Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Kitap tanıtımı

_DELAL_

Aktif Üye
Üyelik
3 Eyl 2009
Konular
52
Mesajlar
3,036
Reaksiyonlar
0
Bu ara kitap okumadığımı farkettim.sağolsun net kalan zamanımı almaya başladı.:rolleyes:yani kitap için kalan zamanımı.eee bende _DELAL_ im,netemi yenilicem:mad:.bundan sora her hafta sonu bi kitap tanıtıcam.bunun içinde hafta içi kitap okumam lazımki hafta sonu tanıtabileyim.Bölece ne yardan nede serden vazgeçmiş olmıcam:eek:.
 
valla arkadaşlar her hafta sonu bi kitap tanıtacam dedim ama benim pc nasıl tesadüfse 3 gündür arızalı.doğal olarakta tanıtamadım .işyerindende imkansız .:(tuuuuuuuuuuuuuu diyebilirsiniz .yazamadım nolmuş ala ala.
 
ELİF ŞAFAK-AŞK kitabından çok etkilendim.özelliklede şemsin kişiliğinden.doğru bildikleri uğruna hayatıyla bedel ödeyen güçlü ve cesur bir kişilik.fahişeyi ,ayyaşı kucaklayan bir yürek,geniş bir bakış.dilencinin bakışıyla bakmasını bilen ,herkesin aşağıladığına empati yapabilen, yozluğa meydan okuyan o hoş adam.yaşasaydı aşık olurdum heralde:).ve ona tam bir inançla güvenen mevlana.ne olursan ol diyen adam.veee aşk.tarifi belirsiz,imkansız,kimsenin anlamlandıramadığı,adlandıramadığı.kitapta şemsin 40 öğüdünden sözediyor.buda beni etkiledi.hatta bi yerlere not aldım.okumanızı tavsiye ederim .
 
Son düzenleme:
of o aşkı bana sor delal ben hiç unutamadım bir de dün seazenleri gördüm fena duygulandım ya ilk kez semazen isledim süper ötesi bir şey
 
VAROLUŞ SÜRECİ..MİCHAEL BROWN.osho meditasyonlarına aktif olarak katıldığım zamanlarda(5 yıl önceydi sanırım) çok güzel açılımlar yaşadım.farkındalığımın arttığını inkar edemem.meditasyonları harikaydı.özelliklede elmas meditasyonu,kundalini ve dinamik meditasyonları süperdi.sonra sanırım değişim zamanı gelmişti ki bişileri sorgulamaya başladım.eğer öze dönüş ,aydınlanma doğuştan hakkımız idiyse bunu neden kendimiz başaramıyorduk.böyle sorgulamalar içindeyken kendimi bir kitabevinde buldum.satıcı bir kitap uzattı"bunu birisi buraya hediye bıraktı almak istermisiniz ücreti 5 tl"VAROLUŞ SÜRECİ..MİCHAEL BROWN.(şimdiki an farkındalığına bir yolculuk..)tam 4,5 yıl oldu ve ben hala o kitabı uyguluyorum.uygulama kitabı.evet kabul ediyorum zor bir yolculuk ama değer...kısaca tanıtmak gerekirse......yetişkinlik hayatımızdaki deneyimlerimizin aslında çocukluğumuzun bütünlenmemiş duygusal yüklerinin bir yansıması olduğunu söylüyor.ve süreç herşeyi hissetmeye odaklı.yaşadığımız fiziksel duygusal ve zihinsel sıkıntıların aslında çocukluğumuzdaki 7 yıllık döngülerde (anne karnındaki yedi ay,sıfır yedi yaş,yedi on dört yaş ve sonrası on dört yirmi bir yaş)aranması gerektiğini söylüyor.ekonomik durumlardan aşka kadar, ilişkilerden tutunda inançlarınıza kadar her şeyin çocukluğuğumuzla bağlantısını çok güzel anlatıyor.uygulamasından da biraz sözetmek istiyorum.her ne kadar uygulamadan anlaşılamayacağını biliyorsam da yinede ilgilenen olur diye anlatıcam.sabah 15 dk,akşam 15 dk bilinçli bağlantılı nefes(burundan alıp burundan vermek)haftalık okumalar,haftalık bilinçli cevaplar,kitapta verilen algısal araçlar.7,8,9 haftalarda su seansı başlıyor.güne başladığınız sabah saatlerinde ,vücut ısısında doldurduğunuz küvete (küvet yoksa duş)giriyor 15 dk içinde kalarak o deneyimin titreşimini hissediyorsunuz..uygulamayla ilgili anlatacaklarım bu kadar..özünü keşfetme yolculuğuna çıkmak isteyenlere öneriyorum..varoluşu,varlığınızı,tüm formlarla olan bağınızı keşif yolculuğu bu...SEVGİYLE:)
 
