Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Tek Raporla Halletme Düşü ya da Düş-Kırıklığı [Tartışma]

Can Evren

Yeni Üye
Üyelik
25 Eki 2009
Konular
5
Mesajlar
23
Reaksiyonlar
0
Tek Raporla Halletme Düşü ya da Düş-Kırıklığı

Sakatların hayatı zor, engellerle dolu. Bazen önyargılar, bazen rampasız, asansörsüz yollar. Ancak bir engel var ki o daha ilginç ve çelişkili: sağlık kurulu raporları. Sağlık Kurulu Raporları üzerine tez yazan bir akademisyen adayıyım ve okuyanların affına sığınarak biraz yazıyorum. Bu konu üzerine düşünmeye ve belki de talepler geliştirmeye bir başlangıç zemini olabileceğini düşünerek biraz tarihten başlamak istiyorum.

Sormak istediğim soru şu: acaba bu karışıklıklar yalnızca bir teknik (yönetmeliksel) arızadan mı ibaret? Birkaç genelge ya da yeni bir yönetmelik ile çözülebilecek bir aksaklık mı yalnızca? Yaptığım araştırmalar ve yazmakta olduğum akademik çalışmada böyle olmadığını iddia etmek ve göstermek çabasındayım. İsterseniz biraz tarihe gidelim.

Türkiye siyasi tarihinde “Özürlülük” diye bir kavramın kendi başına bir kategori olarak yer etmesi 1990'ların ikinci yarısına denk düşüyor. 1980'lerden itibaren Birleşmiş Milletlerin üye devletlerden talep ettiği önemli bir hamle, vatandaşları içerisinde sakat olanlar olduğunun farkına varması, sakatlığın bir siyaset alanı olduğunu ve bir takım özgül müdaheleleri gerektirdiği gerçeğini kabul etmesi idi. (Bu süreç için sanırım Avrupa'daki ve Amerika'daki sakat örgütlenmelerine ve sakat hareketlerine hakkını vermek gerekir zira o hareketler bu değişimin önemli tetikleyicileriydi.) Türkiye'de bu çerçevedeki en büyük adımlar 1997'de ÖZİDA'nın kurulması ve 1999'da ilk Şura'nın düzenlenmesi iken 1998 yılında, 18 Mart 1998 tarihli, 23290 sayılı Resmi Gazete'de bir yönetmelik çıktı: “Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik”.

Devletin yeni öğrenmeye başladığı bu yeni siyasi alanın ilk adımlarından biri bu yönetmeliktir. Zira o tarihe kadar farklı kamu kurum ve kuruluşları, sakatlığa, malüllüğe yönelik hizmetleri için kendi ölçme ve karar verme sistemlerini kullanıyorlardı. Muhtemelen farklı hastaneler de, böyle bir yönetmeliksel iradenin olmadığı bir ortamda bu işi çözmenin farklı yollarını üretmişlerdi, farklı kurumların farklı tanımları vardı. Türkiye'nin tüm hastanelerinde, tüm hizmetler için geçerli olacak bir raporlama sistemi düşü devlet katında yeni belirmişti. Sakatlık merkezi politikada belirirken, merkezileşen bir ölçütün gereksinimi dillendirildi. Devletlü böyle düş kurar zaten; “öyle bir yönetmelik çıkarayım, öyle bir sistem kurayım ki, her şey çakı gibi olsun: pürüzsüz, standartlaştırılmış, usulüne göre”. (aşağıda bu düşün nasıl da kurmacadan ibaret olduğunu anlatmaya çalışıyorum)

Yönetmeliğin çıkmasından üç yıl sonra 2001 yılında ÖZİDA tarafından hazırlanıp yayınlanan “Özürlüler Ülke Raporu” adlı kitapta 1998 yılında yürürlüğe giren yönetmelik şöyle tasvir edilmiş:
"İlgili kurum ve kuruluşların yetkilileri tarafından 1995 yılından itibaren yaklaşık iki buçuk yıl yürütülen yoğun bir çalışma sonucunda, her işlem için ayrı rapor alma sorununun tek bir yönetmelikle çözümlenmesi karara bağlanmış ve bu amaçla sağlık kurulu raporlarına ilişkin yönetmelik hazırlanmış ve "Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelik" 18.03.1998 tarih ve 23290 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik, çalışan ve çalışabilecek özürlülerin bu alandaki mağduriyetlerini gidermekte, Devlet hastaneleri, SSK hastaneleri ve Üniversite hastanelerinde farklı olarak uygulanan "Çalışma Gücü Kayıp Oranları"nı standartlaştırmakta ve böylece tüm sağlık kuruluşlarında uygulanan oranlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca Yönetmelik, özürlü vatandaşların rapor almalarını kolaylaştırmakta ve tekrar sağlık kurulu raporu alımını ortadan kaldırmaktadır." (Özürlüler İçin Ülke Raporu, sayfa, 4)​
Ne komik değil mi? Bugünkü yönetmeliklerde aynı şeyi iddia ederek başlıyorlar ancak yaşanan resim ise resim hep aynı...

2006 yılının Temmuz ayına gelindiğinde “özürlülük” Türkiye siyasi haritasının artık daha bir merkezindeydi. Özürlülük politikası geliştirmekte güçlü bir irade gösteren bir siyasi iktidar, devam etmekte olan AB ve küreselleşme süreçleri, 1990'ların ortasında başlayan özürlülük politikası üretme çabalarını farklı bir döneme girmesinde önemli rol oynuyordu. 1998 “Sağlık Kurulu” raporları yönetmeliği bir yenisiyle yenilendi. Tarih:16 Temmuz 2006, 26230 sayılı Resmi Gazete. Özellikle son 5 yılda -2005 yılındaki Özürlüler Yasası sonrasındaki dönem- belirlenen hastanelere gidip, uygun bir rapor alma şartıyla ulaşılabilecek hizmetler yelpazesi genişledi diyebiliriz ancak 2006 yılında temeli atılan ve 2010 yılında yenilenen bu yeni “özürlülük” süzgeci, DSÖ'nün ürettiği ICF endeksinden alınan yeni ve gösterişli eklentileriyle sakat vatandaşların kabusu haline geldi. (yönetmeliğin başlığına eklenen ölçüt ve sınıflandırma kelimeleri, ICF'deki assessment ve classification kelimelerinin Türkçe tercümeleri. Halbuki biliyoruz ki meseleye böyle bilimsel süsler verilmiş olsa da mesele yine aynı: rapor almak ya da alamamak.)

