Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Huzur

2. Soruyu istediğin kadar genişlete bilirsin kardeşim.
İş ev araba mal mülk eşya telefon eş evlat bunların hepsi nimettir ve hepsini rızkı veren allah verir. Ve bunların hepsi kaderine yazmıştır günü geldiğinde kaderinde varsa hepsini görüp yaşayacaksın yoksa da olmayacak fanı geçici birsey için üzülmene gerek yok :)
 
Cevabın için teşekkürler. İnancım olmasaydı uzun yıllar önce intihar etmiş olurdum. Ben şunu anlamıyorum; Allah sevdiği kullarını daha zor imtihana tabi tutar... Neden böyle ? Allah neden bazı kullarını daha zor sınavlara sokar veya daha çok sever ?
 
Kardeşim allahın sevdiği kullarına ağır imtihanlar yüklemesi onları tertemiz ahirette cennetine koymak içindir.
Cennet’in Kur’an’da bazen insanların çalışmasının bir kazancı olarak gösterilmesi, insanı onurlandırmaya yönelik bir iltifattır. Yoksa, gerçekte insanların yaptığı bütün ibadetler, Allah’ın daha önce insana verdiği nimetlerin tam bir şükrü bile olamıyor.

İnsanı yoktan var etmesi, bin bir çeşit maddî manevî cihazlarla donatması, imanı nasip etmesi, her an muhtaç olduğu ışığı, havayı suyu ve gıdayı kendisine sunması, yeryüzünü kendisine bin bir çeşit nimetlerin dizildiği bir nimet sofrası halinde sergilemesi vs. gibi nimetlerin şükrünü eda etmekten çok uzak olduğumuz bir gerçektir. Bütün dünya verilse, bir gözümüzü vermeyiz ve hakeza... Onun için, bu ibadetleri bundan sonraki hayatta verilecek nimetlerin bir bedeli gibi algılamak, hiç de doğru değildir.

Bu hakikate Peygamberimiz (a.s.m) şu sözleriyle işaret etmiştir:

“Hiç kimse kendi ameliyle cennete girmez.”

“Sen de mi ya Resulallah!” dediklerinde de,

“Evet ben de; meğer ki Rabbim beni rahmetinin kucağına almış olsun.”(Buharî, Rikak,18; Müslim, Münafikîn, 71-73).

Hadisi Şerife 500 sene ibadet eden biri hesaba çekildiğinde 500 senelik ibadeti bir göze bile denk gelmiyor. Demekki biz ibadet etsek ibadetimiz ile cennete girmiyoruz ve günahsız olsak bile. Hal böyleyken biz nasıl cennete girebiliriz ayrı ibadet iyilik ederek ki hastalık musibet kaza da bir nevi ibadettir tabiki sabır ve şükür edip elinden geldiğince ibadet ile meşgul olursan.
Her bir hastalığın ayrı bir derecesi ayrı bir mukafati vardır. Mesela ben omurilik felciyim.
Risale-i Nurda 22. Deva

Ey nüzul (felç) gibi ağır hastalıklara müptelâ olan kardeş! Evvelâ sana müjde ediyorum ki, mü'min için nüzul (felç) mübarek sayılıyor. Bunu çoktan ehl-i velâyetten (Allah dostlarından) işitiyordum, sırrını bilmezdim. Diyor
Allah bizi seviyor bir yandan bizi temizliyor bir yandan bizi yükseltiyor derece atlatiyor..
Ve bizi bir çok kötülüğü yapmaktan haram dalmaktan alikoyuyor. 3 bir yandan bizim faydamiza

Bedenin bicaklanmasi bedeninde bıçaklar ile yarıklar açılması çok kötü değil mi birinin seni bıçakladığı duygusu. Evet kötü.

Ama bunu doktorlarda yapıyor değilmi ama senin kötülüğün için değil seni iyileştirmek tekrar sağlığına kavuşturmak için. terzide çalıştığını düşün ve pantolon dikerken eline parmağına bir çok kez iğne battığını düşün ağrıyor değil mi iyi birsey değil. Ama ben ve genel olarak herkes ağır bir baş ağrısı çektiği zaman koşa koşa hastaneye iğne vurulmaya gidiyor değil mi demekki herseyi yerinde kullanmak iyi. Ve bu kadar güzel iyi şeyi yaratan Rabbim herseyi yerinde ve hayırlı kulananlarin en hayirlisidir
Ve bu kadar imtihanın ağır olması mukafatinda büyük olduğunun bir göstergesidir

[Hadis No : 4662]

Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Mükâfaatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah bir cemaati sevdi mi onları musebete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da ondan razı olur, kim de razı olmazsa Allah da ondan razı olmaz."

Tirmizi, Zühd 57, (2398).

Vel hasıl kardeşim allah bir Kulunu ne kadar çok severse o kadar musibet verir zira bu peygamberlerin hayatlarında açıkça görünüyor.

Son sorun yanlış kardeşim o soruyu sormamis ol

Evlimisin değil misin bilmiyorum ama
Farzet ki evlisin ve bir çocuğun oldu. Sen onu çok ama çok seviyorsun ve ona hep sevgi gösterip öpüyorsun gezdiriyorsun hediye alışveriş çık mutlu ediyorsun.
Ve çocuğunun sana Baba beni neden bu kadar çok seviyorsun demesi ne kadar mantıklı :)

Eksiklik ve yanlışım varsa kusuruma bakma kardeşim Rabbim huzurunu mutluluğunu sağlık ibadet aşkı ve imanını arttırsın selam ve dua ile :)
 


Hastalık, mânâ âleminde ilahî bir hediye olması nedeniyle mahiyetinde birçok hikmet gizlidir. Hasta, hikmet ekseninde tefekkür etmesi hâlinde gizli gibi görünen bazı sırları manevî derecesine göre keşfedebilir. Bu vesile ile Yaratan’ın Rahman ve Rahim isimlerini de düşünerek, gelecek endişelerini ve kaygılarını giderir. Korku (havf) ve ümit (recâ) arasında dengeli ve müspet bir düşünce geliştirmek sûretiyle sağlıklı bir ruh yapısına kavuşur. Dengeli bir ruh yapısıyla kişi, gafletten uzaklaşır ve imanın gereklerini daha büyük bir iştiyakla yerine getirmek ister. Tevekkül, sabır ve hatta şükür gibi duygularla dengeli bir hayat yaşayabilen hasta bir kişi, sağlığına güvenip de gaflet içinde bir ömür geçirenlere göre daha çok manevî kazanç elde edecektir.

Eskiden veli zatlar, nefs-i emmârenin (kötülüğü emreden nefis) ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çile ve riyazetlerle nefs-i emmârenin öldürülmesine çalışmışlardır. Hastalar ise gayri ihtiyarî olarak dünyanın ve insanın geçici olduğunu özel durumları gereği aklî ve kalbî duygularıyla kolaylıkla idrak edebilirler. Bu durumda artık dünyevî cazibeler onları aldatamaz ve gaflet de gözlerini kapayamaz. Hastalık, nefsin belalarından kurtulmayı önemli derece kolaylaştırmaktadır. Diğer yandan iman, teslimiyet ve tevekkülle nefsini kontrol altında tutabilen hasta, ruhî yönden de sürekli olarak tekemmül edebilir.

Hastalık gibi üzüntü ve kedere yol açan her türlü olayı aslında en çok Peygamberler, veliler sonra olgun kişiler yaşamıştır. “Hz. Eyyub, tam yedi yıl belaya sabretti, razı oldu. Allah’ın gönderdiği misafir hoş tuttu”19 diyen Hz. Mevlana, başımıza gelen belaları, birer misafir gibi kabul etmektedir. Onlar Hak’tan geldikleri için, yine Allah’a geri döneceklerdir. Misafirler, Allah’a manevî bir dille hoş tutulduklarını beyan etmeleri hâlinde, Allah da misafirlere ev sahipliği yapmış olanlardan ziyadesiyle razı olacaktır. Dolayısıyla hastalık hâlini de bize geçici olarak uğrayan aziz bir misafir olarak kabul etmek ve misafirimizi şikâyet etmeden karşılamak gerekmektedir. Bütün olgun insanların tavrı, bu gibi durumlarda bu şekilde olmuştur.
Genç veya yaşlı bir hasta da, çektiği bedenî acıların karşısında sabır gösterirse, insanî vasıflarını geliştirir ve mânen kuvvetlenir. Böylece hastalık hâli, kişiyi hem terbiye etmekte hem de kâmil bir insan olma yolunda adım attırmaktadır. Allah, acıyanların en acıyanı, merhamet edenlerin en merhametlisi olduğu için, kullarını imtihan etmek üzere başlarına belalar yağdırırken, onların kalplerine gizli kuvvetler vermektedir. Böylece manevî yönden en zayıf insanlar bile yaşadıkları acı tecrübelerden dolayı mânâ kahramanları olabilmektedirler.

Rabbim bizlere dünya ve ahirette maddi ve manevi iyilik ve şifalar versin bizlerden razı olsun inşâ Allah
Amin... .
 


Nasıl ki görmenin ön şartı bakmak ve anlamanın ön şartı da dinlemek ise muhakemenin ön şartı da idraktir. Akıl ve vicdan mekanizmasından onay alan zihnî yaklaşımlarla kişi, hastalığın dünyevî ve uhrevî güzelliklerini görebilir. Hadiselere manevî perspektiften bakamayanlar idrak bilincini de köreltirler. Bu durumda sağlıklı bir hayat dahî yokluk ve hiçlik duygularının ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Bu durumda hayatın kıymetini ve anlamını idrak etmek güçleşir. Hastalıklar ise ömrün gerçek lezzetini ve hayatın kıymetini gösterir. Sağlık ise, insana bazen can sıkıntısı verir ve saatlerin bir an evvel geçmesi arzusunu doğurur. Kişi, bu durumda çabuk vaktimi geçireyim düşüncesiyle, sıkıntıdan faydasız eğlencelere atılabilir. Hapis müddeti gibi, değerli ömrüne düşmanlık edip, çabuk öldürüp geçirmek ister. Said Nursi’ye göre musibetlerin, şerlerin, hatta günahların aslı ve mayası yokluktur. Yokluk ise şerdir, karanlıktır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, durgunluk gibi hâller, yokluğa, hiçliğe yakınlığı içindir ki, yokluktaki karanlığı hissettirip sıkıntı verir. Bedenî olmasa da zihnî ve fikrî hareket, değişim ve dönüşüm ise nurlu ve hayırlı bir varlıktır. Bu gerçekten hareketle hastalık da değerli hayatı anlamlandırmak ve kişiyi manen yükseltmek için nurlu ve hayırlı bir vesiledir. Güzel isimlerinin nakışlarının her birini ayrı ayrı göstermek istercesine bedenlere de bazı hastalıklar gönderen Yaratan’ın bu tasarrufuna da hayır boyutuyla bakmak ve bunda da güzellikler bulmak gerekir. Hasta olan bir kişi, ”bunda da bir hayır vardır, bunda da bir güzellik vardır” demek suretiyle Allah katındaki güzelliklerin keşfine çıkmalıdır. Kronik hastalığa yakalanan ve çalışamayan bir kişi, kendisine bol miktarda bahşedilen boş zamanını kitap okumak, tefekkür etmek, ibadet etmek gibi faydalı, hayırlı ve nihayetinde güzel faaliyetlerle değerlendirebilir. Bu yeni imkân ve fırsatlar, kişiyi şikâyete değil teşekküre sevk etmelidir.

