalara değil de ruhunuza çarpar sanki her biri. Dokunuşu ayrı, düşünüşü ayrı, salınışı ayrı bir duygu suyun. Zaman olur, dalgalanır, içli bir ayrılık türküsü söyler sahiller boyu. Gözyaşı olur su; duyguların en gizlisine ayna olur, annelerin göğsünde; anneden yavruya şefkatin en lekesizine, sevginin en safına elçi olur.
Bir gönüldür su. Her zerresi hayat için çırpınan bir gönül. Öylesine arzuyla çırpınır ki... Baksanıza, kumsallarda sönmemiş çırpınışı. Oradan dalga dalga damarlarınıza kadar uzanmış. Kanımız, canımız olmuş, ta kalbimize kadar taşmış denizden. En ince duygularımıza damlamış. Hücrelerimizin zarlarına kadar gelip durulmuş. Hücrelerimiz sahil olmuş çırpınışlarına. Duygularımız suya yaslanmış, su ile kaynaşmış.
Hayatla ilgili hemen hemen her olay, her türlü reaksiyon su içinde olur. Hayata lâzım bütün elementler suda buluşur, suda kaynaşır, suda yoğrulur. Onca cansız madde suya tutunur, öylece canlılığa bürünür. Su hayata beşik olur.
Nedense hep söndürücü diye biliriz suyu, oysa canlılık ateşi su ile alevlenir. Başka hiçbir sıvı, hiçbir madde su gibi yandırmaz hayatı.
Tatsız, renksiz, kokusuz, şekilsiz demiştik su için. Hayır, doğru değil. Onsuz hayatın ne tadı vardır, ne tuzu. Onsuz yapraklar, güller rengini kaybeder. Kokuları yayılmaz olur çiçeklerin. Şekilsiz de değildir su. Aksine, herşeye şekil verenin mürekkebidir sanki. Susuz kaldığı için pörsüyen çiçeklerinizi, kuruyan bitkileri, boynu bükük kalan dalları bir düşünün. Çiçekler o göz okşayıcı kıvrımlarını, yapraklar o tatlı şekillerini suyla giyinirler. Dünya güzellerinin yüzünde suyun dağılışı bir bozulsun da, o zaman görün siz kimin güzel olduğunu.
Kısaca, su denizlerden bulutlara, bulutlardan toprağa, topraktan denizlere dolanıp durur. Ama bu arada hayata da uğrar. Hayattan süzülür. Hayatın her çeşidinden imbiklenir. Tıpkı taşlar üzerinden kayıvermesi gibi, hücreler üzerinde dolaşır. Hayatı dalgalandırır zerre zerre. Canlılar onun kollarında salınır.
Merhametin, şefkatin heykeli olsa, su gibi olur herhalde. Su gibi berrak, su gibi saf, su gibi şeffaf olmalı merhametin heykeli. Hiç ayırmaksızın herşeye sızan, herkesi kucaklayan, her bir şeyi okşayan birşey olmalı. Hiç kimse hissetmese de, herkesin içinde dolanan birşey olmalı. Zaman zaman coşmalı, hattâ yağmalı doyasıya.
Şimdi başınızı yukarı çevirin. Bulutları görüyor olmalısınız. Her biri damla damla rahmeti hecelemek için bekleşiyorlar. Bekleyelim; rahmet ha yağdı, ha yağacak...
 
İncecik fısıltılarımı gizli saklı yakarışlarımı koynunda ninnileyen gök/çe topraksın Sen.. fanilik sancılarımdan taşı(r)dığım, ayrılık dertlerimden s/aldığım yağmurları göğe yükselten kutlu güneşsin Sen.. varlığımın titrek kanatlarını ebedî kabullenişin seccadesinde yatıştıran serin rüzgarsın Sen.. özlemlerimin kırgın bakışlarını sonsuzluk semasının ufkuna taşıyan rahmet ışığısın Sen.. kirli paslı kalıbımı sorgusuz sualsiz itaat kalıbında yoğura yoğura temize çeken mahbubiyet elisin Sen.. boynu bükük yakarışlarımı, yüzü yerde arzularımı şeksiz şüphesiz makbul olan nefesine dolayıp okşayan şefkat fısıltısısın Sen.. bir denizi kağıda döker gibi, göğü avuçlarıma indirir gibi, dudağımda inciler büyütür gibi, sesime sesin dokunur gibi salavatlarca tebessümünü gördüğüm aşinalık vechesisin Sen.. dua göğüm, muştu güneşim, teselli yağmurum, muhabbet meltemim; ne hoş duruyorsun aramızda, yanımızda, yöremizde.. merhamet durağım, metanet sığınağım, huzur barınağım, hep yüzüne yüzüne vardığım Efendim; ne çok oluyorsun dillendiremediğim hayranlıkların arefesinde, yetişemediğim minnettarlıkların zirvesinde...