Gelgelelim bu dönemde artan hizmetlerden memnun olan sakatların da, bu hizmetlere şüpheci yaklaşan sakatların da tartışılmaz bir ortak düşü var: “tek raporla kurtulmak”. 2001 yılından verdiğim alıntıya dönersek, bir devlet organının yayınında 1998 yönetmeliğinin başardığı hayal edilen bu standartlaşma, tarihin bir cilvesi olarak belki de, bu sefer sakat vatandaşların düşü haline geldi. Nitekim artan hizmetler, çok daha fazla insanın bu rapor sürecini deneyimlemesine yol açtı. Bir hastaneden diğer hastaneye, bir vatandaştan diğer vatandaşa işleyen standartların olduğunu iddia etsem sanırım herkes gülmekten başka bir tepki vermeyecek. “Bir kere rapor alsak, her iş için o lanet hastane koridorlarını koklamak zorunda kalmasak!” ya da “O 60 verdi, bu 30 verdi” gibi hikayeler, “Nasıl oluyor da 55'ten 25'e düşüyor” gibi sorular Türkiye'de sakat olmanın “Merhaba”sı, “Naber”i ya da “Hoşgeldin”i olmuş durumda. Sanırım birbirini tanımayan iki sakat vatandaş, bugün %'lerden bahsederek ya da ortak şikayetleri yoluyla dost olabilirler.

2001 yılından yaptığım alıntıya bakılırsa, standartlar çerçevesinde işleyen bir süzgeç (ölçüm) sistemi yaratmak yöneticilerin gündeminde 15 yıldır var. Ancak bu dönemde süzgeç 3 kere değişmiş ve kim, hangi hizmet için, hangi hastanede ne kadar özürlü soruları tam bir karmaşa. Sosyal güvenlik kurumlarının ya da sosyal hizmetlerin yanlış uygulamaları yüzünden ödeneği kesilen, emeklilik planları karışan, maddi ve manevi olarak mağdur olan sakat sayısı da azımsanamayacak kadar fazla.

Peki neden böyle? Rapor işi neden bir karmaşa? Benim fikrim, bunu bürokratik bir yanlış uygulama, doğru yolda giderken başımıza gelen teknik bir arıza olarak tanımlamak, işini yanlış yapan bir bürokratın sorunu olarak görmek yerine bunun nasıl bir politika biçiminin sonucu olduğunu tahlil edip, ona göre itiraz etmek gerek. (ve daha da önemlisi bu süreçte sakatların ne kadar söz hakkı aldığını sorgulamak) İlk olarak şu gerçeği hatırlayalım: yönetmelikler “Amaç ve Kapsam” kısmında bazı istisnalar tanımlayarak başlıyorlar. 1998'de bu istisnalar “sosyal güvenlik kuruluşlarınca primli sisteme tabi olanlara bağlanacak malüllük aylıkları için istenecek özürlü sağlık kurulu raporları bu Yönetmelik kapsamı dışındadır” şeklinde belirtilirken, 2006 yönetmeliği buna bir de “vergi indirimi için istenecek özürlü sağlık kurulu raporlarının nihai kararları bu Yönetmelik kapsamında değerlendirilemez” diye ekliyordu. 2010 yönetmeliğinde ise üstteki ibarenin ilk kısmı kalktı ve “Kapsam” bölümü şöyle bitiyor: “sosyal güvenlik kuruluşlarınca primli sisteme tabi olanlara bağlanacak malullük aylıkları için istenecek özürlü sağlık kurulu raporları bu Yönetmelik kapsamında değerlendirilmez.” Yönetmeliğe bir de şöyle bir bölüm eklendi:
Vergi indirimine esas raporlar
MADDE 15 – (1) 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu hükümlerine göre, sakatlık indirimine esas olmak üzere düzenlenen raporlarda, raporu düzenleyen sağlık kuruluşu tarafından işverenin bulunduğu yerdeki il defterdarlığına gönderilen özürlü sağlık kurulu raporu esas alınır.​
Değişikliğe bakılırsa Ankara Merkez Sağlık Kuruluna artık raporlar yollanmayacak ancak hastanelerle defterdarlıklar arasında bir dayanışma zinciri kurulmaya çalışılacak. Tabi uygulamada mutlaka bir çok saçmalık yaratacaktır bu durum ancak altını çizmek gereken nokta denetim zihniyetinin sürüyor olması. Vergi indirimi yöneticiler tarafından “iyice” denetlenmesi gereken bir alan olarak belirleniyor ve buna dair “istisnai” prosedürler ortaya koyuluyor. İşin bana en ilginç gelen kısmı, son 6-7 yılda özürlülere dair neredeyse tüm yasalar ve yönetmelikler değişmişken, 1981 tarihli “Sakatlık İndiriminden Yararlanacak Hizmet Erbabının Sakatlık Derecelerinin Tesbit Şekli ile Uygulanması Hakkında Yönetmelik”hala (en son 1998'de geçirdiği değişiklikler ile: Yahu hizmet erbabı diye bir kategori bile var mı ki yaşamımızda) yürürlükte. Dolayısıyla da son 2 özürlü raporları yönetmeliğinde farklı biçimlerle de olsa “vergi indirimi” raporlarına ayrı bir prosedür hazırlanmış. Tüm işlemlerin bir rapor ile halledilememesini bürokratik bir aksaklık veya yanlış uygulamadan ziyade politika yapanların bilinçli bir politikası olarak görmek daha doğru olabilir. Özürlülük ölçütü için iki tane farklı yönetmeliğin aynı anda yürürlükte kalması bir hata veya unutkanlık değil gibi. Tam tersine bu karışıklık, aynı işlemin iki ayrı yönetmelik tarafından birden kapsanması, özürlülük raporlarının bilimsel bir “ölçme” çabasından ziyade bir “denetim” iradesini yansıttığını söyleyebiliriz. Zaten engelliliğin %30'dan %40'a değişerek deneyimlenen bir şey olmadığı, bunu standartlara sokarak ölçeceği iddia edilen bir cetvelin, sakatların yaşamında hiçbir gerçek karşılık bulmadığını söylemek zor değil.

Aslına bakılırsa tüm işlerin bir raporla halledilememesinin sebebi, özürlülüğe dair bilimsel veya siyasal tanımın eksikliğinde, özürlülüğün politika üreticiler tarafından manipüle edilebilen bir kategori haline gelmesi. Ortada özerk bir bilimsel girişim yok; sakatların devlet politikalarını denetleyebileceği ve karar verme mekanizmalarına katılabileceği kurumsal bir mekanizma da yok. Özerk bir bilimsel girişim yok derken tabi üniversitelerle siyasi iktidarın ne kadar seçici ve stratejik bir ortaklık içinde olduğunu, bilimsel olanın bir takım siyasi çatışmalar etrafında askıya alındığını hatırlatmak isterim.