Selam ve dua ile
 
[FONT=Times New Roman]

Hastalık gibi zahirî bela ve musibetlerin manevî kazançları çoktur. Birçok İslâm âlimi gibi Said-i Nursi bu hastalığı ibadet olarak görmektedir. Saidi Nursi’ye göre ibadetler çeşit çeşittir. İmkân dâhilinde normal (müspet) şartlarda yapılan ibadetler vardır ve olumsuzlukların bir araya geldiği zor ve olağanüstü (menfî) şartlarda yapılan ibadetler vardır. Menfî şartlarda yapılan ibadetlerde bir hasta, zaafını ve aczini hakka’l-yakîn hissedeceği için, Yaratan’a iltica edercesine teveccüh eder ve halis bir şekilde ubûdiyetini yani riyasız olarak kulluk görevini yerine getirir (Hastalar Risalesi; İkinci Devâ).

İnsanın bedenî ızdırapları gibi pek bilinmeyen ve hükmen ibadet olan bu menfî ibadet kısmında riya ve gösteriş söz konusu olmayacağına göre bir hasta, sabrederse, musibetinin mükâfatını düşünüp şükrederse, hastalığı ibadet hükmüne geçer. Dolayısıyla hastalık, insanın ibadet yaptığını farkına varmadan kişiye sevap kazandıran özel bir durumdur. Allah, içinde riyanın bulunmadığı menfî ibadet dediğimiz hususlarla kendi salih kullarının manevî derecelerini yükseltir.

Said Nursi’ye göre hastalığı sabır içinde geçirmenin her bir saati ve belki de her bir dakikası, bir gün ibadet yapmışçasına eşdeğerdedir. O zaman bundan elde edilecek sevap ve uhrevî mükâfat açısından bir hasta, manen avantajlı bir durum yakalamış olmaktadır. Manevî avantajın bedeli hastalık hâlini yaşamak olmakla beraber sonuç itibariyle bundan dünyevî ve uhrevî manevî faydalar sağlanacağına göre, kişiye sadece şükretmek düşer.2

Kronik ve ileri derecede bir hastalık, belki de şartların ağırlığı bakımından musibetlerin içinde en fazla ibadet değeri olan bir durumdur. Şöyle ki son Peygamber bir hadislerinde bu bağlamda şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan fazl ve ihsanını isteyeniz. Şüphesiz Allah, kendisinden bir şey istenmesini sever. İbadetlerin en üstünü, sıkıntı hâlinde kurtuluşu sabırla beklemektir”. Demek ki, hasta bir kişi, o hâliyle aktif sabır gösterip, dualarına devam ederse, ibadetlerin en üstünü yapmış sayılır.
[/FONT]
 
[FONT=Times New Roman][/FONT]

Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde Yaratan, bizlere kendini "Er-Rahmân-ir-Rahîm", yani “Rahman” ve “Rahim” sıfatlarıyla takdim etmektedir. Âlemlerin Rabbi olan Cenabı Hakk’ın bütün sıfatları ve isimleri güzeldir. O güzelin bütün tecellileri de zaten hayatımızın bütün alanlarına yansıtılmaktadır. Ancak Rahman ve Rahim sıfatlarının özellikle sıkıntı, dertli, kederli, hasta ve yaşlı insanlar üzerindeki manevî etkisi bir hayli farklıdır.

Allah, dünyada yaşayan ve merhamet isteyen bütün varlıkların imdadına Rahman sıfatının bir gereği olarak yetişme vaadinde bulunmaktadır. Çünkü O, sonsuz rahmet sahibi, sonsuz nimet bağışlayıcıdır. Varlıkları yoktan var eden ve onların, hayatlarını devam ettirebilmeleri için şart olan her türlü temel ihtiyaçlarını karşılıksız olarak veren yüce bir Zât’tır. Rahman sıfatıyla Allah, hiçbir kısıtlama olmadan hiçbir ayırım yapmadan, müstahak olana da olmayana da, kendine inanana da inanmayana da rahmet kapılarını ardına kadar açmakta ve herkesin ihtiyacını gidermektedir. Yaratının ilahî rahmeti, lütfu ve koruyuculuğu bütün evreni, bütün oluşum süreçlerini, bütün zamanları ve bütün yaratıkları kapsadığına göre, elbette Yaratan’ın küllî manevî korumasından toplum içinde en aciz ve zayıf durumda olan bakıma muhtaç kişiler de ziyadesiyle istifade edebileceklerdir.

Düşkünlük ve fizikî fonksiyon kayıplarının yoğun olduğu özellikle yaşlılık dönemi ile özellikle sürekli olarak başkalarının desteğine ve yardımına bağımlı hâle gelme durumu, ilâhî rahmetin bu kişilerin üzerine yoğunlaşmasına acil bir davetiyedir. Özellikle imanı sağlam inançlı bakıma muhtaç hastalar, Yaratan’ın bitmez tükenmez bir hazinesi olan rahmetinden sadece dünyada değil ahirette de yararlanabilmeleri, O’nun Rahim sıfatının bir gereğidir. Rahim sıfatı, imanlı hastaların en büyük teselli kaynağı olmalıdır. Çünkü önemli olan ilahî rahmetin cilvelerini öbür âlemde de görebilmektir. Yaratan’ın Rahim sıfatından yararlanmak, yani ebedî rahmetini bulmak, kuvvetli bir iman ile o Rahmân'a bağlanmak ve farz ibadetleri yerine getirip, O’na itaat etmekle mümkündür.

Kalıcı hastalıktan genelde kurtulmak mümkün olmadığına göre hasta bir kişi, içinde bulunduğu özel durumu Rahman’a sığınma açısından son bir fırsat olarak değerlendirmelidir. Asıl önemli olan saadet kapılarını açan mutlu sonu yakalayabilmek ve Cennete girebilmektir. Zahiren musibet gibi görünen hastalık, çileli ve zahmetli bir süreç de olsa Rahman’ın lütfu ile kişiyi ebedî saadete götürebilecek avantajlı durumdur nihayetinde.​
 
[FONT=Georgia]

Sahip olduğumuz sağlıklı bedenimiz ve tam teçhizatlı organlarımız haddizatında bize birer emanet olarak verildiğini düşünecek olursak, biz bu emaneti iyi korumak ve kollamakla yükümlüyüz. Bizden kaynaklanmayan sebeplerden dolayı bu emanetlerin bazılarında belirli olumsuzlar ve bundan dolayı da bedenî bazı rahatsızlıklar meydana gelmiş ise, bundan kişi elbette mesul tutulamaz. Ancak, verilen emanetin de kısmen veya tamamen geri alınmasından da kişi, şikâyet hakkına sahip olamaz. Bedenimiz, iç ve dış organlarımız, gerçek anlamda bizim mülkümüz değildir. O hâlde bunların işlevselliğinin yitirilmesi karşısında isyan etmenin de bir anlamı ve faydası yoktur. Bizleri yoktan var eden Allah, her yaratılanın gerçek maliki olduğu gibi, bedenimizin de sahibidir. Bedenimizin asıl ve tek sahibi, mülkünde istediği gibi ve istediği zaman sınırsız olarak tasarruf hakkına sahiptir. Bedenimizdeki geçici veya kalıcı rahatsızlıklar da netice itibariyle O’nun iradesi ile tahakkuk ettiğine göre, bize sabır, tevekkül ve teslimiyet içinde rıza göstermenin dışında bir görev düşmez. Hadiseye bu perspektifle bakıp görebilen bir hasta, durumunu hakka’l yakîn11 derecede anlamış olur ve bunun hikmeti üzerinde durma ihtiyacını da başkalarına göre daha çok hisseder.

Diğer taraftan hastalık durumu, belki de hastalığın şiddetine göre kişinin ruh dünyasında değişik derecelerde kulluk ilhamı doğurur. Hastalık gibi birden ortaya çıkan bazı musibetler, insana vereceği manevî şok tesiriyle fıtratının rayına oturmasına yardımcı olur. Hayatına yeni bir anlayış ve istikamet kazandırır. Kişi, bazı şeyleri belki de ilk kez idrak etmeye başlar, hataların bir soncu olarak bu duruma düşmüş ise tövbe ile kulluk görevine dönme fırsatı bulabilir. Kulluk şuurunu bu vesile ile yakalamış olan bir hasta, kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi kötü duygularını da kolayca terk edebilir.

Said-i Nursi’nin tespitlerine göre, hastalığa yakalanmış kişiler hasta olmayanlara göre özellikle kulluk ve ahiret bilinci açısından daha ileri bir noktadırlar. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor” (Hastalar Risalesi; Beşinci Devâ). Said-i Nursi bu yaklaşımlarını bizzat genç hastalara da şu şekilde yansıtmaktadır: “Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık (manevî) bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir (maddî) hastalıktır” (Hastalar Risalesi; Beşinci Devâ).[/FONT]
 
[FONT=Lucida Console]

İhlas Suresi'nin (kul huvallahü) faziletleri hakkında birçok hadis-i şerîfler vârid olunmuş (biz ulaşmış)tır. Ve bütün ulema-i izam, havass-ı celîlesinden bahsetmişlerdir. Biz de bunlardan bir nebzesini ihvân-ı dinimize hediye edeceğiz.

İhlas Suresini Okumanın Faziletleri ve Faydaları

1. Bir kimse, pazar günü Güneş doğarken 10 defa İhlas Suresi'ni okuyup ondan sonra Allah-u Teala'dan muradının (isteğinin ve arzusunun) hasıl olmasını (gerçekleşmesini) dua ve niyaz ederse, Allah'ın izniyle bu arzusu, kendisine ihsan buyrulur.