Senin ubudiyetinin toprağına attığım tohumlar gibidir kalpsiz secdelerim
Senin mahbubiyetinin denizine akıttığım nehirler gibidir arsız isteyişlerim
Senin miracının göğüne dal budak, salkım saçak uzattığım ağaçlar gibidir dilsiz dualarım


Sözümü miraca eriştiren Efendim
Sesimi duaya yetiştiren Efendim
Yüzümü secdeye bitiştiren Efendim


Yüz buldumsa varlığa, Senin Yüz'ünden Efendim
Yakınlığından seslenirim
Söz oldumsa Var Eden'e, Sana inen Söz'den Efendim
Yakınlığından nefeslenirim
Yüz'lerce sâlât ve Söz'lerce selam Efendim


Şükür ki bu paslı dudağa emanettir Sana verilecek selamlar
Şükür ki bu kirli dile değmektedir Sana edilecek salatlar


Sesimi çoğaltan, sözümü yükselten
aczimi ve fakrımı Kadir-i Rahîm'in dergahına taşıran "Dua Göğü"m
Efendim



SENAİ DEMİRCİ
 
Rabbimiz sevgimizi ve sadakatimizi bize verdikleri üzerinden sınıyor. Ne kadar güveniyoruz inandığımız Allah'a? Bize verdiğini unutup da, sırf O verdi diye, O'nun verdikleriyle yine O'na kafa tutuyor muyuz? Elimizdekilere güvenip, yanımızdakilere yaslanıp, istiflediklerimiz üzerinde yükselip kibir kuleleri oluşturuyor muyuz kendimize? Eksiltti diye mahzun oluyor muyuz, eksiltecek diye korkuyor muyuz?Senai Demirci...
 
sırpların sivil boşnak halka cinayetin en insafsızını, tecavüzün en vahşisini uyguladığı dönemler..

boşnak askerlerin elinde ise çok sayıda sırp esir var.. hepsi asker.. ihtimal ki, serbest olsalardı onlar da aynısını yapacaklardı.. belki de yapmışlardı.. olan biteni duysalardı içten içe sevineceklerdi..

boşnak asker soruyor başkomutana “şimdi biz bu esirleri ne yapalım”

başkomutan aliya sakince cevap veriyor “onlar bizim esirlerimiz.. yani misafirlerimiz.. onlara misafir gibi davranacağız”

duyguları kabarmış, öç alma telaşına kapılmış genç asker içindeki itirazı saklayamaz “iyi ama komutanım, onlar bizim bacımıza tecavüz ederken, çocuklarımızı katlederken...”

aliya yine sakindir “onlar bizim esirimiz dedim asker, onlar bizim öğretmenimiz demedim ki…”

bu anekdotu sevgili dostum saadeddin’den duyalı beri, bir müminin taşıdığı ağır ve onurlu yükü ben de omuzlanmaya çalışıyorum..

düşmanınızdan intikam almak adına, onun yaptığını yaparsanız, düşmanınızı kendinize “öğretmen” yaparsınız..

muhalifinizin kullandığı yöntemlerin aynısını misilleme adına kendiniz de yaparsanız, muhalifinizi mürşidiniz eylersiniz..

kötülüğe, bir başka kötülükle karşılık vermek, kötülüğü birken iki yapar, çoğaltır.. demek ki kötülüğe karşı yeni bir kötülük üretmekle kötülüğe iyilik ederiz.. hem kötülüğü çoğaltırız, hem de kötülüğü yapanın kötülüğü yapışını eylemimizle onaylarız.. bir nüshasını daha çıkarırız kendimize.. onun ettiğini öyle beğeniriz ki bir de kendimizi özne yaparız onun eylemine..

kötülüğe kötülük etmek isteyen, kötülüğe kötülükle karşılık vermez, onu olduğu yerde bırakır, çoğaltmaz.. kötülüğü yapanı da yaptığına pişman etme fırsatı tanır..