Politika yapanlar bazı vatandaşlarına, bazı hizmetler için “siz özürlüsünüz ve ben size yönelik politikalar geliştiriyorum” derken, aynı vatandaşlar başka hizmetler için “siz özürlüsünüz ancak vergi indirimi hizmetinden, erken emeklilik hizmetinden yararlanabilecek kadar değil” sözüyle yüzleşebiliyorlar. (burada unutmamak gerekir ki bunlar hep bütçe disiplini uygulamalarının ve özürlülük politikalarının her şeyden önce bütçe hesaplamalarıyla işlediğinin yansıması) Ve en önemlisi, buna dair nihai kararı ya uzmanlar ya da uzmanlar verebilir. En korkuncu da Ankara Merkez Sağlık Kurulu'ndaki, elle tutulamayan, gözle görülemeyen gizli uzmanlar... Bu ölçüm sürecinde sakat vatandaşın sesine itibar edilmesini sağlayacak kurumsal bir düzenleme yok. Olmaması da manidar geliyor bana. Bu meselenin temelinde bir önceki yazıda da tartışmaya çalıştığım gibi, özürlülüğün ne olduğuna, nasıl tanımlandığına yöneticilerin karar verme tekeli yatıyor. Hatırlamak gerekir ki 20.yüzyılın en önemli toplumsal hareketlerinden biri olan sakat hareketi, sakatlığa dair kendi tanımını kabul ettirmek, geliştirilecek siyasette söz sahibi olmak istemiştir. Yöneticilerin “özürlülere en çok biz değer veriyoruz” diye siyaset yürüttüğü bir ortamda görünmez olan şey, belki de sakatların kendi kaderini tayin etme hakkıdır, kendi tanımlarını, kendi süzgeçlerini kamusal alana sokma ihtimalidir.

Puanları Değiştirmek Yetmez
Bu raporlama işinin bir önemli ayağı daha var; ölçüm uygulamasının yapıldığı hastaneler. Raporlardan bahsedip hastanede ne olup bittiğini hesaba katmamak olmaz. “Sağlıkta Dönüşüm” politikaları, devlet hastanelerini kar zihniyeti ile işleyen işletmeler haline dönüştüren, çalışan doktorların kazançlarını belirleyen sistemlerin rekabete, yarışmaya dayandırıldığı, kurum içi çalışanlar arasında ciddi uçurumlar yaratabilen bir mekanizma. Dolayısıyla devlet hastaneleri kamu hizmeti zihniyetinden piyasa zihniyetine doğru bir geçiş dönemindeler. Ve unutmamak gerekir ki bu da merkezi politikaların öngördüğü bir dönüşüm. Gelin görün kü Sağlık Bakanlığı'nın hazırladığı, hastane çalışanlarının alacağı payları belirleyen “performans” çizelgesinde “Sağlık Kurulu Raporları” hanesinde koca bir “0” yazıyor. Bu iki şey birden demek; Sağlık Bakanlığı bu işleme bir “değer” atfetmiyor (EVET KAPİTALİST TOPLUMLARDA DEĞER SOYUTLANMIŞ PARA KARŞILIĞI İLE ÖLÇÜLÜR NE YAZIK Kİ KAPİTALİST BİR DÜZENDE YAŞIYORUZ) ve de doktorların da bu raporları hazırlamaktan bir çıkarları yok. Türkiye'nin farklı illerinden farklı boyuttaki devlet hastanesi çalışanlarına bu yönetmeliklerle ilgili bir eğitim verilmediği gibi, bu işi doğru dürüst yapılabilmesini sağlayacak bir teşvik de yok. Daha da vahimi, bütün bu resim bana şöyle düşündürüyor; “özürlülük” alanındaki dönüşümler esas olarak “sakat vatandaşları” değil, merkezi hükümetin buyruğuna göre dönüşmesi hedeflenen yerel bürokratik kurumları hedef alıyor. Bu konuya eğildikçe, meselenin sakatlardan çok Hükümet – AB ilişkileri, Hükümet ve yerel bürokrasiler arasında yaşanan sürtüşmeler ile ilgili olduğunu düşünmeye başladım. Hükümetin yerel bürokrasilerle kurduğu ilişki (ben devlet hastaneleri örneğini biraz da araştırdığımdan dolayı biliyorum ancak her kamu kurumunda benzer dönüşümlerin ve sürtüşmelerin yaşandığını sanıyorum) hayli keyfi. Yerel bürokratların da hükümetle kurdukları ilişki aynı derecede keyfi olabiliyor. Dolayısıyla önümüzde, vatandaşların mağdur olduğu ancak üzerine pek de söz söyleyemedikleri bir kamu yönetimi sorunu var. İçinde para, iktidar ve siyaset var tabii ki ama sakatlar var mı ondan çok emin değilim. Daha çok bir tanım olarak “özürlü” var yöneticilerin ağzına sakız olan.

Bir diğer boyut da şu; aslında uygulamada doktorların tek başına karar vermemesi gereken bir mesele, yönetmelik tarafından devlet hastanelerine sıkıştırılıyor ve o sıkışılıkta işliyor. Halbuki hem sakat temsilcilerin, hem de farklı bilimsel perspektiflerin bir arada olmadığı yerde, ne birey düzeyinde, ne de toplumsal düzeyde sakatlık meselesinin karmaşıklığı anlaşılamaz. Sakatlık sınıfsal eşitsizlikleri, toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri, coğrafi eşitsizlikler gibi diğer toplumsal mekanizmalarla birlikte deneyimlenen bir şey ve bir cetvel üzerinde hangi sayıya denk düştüğü ile anlaşılamaz. (örneğin çok saf bir öneri olabilir ama bu cetvele bakarken bir yandan da şöyle düşünüyorum: allah korusun şimdi bir holding sahibinin ya da başbakanın oğlunun başına bir kaza gelse ve sakatlansa aynı tıbbi durumdan muzdarip bir vatandaşla aynı derecede mi etkilenecek yaşamı?; ya da kadın olarak sakat olmanın erkek olarak sakat olmaya dair daha zor olduğu örnekler yok mu?) Kendi metinlerinde veya konuşmalarında sakatlığı çok boyutuyla değerlendirdiğini sürekli söyleyen politikacılar, bu kurumsal düzen dolayısıyla kendileriyle çelişiyorlar. İtirazlar karşısında (biliyoruz ki bu bütçe hesaplamaları tarafından dikte ediliyor) her dört yılda bir puanları değiştirmek gerçekçi bir düzenleme değil. Belki oranlar son değişiklikle yükseldi ancak bu kurumsal düzen içerisinde merkezi hükümet her istediğinde yükseltip – düşürerek yönetim, denetim gücünü sınırsızca kullanabilir ve her değiştiğinde de bir sürü yeni mağduriyet ortaya çıkarır.
Mesele bir bürokratik denetim sorunu olarak ele alınmamalı, katılımcı ve şeffaf mekanizmalar yoluyla, sakatların sesine yer verebilecek düzenlemeler yaratarak ilerlemelidir. Hastanelerde oluşturulup Ankara'ya yollanan bir parça kağıdın (bu kağıtta ne yazılıysa yazılsın), sakatlığın veya yönetmeliğin diliyle “tüm vücut fonksiyon kaybının” gerçekliğini yansıtmadığını herkes zaten biliyor; mesele bunun yanlış olduğunu söylemek değil, kurumsal mekanizmanın değişmesi için talepler üretebilmek sanırım. Ya da yöneticiler değiştirene kadar beklemek...
 