2. Bu Sure-i Şerîf'in celb-i hayır (kişinin hayrı ve Allah'ın nimetlerini kendine çekmesi) ve def-i şerr (şerlerin ve başa gelen/gelebilecek olan musibetlerin defedilmesi) hususunda büyük bir tesiri vardır. Tam bir İNANÇ ve hâlisâne(saf) bir niyet ve hulûs-i kalp ile bu sureyi okumaya devam eden kimse, dünyada ve ahirette bir çok hayra nâil ve bütün şerlerden (kötülüklerden) de emîn ve mahfûz (korunmuş) olur. Beş vakit namazlardan sonra 11 kez bu sureyi okumak lazım demişlerdir.[1]

3. İhlas Suresi, Kurân'ın üçte birinin bedelidir. Bir kimse, bu sûreyi ihlas (Allah'a tam bir güvenle, Allah'ın kendisini gördüğünü biliyor gibi) ile okursa; Cenâb-ı Hakk, o kulunun cesedini Cehennem'e haram kılar.

4.Allah'ın Rasûlü buyuruyor: «Bir kimsenin yolu, kabristana uğrasa da geçerken 11 adet İhlas okursa, bu okuduğunu da bütün imanlı ölülere hediyye ederse, Cenab-ı Hakk, bu okuyuştan ölülerin sayısı kadar onun için sevap halk eder.»

5. Ebû Hasan eş-Şâzelî şöyle buyuruyor: «Bir kimse, İhlas üzere olmak isterse, İhlas sûresini okuyarak kendine yardım istemelidir.» [2]

6. Câbir bin Abdullah (r.a.) anlatıyor: «Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim her gün 50 defa İhlâs sûresini okursa, kıyâmet gününde kabrinden şöyle çağrılır: 'Kalk, ey Allâh'ı öven kişi, cennete gir!” » [3]

7. Ubeyy bin Ka'b, Ömer bin Hattâb, Ebû Mes'ûd el-Ensarî, Simâk, Enes bin Mâlik ve Ebû Eyyûbi'l-Ensârî (radıyallâhü anhüm) tarafından rivâyet edilen bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Herhangi bir akşam İhlâs sûresini okuyan, o gece Kur'ân'ın üçte birini okumuş olur.” [4]

8. Buhârî'nin (rh.) Ebû Saîdi'l-Hudrî'den (r.a.), Müslim'in (rh.) Ebudderdâ'dan (r.a.) rivâyet ettiklerine göre Resûlüllah Efendimiz(s.a.v.): «Kur'ân'ın üçte birini bir gecede okumak size güç gelir mi?» diye sordu. Ashâb-ı kirâm: «Buna hangimizin gücü yetebilir, yâ Resûlullah?» dediler. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz: «İhlâs sûresi (Kul hüvellâhü ehad), Kur'ân'ın üçte birine denktir.» buyurdu.

9. Müslim'de yer alan Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivâyetinde ise, Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), kendilerine Kur'ân'ın üçte birini okuyacağını bildirerek ashâbını toplar. İhlâs sûresini okur ve hücre-i saâdetine girer. Bir süre sonra çıkar ve: “Size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım demiştim. Dikkat ediniz! Bu sûre, Kur'ân'ın üçte birine muâdildir” buyurur. [5]

10. Ashâb-ı kiramdan Muâviye bin Muâviye el-Müzenî (r.a.) Medine'de vefât etmişti. O sırada Tebük'te bulunan Resûlüllah Efendimize (s.a.v.) Cebrâil (a.s.) haber verdi ve cenâze namazını kılmayı isteyip istemediğini sordu. Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.), “Evet” cevabı üzerine, Müzenî'nin (r.a.) cenâzesi Resûlüllah'ın önüne getirildi. Resûlüllah Efendimiz, arkasında her biri 70 bin melekten teşekkül eden iki safla birlikte cenaze namazını kıldı. Sonra Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) , merhûmun bu mazhariyete nasıl ulaştığını sordu. Cebrâil (a.s.): «İhlâs sûresini sevmesi; otururken, (yanları üzerine) yatarken, yürürken, dururken her hâl ü kârde onu okuması sayesinde!..» cevabını verdi.[6]

11. Ebu'l-Fârûk Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri de, Kur'ân-ı Kerim ve İhlâs-ı Şerif'le alâkalı olarak buyurmuşlardır ki: “Her gün hakk-ı Kur'ân (Kur'ân-ı Kerim'in günlük hakkı) 200 âyettir; elli İhlâs-ı Şerif okunursa, Kur'ân-ı Kerim'in hakkı ödenmiş olur. Buna riâyet eden, bu vesîle ile dünyada hiç bir sıkıntı görmez, rızkı da geniş olur.” [5]

12. Câbir Bin Abdullah (R.A.) dan: Rasülullah (S.A.V.) şöyle buyurdu. “Kim her gün elli defa İhlas suresini okursa kıyamet gününde kabrinde şöyle çağrılır. Kalk ey Allah'ı öven kişi cennete gir!” [7]

13. Âla Bin Muhammet Sekafî (R.A.) dan “Biz Rasülullah (S.A.V.) ile birlikte Tebükte bulunuyorduk. Bir sabah güneş hiç o zamana kadar görmediğimiz bir parlaklık ve aydınlıkta doğdu. Daha sonra Cebrail (A.S.) indi. Allah Rasülü ona “Neden bu sabah, güneş şimdiye kadar görmediğimiz ışıklar ve nurlar saçıyor?” diye sordu. Cebrail (A.S.) şu cevabı verdi. “Bu sabah, Muaviye Bin Elleysî vefat etti. Ve Cenabı Hak onun cenaze namazını kılmaları için gökten yetmiş bin melek gönderdi. Gördüğünüz ışıklar güneşin değil,o meleklerin nurlarıdır.” Allahın Rasülü Cebrail (A.S.) a yeniden sordu. “Muaviye Bin Elleysî hangi ameliyle bu lutfa ermiştir?” Cebrail (A.S.) şu cevabı verdi. “O, İhlas suresini çok okurdu. Bu sebeple o büyük lutfa ermiştir.” buyurdu. [8]

14. "Cana, mala, ırza dokunmayıp, içkiden de sakınarak, İhlâs suresini yüz kere okuyan müslümanın elli yıllık günahı affolur." [Beyheki]

15. "İhlâs okuyan Müslümana Cennet vacib olur." [Nesai] [5]

16. Ebû Saîd-i Hudrî buyurdu ki: Eshâb-ı kirâmdan biri, sabaha kadar ihlâs sûresini tekrar eden birini işitir. Sabah olunca Resûlullah efendimize giderek, bütün gece İhlâs okumasını az görerek durumu arz edince Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allaha yemîn ederim ki, bu sûreyi okumak, bütün Kur'ân-ı kerîmin üçte birine denktir.”

17. “Kim sabah namazından sonra, İhlâs sûresini on bir defa okursa, o gün kendisine bir günah gelip bulaşmaz. Şeytan gayret etse de korunmuş olur.”

18. “Bir yolculuğa çıkmak isteyen kimse, evinin kapısını çekip ayrılınca on bir defa ihlâs sûresini okursa, o dönünceye kadar Allah onu muhafaza eder.”!

19. “Kim akşam namazından sonra (konuşmadan) iki rek'at namaz kılıp, birinci rek'atinde Fâtiha ve Kâfîrun, ikinci rek'atinde Fâtiha ve İhlâs sûrelerini okursa, yılan, derisinden sıyrılıp çıktığı gibi o da günahlarından öylece sıyrılıp çıkar.”

20. “Ölüm hastalığı içinde iken ihlâs sûresini okuyan kimse, kabirde fitneye uğramaz. Melekler onu kanatları üzerine alıp, Sırat'ı geçinceye ve Cennete girinceye kadar götürürler.”

21. “Yemeğe başlarken besmele çekmeyi unutan kimse, yemeği bitirince ihlâs sûresini okusun.”

22. “Yatağa girdiğinde, Fâtiha'yı ve İhlâs sûresini okuyan, ölüm müstesna her şeyden emin olur.”

23. “Kim hergün, iki yüz defa ihlâs sûresini okursa, borçları hariç, elli yıllık günahı affedilir.”

24. “Kim ölüm hastalığında, ihlâs sûresini okursa, kabir azabı görmez. Kabrin sıkmasından emin olur. Melekler onu kanatlarıyla taşırlar ve Sırattan sür'atli bir şekilde geçirirler.”

25. "Kim bin defa İhlâs sûresini okursa, Cennetteki makâmını görmeden vefât etmez."

26. “Kim yatağında uyumak ister, sağ yanına yatar ve yüz defa İhlâs sûresini okursa, kıyâmet günü Allahü teâlâ ona; "Ey kulum! Sağ yanın üzere Cennete gir" buyuracaktır.”

27. “Eve girerken İhlâs-ı şerîfi okuyan fakirlik görmez.” Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Süheyl, bu hadîs-i şerîfe uyarak zengin olmuştur.

28. Hazret-i Âişe buyurdu ki. Resûlullah efendimiz bir kişiyi, bir birliğin başkanı olarak gazaya gönderdi. O zat emrindekilere namaz kıldırırken, okuyuşunu daima İhlâs sûresi ile bitirdi. İşlerini görüp döndükleri zaman, onun bu hali Peygamber efendimize anlatıldı. Peygamber efendimiz; “Bunu niçin yaptığını ona sorun bakalım” buyurdu. Sordular. O, “Çünkü bu sûre Rahman'ın sıfatını bildirmektedir. Ben de bu sebeple onu okumayı seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Ona haber verin; muhakkak Allahü teâlâ da onu seviyor” buyurdu. “Cuma namazından sonra, yedi defa İhlâs ve Mu'avvizeteyn yani Felak ve Nâs sûrelerini okuyanı, Allahü teâlâ, bir hafta kazadan, beladan ve kötü işlerden korur.”

29. “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir. Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir defa İhlâs sûresini okuyan, kâtilini affederek ölen.”

30. “Kim İhlâs sûresini namazda veya namaz dışında yüz kere okursa, Allah ona, Cehennemden kurtuluş beratı yazar.”

31. “Arefe günü bin İhlâs okuyanın bütün günahları affolur ve her duâsı kabul olur. Hepsini Besmele ile okumalıdır.”

32. Eshab-ı kiramdan birisi; “Yâ Resûlullah! Kur'ân-ı kerîmin en faziletli sûresi hangisidir?” diye sordu. Resûlullah efendimiz; “İhlâs sûresidir” buyurdu.

33. Enes bin Mâlik diyor ki: Resûlullah efendimiz birine; “Ey falan, evlendin mi?” diye sordu. O kişi; “Hayır, yâ Resûlullah! Hem benim evlenecek bir şeyim de yok” dedi. Peygamber efendimiz; “İhlâs sûresini bilmiyor musun?” buyurdu. O zât; “Evet, biliyorum” dedi. Peygamber efendimiz; “O sûre Kur'ân-ı kerîmin üçte birine denktir” buyurdu.