........

hala daha “iyi ama…” diyor nefsim, toy boşnak asker gibi
iyi ama benim öğretmenim ..... değil ki
“oh!” larıma “Ah!” ediyorum, ah

Senai Demirci
 
her bahar yaşıyorum bu acemiliği.. her bahar ayağım dolanıyor, başım dönüyor, bakışım çatallanıyor, ellerim terliyor.. acemiyim bu bahar yine.. ustaca karşılayamıyorum baharı.. tecrübemi konuşturamıyorum bi’türlü.. oysa, ustalaşmış olmalıydım.. acemi bir bahar karşılayıcısı olmak için mazeretim kalmamış olmalı..

kırkbeşinci baharım bu.. kırkbeşinci olmasına kırkbeşinci ama adı üzerinde bu bahar ilkbahar.. hep “ilk” var başında “bahar”ın “ilk” defa görüyorum bembeyaz coşkuyla köpüklenen denizler gibi hayata koşan ağaçları.. ilk defa fark ediyorum terütaze sevinçlerle varlığa uç veren lâleleri, papatyaları, menekşeleri.. pencere önüme kadar taşmış bir bahar karşılıyor beni.. kaçsam da yol kenarlarında yakalıyor beni gelincikler.. kızım bir kırçiçeği koparıp uzatıyor elime.. sadece çiçeklerin isimlerini saymaya boş vaktim oluyor.. lâle, sümbül, frezya.. sarısı var! eflatunu var! kızılı da! ah bir de kokuları! mor salkımlar ise selam vermeden geçiyorum diye rayihalarıyla uzanıyorlar burnumun dibine kadar.. bu arada erguvanları da kaçırmamalı.. bir fıskiyeden fırlar gibi ağacın her yanına sarılan, budakları beklemeden, hiç nazlanmadan patlayıp duran o efsûnlu renkleri.. güllerin başında ise bir ömür beklemeli sanki.. yaprak yaprak güzellik dermeli.. bir de ıhlamurlar kokmaya başlarsa, ne ederim ben? işim başımdan aşkın benim.. hangi çiçeğe, hangi ağaca, hangi kokuya, hangi renge tutunup da kalayım? hangi güzelliğin yüzüne asılıp da durayım?

etrafımda her an yeni renkte yeni kokularda sürüp giden bir şehrâyin var.. o kadar çok ki seyredilecek, üzerinde durup tefekkür edilecek yaradılış! hakkını veremediğime yanıyorum baharın.. hep alacaklı kalıyor benden bahar.. onca güzelliğe bakış borçlanıyorum her defasında.. yanından bir göz ucu bakışıyla geçiyorum sadece.. tek bir lâleyi bile bir bahar boyu seyretmeye değer diyor dostlar “kırkbeşinci baharının ihtisasını lâleler üzerinde yap! ama o kırmızısının tonunu ne bayrağa, ne bordoya ne pembeye benzettiğin renkteki o lâleye ayır vaktini.. altı yaprakla açıp da, sonra yapraklarını bir bir döküşündeki hüznü de seyret.. bir ömür yeter sana bu sevinç, bu hüzün”

“iyi de papatyaların gönlü kalmaz mı” diyorum içimden “ya kasımpatılara nasıl yetişeyim” “menekşeleri ıskalamaya gönlüm hiç razı değil” bu kırkbeşinci baharı, hiç kimsenin uğramadığı bir kırda, hiç kimsenin özenerek dikmediği, hiç kimsenin seyretmeye tenezzül etmediğini bildiğim en güzel kırmızıyı, en ince yüzde ağırlayan o gelinciklerle sarmaş dolaş geçirmeye de razıyım.. ancak belki o zaman, bu baharın hakkını verdim diye kocaman bir “oh” çekerim “galiba” demişti ali ağabey uzun bahar yolculuğumuzda “çiçeklerin kelebeği de gelincikler” kelebekler var bir de.. onlar ki sanki çiçeklerin suskun güzelliğine, kırların yalnız tazeliğine bir karşılık vermek üzere uçuyorlar, uçuyorlar.. kıpkızıl gelincikler, incecik yapraklarıyla nasıl yeşile sarıya boyalı kırların tazeliği üzerinde bir mühür gibi dikkat çekiyorsa, kelebekler de öyle! nazenin hareketleriyle bak(amay)ışımızı dürtüp göz göz gezdiriyorlar o güzellerin yüzlerinde.. yoksa, bu baharı kelebeklere mi ayırsam?