ÖZÜRLÜ SİSTEMİN ÖZÜR KABUL ETMEYEN POLİTİKALARI...

Sevgil arkadaşım; Hazırlamış olduğunuz metinde oldukça detaylı konulara girmisnizi ki iyi de etmişsiniz ancak; Böylesine derinlkli bir konuda çok boyutlu bir analiz yapabilmek için öncelikle kapitalist mantığın çok ötesinde sosyal kimlik bilincini ortaya koyan bir karşı duruşun tesis edilmesi gerekliliğini eklemeyi unutmuşsunuz. Dolayısıyla da yönetmelik ya da kanun tarafından sergilenen tutucu tavrın Anayasa mızın 1980 den bu yana yapılan sayısız değişiklere rağmen bir "AMA"YASA olduğu gerçeğinden kaynaklandığını izahatın sonuna dahil etmezseniz medeni ülkeleirn çoktan aşmış olduğu insan odaklı sosyal politika üretimi sorunuu özürlüler açısından ne kadar kolay çözülebilecek bir paradigma olduğunu görebilirsiniz.
Örneğin bu gün özürlülerden kamu ya da özel sektörde istihdam için önlisans ya da lisans diploması isteyenler üniversitelere girişte Engellilere yönelik bi "Pozitif Ayrımclılığı" Anayasa daki hükme rağmen "Eşitlik ilkesi" ne aykırılık dolaysıyla engelleyebilmektedirler. Ayrıca iş güvencesii Sağğlk ve kanu hizmetlerinde uygulanan politikaların da hangi amaçla hazırlanmış olursa olsun bu günkü anayasa mızın, "Engellilere pozitif ayrımcılık" getiren hükümlerine aykırı olduğu dolayısıyla bu konuda yapılabilcek cesur bir hukuki girişimin mevcut sistemi kaosa sürükleme ihtimalini de hatırda tutmak gerekir.Zira;
Bu gün hukuki olarak bir engelli tutup sadece bedensel engellilere verilen bir hakkın diğer engel gruplarına da verilmesi gerektiğinden bahisle Anayasa daki eşitlik ilkesi ve poizit ayrımclık ihlali istemiyle mevcut yönetmeliklerin yürürlüğünün durdurulması için yargıya müracaaat ederse hiç kimse böyle bir girişimin karşısında duramaz ki, Eğer bir hukuk devletinde yaşıyorsak "ki 28 şubattan beri bu konuda kuşkularım var" hiç bnir mahkeme ya da hakim devlete kendi anayasasını ihlal eden yönetmeliklerin sırf bütçe dengelerinin korunması açısından muhafaza edilmesine müsaade etmez..
Dolayısıyla radikalizm in getiridği alternatif seçeneklere ve evrensel hukukun uygulama örneklerine bakacak olursak öncelikle engellilerin artık proaktif bir sürece dahil olması ve bu konuyu devlet i ali nin bir lütfu değil insan olmaktan kaynaklanan ve yasalar tarafından eksik te olsa sunulan bazı hakların sahiplerine iadesi için başlatılmış bir sivil itaatsizlik hareketine dönüşmesi kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır.. Özellikle de yeni anayasa tasladığını konuşulduğu ve seçim atmosferinin yaşandığı bir dönemde böylesine geniş kapsamlı eylemsel tepkilerin sergilenebiliyor olması toplumsal bilncin arzu edilen düzeyde olduğunuun ıspatıdır..
Sonuç olarak medeni ülkeler liginde mücadele eden saygın bir toplum olma yolunda emin adımlarla ilerlemek ve sosyal bilinci yülkselten toplumsal farkındalığın tesis etmek adına ortaya koduğumuz "Engellilere yönelik pozitif ayrımcılık" ilkesinin tam anlamıyla uygulandığı günleri görmek istiyorsak bu konunun hükümet değişiklikleri ile her seferinde yeniden belirlenen siyasal bir süreç olmaktan kurtarılıp tıpkı "Terörle mücadele ve Bölgeler arası gelir dağılımı eşitssizliğinin giderilmesi" gibi bir devlet politikası haline getirmek zorundayız.. Aksi takdirde ulusal ve uluslar arası hukuka yapılacak müracaatların bedeli çıkartılacak kısıtlayıcı yönetmelik örneklerinin sağladığı ekonomik fayda dan kat kat daha maliyetli sonuçlar ortaya çıkartacaktır. Hükümeti, Yetkilileri, Ve Toplumubu konuda bilgilendirmek ise engelli engellsiz toplumsal çatıyı birlikte paylaşan bütün bireylerin ortak görevidir..
 
Merhaba DJ_BORAN,

Dediklerinin çoğuna katılıyorum. Türkiye'de sakatların aleyhine işleyen (ana)yasal düzenlemelerden bahsetmediğimi ve sosyal kimlik olarak sakatlığın değer kazanmasına yeterince önem vermediğimi söylemişsin. Haklısın, tez konum çerçevesinde çok geniş bir yasal-yönetmeliksel alan olan "özürlülük" politikalarının yalnızca bir kısmına odaklanmak istedim. Bir sosyal kimlik olarak ve pozitif ayrımcılık kategorisi olarak sakatlığın tesis edilmesi ve bunun önündeki tüm yasal engellerin kalkması bir zorunluluk.