34. Birisi fakirlikten ve geçim sıkıntısından Peygamberimize şikayette bulundu. Peygamber efendimiz ona; “Evine girdiğin vakit, kimse varsa selâm ver, kimse yoksa kendine selâm ver ve bir defa İhlâs sûresini oku!” buyurdu. O kimse Peygamber efendimizin bu emirlerini yaptı. Allahü teâlâ ona öyle bol rızık verdi ki, komşularına dağıtmaya başladı.

35. Yine hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Her kim İhlâs sûresini 12 defa okursa, Allahü teâlâ onun için Cennette 12 köşk bina eder. Hafaza melekleri birbirlerine derler ki: "Haydin yürüyün gidelim de kardeşimizin köşklerine bakalım"”

36. Muhammed bin Alkamî buyurdu ki: “Ölüm hastalığında İhlâs sûresini okuyanlara kabir suâli olmaz.”

37. Ahmed bin Hanbel buyurdu ki: “Kabristana girince, Fâtiha, Felak, Nâs ve İhlâs sûrelerini okuyunuz. Sevâbını meyyitlere gönderiniz! Sevâbı hepsine ulaşır.”

38. İmâm-ı Birgivî buyurdu ki: "Ölüm hastası İhlâs sûresini çok okumalıdır."

39. Süleyman bin Cezâ buyurdu ki: “İhlâs sûresini Besmele ile bin kere okuyan diş ağrısı görmez.) Yine buyurdu ki: (İhlas, Felak, Nas ve Fâtiha sûrelerini her gün üçer kere okuyan, malını, canını çoluk çocuğunu bütün belalardan muhafaza eder.” [9]

40. Müminlerin annesi hazreti Aişe (r.a.) şöyle anlatıyor. Fahri Kainat efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: Ey Aişe! Geceleri şu dört şeyi yapmadan sakın yatma.

1-) Kur-anı hatmetmeden.
2-) Kıyamet günü Peygamberlerin şefaatine erişmeden.
3-) Müslümanların gönlünü almadan.
4-) Hac etmeden.

Hazreti peygamber (s.a.v.) bu sözleri söyledikten sonra namaza durdu. Bende yatağın üzerinde namazını bitirene kadar şaşkınlık içinde otura kaldım. Namazını bitirdikten sonra sordum, ey Allah-ın Resul-ü anam babam sana feda olsun, ben söylediğiniz o dört şeyi şuanda yapamadım, nasıl yapabileceğimi söyler misiniz? Bunun üzerine h.z Peygamber (s.a.v) gülümseyerek bana şunları söyledi. Ey Aişe İhlâs suresini üç defa okudunuz mu Kur-anı Kerim-i baştan sona hatmetmişçesine sevap kazanırsın. Bana ve benden önceki Peygamberlere salât ve selam getirdiniz mi, Kıyamet günü şefaatimize erişirsin. Bütün müminlere dua ve istiğfar ettin mi, onların gönlünü almış ve hoşnutluğunu kazanmış olursun. Sübhanallahi Velhamdulillahi Vela İlahe İllallahu Vallahu Ekber, dediğin zamanda hac etmiş gibi sevap kazanırsın.

41. Vakti zamanında Allah dostlarından birinin oğlu vefat eder. Ve o gece oğlunu rüyasın da cehennemde azap çekerken bitkin bir vaziyette olduğunu görür ve çok üzülür. Ertesi akşam oğlunu tekrar rüyasında yine görür, fakat bu defa oğlunu Cennet-e ve çok sevinçli bir halde görür. Merakla oğluna sorar: «Ey oğlum, seni dün akşam Cehennem de bu akşam ise Cennette gördüm, bu nasıl iş ve sebebi nedir diye sorar. Babasının bu sualine oğlu şöyle cevap verir. «Bugün mezarlığımıza muhterem bir mümin uğradı. Üç defa ihlâs suresini okuduktan sonra sevabını bütün Müslümanların ruhlarına bağışladı, benim hisseme düşen sevapla; Rabbim, beni Cennetine koydu.» der.[10]

Kaynaklar

[1] Es Seyyid Süleyman El Hüseynî, "Havasü'l-Kurân - Kenzü'l-Havas", Esma Yayınları, c.1, s.253-260.
[2] İmam-ı Yâfiî, "Kurân-ı Kerîm'in Havas ve Esrârı", Pamuk Yayıncılık, İstanbul, Ocak 2005. s.567.
[3] Taberânî, "Mu'cemü's-Sağîr", 2/781
[4] Tirmizî, Sünen, Fedâilü'l-Kur'ân, 2
[5] www.sadakat.net/forum/islamgenel/ihlas-suresinin-fazileti-t12592.0.html
[6] Aliyyü'l-Karî, Mirkâtü'l-Mefâtîh, 2, 355
[7] Tebarani Mü'cemü's-sağir C 2 Sh.781.
[8] İbni Sad- Ruhul Beyan C 10 Sh.540
[9] sudenaz002.blogcu.com/ihlas-suresinin-fazileti_2556860.html
[10] www.yenidendogus.net/vb/dini-icerik...uyun-kardethler-yhlas-suresinin-fazileti.html[/FONT]
 

[FONT=Fixedsys]
Özellikle ileri derecede hasta olmak, hayli müşkül ve azamî sabır gerektiren bir durumdur. Belki de imtihanların en zorlarındandır. Ancak aktif sabreden, hâline buna rağmen rıza gösterenlerden fıtratı müsait olanlar, bu zor durumlarından dolayı feyiz hislerini derece derece vicdanlarında yaşayabilirler.

“Fuyûzât (feyizler) hisleri, muhabbetullahın bir neticesi olarak, Allah’tan bazen bir vâridât (içine doğma) hâlinde, bazen de bir inşirah (ferahlanma) olarak gelen, tarifi oldukça zor bir ruh hâlidir. İmandan manevî zevklere uzayan bu süreci izah etmek gerekirse, önce iman-ı billah sonra mârifetullah onun arkasında muhabbetullah sonra da zevk-i ruhanî basamağı gelmektedir. 15

Buna göre manevî feyizlerden yararlanabilmek için, üç aşamadan geçmek gerekir. Her bir aşamada belirli bir oranda manevî feyiz hâlleri yaşanabileceği gibi, gerçek feyiz hisleri üçüncü basamaktan sonra yani ruhî lezzetlerin yoğunlaştığı zevk-i ruhanî mertebesinde erişilebilir. İlk üç aşamalı sürecin kavramsal içeriğine bir göz atalım:

a) İman-ı billah; Allah’a ve O’nun sıfatlarına kalben tasdik ederek inanmaktır.

b) Marifetullah; Allah’ı, Kuranın bildirdiği gibi tanıma ve anlama, zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve bunların sonsuz kemâlde olduğunu şüphe götürmeyecek derecede bilme anlamlarına gelmektedir. Kişi anladığı kadar ilâhî hakikatlere vakıf olur ve kişi anladıkça Allah'a teslim olur. 16

c) Muhabbetullah ise, insan ruhunu erdeme ulaştıran Allah sevgisidir. Allah’ın kemâl ve cemâlini idrak ve takdir oranında kalpte meydana gelen ilâhî bir nurdur. Bu muhabbet ile insan ruhu, kederlerden ve hüzünlerden kurtulur ve manevî huzura kavuşur.

Hastalık; bir bütünlük içinde madde ile mânâ, rıza ile teslimiyet ekseninde değerlendirilirse kişi, Yaratan’a yönelik iman, marifet ve muhabbet sâyesinde zevk-i ruhanî mertebesinde dolu dolu feyiz alabilir. Hasta hâlinde olan bir kişi, bu yolla Allah’ın Şâfi ismini daha yakın hissedebilir ve bu hissin sayesinde rahmetin manevî ışıklarını ve güzelliklerini görebilir. Nitekim Said-i Nursi, hastalığın perde arkasındaki sevimli boyutuna işarete etmektedir: “Sen açlıkla onun Rezzâk (rızık veren) ismini tanıdığın gibi, Şâfî (şifa veren) ismini de hastalığında bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem'alar (parıltılar) ve rahmetten şuâlar (ışıklar) ve o şuâât (ışıklar) içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş (korku) ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun” (Hastalar Risalesi; Dördüncü Devâ[/FONT]). .
 
[FONT=Times New Roman]

Sual: Gençlikte yapılan ibadetler, fazilet bakımından ihtiyarlıkta yapılandan farklı mıdır?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele, pek çok sevap verilir.

İhtiyarlıkta dünya şevkleri azalıp güç, kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkanı ve ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, ah etmekten başka bir şey olmaz.

Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da, nasip olmaz. Bu pişmanlık da tevbe demektir ve yine büyük nimettir. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır.

Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip elden kaçırmaz. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, halsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, güç, kuvvet yerinde iken, hangi özürle, hangi sebeple bugünün işi yarına bırakılabilir?

Peygamber efendimiz, (Yarın yaparım diyen, helak oldu, ziyan etti) buyurdu. Gençlik zamanında insanı üç din düşmanı olan nefs, şeytan ve kötü insanlar aldatmaya uğraşmaktadır. Bunlar karşısında, az bir ibadet pek kıymetli olur. İhtiyarlıkta yapılan, bundan kat kat fazla ibadetlerin bu kadar kıymeti olmaz.

Gençlikte, nefsin arzuları, insanı kapladığı gibi, ilim öğrenilecek, ibadet yapılacak en kârlı zaman da gençliktir.

Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, dinin bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok kıymetli olur.

[Hele başka maniler de araya katılırsa, bunları dinlemeyip, yapılan ibadetin sevabı o kadar çoktur ki, ancak Allahü teâlâ bilir].

Çünkü, maniler karşısında, ibadet yapma güçlüğü, sıkıntısı, o ibadetlerin, şanını, şerefini göklere çıkarır. Mani olmayarak, kolay yapılan ibadetler, aşağıda kalır. Bunun için insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden daha üstün olmuştur. Çünkü insan, maniler arasında ibadet eder. Melekler ise, mani olmadan emre itaat ediyor.