Son düzenleme:
USTACA SEVMEK--DON MİGUEL RUİZ
İnsanlar sevgi avlar. Kendimizi sevmediğimiz için sevgiden
yoksun olduğumuza, sevgiye gereksindiğimize inanırız. Sevgiyi
bizim gibi olan başka insanlarda avlarız. Onlar da kendilerini
sevmezken bulabileceğimiz sevgi ne olacaktır ki? Bütün yaptığımız,
gerçek olmayan daha da büyük bir gereksinim yaratmak
olur. Gereksindiğimiz sevgi başkalarında olmadığı için yanlış
yerde durur, avlanır da avlanırız.
Düşüşünün bilincine varan Artemis kendisine geri döndü;
gereksindiği her şey oradaydı. Aynı şey bizler için de geçerli.
Çünkü hepimiz düşüşünden sonra, kurtuluşundan önceki Artemis
gibiyiz. Sevgi avlıyoruz. Adalet ve mutluluk avlıyoruz. Tanrı
avlıyoruz. Oysa Tanrı içimizde.
89
 
Son düzenleme:
89
Büyülü geyiğin avlanması size kendi içinizde avlanmanız
gerektiğini öğretiyor. Akılda tutulması gereken harika bir öykü.
Artemis'in öyküsünü hatırlayacak olursanız sevgiyi her zaman
kendi içinizde bulursunuz. Sevgi için birbirini avlayan insanlar
hiçbir zaman doyum bulmaz. Aradıkları sevgiyi başkalarında
bulamaz. Zihin gereksinir ama biz onun gereksinmesini karşılayamayız,
çünkü gerçek olmayan bir gereksinimdir zihninki.
Hiçbir zaman gerçek olmayan bir gereksinim.
Avlamaya gereksindiğimiz sevgi, kendi içimizde ama zorlu
bir avdır. İçinizde avlanmak, sevgiyi içinizde elde etmek güçtür.
Hermes kadar hızlı olmazsanız sizi her şey hedefinizden saptırabilir.
Dikkatinize tuzak kuran her şey sizi hedefinizden, içinizdeki
sevgiyi ele geçirmekten alıkoyabilir. Avı yakalayacak olursanız
sevginin içinizde güçlenerek büyüdüğünü görürsünüz. İşte
odur bütün gereksinimlerinizi karşılayacak olan. Bu, mutluluğunuz
için çok önemli.
İnsanlar genellikle avlanır gibi i lişki kuruyor. İhtiyaç hissettiklerini
arıyor, aradıklarını karşılarındakinde bulmayı umuyor .
ama bulamıyorlar. İlişkiye böyle bir gereksinim olmaksızın girmekse
bambaşka bir şey.
Kendi içinizde nasıl avlanırsınız? İçinizdeki sevgiyi ele geçirmek
için tıpkı avla avcı ilişkisindeki gibi kendinize teslim olmanız
gerekir. Av da avcı da zihninizdedir. Avcı kimdir, av kim?
Sıradan insanlarda avcı Parazittir. Parazit sizin hakkınızdaki her
şeyi bilir. Peşinde olduğu, korkudan kaynaklanan duygulardır.
Çöple beslenir. Korku ve dramdan hoşlanır. Öfke, kıskançlık,
haset ister. S ize acı çektiren her duyguyu sever. Ödeşme peşindedir
Parazit, dizginler elinde olsun ister.
 
hoş bir kitap.keyif alıyorum okurken.
 