Ancak şu kısmına bir itirazım olacak: insan temelli sosyal politika geleneğini yerleştirmiş "medeni batılı ülkeler" tartışmasız Türkiye'den daha özgürleştirici ve elverişli ortamlar sunuyorlar sakat vatandaşlarına. Yine de liberal iktisadın bütçe politikaları diye tanımladığı hamleler, bugün sakat özgürleşmesinin merkezi mekanlarından biri olan İngiltere'de büyük bir ekonomik yapılandırma sürdürüyor. Kamu harcamalarından yapılacak büyük meblağlardaki kesintilerin pozitif ayrımclık talebinde bulunan grupların, özellikle de sakatların başına büyük bela açacağı, kesilen ödeneklerin yeni engeller yaratacağı İngiltere'de çokça yorumcunun sıklıkla söylediği bir durum. Benzer bir şekilde çokça Amerikan filminde, topluma entegre edilmek bir yana dursun, ayda bir aldığı engelli maaşı yoluyla ailesinin yoksulluğunu hafifletmek çabasındaki engelli vatandaş figürünü görmek mümkün. Eleştirel analizlere göre de Amerika'daki engelli politikaları, 1990 yılında radikal bir değişim getiren Amerikalı Engellier Yasası sonrası sürekli şekilde bir piyasa mantığına yerini bıraktı ve topluma entegre edilmek yerine piyasaya entegre edilmeye dolayısıyla da çok daha zorlu, rekabete dayalı ve dışlayıcı bir toplumsal hiyerarşiye yol açtı. Unutmamak gerekir ki, son 20 senedir "gelişmiş" ülkelerde süren sakat politikaları, refah devleti hizmetleri, sakatların toplumun piyasaya ve rekabete inanan önemli bir kısmı tarafından "beleşçi" (ya da bütçe üzerinde "yük") olarak görülmesine ve farklı türden önyargıların gelişmesine de yol açtı. (örn. Lamborghini tehdidi - Hrriyet Dnya)

Bir de şu kısmına hafif bir şey eklemek isterim: tabiiki sakatlara yönelik özgürleştirici politikaların istikrarlı ve tutarlı bir devlet politikası haline gelmesi çok önemli. Bu sayede yöneticilerin keyfi seçimlerine heba olma riski ortadan kalkacaktır. Ancak devlet politikası da olsa, önemli bir nokta bu politikaların eleştiriye, sakatların katılımına ve itiraz haklarına, müdahelelerine açık olmasıdır diye düşünüyorum. Niyeti iyi de olsa, ki burası çok önemli, (iyi niyetli de olsa) yönetim planlamaları, devlet politikaları her zaman beklenmeyen hatalar vermeye, açıklar, gedikler üretmeye açıktır. Dolayısıyla hem karar süreçlerinde, hem de yönetimsel rütuşlarda şeffaflık ve katılım, itiraz ve müdahele imkanı çok önemlidir diye düşünüyorum. Hatalar yapacağını baştan kabul eden bir planlama zihniyetine ihtiyacımız var gibi geliyor. Aksine bizim buralarda istisnasız tüm yöneticiler ve devlet erkanı, hatalarını kabul etmeyen, eleştiriye kapalı oluyorlar genelde. Devlet geleneği içierisinde "halkına" çoçuğu gibi davranan bir baba rolü içselleştirilmiş, kanıksanmış bir tutum. Halbuki herkesin eşit ve eşdeğer olduğu, sözünü geçirebildiği bir siyaset geleneğini kurgulamalıyız diye düşünüyorum.

saygılar,
can.
 
Kimin umrunda ne yazarsanız yazın kendi menfeati doğrultusunda yaşayan engellilerde var kimin umrunda mağdur engelliler
Devlet tarafından haksızlığa uğratılıp kılıflı hazır kanunlar yönetmelikler saygısız doktorlar üreten mantık muane etmeye üşenen nasıl olsa deyip bitiren mantık
her mağdur mazlum bir gün gülecekmi tabiki hayır yaşadıkca zorluklarla kaşlıacak kimin umrunda devlete madi zarar verdiğini düşünen bir mantıkla nereye kadar mücadele

EMEKLİSİ İPTAL OLAN ENGELLİLER SÜREKLİDİR RAPORLARIN İPTALİ


vergi indirimi kılıfı iyi mi sizce

iş için kura ile tayuin edildiği bir dönem 1 asıl için 3 asıl daha çekilmesi ve onlarında yedeği çekilmesi ne kadar mantıklı
bursa orman genel müdürlük iiçin engelşli kurası tam fişyasko buyrun burdan yakın yetmedi mi yetmez
 
"20. yüzyılın en önemli toplumsal hareketlerinden biri olan sakat hareketi, sakatlığa dair kendi tanımını kabul ettirmek, geliştirilecek siyasette söz sahibi olmak istemiştir". Hiç unutmamamız gereken bir ders notu gibi bu. Bugün geldiğimiz noktada sakatlığa dair konuştuğumuz neredeyse her şey için yapacağımız en temel eleştiri/özeleştiri kaynağı bu bence. Biz bunu bir şekilde unutuyoruz. Bunun nedeni nedir, çok emin değilim. Ama sanırım geldiğimiz noktada sakatların oluşturduğu sivil toplum örgütleri sahiden güçsüz ve hükümetin/devletin gerisinde. Böyle olunca, sorunları, çözümleri ve talepleri ortaya koyup onun için mücadele eden değil, devletin/hükümetin yaptıklarına karşı sonradan/geriden söz söyleyen güçsüz gruplara dönüşüyoruz...
Buradan çıkmamız gerek. Sahiden çıkmamız lazım. Bu çok önemli. Bunun açmazına bu sitenin yöneticisi olarak çok kez ben de yaşıyorum. Ne yapabiliriz, ayrı ıbir tartışma konusu olmalı...