Gençlik arzuları, Allah’ın düşmanı olan nefsin ve şeytanın sevdiği şeylerdir. Dine uygun şeyler ise, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir. Allah’ın düşmanlarını sevindirip, bütün nimetleri veren, hakiki sahibi gadaba getirmek, akıllı insanların yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, hepimizi nefse, şeytana ve din düşmanlarının sözlerine ve yazılarına aldanmaktan muhafaza buyursun.) [Müj. Mektublar]

Dünya işleri yarına bırakılır, bugün ahiret işleri yapılırsa, güzel olur. Fakat bunun aksi yapmak, çok çirkin olur. Gençlikte insanı, üç din düşmanı olan, nefs, şeytan ve kötü arkadaş aldatmaya çalışır. Bunlar karşısında, az bir ibadet pek kıymetli olur.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah katında en sevgili olan, tevbe eden gençlerdir.) [R.Nasıhin]
(Tevbe eden bir gencin cenazesi kabristana getirilince, Allahü teâlâ, "Ey Melekler, bu kabristandan azabı kaldırın! Buraya tevbe eden bir genç getirildi. Onun olduğu yerdekilere azap etmeye haya ederim" buyurur ve bütün kabristandakilerden kırk gün, azap kalkar.) [R. Nasıhin]

Tevbe eden genç
Beni İsrail zamanında bir genç, kötü işler yapar, tevbe eder, tevbesinde durmazdı. Çok günah işlese de, çok tevbe ettiği için, tevfîk-i ilahi imdadına yetişti. Büyük bir günah işledikten sonra pişman oldu. Sahraya çıkıp yüzünü, gözünü topraklara sürerek dedi ki: "Ya ilahi, ne kadar tevbe ettiysem tevbemi bozdum. Beni günahtan korumazsan yine tevbemi bozar, ebedi felakete düçar olurum. O zaman halim nice olur?"
Şöyle bir ses duydu:
"Ey kulum, sen günahından vazgeçtiğin için, sana rahmetle muamele ediyorum. Tevbeni kabul edip, kötü amellerini lütuf ve keremimle affettim." [R. Nasıhin]

Allahü teâlâ, çok merhametli olup, kullarına çok acıdığı için, bir günde ibadete, yalnız beş vakit ayırmış, birkaç şeyi haram edip, çok şeyi mubah etmiş, izin vermiştir. O halde, gençlik zamanında, sıhhatin, gücün kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada iken, bu zamanı değerlendirmek gerekir. Sonsuz saadete kavuşturacak sebeplere yapışmalı, iyi işler yapmalı, bugünün işini yarına bırakmamalıdır. Ömrün en iyi zamanı olan gençlik günlerinde, işlerin en iyisi sahibin, yaratanın emirlerini yapmak, Ona ibadet etmek, İslamiyet’in yasak ettiği haramlardan sakınmaktır. Günde bir saat tutmayan bir zamanı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak, sayılamayacak kadar çok olan, mubahları bırakıp da, haram ve şüpheli olana uzanmak ne kadar kötüdür. (M.Rabbani)

Gençliğin kıymeti
Sual: Gençlikteki ibadetle ihtiyarlıktaki ibadet arasında fark var mıdır?
CEVAP
Evet çok fark vardır. Gençlikte ibadet daha kıymetlidir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, İslamiyet’in bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok üstün ve kıymetli olur. (3/35)

Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki:
Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyarlık yaklaşıyor. En şerefli, en lüzumlu iş olan, marifetullahı kazanmayı [Allahü teâlâyı tanımayı], hayâl olan ömrün sonuna bırakanlara yazıklar olsun. En şerefli olan zamanları, en zararlı, en kötü şey olan nefsin arzularına kavuşmak için sarf etmemeliyiz. Peygamber efendimiz, (Yarın yaparım diyenler, aldandı) buyurdu. (1/65)

Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, ibadet eden genci, meleklerine gösterip, ”Bakın bu genç, benim için şehvetini bırakıyor. O benim nazarımda kıymetli bir melek gibidir” buyurur.) [Deylemi]

(Bir genç, ilim ve ibadet içerisinde yetişir, olgunlaşırsa, Allahü teâlâ, Kıyamet günü ona yetmiş iki sıddık sevabı kadar sevap verir.) [Taberani]

(Cömert ve güzel ahlaklı bir genç, Allah katında kendisini ibadete vermiş cimri ve kötü huylu bir ihtiyardan daha üstündür.) [Deylemi]

(Allahü teâlâ, Kıyamette, şu yedi kişiyi, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Arşın altında gölgelendirir. Yani onu kendi himayesine alır:
1- Adaletli hükümdar,
2- Rabbine ibadet ederek yetişen genç,
3- Gönlü [namaz için, ibadet için] mescitlere bağlı olan,
4- Allah için birbirini seven, o sevgi ile bir araya gelip, o sevgiyle birbirinden ayrılan iki kişi,
5- Güzel ve mevki sahibi bir kadın, davet edince, ben Allah’tan korkarım diye red eden,
6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar sadakayı gizli veren,
7- Tenhada Allah’ı zikredip de gözleri yaşla dolan.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai]

(Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bil!
1- İhtiyarlıktan önce gençliğin,
2- Hastalıktan önce sağlığın,
3- Meşguliyetten önce boş vaktin,
4- Fakirlikten önce zenginliğin,
5- Ölümden önce hayatın kıymetini bil!) [Ebu Nuaym, Hakim]

İhtiyarlıkta ibadet
Sual: İmam-ı Rabbânî hazretleri, gençlikte yapılan ibadetlerin önemini anlatırken, (Gençliğin kıymetini bilip, elden kaçırmamalı. İhtiyarlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, faydalı iş yapılamaz) buyuruyor. Buradan, ibadetleri gençlikte yapmayıp, ihtiyarlığa bırakmanın da caiz olduğu anlaşılabilir mi?
CEVAP
Kesinlikle caiz olduğu anlaşılmaz. Burada bildirilen şudur:
(Gençlikte, nefsin arzuları, insanı kapladığı gibi, ilim öğrenilecek, ibadet yapılacak en kârlı zaman da gençliktir. Gençlikte, şehvetin kapladığı, kanın kaynadığı anlarda, dinin bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok kıymetli olur) buyuruluyor. Gençliği fırsat bilmeli, yapılacak iyi işleri yarına bırakmamalı deniyor. Yoksa farzı geciktirip de, (İhtiyarlayınca kaza edersin) denmiyor. İbadetler vaktinde yapılır. Zaruretsiz kazaya bırakmak haram olur. Geciktirdikçe günahlar katlanır. Farz namazı, özürsüz vaktinden sonra kılmak büyük günahtır. Bu günah, yalnız kaza edince affolmaz. Kaza ettikten sonra, ayrıca tevbe veya haccetmek de gerekir. Kaza edince yalnız namazı kılmamak günahı affolur. Kaza kılmadan tevbe edilince terk günahı affolmadığı gibi, tehir günahı da affolmaz, çünkü tevbenin kabul olması için günahı terk etmek şarttır. (Dürr-ül-muhtar)

Farz zaten tehir edilmez. Orada bildirilenler, nâfile ibadetlerdir. Haccın durumu biraz farklıdır. Hac kendisine farz ise, sonraki yıllara bırakması caiz değildir. O yıl gitmesi farzdır, gitmezse günah olur. Eğer sonraki yıllarda hacca giderse, geciktirme günahı affolur. Ama yine vaktinde yapma sevabına kavuşamaz. Farz olan oruç da böyledir. Bir hadis-i şerif:
(Ramazanda mazeretsiz bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz.) [Tirmizî]

Her ibadeti zamanında yapmalı, yarına bırakmamalı. (Helekel-müsevvifun) hadis-i şerifi, (Tevbeyi ve iyi işleri sonraya bırakanlar helak oldu) demektir. (Mektubat-ı Rabbanî 1/133)

Rabbim bizleri razi olduğu kullarından eylesin (amin)

Selam ve dua ile [/FONT]
 

Tefekkür, sadece insana değil, bütün mahlûkata verilmiş, hayâtî bir kâbiliyettir. Bu kâbiliyeti, her varlık, kendi dünyası içinde ve kendi yaratılışına uygun bir şekilde kullanır. Ağırlık merkezi de daha ziyade ten ve nefsâniyet plânına âittir. Yiyip içmek, daha iyi, daha rahat yaşayabilmek ve nesli devâm ettirebilmek gibi hususlar ön plândadır.
Bunun için bir yırtıcı mahlûkun tefekkürü, ancak avını parçalayıp mîdesini doyurmaya yöneliktir. Bunun dışında onun, hayat, kâinat ve istikbâle dâir herhangi bir düşünce ve endişesi yoktur. Zaten ona verilen tefekkür kâbiliyeti de, ancak bu kadarına kâfî gelir.

Fakat insana gelince… Onun durumu farklıdır.

İNSANIN ENGİN TEFEKKÜR KABİLİYETİ

İnsanoğlu, varlıkların en şereflisi ve kâinâtın gözbebeği olarak yaratıldığı için, onun mes’ûliyet ve vazifeleri büyüktür. Buna göre de kendisine engin bir tefekkür kâbiliyeti ihsân edilmiştir.

Çünkü insan; yiyip içme, yaşama ve neslini devâm ettirebilme bakımından diğer mahlûkatla benzer özelliklere dâir nefsânî tefekkür ile değil, ancak kendisini inkişâf ettirecek ve bu vesîleyle cennet ve cemâlullâh’a nâil edecek olan rûhânî tefekkür ile insanlık haysiyet ve şerefini hâizdir. Fakat insan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helâk etmiş olur.

Rûhî derinliğe ulaşmış bir mütefekkir, bu hakîkati hulâsa ederek şöyle buyurur:

“Bu cihân, âkiller (akıl sâhipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatı ibretle temâşâ ve tefekkür); ahmaklar için ise yemek ile şehvettir!”

İNSANI İNSAN YAPAN HUSUS

Dolayısıyla insanı insan yapan husus, onu şuur iklîminde yeşertecek olan rûhânî bir tefekkür derinliğidir. Allah Teâlâ da kullarından, gerek îmânın, gerekse ibâdetlerin yüksek bir şuur ve idrâk içinde tezâhürünü istemektedir. Bu da ancak ilâhî azamet ve kudret akışlarını tefekkür ile mümkündür.

TEFEKKÜRDE DERİNLEŞMEK

Tefekkürde derinleşmek ve böylece rûhu inkişâf ettirmek, kulun en mühim mes’ûliyetlerinden biridir. Zira ibâdetlerde huşûya, kalbin rikkat kazanmasına, muâmelâtta nezâkete ve ahlâkta kemâle erebilmek, ancak rûhu inkişâf ettirecek bir tefekkür ile mümkündür.

Hayat ve kâinâtı ibretle seyrettiğimizde, cevapları rûhumuzun derinliklerinde gizli pek çok suâl ile karşılaşırız:

Bu cihâna nereden geldik? Niçin yaratıldık? Bu cihan nedir? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nasıl yaşamalıyız? Nasıl düşünmeliyiz? Yolculuk nereye? Fânî hayâtın hakîkati nedir? Ölüm gerçeğinin sırrı nasıl çözülür? Ona nasıl hazırlanılır?..