Bedeninize bir göz atacak olursanız varolması size bağlı milyonlarca
yaşayan varlık görürsünüz. Bedeninizdeki her bir hücre
yaşaması size bağlı yaşayan bir varlı'ktır. Bütün bu varlıklardan
siz sorumlusunuz. Hücreleriniz olan bütün bu yaşayan varlıklar
için Tanrı sizsiniz. Onlara gereksindiklerini sağlayabilir,
tümünü sevebilir ya da hoyrat davranabilirsiniz.
Bedeninizdeki hücreler size çok bağlıdır, sizin için uyum
içinde çalışırlar. Size dua ettiklerini bile söyleyebiliriz. Siz onların
Tannsısınız. Bu kesinlikle gerçektir. Bu bilgiyi nasıl kullanacaksınız?
Anımsayın, orman Artemis'le uyum içindeydi. Artemis tanrılar
katından düştüğünde ormanın saygısını yitirdi. Bilincini ye-
93
niden kazandığında çiçekten çiçeğe giderek "Bağışlayın beni.
Size eskisi gibi bakacağım" dedi. Artemis ile orman arasındaki
ilişki yeniden bir sevgi ilişkisine dönüştü.
Orman bedeninizdir. B u gerçeği kabul ederseniz bedeninize
"Bağışla. Artık sana özen göstereceğim" dersiniz. Sizinle bedeniniz,
sizinle size bağımlı bütün o canlı hücreler arasındaki ilişki,
ilişkilerin en güzeli haline gelebilir. Tıpkı köpeğinizle ilişkinizdeki
gibi, canlı hücreleriyle bedeniniz, ilişkinin kusursuz yarısıdır.
Diğer yarı zihninizdir. B edeniniz ilişkinin kendisine düşen
yansını yürütür, zihinse bedeni kötüye kullanan, bedene kötü
davranandır.
 
Kedi ya da köpeğinize nasıl davrandığınıza bir bakın. Bedeninize
de aynı şekilde davranabilirseniz bunun bir sevgi ilişkisi
olduğunu göreceksiniz. Bedeniniz zihninizin vereceği sevgiyi
almaya bütünüyle hazır. Ama zihin, "Yok, bedenimin bu kısmını
sevemiyorum. Şu buma bakın; burnumdan hoşlanmıyorum.
Kulaklarım çok büyük. Gövdem çok şişman. Bacakları'm çok kısa"
deyip duruyor. Zihnin bedene yakıştıramayacağı hiçbir şey yok.
 
Bedeniniz olduğu gibi kusursuz. Ama aklımız doğru yanlış,
iyi kötü, güzel çirkin kavramlarıyla dolu. Bunlar kavramlardan
ibaret ama inanıyoruz, sorun da bu. Zihnimizdeki kusursuzluk
imgesiyle bedenimizden belirli bir şekilde hareket etmesini, belirli
bir dış görünüme sahip olmasını bekliyoruz. Bedenimiz bize
bütünüyle bağlı, sadıkken biz onu dışlıyoruz. Bedenimiz sınırları
nedeniyle bir şeyi yapamadığında bile onu istediğimizi
yapmaya zorluyoruz, o da istediğimiz gibi hareket etmeye en
azından çalışıyor.
Bedeninize ne yaptığınıza bir bakın. Siz kendi bedeninizi
dışlarsanız başkaları sizden ne bekleyebilir? Kendi bedeninizi
kabul edebiliyorsanız hemen herkesi, her şeyi kabul edebilirsiniz.
İlişki sanatında bu çok önemli bir noktadır. Kendinizle ilişkiniz,başkalarıyla ilişkinize yansır.
 
Kaplumbağa ya da kurbağaların çirkin olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Görebilirseniz kurbağa güzeldir, çok güzel. Görebilirseniz
bir kaplumbağa da güzeldir. Yarolan her şey güzeldir,
her şey. Ama "Amma da çirkin" diye geçirirsiniz aklınızdan.
Çünkü birileri sizi neyin çirkin neyin güzel olduğuna inandırmıştır,
tıpkı neyin iyi neyin kötü olduğuna inandırdıkları gibi.
 