Sağlık raporlarına dair tartışmaya gelince. Can'ın yazısından bazı bölümleri alıntılayarak tartışmaya katılmak istiyorum...
"Tüm işlemlerin bir rapor ile halledilememesini bürokratik bir aksaklık veya yanlış uygulamadan ziyade politika yapanların bilinçli bir politikası olarak görmek daha doğru olabilir. Özürlülük ölçütü için iki tane farklı yönetmeliğin aynı anda yürürlükte kalması bir hata veya unutkanlık değil gibi. Tam tersine bu karışıklık, aynı işlemin iki ayrı yönetmelik tarafından birden kapsanması, özürlülük raporlarının bilimsel bir “ölçme” çabasından ziyade bir “denetim” iradesini yansıttığını söyleyebiliriz.". "Ve en önemlisi, buna dair nihai kararı ya uzmanlar ya da uzmanlar verebilir. En korkuncu da Ankara Merkez Sağlık Kurulu'ndaki, elle tutulamayan, gözle görülemeyen gizli uzmanlar... Bu ölçüm sürecinde sakat vatandaşın sesine itibar edilmesini sağlayacak kurumsal bir düzenleme yok. Olmaması da manidar geliyor bana."
Evet, buna ben de aynen katılıyorum. Sözüm ona tek raporla her işi halletme amacıyla iş yapıyor devlet, ama bunu söylediği sözün iki satır altında "emeklilik, vergi indirim, iş kazası şu bu hariç" diyor. Dahası, hastanelerin verdiği raporlar için bir de her kurumun kendi sağlık kurulu var ve bu da bu konuyu tam trajik hale getiriyor! "İktidar her yerde" ve şükür ki bunu unutmayalım diye her kurum her bürokrat her siyasetçi elinden geleni yapıyor!
Bu, yaşamların terörize edilmesi sürecinin bir diğer önemli ayağı da, en sakatından sakat olan insanlara bir-iki yıl süreli rapor vermek ve durmadan "kontrol muayenesi" istemek! Adam çocuk felci, kendini bildi bileli durumu aynı, bunu doktorlar da herkes de bal gibi biliyor, ama iş rapor vermeye gelince, hem anasından emdiği süt burnundan getiriliyor, hem de, "Git iki yıl sonra yine gel. Yine aynı şekilde anandan emdiğin sütü burnundan getireceğim" diyerek gelecek için bile insanları nefret ve korkuyla dolduruyor... Bu sadist tutumdan hoşlananlara bir yol daha açayım istiyorum... Hani bizde kadınlar erkeklerden erken emekli olabiliyor ya. Hah! İşte, bence sakatlara eziyet etmekten daha çok zevk alınabilecek bir alan var orada. Bence her emekli kadın 2 yılda bir kontrol muayenesine çağrılabilir ve hala kadın olup olmadıkları sağlık kurulu raporu ile teyit edilebilir! Zevki düşünsenize!!!
"Sağlık Bakanlığı'nın hazırladığı, hastane çalışanlarının alacağı payları belirleyen “performans” çizelgesinde “Sağlık Kurulu Raporları” hanesinde koca bir “0” yazıyor. Bu iki şey birden demek; Sağlık Bakanlığı bu işleme bir “değer” atfetmiyor (EVET KAPİTALİST TOPLUMLARDA DEĞER SOYUTLANMIŞ PARA KARŞILIĞI İLE ÖLÇÜLÜR NE YAZIK Kİ KAPİTALİST BİR DÜZENDE YAŞIYORUZ) ve de doktorların da bu raporları hazırlamaktan bir çıkarları yok. Türkiye'nin farklı illerinden farklı boyuttaki devlet hastanesi çalışanlarına bu yönetmeliklerle ilgili bir eğitim verilmediği gibi, bu işi doğru dürüst yapılabilmesini sağlayacak bir teşvik de yok"
Doktorların kazancı var mı bilmiyorum ama, hastanelerin olduğu kesin! Çünkü hem başvuran bizlerden para kopoarmak için her yolu deniyorlar hem de sgk'dan tahlil şu-bu için rutin bir ödeme alıyorlar. Doktorlarımızın sadist yanları, devlete bağlılıklarından kaynaklı vatandaşa zulmetme bilinçleri ve iktidarın verdiği tanrısal narsist hastalık bir yana, bize çektirilen rapor çilesinin en önemli nedeninin bu "gelir" olduğunu düşünüyorum. Çünkü başka hiç bir şey en sakattan daha sakat olan bana "git iki yıl sonra yine gel, bakalım sakat mısın hala" diye işkence edilmesini açıklayamaz!? Kapitalist düzenin mantığı bana böyle düşündürtüyor...
"Mesele bir bürokratik denetim sorunu olarak ele alınmamalı, katılımcı ve şeffaf mekanizmalar yoluyla, sakatların sesine yer verebilecek düzenlemeler yaratarak ilerlemelidir. Hastanelerde oluşturulup Ankara'ya yollanan bir parça kağıdın (bu kağıtta ne yazılıysa yazılsın), sakatlığın veya yönetmeliğin diliyle “tüm vücut fonksiyon kaybının” gerçekliğini yansıtmadığını herkes zaten biliyor; mesele bunun yanlış olduğunu söylemek değil, kurumsal mekanizmanın değişmesi için talepler üretebilmek sanırım. Ya da yöneticiler değiştirene kadar beklemek... "
Evet işte, zurnanın zırt dediği yer burası! Bunu talep etmemiz gerek. Güçlü bir şekilde talep etmek için de güçlü bir sakat hareketi oluşturmamız gerek. Birlikte hareket edecek stk'lar, aynı amaca kilitlenen ve iktidarla hiç bir pazarlığa yanaşmayacak olan güçler ancak haklarımızı alabilir. Katılımcı, toplumdaki diğer hareketlerle dirsek teması bulunan, sokaklarda görünür olan bir hareket olmalı... Sakatlar için her ne yapılacaksa, buna sakatlar karar vermeli ve bunu sakatlar yapmalı... Bu kadar basit. Biz yoksak, hakkımızda kimse söz söyleme hakkını kendinde bulamamalı...
 

Doktorların kazancı var mı bilmiyorum ama, hastanelerin olduğu kesin! Çünkü hem başvuran bizlerden para kopoarmak için her yolu deniyorlar hem de sgk'dan tahlil şu-bu için rutin bir ödeme alıyorlar. Doktorlarımızın sadist yanları, devlete bağlılıklarından kaynaklı vatandaşa zulmetme bilinçleri ve iktidarın verdiği tanrısal narsist hastalık bir yana, bize çektirilen rapor çilesinin en önemli nedeninin bu "gelir" olduğunu düşünüyorum. Çünkü başka hiç bir şey en sakattan daha sakat olan bana "git iki yıl sonra yine gel, bakalım sakat mısın hala" diye işkence edilmesini açıklayamaz!? Kapitalist düzenin mantığı bana böyle düşündürtüyor...


şimdi söylediklerimi bir hastanede yaptığım araştırma çerçevesinde söyleyeceğim ama tesbitlerin bazılarının yaygın yaşanan süreçler olduğunu sanıyorum.

Bülent Bey'in dediklerine ufak itirazlarım olacak isterim sanırım yazıda çok açık ifade edememişim. Daha doğru kavramak açısından söylüyorum bunları. Uygulamaya bakarsak hastanelerin de bu işten kar ettiğini düşünmüyorum. Tabiiki Bülent Bey şu anlamda haklı: zarar etmeme korkusuyla ve dolayısıyla da maddi hesaplamalara önemli bir yer vererek hareket ediyorlar. Hastaneler olabildiğince SGK'ya faturayı atmak ve masrafları çıkarmak istiyor ancak SGK'nın da buna karşı çıktığı oluyor. Sağlık Bakanlığı'nın "özürlü raporlarından ücret alınmayacak" genelgelerine karşın, "SGK'nın da" SGK'sı olmayanın parasını ben vermem gibi boşlayıcı mesajları olabiliyor. Sosyal sigortanın evrensel bir hak olmak yerine parayla satın alınan, ödenen primlerle satın alınan bir ayrıcalık olarak tasarlandığı bir sistemde olduğumuzu unutmamak gerekir. Yaşanan bütün sorunlarda bunun etkisi görülebilir. ÖZÜRLÜLERDEN BAĞIMSIZ BİR PAZARLIK ALANI BURASI: SGK VE HASTANELER ARASINDA MESELE MALİYET-BÜTÇE HESABI, NE YAZIK Kİ FATURA VATANDAŞA ÇIKABİLİYOR, HEM MADDİ HEM MANEVİ ANLAMDA.