İşte bu nevî tefekkürler, Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği ile ilâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısında kulu hiçlik ve acziyetini idrâke sevk eder. Yoktan var edilen insana, varlık ve benlik iddiâsında bulunmanın ne büyük bir yanlış olduğunu hatırlatır.

TEFEKKÜRSÜZ KUR’ÂN KIRAATİ

Tefekkür ile ulvî bir ruh kıvamına eren mü’minin kulluk hayâtında ve ibâdetlerinde yüksek bir feyz ve rûhâniyet hâsıl olur.

Tefekkürle inkişâf eden rûh idrâk eder ki:

“İbâdette bedenin kıblesi Kâbe, her nefeste rûhun kıblesi ise Cenâb-ı Hak’tır.”

Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- :

“İlimsiz ibâdette ve tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurmuştur.

BİR SAAT TEFEKKÜRÜN FAZİLETİ

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400)

Nitekim böyle bir tefekkür de duyuşları derinleştirerek ibâdetleri kolaylaştırır, huşû hâlini ve şükrü artırır.

SÂLİH MܒMİNLERİN EN MÜHİM HASLETİ

Dinin yaşanmasında, îtikâdın tam olması îcâb ettiği gibi, ibâdet de zarûrîdir. Lâkin ibâdetleri makbul kılan, onun gönle nüfûz eden bir tefekkür iklîminde, mânevî dikkat, incelik ve zarâfet içinde îfâ edilmesidir. Bu sâyede kul, Rabbine yakın hâle gelir. Ashâb-ı kirâmın ve onları ihlâsla tâkip eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıydı.

Rabbimiz, biz kullarından, ilâhî kudret ve azametini, kâinattaki büyük nizâmın sır ve hikmetlerini, kullarına olan sayısız ikramlarını tefekkür etmemizi, bu tefekkür neticesinde de dünyanın fânîliğini, asıl hayâtın âhiret hayâtı olduğunu idrâk ederek tevâzû ve hiçlik duyguları içinde, takvâ üzere, güzel bir kul olmamızı arzu etmektedir.

Bişr bin Hâris el-Hâfî Hazretleri şöyle der:

“İnsanlar Allah Teâlâ’nın azameti hakkında tefekkür etseler, O’na isyân edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesîr, I, 448, Âl-i İmrân 3/190 tefsirinde)

TEFEKKÜR ETMEK İLE İLGİLİ ÂYETLER

Kâinatta cereyan eden sayısız âyetlerin yanında Kur’ân-ı Kerîm âyetleri üzerinde de derin bir tefekkür iklîmine girmemiz gerektiğini Yüce Rabbimiz bir misalle kullarına şöyle hatırlatır:

“Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21)

Kur’ânî tefekkürden mahrum olanları ise şöyle tasvir eder:

“Onlar Kur’ân’ı tefekkür etmiyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek hayatı, Rabbimizin kullarında görmeyi murâd ettiği mânevî tekâmül için tefekkürün ne kadar lüzumlu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zira O, geceleri ayakları şişinceye kadar gözyaşları içinde kulluk ve ibâdete devâm etmiş, gözleri uyusa bile kalbi dâimâ uyanık kalmış, Allâh’ın zikrinden, tefekkür ve murâkabesinden bir an bile uzaklaşmamıştır.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî rikkatine ve tefekkür ufkuna dâir bir misâli şöyle nakleder:

“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdet ederek geçireyim.» dedi. Ben de:

«–Vallâhi Sen’inle berâber olmayı çok severim, ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.

Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu… O kadar ağladı ki; mübârek sakalları, elbisesi, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu.

O, bu hâldeyken Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okumaya geldi ve Allah Rasûlü’nü perişan bir hâlde buldu. Âlemlerin Efendisi’nin ağladığını görünce, O’nu bu kadar mahzun ve mağmûm eden hâdisenin ne olduğunu merak ederek:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek bütün günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» diye sordu.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- :

«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» dedi ve şu âyetleri okudu:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini ve azametini gösteren) kesin deliller vardır.

Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve:

Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 157)

İşte bu âyet-i kerîmeler nâzil olduğu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, güller üzerindeki şebnemleri imrendirecek gözyaşları ile sabaha kadar ağlamıştı. Mü’minlerin, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ile dökecekleri gözyaşları da, Allâh’ın lutfu ile, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının aydınlığı, cennet bahçelerinin şebnemleri olacaktır.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HİRA MAĞARASINDAKİ TEFEKKÜRÜ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tefekkür husûsundaki fermân-ı ilâhîye, daha risâlet vazîfesine başlamadan önce bile, Hira Mağarası’ndaki inzivâ ve tefekkür hayâtı ile tâbî olmuş durumda idi. O’nun Hira’daki ibâdeti, tefekkür etmek, atası İbrahim -aleyhisselâm- gibi göklerin ve yerin melekûtundan (görünen âlemin ötesindeki kudret ve azamet-i ilâhîden) ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek şeklindeydi.[1] O günlerde olduğu gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha sonraki hayâtında da dâimâ mahzun ve düşünceliydi. Konuşması zikir, sükûtu tefekkür idi. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardı:

“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti, (ben de size tavsiye ediyorum.)”[2]

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin…” (Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81)

“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, XVI, 121)

Velhâsıl, ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Fahr-i Kâinât Efendimiz’e lâyık olabilmek için hayat ve kâinatta sergilenen derin hikmetlere gönül vererek tefekkür iklîminde yaşamamız îcâb etmektedir. Zira bu âlemde olup biten her şeyi îman penceresinden ibret nazarıyla temâşâ edip rûhu tefekkürle inkişâf ettirmek zarûrîdir. Neticede, hâdiselerin özündeki ilâhî murâda dâir hikmet parıltıları, Allâh’ın izniyle damla damla gönle akacaktır.

TASAVVUF HER ŞEYDEN ÖNCE TEFEKKÜR ETMEKTİR

Nice âbide şahsiyetler yetiştirmiş olan tasavvufun özü de hakîkatte böyle bir feyz ve rûhâniyeti tahsilden ibârettir. Bu bakımdan tasavvuf, hikmetle derinleşerek Hakk’a doğru mesafe alma yoludur. O aslâ dünyadan el-etek çekmek, Yûnus’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd ü ezkâr ile iktifâ etmek değildir.

Yâni tasavvuf, her şeyden önce mes’ûliyetimizi tefekkür etmektir, kendimizi muhâsebe hâlinde bulunmaktır, idrakte yol katedebilmektir. Kısacası her türlü nefsânî düşüncelerden kurtulmak ve ancak rûhânî tefekkürle derinleşmek ve bu tefekkürle de merhale merhale yücelerek nihâyette ebedî mîrâca ermektir.

Dipnotlar: [1] Aynî, Umdetü’l-Kârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut, İdâretü’t-Tıbâati’l-Münîriyye, ts, I, 61; XXIV, 128. [2] Hadîs-i şerîfin tamamı için bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838.
 
[FONT=Arimo]Kur'an'a göre yaşayan bir insan, sevgisini de Kur'an'a göre yaşayanlara, yani müminlere yöneltecektir. Müminlerin, onları sevilmeye layık kılan ve Allah'a iman etmelerinden doğan bazı özellikleri vardır. Mümin, diğer müminlerde bu özellikleri arayacak, bunları gördüğü için onları sevecektir. Bu özellikler bir kişide ne kadar çok ortaya çıkarsa, ona olan sevgisi de o kadar artacaktır.[/FONT]
[FONT=Arimo]Allah'ın Kur'an'da bildirdiği mümin özelliklerinin belli başlılarını şöyle maddeleştirebiliriz:[/FONT]
[FONT=Arimo]• Müminler ancak Allah'a kulluk ederler. O'ndan başka zihinlerinde ilahlaştırdıkları hiçbir varlık yoktur. (Fatiha, 1/1-7; Nisa, 4/36)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'tan korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi yapmaktan çok çekinirler. (Âl-i İmran, 3/102; Yasin, 36/11; Tegabün, 64/15-16; Zümer, 39/23)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Yalnızca Allah'a güvenirler. (Bakara, 2/249; Tevbe, 9/25-26)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab, 33/39)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'a şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara, 2/172; İsra, 17/3; İbrahim, 14/7)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Kesin bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmaktan dönmek gibi bir düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat, 49/15; Bakara, 2/4)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Kur'an'a kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kur'an'a göre düzenlerler. Kur'an'a göre yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (A'raf, 7/170; Maide, 5/49; Bakara, 2/121)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Sürekli Allah'ı anarlar. Allah'ın her şeyi gören ve işiten olduğunu bilir, sürekli Allah'ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Âl-i İmran, 3/191; Rad, 13/28; Nur, 24/37; A'raf, 7/205; Ankebut, 29/45)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.) (Bakara, 2/286; A'raf, 7/188)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Her şeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu nedenle hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü davranırlar. (Tevbe, 9/51; Teğabün, 64/11; Yunus, 10/49; Hadid, 57/22)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Ahirete yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini oluşturmaya çalışırlar. (Nisa, 4/74; Sad, 38/46; A'raf, 7/31-32)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Sadece Allah'ı ve müminleri dost ve sırdaş edinirler. (Maide, 5/55-56; Mücadele, 58/22)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Akıl sahibidirler. Her an ibadet bilincinde olduklarından sürekli dikkatli ve uyanıktırlar. Devamlı olarak müminlerin ve dinin lehine akılcı hizmetler yaparlar. (Mümin, 40/54; Zümer, 39/18)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Tüm güçleriyle Allah adına inkarcılara, özellikle inkarcıların önde gelenlerine karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç yılmadan ve gevşemeden mücadelelerini sürdürürler. (Enfal, 8/39; Hac, 22/78; Hucurat, 49/15; Tevbe, 9/12)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Hakkı söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı gerçeği açıklamaktan geri kalmazlar. İnkar edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar. (Maide, 5/54, 67; A'raf, 7/2)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'ın dinini tebliğ etmek. Çeşitli biçimlerde insanları Allah'ın dinine davet ederler. (Nuh, 71/5-9)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Baskıcı değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. (Nahl, 16/125; Tevbe, 9/128; Hud, 11/75)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Öfkelerine kapılmazlar, hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar. (Âl-i İmran, 3/134; A'raf, 7/199; Şura, 42/40-43)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Güvenilir insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik sergiler, etraflarına da güven telkin ederler. (Duhan, 44/17-18; Tekvir, 81/19-21; Maide, 5/12; Nahl, 16/120)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Baskı ve zulüm görürler. (Şuara, 26/49, 167; Ankebut, 29/24; Yasin, 36/18; İbrahim, 14/6; Neml, 27/49, 56; Hud, 11/91)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Zorluklara katlanırlar. (Ankebut, 29/2-3; Bakara, 2/156, 214; Âl-i İmran, 3/142, 146, 195; Ahzap, 33/48; Muhammed, 47/31; Enam, 6/34)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Zulümden ve öldürülmekten korkmazlar. (Tevbe, 9/111; Âl-i İmran, 3/156-158, 169-171, 173; Şuara, 26/49-50; Saffat, 37/97-99; Nisa, 4/74)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İnkarcıların saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır, alaya alınırlar. (Bakara, 2/14, 212)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'ın koruması altındadırlar. Aleyhlerinde kurulan tüm tuzaklar boşa çıkar. Allah, onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar. (Âl-i İmran, 3/110-111, 120; İbrahim, 14/46; Enfal, 8/30; Nahl, 16/26; Yusuf, 12/34; Hac, 22/38; Maide, 5/42, 105; Nisa, 4/141)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İnkarcılara karşı tedbirlidirler. (Nisa, 4/71, 102; Yusuf, 12/67)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Şeytanı ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir. (Fatır, 35/6; Zuhruf, 43/62; Mümtehine, 60/1; Nisa, 4/101; Maide, 5/82)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Münafıklara karşı mücadele eder, münafık karakterlilerle birlikte olmazlar. (Tevbe, 9/83, 95, 123)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İnkarcıların zorbalıklarına engel olurlar. (Ahzab, 33/60-62; Haşr, 59/6; Tevbe, 9/14-15, 52)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket ederler. (Şura, 42/38)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İman etmeyenlerin gösterişli yaşantısına özenmezler. (Kehf, 18/28; Tevbe, 9/55; Taha, 20/131)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Zenginlik ve mevkiden etkilenmezler. (Hac, 22/41; Kasas, 28/79-80; Nahl, 16/123)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İbadetlere titizlik gösterir, namaz, oruç ve benzeri ibadetleri dikkatle yerine getirirler. (Bakara, 2/238; Enfal, 8/3; Müminun, 23/1-2)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Çoğunluğa değil, Allah'ın verdiği kıstaslara uyarlar. (Enam, 6/116)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'a yakınlaşmak, örnek bir mümin olmak için gayret sarfederler. (Maide, 5/35; Fatır, 35/32; Vakıa, 56/10-14; Furkan, 25/74)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Şeytanın etkisine girmezler. (A'raf, 7/201; Hicr, 15/39-42; Nahl, 16/98-99)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Atalarına körü körüne uymazlar. Kur'an'a göre hareket ederler. (İbrahim, 14/10; Hud, 11/62, 109)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İsraftan kaçınırlar. (Enam, 6/141; Furkan, 25/67)[/FONT]
[FONT=Arimo]• İffetli davranırlar ve Allah'ın istediği şekilde evlenirler. (Müminun, 23/5-6; Nur, 24/3, 26, 30; Bakara, 2/221; Maide, 5/5; Mümtehine, 60/10)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Dinde aşırılığa kaçmazlar. (Bakara, 2/143; Nisa, 4/171)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Fedakardırlar. (İnsan, 76/8; Âl-i İmran, 3/92, 134; Tevbe, 9/92)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Temizliğe dikkat ederler. (Bakara, 2/125, 168; Müddessir, 74/1-5)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Müminlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat, 49/12)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Haset etmekten kaçınırlar. (Nisa, 4/128)[/FONT]
[FONT=Arimo]• Allah'tan bağışlanma dileyenlerdir. (Bakara, 2/286; Âl-i İmran, 3/16-17, 147, 193; Haşr, 59/10; Nuh, 71/28)[/FONT]
[FONT=Arimo]Selam ve dua ile...[/FONT]
 