[SIZE=4]MECZUP....HALİL CİBRAN

[/SIZE]
Nasıl mezcup olduğumu bilmek ister misiniz?Bakın nasıl oldu: Bir gün, nice tanrı doğmadan çok önce, derin bir
uykudan uyandım ve gördüm ki bütün maskelerim –yedi yaşamım boyunca
biçim verip taşıdığım yedi maskem– çalınmıştı. Maskesiz bir halde,
“Hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar!” diye bağırarak kalabalıklarla dolup
taşan sokaklarda koşuşturup durdum.
Erkekler ve kadınlar alay ettiler; bazıları da benim bu halimden ürküp
evlerine kapandılar.
Pazaryerine vardığımda, toy bir delikanlı bir çatıya dikilmiş “Meczup
var!” diye bağırıyordu. Onu görebilmek için başımı kaldırdım; güneş ilk kez
çıplak yüzümü öptü, ruhum güneşin aşkıyla tutuştu ve artık maskelerimi
istemez oldum. Sonra vecd halinde şöyle haykırdım: “Kutsa, maskelerimi
çalan hırsızları kutsa!”
İşte böyle meczup oldum ben.
Özgürlüğü ve huzuru buldum meczupluğumda; yalnızlığın özgürlüğünü
ve anlaşılmamış olmanın huzurunu. Çünkü bizi anlayanlar içimizdeki bir
şeye de egemen olurlar.
Ama yine de, huzurumdan dolayı boş bir gurur duygusuna
kapılmayacağım: Hapishanede bir hırsız, başka bir hırsızın güvencesi
altındadır.
[SIZE=4]TANRI
​[/SIZE]Dudaklarımın ilk kez ürpererek mırıldandığı o eski günlerde, KutsalDağ’a tırmanıp Tanrı’ya şöyle dedim: “Ya Rab, ben Senin kulunum. Senin
gizli istencin benim için Yasa’dır ve ben Sana itaat edeceğim.”
Ancak Tanrı cevap vermedi ve öfkeli bir kasırga gibi esti gitti.
Ve bin yıl sonra Kutsal Dağ’a tırmandım yeniden ve Tanrı’ya şöyle
dedim: “Ey Yaratıcı, beni Sen yarattın, Sen balçıktan şekil verdin bana, tüm
varlığımı Sana borçluyum.” Tanrı yine cevap vermedi, ancak binlerce hafif
kanat gibi uçtu gitti.
Ve bin yıl daha sonra, yeniden Kutsal Dağ’a tırmandım ve Tanrı’ya şöyle
dedim: “Baba, ben Senin oğlunum. Merhamet ve aşkla Sen bana hayat
verdin, ben de aşk ve tapınma duygularıyla miras alacağım Senin krallığını.”
Tanrı yine cevap vermedi, ancak uzak tepeleri örten sis gibi uzaklaştı
gitti. Ve bin yıl sonra Kutsal Dağ’a bir kez daha tırmandım, dedim ki Tanrı’ya:
“Tanrım, Sen benim amacım ve varacağım, bütünleşeceğim varlıksın; ben
Senin dününüm, Sen de benim yarınımsın. Ben Senin topraktaki kökünüm,
Sen benim gökteki çiçeğimsin ve Biz, birlikte, güneşin önünde büyürüz.”
İşte o zaman, Tanrı bana doğru eğildi ve kulağıma şefkat dolu sözler
fısıldadı ve bir ırmağı bağrına çeken deniz gibi, beni de bağrına aldı.
Ben vadilere ve ovalara doğru indiğimde, Tanrı da yanımdaydı.
 