İkincisi de doktorların devlete çok sadık olduklarından emin değilim. Daha doğrusu şunu hatırlatmak isterim ki devlet hastanesinde çalışan doktorlar 2006-2007'den beri hükümetin Sağlıkta Dönüşüm projesine muhalefet eden bir kesim. (tüm doktorlar ediyor demek değil bu ama meslek örgütlerine ve söylediklerine bakarsak resim böyle) Dönüşüm iyidir, kötüdür o ayrı (ki bence iyi yanları ve kötü yanları var) ama yürütülüş biçiminin hayli fevri ve keyfi olduğunu, itirazları pek umursamadan uygulandığını söyleyebiliriz hükümet tarafından. Çok demokratik olduğunu söylemek zor. Hal böyle olunca doktorların hastaneye yeni gelen uygulamalara genel bir şüphecilikle yaklaştıklarını, özürlü raporları hizmetinin de bu çatışmadan payını aldığını düşünüyorum. Ama yine unutmamak gerekir ki devlet hastanelerini kar-zarar hesapları yapılan, performans puanları hesabıyla donatan süreç aynı zamanda merkezi hükümetin neoliberal politikalarının yansıması. Doktorlar ise benim gördüğüm kadarıyla, bu sürece ayak uydurmak ve ondan şikayet etmek arasında bir yerlerdeler ve sorumluluk almıyorlar, statükocu bir pozisyon ve zaman zamanda içi boş bir AKP-karşıtlığı yapabiliyorlar. Özürlü raporları, daha genel olarak da sağlık kurulu raporları verme sürecine dair sıkıntıların farkında da olsalar buna dair bir eleştiri getirecek durumda değiller.

Benim burada aklıma şöyle bir şey geliyor: Sonuçta sakatlar olarak bir talep geliştirilecekse bunun iki ayaklı olması gerekir ve "herşey hükümetin suçu" veya "herşey bu aptal doktorların ve hastanelerin şuçu" gibi bir ikiliğe düşmemek gerek. Çünkü ikisi (ve aslında SGK vs. diğer devlet kurumları ile de) arasındaki ilişkinin ve iletişimin işleyişi sakatların yaşamlarına bir engel teşkil ediyor. Yerel bürokratlar (doktorlar, hastane çalışanları, diğer kurumlar vs.) ve merkezi hükümet (yani politikaları geliştirenler) arasında sorunlu bir ilişkinin yaşanması sağlıklı değil. Hayali bir talep üzerinden konuşuyor olabilirim ancak bu konuya çözüm bulunacaksa bunun 2 tane değil 3 tane (ve daha çok) muhattabı var diye düşünüyorum. Merkezi hükümet ve bakanlıklar, hastaneler ve doktorlar ve tabii ki, en önemlisi sakat temsilcileri. Ancak ilk ikisi arasında (iktidar ve sağlık çalışanları örgütleri) ilişki bu kadar iletişimsiz olduğu sürece sakatların sorunları bence yeni yönetmelikler çıkarılsa dahi arapsaçı olmaya devam eder diye düşünüyorum. Eğer bu rapor verme süreci hastanelerden çıkarılıp yeni kurumlara yöneltilecekse de, bu sorunlara hastaneler içerisinde bir çözüm bulunacaksa da bunun tüm bileşenleriyle oturulup çözülmesi gerek. Her şey üzerine çalıştaylar yapan ÖZİDA'nın da bence sağlık kurulu raporları ve daha genel olarak da "özürlülüğün neye göre nasıl ölçüleceğine" dair çok aktörlü ve şeffaf bir çalıştay düzenlemesi gerekiyor ki her şey masaya yatırılsın. En basitinden daha şeffaf bir açıklama yapmaya mecbur vatandaşlara karşı. Belki de diğer ülkelerde kullanılan benzer sistemler de vatandaşların veya derneklerin-örgütlerin bilgisine sunulmalı. Hangi aktörler bu konuya nasıl yaklaşıyor meydana çıksın. Bireysel olarak ÖZİDA'ya yapılan şikayet dilekçelerinin çok kolay tüketildiğini ve oradan daha geniş kapsamlı çözümlere gidilemediğini düşünüyorum.
 
Tek bişey yazacam..Ben böyle sistemin gelmişini geçmişini öpücem kocaman :)))))
 