Fuzuliye Sormuşlar : Sevmek Mi Daha Güzeldir, Sevilmek Mi ?

-Sevmek Demiş...

Çünkü, Sevildiğinden Hiçbir Zaman Emin Olamazsın !..
 
Kul kaderini yaşarmış abla bize düşen sabır ve şükür ile kaderimize razı olmak Rabbim bizleri rızasına erenlerden eylesin :) ;)
 
Hastalık musibet dert sıkıntı tasa vb her sey. Allahın bizim için yarattığı Hayır dolu vesile araclaridir. Aynen yemek içmek için türlü türlü meyve zebze yeşillik baklagil ve içecekler yarattığı gibi biri menevi biri maddi ihtiyacımızı karsilamak için.

Şimdi siz şöyle düşünüyor olabilirsiniz. Tamam yemek ve içmeyi anladık bize yararı var ama hastalığın musibetin dert ve sıkıntının bize nasıl faydası oluyor?

Şöyle ki ALLAH azze ve celle ayette açıklamasını yapıyor.

Ve le nebluvennekum bi şey’in minel havfi vel cûi ve naksın minel emvâli vel enfusi ves semerât(semerâti), ve beşşiris sâbirîn(sâbirîne). Bakara 155. Ayet yani

Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!"(Bakara 155 ayet

Ve sonun da da belirtiyor sabredenkeri müjdele

Müjde kısmına gelirsek kardes bu müjdeyi nasıl göreceğiz diye düşünenler olabilir oda mükafat olarak öncelikle bilerek bilmeyerek tüm azalarımız ile yaptığınız kötü davranışlar işlediğimiz günahlara Kefaret olacak

Bunu ise peygamber Efendimiz Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam şöyle açıklıyor

Sahâbelerden Abdullah diyor ki: ‘Rasulullah’ın huzuruna girdim; Yâ Rasulallah, dedim, çok ateşin var. “Evet dedi, “Ben sizden iki kişinin hastalığı kadar hastalanırım.” Ben: ‘Şu halde, senin için ecir vardır’ deyince buyurdu ki: “Evet, aynen öyle. Hiçbir müslüman yoktur ki, ona bir diken ve daha küçük bir şey de olsa eziyet veren bir şey isâbet etsin de, Allah o şeyi, ağacın yapraklarını dökmesi gibi, o müslümanın günahlarına keffâret kılarak günahları ondan dökmesin.” (Buhâri; Askalânî, S. Buhâri Şerhi, c. 10, s. 111)

Başka bir hadis-i serifte ise

Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah bu sebeple onun gü*nahından bir kısmını mağfiret buyurur. Buharı, Marda, 1

Buyuruyor Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed s.a.s.
Bir ağrı hatta bir yorgunluk ile bizim amel defterimizi temizleyip bize sevap yazan bir Rabbimiz bir Allahımız var elhamdulillah. Bunu bilmek bile yetiyor bazen. Ama insan her zaman bir ruh halinde olmuyor. Onun için kendimizi Allah azze ve celle'ye yaklastiracak ameller işleyip Rabbimiz ile bagimizi her zaman kuvvetli tutmaliyiz.

Dünya gelip geçici gözümüz ile görüyoruz her gün gelen ve geçip giden kişileri. Doğan ve ölenleri..!

Rabbim kendisi ile bagimizi her zaman kuvvetlendiren sabreden sükreden kullarından, razi olduğu ve cennetine alıp peygamberimize s.a.s komşu olan kullarından eylesin. Bizleri Amin...
 
Kurban kesmek Kur'an-ı Kerim'de emredildiği halde neden farz değil de vacip denilmiştir?

Vacip: Kelime anlamı gerekli ve lüzumlu olan, demektir. Farzın karşılığında bir terim olarak vâcip, sadece Hanefi mezhebinde vardır ve aynen farz gibi Allah'ın ya kendi kelâmıyla ya da Elçisinin sözüyle kesinkes yapmamızı istediği şeylerdir.

Farz ile aralarında fark vardır: Vâcibi anlatan emrin, ya Allah'ın Elçisine ait olup olmamasında, ya da istenen şeyin öyle mi, ya da böyle mi olduğunda, ufak da olsa bir şüphe vardır. Bu şüphe yüzünden farz derecesinden biraz aşağı düşmüştür. Ikinci bir fark, vâcibi inkâr eden, yine bu şüphe yüzünden dinden çıkmış olmaz, ancak günah işlemiş olur.

Bu yüzden kurban kesmek, farz değil de vâciptir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Artık Rabb'in için namaz kıl ve boğazla." (Kevser, 108/2)
denmektedir. “Kurban kesme ile namaz kıl” emri, yan yana geldiğinden “namaz kıl” emri, bazı alimlerce Bayram Namazı’na işaret sayılmış; bazılarınca da her gün kılınan beş vakit namaz olarak anlaşılmıştır. Böylece ayet-i kerimenin delaletinde ittifak maydana gelmediğinden Hanefiler’ce, Bayram Namazı farz değil vacip sayılmıştır.

Yine “kurban kes” emri bazılarınca, sadece Peygamberimize (asm) mahsus sayıldığından, ayetin dalaletinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için kurban, vacip kabul edilmiştir.

Vacip, amel bakımından farz gibidir. İşleyene sevap, özürsüz terk edene ceza vardır. Fakat i’tikad bakımından farz gibi değildir; inkar eden dinden çıkmaz.

Hz. Peygamber (asm)'in de

"İmkânı olup da kurban kesmeyen bizim namazgâhımıza yaklaşmasın." (İbn Mâce, Edâhı, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/321)
şeklindeki ifadeleri konunun önemini ortaya koymaktadır. Bu ve benzeri nasslardan hareket eden Hanefi fukahâsı, kurban kesmenin vâcip olduğu görüşündedirler (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII/8; Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Kahire, 1327-1328/1910, V/61, 62; el-Fetâva'l Hindiyye, Bulak 1310, V/291).

Bu konuda İmam Malik'ten iki görüş nakledilmektedir ki, bu görüşlerden birisine göre kurban kesmek vacip, diğerine göre ise müekked sünnettir. Bilindiği gibi, Maliki içtihat sistematiğinde vacip terimi, Hanefilerin farz teriminin karşılığıdır. Zira Maliki, Şafii ve Zahiriler başta olmak üzere, müçtehit imamların çoğunluğuna göre, özellikle de ibadet konularında farz - vacip ayrımı bulunmamakta ve bu iki terim aynı anlamda kullanılmaktadır.

Maliki mezhebinde, kurban konusunda İmam Malik'in iki görüşünden vacip (farz) olduğuna dair görüşü değil, müekked ayni sünnet olduğuna dair olan görüşü mezhepte ağırlık kazanmıştır. Maliki mezhebindeki müçtehitlerden, kurban kesmenin vacip (farz) değil müekked sünnet olduğunu kabul edenler de, kurbanı diğer müekked sünnetlerden daha üst derecede gördüklerinden dolayı, sünnet olduğunu söylerken de, özel olarak önemini vurgulayan ifadeler eklemektedirler.