DÖRT ANLAŞMA
TOLTEK BİLGELİK KİTABI...DON MİGUEL RUİZ
Bu kitabı geçen yıl okumuştum.çok etkilenmiştim.bu kitabın uygulama kitabı olması gerektiğini düşünmüştüm.şimdi yeniden okurken paylaşmak istedim:)
Dumanlı Ayna
Üç bin yıl önce tıpkı sizin ve benim gibi bir insan dağlarla çevrili bir şehrin
yakınında yaşıyordu. İnsan, atalarının tıbbi bilgilerini öğrenerek sağaltıcı
olmak üzere eğitim görüyordu. Ama o, öğrendiği her şeyle tam bir fikir
birliği içinde değildi. Yüreğinde daha fazla bir şeylerin olması gerektiğini
hissediyordu.
Bir gün mağarasında uyurken rüyasında kendi bedeninin uyuduğunu gördü.
Yeni ay gecesinde mağarasından çıktı. Gökyüzü berraktı. Milyonlarca yıldızı
görebiliyordu. O anda içinde bir şeyler oldu.
Hayatının bir anda büyük bir dönüşüme uğradığını hissediyordu. Ellerine
baktı, bedenini hissetti ve kendi sesini duydu. “Ben ışıktan oluştum, ben
yıldızlardan oluştum.”
Başını kaldırarak tekrar gökyüzüne baktı. Yıldızların ışığını yaratanın
yıldızlar olmadığını fark etti. Işık yıldızları yaratıyordu.
“Her şey ışıktan oluştu” dedi “ve aradaki boşluk boş değil”. Varolan her
şeyin tek bir yaşayan varlık olduğunu biliyordu artık. Işık yaşamın bilgi
taşıyıcısı idi. Işık canlıydı ve tüm bilgiyi ihtiva ediyordu.
Yıldızlardan oluştuğu halde bu yıldızlar olmadığını da fark etti. “Ben
yıldızların arasında olanım” dedi. Yıldızlara tonal, yıldızların arasındaki ışığa
da nagual adını verdi. İkisinin arasındaki alanı ve uyumu yaratanın Yaşam ya
da Tasarlayan olduğunu anladı. Hayat olmaksızın, tonal ve nagual da
varolamazdı. Yaşam Mutlak Olan’ın her şeyi yaratan Yaratıcı’nın gücüdür.
Ve şunu keşfetti: Varolan her şey, tanrı dediğimiz tek Olan canlının,
değişik ifadeleridir. Her şey Tanrıdır. İnsanın algılaması, ışığın ışığı
algılamasından başka bir şey değildir. Maddenin bir ayna olduğunu da gördü.
Her şey, ışığı yansıtan ve bu ışıkla görüntüler yaratan bir aynadır. İllüzyon
dünyası, Rüya kendimizi olduğumuz gibi görmeyi engelleyen bir duman
gibidir. “Gerçek biz, saf sevgi, saf ışığız” dedi.
Bu derin farkındalık hayatını değiştirmedi. Artık gerçekten kim olduğunu
biliyordu. Etrafına bakındı. Diğer insanları ve doğayı, bir başka algıladığını
fark ettiğinde şaşkınlığa düştü. Her şeyde kendisini görüyordu. Her insan, her
hayvan, her ağaç, su, yağmur, bulutlar, toprak kendisiydi.
Hayat’ın, tonal ve nagual’i farklı farklı karıştırarak, milyarlarca farklı
Hayat’ın ifadelerini yarattığını gördü.
Bu birkaç saniye içinde her şeyi kavradı, her şeyi anladı. Çok
heyecanlanmıştı, yüreği huzurla dolmuştu. İnsanlarla keşfettiği şeyi
paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Ama bildiklerini anlatabilecek sözler
bulamıyordu. Dili döndüğünce anlatmaya çalıştı ama diğerleri onu anlamadı.
Değiştiğini görüyorlardı. Çok güzel bir şey gözlerinden ve sesinden etrafa
yayılıyordu. Artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yargılamadığını da fark ettiler.
Artık o diğerleri gibi değildi.
O herkesi çok iyi anlayabiliyordu ama hiç kimse onu anlayamıyordu. Onun
Tanrı’nın yeryüzündeki Kendisi olduğuna inandılar... Bunu işittiğinde güldü
ve şöyle dedi: “Doğru, Ben Tanrıyım. Ama siz de Tanrısınız. Siz ve ben
aynıyız. Hepimiz ışığın yansımalarıyız. Hepimiz Tanrıyız.” Yine de insanlar
onu anlamadı.
Kendisinin, tüm diğer insanların bir aynası olduğunu da keşfetti. İnsanlar,
kendisini görebileceği bir aynaydı; “Herkes bir aynadır” dedi. Herkeste
kendisini gördü ama hiç kimse onu kendileri gibi görmedi.
Herkesin rüya gördüğünü anladı. Ama farkındalıkları olmaksızın, gerçekten
kim olduklarını bilmeksizin rüya görüyorlardı. Onu, kendileri gibi
göremiyorlardı çünkü aynalar arasında sis duvarı, duman duvarı vardı. Bu sis
duvarı, ışığın yansımalarının yorumlarıyla örülmüştü -İnsanların Rüyasıyla.
Bir süre sonra tüm öğrendiklerini unutacağını da anladı. Gördüğü tüm
vizyonları hatırlamak istedi. Ve kendisine Dumanlı Ayna ismini koymaya
karar verdi. Böylece daima maddenin bir ayna olduğunu ve oradaki dumanın
bizi kim olduğumuzu bilmekten alıkoyduğunu hatırlayacaktı.“Ben Dumanlı Ayna’yım. Çünkü her birinizde kendimi görüyorum, ama
aramızdaki dumandan ötürü birbirimizi tanımıyoruz. Duman Rüyadır, siz de
rüya gören aynasınız” dedi.
 