İlkesel olarak buraya kadar serd edilen görüşler öncelikle düşüsel orjinalliğin gerisinde kalan ve radikal çözüm önerilerini arka planda bırakan bir zihtinetin tezahürüymüş gibi görünüyor. Ancak engelli olmak ya da engellilere yönelik engelleyici politikalara sahip olmak gelişen medeniyetin değişen dünyanın gerisinde kalmanın başka bir göstergesi olsa gerek. Zira bu gün bile engelli bir bireyin çalışabileceğine karar verilmesi ise çalışamayacağına karar verilmesi arasındaki bilimsel çizgi son derece keyfii uygulama örneklerine bırakılmış durumda. Benzer bir şekilde önceliklerin tespiti noktasında engelli bireylerin taleplerini almadan onlara evrensel hukukun sunmuş olduğu hakları bile lütuf mertebesinde görenler ister sağlık ister bürokrasi isterse sivil toplum camiasından olsun marjinal örneklerin yarattığı pragmatizm den faydalanarak sanki bütün engelliler süistimal peşindeymiş gibi görme eğilimine girmektedirler.. Örneğin; Anayasal eşitlikten bahsedilen toplumlar küresel gelir dağılımı adaletsizliğine karşı seslerini çıkarmamaktadırlar ayrıca küresel tarihin yakın geçmişişnde açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalan afrika kıtasının karşı tarafında obeziteye karşı alınacak önlemlerin masaya yatırıldığı forumlar düzenlenebilmiştir. Ve hiç kimse bu durumun ortaya çıkardığı garabet hakkında tek bir sağlıklı yorum dahi geliştirememiştir..
Çünkü pragmatizm sahip olmak ile ait olmak arasındaki dengeyi daima bireycilik lehine kurmuş ve kapitalizm diye kutsadığımız küresel sistem yok etmek için var olma mücadelesi veren batı yı biyoljik denge ihtiyacını ön plana çıkartarak vurmuştur.. Bu savaşın bir sonraki safhaında da avantajlı kesimlerin dezavantajlı kesimleri görmek istediği yerle dez avantajlı kesimler "örn engelliler" in olmak istediği yer arasındaki fark yaşanan toplumsal kutuplaşmanın gerekçesi olmuştur.. Nitekim tartışmayı başlatan arkadaşımın vermiş olduğu LAMBORGHİNİ tehdidi başlıklı haber aslında bazı insanların beyinlerindeki prangaları kırmadan engellilerin önündeki engelllerin aşılamacağını açıkça ortaya koymaktadır..
Sonuçta bizler "işçi ve memur" yetiştirmek için adına ister mühendis diyelim ister teknisyen "Bordro mahkumiyeti" ne fakülteler kurmayı eğitim zanneden bir anlayışın ürünleriyiz.. Ve bu zihniyetin ortaya çıkardığı "Kutsal Devlet" mantığı da hiç bir zaman bireysel hak ve özgürlüklerin kendisine verilmesi gerekeni yetkili merciilerin kararına teslim etme yani "0 irade beyanı,na" sahip bir nesil oluşturmaktan öteye gitmeyecektir. Bu gün eğer üniversiteye girmek için sınav düzenlemeyi başarıyı tespit etmek için bir ölçü olarak kullanabiliyorsak bence insanları işçi ya da memur olmanın ötesinde bir boyuta ulaştırabilmek için Bilimsel özgürlük ve özgünlüğün sağladığı demokratik platformu Biz engelliler i de kapsayacak şekilde geliştirmeli ve istihdam edilmeyi bekleyen değil istihdam yaratabilen engelliler topluluğunu oluşturabilmeliyiz. Mesela Bu gün engellilere sağlık kurulu raporu vermekle görevli heyetlerin hiç birinde bir engelli hekimin bulunmaması tıp fakültelerimizin ayıbı mıdır yoksa eğitim sistemimizin mi? 9,5 milyn engelli vatandaşımız olduğu halde engellilere yönelik hizmetleri koordine edecek bir bakanlığın bulunmaması anyasamızın mı yoksa anayasayı uygulayanların mı eksikliğidir ?
Sorular gayet tabii çoğaltılabilir ancak gerçek anlamda anayasal tarifiyle bir sosyal hukuk devleti olma iddiasında isek her şeyden evvel toplumun dezavantajlı kesimlerini bütün alanlarda yetkin kılacak bir toplumsal gelişim seferberliği başlatmak sorunlarımızın daha çağdaş bir zeminde çözüme kavuşturulmasını sağlayabilir. Konunun bir kurumun düzenlediği çalıştayla sınırlı tutulması ise bizatihi toplumun %10 a yakın bir kesimini teşkil eden engellilerin ve onları yönlendiren stk ların eksikliğidir bana göre.. Bu konu bilim dünyası siyaset dünyası stk lar hatta medya ve toplum temsilcilerinin de katıldığı geniştabanlı bir ulusal forum da karara bağlanmalı mevcut hükümet de dahil devlet ve özel sekör dahil olmak üzere bütün kişi ve kurumları bağlayan bir mutabakat zaptı ile uygulamaya aktarılmalıdır. Aksi takdirde bu yara kangrenleşecek ve günün birinde sessiz ve makul çoğunluk olarak görülen engelliler meydanlara inecektir...
 
yaa ne demogajik laflar
bunları bırakın
bu siyasi ağızları siz çile çekenler yakışmıyor
kim iktidara otursa oturmazdan evvel bu özürlü kardeşlerimin dertleri ..... diyor
koltuğa oturunca özürlü vatandaşlarımız diyorlar fark etmiyonuzmu yapmayım ne olur bunlar bizle oynuyorlar
ötv indirimi özürlüler arasında ayrıncılıktır
rapor çilesi özürlüye küstahlıktır
15 yılda emekli olan özürlü 16/17/18 yıla uzardı ayıptır
38 yıldı bu ülkede özürlüyüm kimse bize bir haltda yardımcı olmaz bilim
acırlar sadaka verirler sen onunla yetin
SERBEST MUHASEBECİYİM devletin terbiyesini ve devlet terbiyasini çok iyi bilirim içindeyim
yeri geliyor diyorlar ya o ç..k mı?
o yüzden siz ekmek kazanın hayatınızı yaşayım
gelen gideni aratır bunuda bilin
 
sevdalım_01 Hay ağzına sağlık...Amma bazı konularıda dile getirmekte fayda var.Yapılan yanlışlarıda bu tür sitelerde söyleyelimki birileri bizleri kayda alsın..Biz çok büyük bir aileyiz..muhakkak oy için kapımızı çalacaklar....................
 
sevdal,m sevgili kardeşim önelikle sna şunu söyleyeyim entellektüel bilince sahip olmak için mutlaka diploıma gerekmiyor ayrıca ekmek kazanmak dediğiniz şey insan onurunu ortadan kaldıracak bir yaşam biçimini kabulenmeyi gerektirmez. Bu kadar sığ yorumları mantıksal gerekçelerle açıklamayı bir zeka göstergesi olarak niteleyenler çoban ların idaresinde koyun olmayı baştan kabullenmiş demektir. Bizler insan onuruna yakışan bir yaşam biçimi öneriisnin peşindeyiz. Örneğin üniformasız bir yaşam istiyorum dersem ne anlayabilirsin sevgili arkadaşım!? Bu gümleyi biraz düşün ufkunu aç ve genişlet ekmek kavgası gözünüzü köreltmesin zira komünizm de böyle çökmüştü. İnsanları sınıfsız toplum oluşturmak adına işçi olmaya mahkum eden bir zihnyet sonunda duvara tosladı ve insansız bir medeniyet olamayacağının farkına vardı. Aynı şeyi şimdi liberal cephe yaşıyor. Küresel kriz in dünyaya öğrettiği en büyük realite bir şeyin tezini yapabilmek için anti tezini bilmek ve anlamak gerekliliği dir. Zira sentez e başka türlü ulaşılamıyor..
Bu notkadan hareketle engellilere yönelik yapılması gerekenlerin ilkesel bir tutum halinde kurumsal talepler şekline dönüştürülmesi demokratik zeminlerde olmazsa olmaz bir kitlesel hareket örneğidi. Buna sivil itaatsizklik eylemlerini de dahil edebiliriz. Ancak sivil itaatsizlikten kastımız bu gün bazı marjinal gurpların dile getirdiği boykot değildir. Sivil itaatsizlik üniformasız bir yaşam istemek kendi geleceğini inşaa etmek dmektir. Bunun yolu da namuslu insnların en az namussuslar kadar güçlü cesur ve entelleküel olmasından geçmektedir. BİLMEM NE ANLATABİLDİM Mİ? SORUSU OLAN YAZABİLİR...
 
Üst Alt