peki ya kuş sesleri? kime nasıl açıklarım ben, kırkbeşinci baharında bile kuş seslerini birbirinden ayırt edemediğimi? utanmam mı bu sağırlıkla? kuşlar ki, çiçeklerin suskun güzelliğini sesten bayraklar gibi taşıyorlar, gönlün kapısı kulaklara taşırıyorlar? kuş sesleri ki, bir gülün son yaprağını saran sesten bir yaprak daha örüyorlar! dinlemeye vaktim yok! telaşla geçiyorum aralarından! seherlerde yarı uykulu, öğlelerde başka şeylere kulak kesilmiş halde, o bahar bestelerini kırkbeşinci defa daha kaçırıyorum, ıskalıyorum, yok sayıyorum..

olmadı işte bak! yine olmadı! olmayacak! bunca güzelliğe bir değil bin bakış borçlanarak gidiyorum.. bunca inceliğe minnet duymadan koştukca koşuyorum.. nereye gidiyorum?

galiba, ilk defa! ilk defa bu kadar susayarak ve acıkarak bakışsız bıraktığım bunca güzelliğin hak ettiği ince bakışları, derin tefekkürleri fark ediyorum.. benim ıskaladığım yerlerde, benim bakmadığım yüzlerde, benim özenmediğim güzellerde, bin bakışlar, bin yakarışlar, bin minnet duyuşlar, bin hayret edişler, bin alkışlar, bin takdir edişler, bin hayran oluşlar olmalı.. bu baharı benim bir ömür seyretmek istediğim gibi seyreden birileri olmalı.. benim bıraktığım bakış boşluklarını dolduran, benim suskunluğa terk ettiğim seslere çağıltılı bir dinlemeyle karşılık veren, anlamsızca baktığım güzellerin hakkını fazla fazla verenler olmalı.. boş bakışlara kalmamalı bunca diriliş!

şimdi o boşlukları dolduruyorum; ve ben meleklere inanıyorum.. inandığıma da seviniyorum.. inandığım kadar çok bahar bestesi duyuyorum.. inandığım kadar çok bakış çiçeği deriyorum.. melekce bakışlara bakan bahara daha başka bakıyorum.. dal uçlarına melekce hayranlıklar diziyorum.. gül yüzlerde her an meleksî zikirler duyuyorum.. kuş cıvıltılarına melekce çağıldayışlar ekliyorum.. her çiçeğin her haline her rengine her rayiha inceliğine en az bir melek tayin ediyorum.. bunca güzelliğin bunca bakışı hak ettiğini biliyorum.. meleklere yeni/den inanıyorum.. erik dallarında çiçeklerin ak köpükler gibi coşkusuna katılarak inanıyorum..

SENAİ DEMİRCİ
 
Sabah Namazı

Vakit seher… ufukta günün kızıl çiçeği açmak üzere.. vaktin rahmine sabahın nutfesi düştü az önce.. gecenin toprağında saklı ışıktan tohumlar başlarını uzatıyor..

Şimdi hatırla ki, sen de bir zamanlar yokluğun karanlığında yitiktin.. unutulmuşluk toprağına gömülü bir tohumdun.. kimsenin adını bilmediği, hatırını saymadığı bir yetimdin..

Hatırla ki, unutulmuşluğun toprağında Rabbin seni unutmadı.. Rabbin seni sahipsiz de bırakmadı.. Rabbin seni yokluk gecesinden varlığın ufkuna eriştirdi.. taze bir bahar gibi gün yüzüne çıkardı bedenini.. ete kemiğe bürüdü ruhunu..

Gülden tebessümler giydirdi yüzüne..
Şimdi seher vakti.. göz kapaklarının ardından kaç..gafletin gecesinden uyan.. aç gözlerini sehere.. aç kalbini Rabbine.. uyan.. uyan, uyan ve an seni hiç unutmayan Rabbini.. güneş ufukta yükselmeden, sen dualar ufkuna yüksel.. herkes unutsa bile seni unutmayan Rabbini herkesin O'nu unuttuğu anda ananlardan ol.. haydi kalk! kalk ve miracına eşlik et En Sevgilinin [asm]

Şimdi sabah! şimdi sabah namazı vakti..
[FONT=Arial][/FONT]
[FONT=Arial][SIZE=3] [/SIZE][/FONT]
 
bir “Ah” etsem, “Ah”ların hepsi ağlar..