Son düzenleme:
Şu anda gördüğünüz ve işittiğiniz her şey bir rüyadır. Şu anda rüya
görüyorsunuz. Beyniniz uyanıkken rüya görüyorsunuz.
Rüya, zihnin ana fonksiyonudur. Zihin günde yirmi dört saat rüya görür.
Beyin uyanıkken de uyurken de rüya görür. Aradaki fark: Beyin uyanık iken,
her şeyi lineer (sıra sıra) olarak algıladığımız somut bir çerçeve vardır.
Uykuya daldığımızda bu çerçeve olmadığı için rüyaların sürekli olarak
değişme eğilimi vardır.
İnsanlar her an rüya görüyor. Biz doğmadan önce doğan insanlar dışarıda
kocaman bir rüya yarattı. Buna toplumsal rüya ya da gezegensel rüya
diyeceğiz. Gezegensel rüya, milyarlarca bireysel rüyanın oluşturduğu kolektif
rüyadır. Bu küçük bireysel rüyalar bir araya geldiğinde aile rüyası, toplum
rüyası, şehir rüyası, ülke rüyası ve sonunda insanlık rüyasını yaratıyor.
Gezegensel rüya, tüm toplumsal kuralları, inançları, yasaları, dinleri, değişik
kültürleri, devletleri, okulları, sosyal olayları ve tatilleri içinde barındırıyor.
Biz, nasıl rüya göreceğimizi öğrenme kapasitesiyle dünyaya geldik. Bizden
önce doğan, daha önce yaşamış insanlar bize nasıl toplumsal rüyaya uygun
rüya görmemiz gerektiğini öğretiyor. Yeni bir insan doğduğunda, çocuğun
dikkatini toplumsal rüyanın sayısız kurallarına odaklıyoruz ve bu kuralları
onun zihnine empoze ediyoruz. Toplumsal rüya, nasıl rüya görmemiz
gerektiğini öğrenmemiz için Anne, Baba, okul ve dinleri kullanıyor.Dikkat, algılamak istediğimiz şeyi ayırt edebilmek için gereken odaklanma
yeteneğidir. Aynı anda milyonlarca şeyi algılıyoruz. Ama dikkatimizi
kullanarak, algılamak istediğimiz şeyi zihnimizde ön planda tutmayı
sağlayabiliyoruz. Etrafımızdaki yetişkinler dikkatimize istedikleri çengeli
atıyor ve tekrar yoluyla zihnimize bilgiyi yerleştiriyor. Bildiğimiz her şeyi bu
yolla öğreniyoruz.
Dikkatimizi kullanarak, tüm realiteyi, tüm rüyayı öğrendik. Toplumda nasıl
davranmamız gerektiğini öğrendik: neye inanmalıyız, neye inanmamalıyız;
ne kabul edilebilir, ne edilemez; ne iyidir, ne kötüdür; ne güzeldir, ne
çirkindir; ne doğrudur, ne yanlıştır. Tüm bunlar, tüm bu bilgiler, tüm kurallar ve kavramlar, dünyada nasıl davranmamız gerektiği bize sunulmak üzere hazır bekliyordu.
 
Toplumsal rüya, dikkatimize çengelini atarak neye inanmamız gerektiğini
bize öğretir. Bu, konuştuğumuz dille başlar. Dil, insanlar arasındaki anlayış
ve iletişim kodudur. Her harf, her sözcük bir anlaşmadır. Buna, kitapta bir
sayfa diyoruz; sayfa sözcüğü anladığımız bir anlaşmadır. Kodu
anladığımızda, dikkatimiz odaklanır ve enerji bir insandan diğerine aktarılır.
Dilinizi konuşmak sizin seçiminiz değildi, dininiz ya da ahlaki değerlerinizi
siz seçmediniz. Onlar, siz doğmadan önce de vardı. Neye inanıp
inanmayacağımızı seçebilmek için bir olanağımız olmadı. Bu anlaşmaların en
küçüğünü bile biz seçmedik. Kendi ismimizi bile seçen biz değiliz.
Çocuk olarak, inançlarımızı seçme olanağımız olmadı, ama toplumsal rüya
bilgisi, insanlar aracılığıyla bize aktarıldığında anlaşmaya katıldık. Bir bilgiyi
depolamanın tek yolu, anlaşmaya katılmakla olur. Toplumsal rüya,
dikkatimize çengelini atabilir, ama anlaşmaya katılmazsak o bilgiyi
depolamayız. Katıldığımız anda ona inanırız. Buna inanç diyoruz. İnançlı
olmak, koşulsuz olarak inanmak demektir.
Çocuk olarak işte böyle öğreniriz. Çocuklar yetişkinlerin söylediği her şeye
inanır. Büyüklerin anlaşmalarına katılırız ve inançlarımız güçlenir. İnanç
sistemi tüm yaşam rüyamızı kontrol eder. Biz bu inançları seçmedik, belki
karşı çıkmış bile olabiliriz ama başkaldırıda direnebilmek için yeterince güçlü
değildik.
Sonuç, inançlara, anlaşmaya katılarak baş eğmektir.
 