Görülüyor ki, kurbanın hükmü konusunda, Malikilerin görüşüyle Hanefilerin görüşü, büyük ölçüde paralellik arz etmektedir. Diğer mezheplere göre ise, kurban kesmek sünnettir.

Selam ve dua ile...​
 
Ya ALLAH Bismillah....

EY KALBE FERAHLIK VEREN RABBİM azze ve celle

ALEMLERE PEYGAMBER OLARAK GÖNDERDİĞİN HZ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTU VESSELÂM'ın KALBİNİ AÇIP FERAHLATTIĞIN GİBİ...

BENİM VE SUAN SANA İMAN ETMİŞ TÜM KULLARININ KALBLERİNE FERAHLIK VER. AMİN
MADDİ VE MANEVİ
HUZUR SAĞLIK MUTLULUK İBADET AŞKI VEDE KUVVETLİ İMAN VER
EY RAHMAN VE RAHİM OLAN RABBİM
SEN BİZLERİ YOLUNDAN DEĞİL DÖNMEYİ SAPMAYA TEŞEBBÜS BİLE ETMEMİZE İZİN VERME.
BİZLERİ TÜM KAZA BELA ŞER HARAMLARDAN UZAK TUT
EY AFFETMEYİ SEVEN RABBİM
SEN BİLEREK VEYAHUT BİLMEYEREK ELİMİZ DİLİMİZ GÖZÜMÜZ VEL HASIL TÜM AZALARİMİZ İLE İŞLEDİĞİMİZ GUNAHLARIMIZI AFFEYLE.
EY RABBİM BİZLERİ KORU BİZLERİ AFFET BİZLERDEN RAZİ OL İBADET VE KULLUKLARIMIZI KABUL ET
EY RABBİM ÖMRÜMÜZÜN HER SANİYESİNDE SENİ HATIRLAYIP SENİN RIZA ULAŞMAK İÇİN HAYIRLI AMEL İSLEYENLERDEN EYLE.
EY RABBİM SEN SEN HAYATIMIZA HAYIRLI "SALİH VE SALİHA" BİR EŞ NASİP ET
VE BİZLERE HAYIRLI VE SAĞLIKLI EVLATLAR NASİP ET
EY ÂLEMLERİN RABBİM OLAN RAHMETİ MAĞFİRETİ SONSUZ OLARAK RABBİM BİZLERİ CENNETİNE GİRMEYİ NASİP ET VE CENNETİNE GİREN VEDE ORADA HZ MUHAMMED ALEYHİSSALÂTU VESSELÂMA KOMŞU OLAN KULLARINDAN EYLE.

EY RABBİM
SEN BİZLERE EBEDEN RAZİ OLACAK AMELLER İŞLET

VE BİZLERDEN RAZİ OL...

AMİN AMİN
VES SELAMUN ALEL MURSELİN
VELHAMDULİLLAHİ RABBİL ALEMİN
EL FATİHA...
 
ALLAH KATINDA EN MAKBUL AMEL
Hayâtında hizmeti düstûr edinen kimse, yaşadığı cemiyette hangi mevkîde bulunursa bulunsun, Hak katında pek kıymetli bir makam sahibi demektir.
Binâenaleyh onun ecir ve mükâfâtı da o nisbette büyük olacaktır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine hizmet eden bir zâta sık sık:

“–Bir ihtiyacın ve isteğin var mı?” diye sorardı. Bir gün yine ona böyle sorduğunda o sahâbî:

“–Dileğim vardır yâ Rasûlâllah!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Nedir dileğin?” diye sordu. O zât:

“–Kıyâmet günü bana şefaat etmendir!” deyince, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bunu istemeni sana kim öğretti?” diye sordu. Sahâbî:

“–Rabbim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Öyleyse sen de çok secde ederek bu hususta bana yardımcı ol!” buyurdu. (Ahmed, III, 500)

Yine Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve; «Allâh’a yemin ederim ki bunu, müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım.» dedi, (kaldırdı ve) bu yüzden cennete nâil oldu.” (Müslim, Birr, 128)

“Bir şahıs yolda yürürken önünde bir diken dalı gördü ve onu kenara attı. Bu sebeple Allah ondan râzı oldu ve kusurlarını affetti.” (Buhârî, Ezân 32, Mezâlim 28; Müslim, Birr 127, İmâre 164)

Unutmamak îcâb eder ki Hakk’ın rızâsı bâzen samimiyetle yapılan küçük bir amelde gizlidir. Dolayısıyla küçük-büyük demeden her çeşit faydalı hizmete koşarak devamlı sûrette Hakk’ın rızâsını aramak îcâb eder. Zira Allah rızâsı için insanlara hizmet etmek, Hak katında en makbûl ameldir.
Selam ve dua ile...
 
İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar, tabii insan kılığında. Akşam olmuş, Şehrin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar. Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler.Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp ʺGeceyi burada geçirebilirsinizʺ demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Şöyle bir sürmüş yarığa, duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek, ʺNiye yaptın bunu?ʺ diye sormuş merakla.
ʺHer şey her zaman göründüğü gibi değildirʺ demiş yaşlı melek yavaşça.
Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik
inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazi sofraların almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın ʺSiz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınızʺ demiş. ʺBizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz.ʺdemiş.
Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş. ʺBunu nasıl yaparsın? Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin? Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar. İneklerinin ölmesine göz yumdun?ʺ
ʺHer şey her zaman göründüğü gibi değildir evlatʺ demiş yaşlı melek yine.
ʺNasıl yani?ʺ diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek.
ʺHer şey her zaman göründüğü gibi değildir evlatʺ demiş yaşlı melek bir daha. Ve anlatmış:
ʺİlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hak etmemişlerdi. Çatlağı kapayıp onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. Her şey her zaman göründüğü gibi değildir.
İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın.
 
İranda yaşamış Velilerden Ebu İshak Şirazi hazretleri "rahmetullahi aleyh", bir gün sevdikleriyle sohbet ediyordu ki;
- Allahü teâlâ bir kulunu severse, ona iki nimet verir, buyurdu.

Sordular:
- Onlar nedir efendim?

Buyurdu ki:
- Birincisi, sevdiği bir kulunu tanıtır ona. Yani hakiki bir İslam alimini, Allah dostu bir Veliyi, tanıtır ve sevdirir onları. İkinci nimet, hayırlı bir iştir. Yani insanların dünyasına veya ahiretine faydası olan bir işte çalıştırır o sevdiği kulunu.

Sordular:
- Daha çok severse efendim?
- O zaman dert ve bela verir ona.

Şaşırdılar:
- Sevdiği kula mı dert bela verir efendim?

- Evet. Ama bu dertleri nimet bilir o kimseler. Derd-ü belayı, Kemende benzetmiştir büyükler. Cenâb-ı Hak, bu kementle tutup kendine çeker sevdiklerini.

İhlas nedir?

Bir gün de;
- İhlas nedir? diye sordular bu zata.

Cevaben;
- İhlas, Allahü teâlâyı çok sevmek ve her sevdiğini Allah için sevmektir, buyurdu.

Sordular:
- En mühim iş nedir efendim?

- Üç şeydir. Birincisi öğrenmek. İkincisi öğrendiğiyle amel etmek. Üçüncüsü de öğrendiklerini başkalarına da öğretmektir.

Sordular yine.
- Neyi öğreneceğiz efendim?
- Allahü teâlânın emir ve yasaklarını. Ama rastgele kimselerden din öğrenilmez.

- Kimden öğreneceğiz efendim?
- Ehl-i sünnet alimlerinden veya onların kitaplarından. Çünkü onlar nakli esas alır, kendi kafalarından bir şey yazmaz ve söylemezler.

İki mühim iyilik

Bir gün de sohbetinde;
- Çok sayıda iyilik vardır, buyurdu. Ama bunların en iyisi iki şeydir:

Merak ettiler:
- Onlar nedir efendim?

Buyurdu ki:
- Biri doğru iman. Öbürü, insanlara karşı şefkatli olmaktır. Kötülük de çoktur. Ama kötülüklerin en kötüsü iki şeydir. Biri kâfirlik, öbürü insanlara eziyet etmektir.


Müminin alameti

Bir gün de;
- Mümin olmanın alametlerinden biri nedir, biliyor musunuz? diye sordu cemaatine.
- Bilmiyoruz efendim, dediler.

Buyurdu ki:
- Mümin olmanın bir alameti de bir insanın daha Cehennemden kurtulmasına vesile olmak için çalışmaktır.

- Yani emr-i maruf mu efendim? dediler.
- Evet, buyurdu. Bir kişiye dinden bir mesele öğretmek, yüz nafile hac sevabına karşılıktır. Halbuki bu kadar hac yapmaya insanın ömrü yetmez.

Sordular:
- O kadar ilmimiz yoksa efendim?
- O zaman kitap verirsiniz.

- Ne kitabı efendim?
- Ehl-i sünnet alimlerinin Allah için yazdıkları bir İlmihal kitabını alıp hediye edersiniz mesela.

- Bu da emr-i maruf sayılır mı hocam?
- Elbette. O insan bu kitaptan okuyup öğrenir. Siz de emr-i maruf sevabına kavuşursunuz.
 
O istek senin içine her zaman doğuyor maşallah...dua ile kal diyecegim ama sen hep öylesin de maşallah
 
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap”ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir”e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

-“Doktor bey” dedi. “Ben size…dargınım.” “Niçin?” diye sordum.

-“Siz…dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?”

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:

–“Doktora ulaşmak kolaydır” dedim. “Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın…”

Konuşmaya mecali olmadığından “Ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler “hızlandırılmalı öğretime” dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:

-“Doktor bey” dedi. “Ben ölürken ne söylemeliyim?”

-“Senin durumun çok özel” dedim. “Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince “Muhammed”” (s.a.v) sana yeter.”

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap”a sürekli morfin yapıyor ve O”nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-“Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap”ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.

Ertesi gün Ona:

-“Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.”

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

-“Doktor bey…Azrail bana nasıl görünecek?”

-“Kızım” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”

Salı günü Serap”ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

-“Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:

-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkansız” denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

-Doktor beye söyleyin, dedi. Azrail, Onun söylediğinden de güzelmiş!…

[-Onk. Dr. Haluk Nurbaki den gerçek bir hatıra-]


Rabbim bizlere razı olacağı bir hayat vede bizlerden razı olacağı ameller ile meşgul eylesin amin inşâ Allah.
Rabbim hem kendisinin mutlu olup razi olacağı hemde bizim mutlu olacağımız hayat yaşatsın bizlere

Selam ve duâ ile..

Allahın selamı bereketi vede mağfireti üzerinize olsun...

 
Üst Alt