SENDEN SANA YOL VAR MI

yokluğun kor bana... sensiz, bin ateş parçasına bölünür kalbim.. tenimde cehennem cehenneme düşer, bir daha yanar.. avucumda denizler kurur; çöller başlar..

gözüme geceler üşüşür; sabahlar ürküp uzaklara kaçar.. sözlerimi hece hece alev sarar; dudağımda yangınlar başlar.. korkarım, bir kez “su” dersem sular alev alır.. susuşun zor bana.. sensiz, yokuşlar uzar, yollar uçurumlara uğrar.. yaraların kabuğu açılır; ırmakların yatağı daralır.. sele kapılır dağlar; köprüler geçilmez olur.. dünyanın bütün taşları kirpiklerime biner; güneşlerin hepsi çöle iner.. elimde kalır ağıtların hepsi; kimse duymaz, kimse ağlamaz, kimse anlamaz.. bir kuyuya iner gibi; tozlanır şiirler, güfteler silinir, şarkılar boğulur.. harfler harflere bitişmez olur.. sahipsiz kalır keman; telleri kopar bağlamaların.. ahenk bozulur; nefessiz kalır neyler..

bir “Ah” etsem, “Ah”ların hepsi ağlar..

varlığın koca bir dağ bana.. şirin bu kadar uzak değildi ferhat’a.. sadece dağlar ayırdı onları.. dağdan sonrası şirin’di.. dağın berisi ferhat’tı.. sen ise dağın kendisisin.. kazıp da yakın edeceğim bir yer yok ki şirin’e ferhat olayım.. aşıp da kavuşacağım bir yâr yok ki sana geleyim.. sanki bir yanım dağ, bir ferhat’tır benim.. kimi kimden uzak bileyim? su içecek dudaklar kurudu, kime sular getireyim? sular serinliğini yitirdi; kime sâki olayım?

yokluğunu sor bana.. mecnun’un gözünde leylâ değilsin ki, sana gelmek için çölleri göze alayım.. çölleri hepten yaktım; kumlar dağıldı, tozlar uçuştu.. aşk kalplere küstü, kuyulara düştü.. koynuma gömdüm ayrılığını ve her bahar yokluğunu meyve verdim.. mecnun beni deli sandı.. leylâ gözlerime aldandı; gözlerini gözlerimde aradı.. araya dağları koydum; kimse aldırmadı.. nice deniz kıyısında nice sevgili bekledim; hiçbirinden selam gelmedi.. şişelere bırakılmış mektuplar gördüm; okuyan olmadı.. ah, sevdiğim, sen yoksun buralarda, tadın da tadı kaçtı, lezzetler hüzne bulandı.. şöyle incecikten bir kez “aşk” desem, şiirler utanır, şarkılar kör olur, türküler köyden kaçar..

yokluğunu bir sorsan bana, cevapların cümlesi kılıç kuşanır, suların hepsi köpürür, kuru dallar bin defa kırılır, kuşlar bin kez daha dağılır.. hasretin nâr bana.. kuraklığın dudağı çatlar adını söyleyince.. pervane ateşi bırakıp yüzüme koşar; yanmaya gelir.. buzullar dudağıma koşar, erimeye özenir.. mumların alevi parlar seni anınca.. gölgeler senin adının altında serinler, dinlenir.. nicedir kirpiklerimde taşıdığım taşlar yoluma düşer; hüznüme yaslanır, ağlar, ağlar, ağlar.. bütün yangınların bütün külleri bana savrulur; anka kuşlarının hepsi gözlerimin içine bakar, bir kez daha uçmak için yalvarır.. yangını da yaktığımdan, küllerin hepsi yine, yeni ve yeniden küllenir.. adını ağzıma alsam, her yere her zaman yağmur yağar, denizler denizlere koşar, bütün dağlardan bütün dağlara kuşlar kanatlanır..