Ben bu sürece insanları ehlileştirme süreci diyorum. Ehlileşme yoluyla
nasıl yaşayacağımızı ve nasıl rüya göreceğimizi öğreniyoruz. İnsan
ehlileştirmede; toplumsal rüyadan gelen bilgiler, içsel rüyaya ulaştırılarak,
tüm inanç sistemimiz yaratılır.
Önce çocuğa şeylerin ismi öğretilir: Anne, baba, süt, şişe. Gün be gün ev,
okul, kilise ve televizyon aracılığıyla nasıl yaşamamız gerektiği, ne tür
davranışların kabul gördüğü bize öğretilir. Toplumsal rüya bize nasıl insan
olacağımızı öğretir. “Kadın”ın ne olduğunu, “erkek”in ne olduğunu öğreniriz.
Tabii yargılamayı da öğreniriz: kendimizi yargılarız, başka insanları
yargılarız, komşuları yargılarız.
Çocuklar, kedi, köpek ve diğer hayvanların ehlileştirildiği gibi aynı yolla
ehlileştirilir. Köpeği ehlileştirmek için ceza-ödül yöntemini kullanırız. Çok
sevdiğimiz çocuklarımızı da aynı şekilde eğitiriz; Ceza-ödül sistemiyle. Anne
ve Babamızın istediği gibi davrandığımızda bize “iyi kızsın”, “iyi oğlansın”
denildi. Onların istediğini yapmadığımızda “kötü kız”, “kötü çocuk" olduk.
Kurallara aykırı davrandığımızda cezalandırıldık, kurallara uyduğumuzda
ödüllendirildik. Her gün defalarca cezalandırıldık ve defalarca
ödüllendirildik. Bir süre sonra hem cezalandırılmaktan hem de ödül
alamamaktan korkmaya başladık. Ödülümüz, ebeveynlerimizin,
kardeşlerimizin, öğretmen ve arkadaşlarımızın bize gösterecekleri ilgi ve
dikkatti.
 
Ehlileştirme öylesine güçlü olur ki, hayatımızın bir noktasında, artık
kimsenin bizi ehlileştirmesine gerek kalmaz. Artık Annenin, babanın, okulun
ya da kilisenin bizi ehlileştirmesine ihtiyaç kalmamıştır. Öylesine iyi
eğitilmişizdir ki, artık kendi ehlileştiricimiz kendimiz oluruz. Kendi kendini
ehlileştiren bir hayvan gibi oluruz. Artık, bize dayatılan inanç sistemine
uygun olarak kendimizi ehlileştirebiliriz. Kendi üzerimizde aynı ceza-ödül
sistemini kullanırız. İnanç sistemimizin kurallarına uygun
davranmadığımızda kendimizi cezalandırırız; “iyi kız”, “iyi erkek”
olduğumuzda kendimizi ödüllendiririz.
İnanç sistemi Yasa Kitabı gibi zihnimizi yönetir. Bu kitapta yazılanları hiç
sorgulamadan kendi gerçeğimiz olarak kabul ederiz. Tüm yargılamalarımızı
Yasa Kitabına uygun olarak yaparız. Bu yargılarımız, içsel doğamıza aykırı
olsa bile. On Emir gibi ahlaki yasalar bile ehlileştirilme sürecinde zihnimizde
programlanır. Yaptığımız her anlaşma Yasa Kitabında yer alır ve bu
anlaşmalar rüyalarımızı yönetir.
Zihnimizde herkesi ve her şeyi yargılayan bir yargıç vardır. Havayı, kediyi,
köpeği bile. İçsel yargıç, her şeyi Yasa Kitabına göre yargılar. Ne yapıp ne
yapmamamız gerektiği, ne düşünüp ne düşünmememiz gerektiği, ne hissedip
ne hissetmememiz gerektiği, her şey ama her şey bu Yargıcın tiranlığı
altındadır. Yasaya aykırı davrandığımız her hareketimizde, Yargıç suçlu
olduğumuza karar verir. Cezalandırılmamız ve utanç duymamız gerekir. Bu
suçlama yaşamımız boyunca her gün defalarca olur.
Bu yargılamalardan payını alan bir başka parçamız daha vardır. Bu
parçamıza Kurban denilir. Kurban, suçlamayı, suçluluk duygusunu ve utancı
taşımak zorundadır. Bu parçamız şöyle der: “Zavallı ben. Yeterince iyi
değilim, yeterince zeki değilim, yeterince güzel değilim, sevgiye layık değilim, zavallı ben.” Büyük Yargıç buna katılır ve yanıt verir: “Evet,
yeterince iyi değilsin.” Ve tüm bunlar asla kendi başımıza inanmayı
seçmediğimiz inanç sistemine dayanır. Bu inançlar öylesine güçlüdür ki,
yıllar sonra bile, yeni kavramlarla karşılaşıp, kendi kararlarımızı kendimiz
vermeye çalıştığımızda bile, yine de bu inançların yaşamımızı kontrol ettiğini
görürüz.
Yasa kitabına aykırı olan her şey, solar pleksus bölgenizde (karın bölgesi)
rahatsız edici hisler yaratır. Buna korku denilir. Yasa kitabının kurallarını
ihlal etmek, duygusal yaralar açar ve kabuk bağlamış duygusal yaraların
kabuğunu koparır. Yasa kitabına aykırı davrandığınızda gösterdiğiniz tepki
duygusal zehir üretir. Çünkü Yasa Kitabındaki her şey “doğru olan”
olmalıdır. İnanç sisteminizle ilgili şüpheye düşürebilecek her şey sizin güven
duygunuzu tehdit eder. Yasa kitabı yanlış bile olsa size güven içinde
olduğunuz hissini verir.
Bu yüzden kendi inançlarımızı sorgulamak için büyük cesarete ihtiyaç duyarız.
 