sızın yâr bana.. seni yitirdiğimden beri, elimden ayrılıklar tutuyor; el ele dolaşıyoruz terk edilmiş sahilleri.. acıların canı yanıyor adını anınca, susayım diye yalvarıyorlar.. yaralar senin susuşunla yaralanıyor; bir söz umuyorlar dudağından merhem olur diye.. bir bilsen, ne kadar zamandır kapımda bekleşiyor unutuşlar “bir yol bizi de hatırlasın” diyorlar.. geceleri sokak lambalarının loşluğuna sığınıp birbirlerine sarılıyorlar ama yine de çok üşüyorlar.. bir sabah gelip yüzlerini tek tek öpüp okşarsın diye umuyorlar.. bir de, evden kaçmış mutluluklar var; hâlâ sığınacak bir köprü altı arıyorlar ama gözleri aydınlık pencerelerin önünde, belki sen ekmek verirsin diye bekliyorlar.. umutlar var hemen aşağı mahallede, gecekondu yapmışlar kendilerine, köylerini bırakmışlar, kalplerden sürülmüşler.. gelirsin diye yolunu gözlüyorlar.. yolları sorma, onlar hepsinden perişan, sevgilinin köyüne dolanmak için can atıyorlar, kıvranıyorlar ama nafile.. sen olmayınca, yollar da yolda kalıyor, ayakları taşa dolanıyor..

neredesin ey sevdiceğim? sensiz ayrılık bile ayrıldı sevdiğinden..sensiz hüzün de mahzun oldu.. sensiz şiirler yarım kaldı, dudağa değmedi; sadece bir fısıltını bekliyorlar.. heceler senin elinden tutup şarkılara sokulmak istiyorlar.. haberin var mı sevdiceğim, burada kuşlar yuvaya uçmuyor; gurbet bile gurbete düşüyor.. duydun mu, burada bahar geldiğine pişman oluyor; güzün yaprakları kuruyor..

belki okursun diye buraya yazıyorum, harfler seni hecelemek için sabırsızlanıyor.. A olmayınca Ş dudağa yapışıyor, sessiz kalıyor.. K olmayınca, A ve Ş boşluğa düşüyor, anlamsız kalıyor “A” “Ş” ve “K” senin adının kucağında büyüyor, senin anlamının sıcağında doyuyor..

inan bana, sensiz ayrılık bile ayrılık olmuyor, kavuşmak bile tat vermiyor.. sensiz ne seven sevebiliyor, ne sevilen sevildiğini biliyor..sensiz sözler boşluğa düşüyor, sensiz kalem kâğıda dokunmuyor, sensiz dudak dudağa değmiyor.. sensiz ne sevda seviniyor ne veda üzülüyor.. sensiz hüzün bile yüze gelemiyor, acılar utanıp kuytulara saklanıyor..

yokluğun kor bana ey aşk
sende yak beni, ateşe at sözlerimi
suskunluğun zor bana ey aşk
ben sustum, sen söyle iyiliğimi
Senai Demirci
 
Tanrı Seni Şartsız Sevdi...

seni sevenler
seni, sen varolduktan sonra sevdi.
sevilmen için önce var olman gerekliydi.
yoksa nasıl severlerdi seni?
yok olanı kim severki?
hatırlamaya çalış;
bir zamanlar yoktun,
sen yoktun,
seni sevenler yoktu.
sen kendi yokluğunun farkında değildin.
Rabbin seni yoklukta buldu.
seni yoktan varetti.
seni hiç yokken sevdi,
seni sevdiği için var etti.
başkaları seni var olduğun için sevdi.
Rabbin seni şartsız sevdi.
seni sevmesi için var olman bile gerekmedi.

sevenler seni sendeki kimi özelliklerin için sevdi çoğu kere.
kaşın-gözün, boyun-posun, zekan-aklın, yeteneklerin...
en gösterişli, en başarılı, en güzel vs. gibi "en"lerinle sevdi.
onlar seni en düşkün, en hasta, en anlayışsız, yani en insan halerinle sevmediler.
kimi şartlara bağlı çoğu kere onların sevgisi.
sanki aranızda bolca şartı olan gizli bir kontrat imzalamış ve o kontratın maddeleri her an senin aleyhine işletilebilirmiş gibi.
bir kere düşün seni en çıplak, en gösterişsiz halinle, bütün sıfatlardan azade seven kim?

O seni hayalle hakikat arasındayken sevdi.
O seni sevdi, yokluğunu değil.
varolmanı istedi.
sen başının dara düştüğü zamanlar hariç ondan yüz çevirsen de, sık sık O'nu unutsan da, geçmişte verdiğin Söz'e ihanet etsen de en ufak yönelişinde sana dağlarca koşan kim?

öyleyse varolmak, büyük ve kutsal bir muhabbetin, karşılıksız bir sevginin muhatabı olmak değil de nedir?

varolmak seni senden öte sensiz de seven bir Rabbi tanımaktan, O'nun yoluna adanmaktan başka nedir?

Dostların bile çoğu kez senden hatasızlık bekliyor senden.
Hata ettiğinde şaşırıyorlar, küsüyorlar, hatalarını bir türlü yakıştıramıyorlar sana.

Bilmeden hata etsen bile affetmekte zorlanıyorlar.
Yanlışından dönsen de, eskisi kadar kolay sevemiyorlar.
Hata ettiğinde gözden düşüyorsun.
Oysa Rabbin hata edebileceğini biliyor. Yaratan bilmez mi?
Kusurların olabileceğini sana açıkça söylüyor.
Bağışlayacağını en başından kulağına fısıldıyor.
Senden sadece hatanı kabullenmeni istiyor.
İçten içe duyduğun pişmanlığı bile özür sayıyor.
Affediyor, affederek seviyor, severek affediyor.
O senden kusursuzluk beklemiyor. Ancak kusursuz biri kusursuzluk beklentisinde olmaz. Ve sorarım sana kusursuzluk beklentisi başlı başına bir kusur değil midir?

Sevenler seni yaptığın hatalarda yüzüstü bırakmadı mı, eleştirip mahkum etmedi mi? Ya Rabbine karşı yaptığın hatalar….Saysan kaç sıfırlı rakam eder, üst üste yığsan yerden göğe yol olur. Ama bak O seni sevmeye devam ediyor ki seni hediyelere boğmaktan geri durmuyor. Yeryüzünün nimetlerini önüne seriyor, sana ummadığın yerden ummadığın armağanlar gönderiyor. Gözünün aralığında bütün bir kainatı seyrettirmesi bile tek başına bir hediye değil mi?
Hala nefes alıp verebiliyorsan, hala yiyecek birkaç lokman, içecek birkaç yudum suyun varsa bu bile başlı başına bir armağandır.

Peki ama kendisine onca hediye veren cömert bir ev sahibine nankörlük etmek, hediyeleri kendinin kazanarak elde ettiğini iddia etmek nankörlük ve kusurdan başka ne ile ifade edilebilir?

Senai DEMİRCİ
 
Rabbinin seni sevmesi için
Bir yüzün olması gerekmedi.
Rabbinin seni sevmesi için
Bir yüreğinin olması gerekmedi.
Rabbinin seni sevmesi için
O’nu hatırlaman gerekmedi.
Rabbin seni hiç koşulsuz sevdi.
Ve hala seviyor…
Farkında mısın?
Sen O’nu unutsan da
O seni unutmuyor.
Sen O’na isyan etsen de
O senden umut kesimiyor.
Seni yaradan senin cinsinden biri değil ki
En küçük bir sorunla yıkılsın,
Beklentileri gerçekleşmezse umutsuzluğa düşsün?
Umudun kaynağı olan, umudu yaradan nasıl umudunu keser?
Senin göklerde yazılı olan adın umuttur, bilesin…

Bilmem farkında mısın, sen sık sık umutsuzluğa düşüyorsun… Umudunu yitirip güneşin kavurucu sıcağında başın öne düşüp enseyi kararttığın zamanlar hiç de az olmadı, olmuyor. Peki neden? İsteklerinin senin arzularına göre, istediğin zamanda, istediğin şekilde, istediğin yerde gerçekleşmemesi… Haşa, sanki seni yaradan senin itaatkâr bir hizmetçin. Senin her istediğini her an hazır edecek. Yani sen nereye dönersen güneş de oraya dönecek öyle mi? Sen ne yönden istersen rüzgar o yönden esecek, öyle mi? Senin planlarına, kurgularına, hesaplamalarına göre hayat denilen hakikat biçim alacak, öyle mi?

Saçların karışmasın diye rüzgar sana göre bir saat sonra esmeli, yeni kıyafetin ıslanmasın diye yağmur akşam yağmalı, bir anda çok paraya kavuşacağın iş hemen kapına gelmeli, sevdiğin kız veya oğlan hemen sana varmalı sana göre… Umutsuzluklarının sebebini bir düşün… Her şey sana göre şekillensin istiyorsun, geleceğe ilişkin kimi kurgularda bulunuyor, bunları başaramayınca çöküyorsun… Ya tüm benzetmelerden yüce olan seni Yaradan, o karlı havada yavrusunu yitiren kalbi merhametli bir annenin gözlerindeki umut gibi, senden asla umudunu kesmiyor, hep O’na dönmeni bekliyor...

Senai DEMİRCİ
 
Üst Alt