kitabın bu bölümleri o kadar hoşuma gittiki asıl konu yani dört anlaşmanın ne olduğuna gelmeden bunları paylaşmak istedim.:)
 
birinci anlaşma.:Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin
ikinci anlaşma:Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın
üçünçü anlaşma:Varsayımda Bulunmayın
dördüncü anlaşma:Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap
 
okumanızı tavsiye ediyorum.çok şey farkediceksiniz.:)
 
birinci anlaşma.:Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin.
İlk anlaşma dört anlaşmanın en önemlisidir ve aynı zamanda uyulması en
zor olan anlaşmadır. Sadece bu anlaşmayla bile dünyadaki cennet denilen
varoluş boyutuna erişebilirsiniz.
Birinci anlaşma, kullandığınız sözcüklerde kusursuz olabilmenizdir. Bu çok
basit görünüyor değil mi? Ama çok, çok güçlüdür. Neden sözcükleriniz?
Sözler sizin yaratma gücünüzdür. Sözleriniz, size doğrudan Tanrıdan gelen
armağandır. İncil, evrenin yaratılışından şöyle bahseder: “Önce söz vardı,
Tanrı sözdür, söz Tanrıdır.” Yaratıcı gücünüzü sözle ifade edersiniz. Her şeyi
söz aracılığıyla gerçek kılarsınız. Hangi dili konuşursanız konuşun, niyetiniz
söz aracılığıyla şekil bulur. Rüyalarınız, hissettikleriniz ve gerçekten kim
olduğunuz söz ile ifade bulur.
Söz, sadece bir ses ya da yazı sembolü değildir. Söz, bir güçtür; kendinizi
ifade etme ve iletişim kurma gücüdür. Sözle düşünürsünüz. Düşünmekte
kullandığınız sözlerle yaşamınızdaki olayları yaratırsınız.
Siz konuşabiliyorsunuz. Dünyada başka hangi hayvan konuşabiliyor? Söz,
insan olarak sahip olduğunuz en güçlü araçtır; söz büyü aracıdır. Ama iki
yanı keskin kılıç gibi, sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki
her şeyi de yok edebilir.
Kılıcın bir yanı sözün kötüye kullanımıdır. Bu kullanım cehennemi yaratır.
Diğer yanı ise sözün mükemmel kullanımıdır. Bu da güzellik, sevgi ve
dünyadaki cenneti yaratır. Nasıl kullanıldığına bağlı olarak söz sizi
özgürleştirebilir ya da sizi bildiğiniz tutsaklığınızın çok ötesinde esareti altına
alabilir.İnsan zihni, sürekli tohumların ekildiği verimli toprak gibidir. Tohumlar
düşünceler, fikirler ve kavramlardır. Söz tohum gibidir ve insan zihni son
derece verimlidir! Bir tohum, bir düşünce ekersiniz ve o büyür. Burada tek
problem şudur: Genellikle bu verimli toprağa korku tohumları ekilir.
Her insanın zihni verimlidir. Önemli olan oraya ne tür tohumun ekilip üretildiğidir.Her insan bir büyücüdür. Sözümüzle bir insana büyü de yapabiliriz, onu
büyüden de kurtarabiliriz. Fikirlerimizle sürekli insanlara büyü yapıyoruz.
Örneğin, bir arkadaşıma rastlıyorum ve aklıma gelen ilk düşüncemi ona
söylüyorum. Ona, “Hmmm! Yüzündeki renk, kanser olacak insanların
yüzündeki renk gibi” diyorum. Arkadaşım eğer sözümü dinlerse ve sözüme
inanırsa sözümle anlaşma yapmış olur. Ve bir seneden daha az bir zamanda
kanserden ölür.
Bu sözün gücüdür.
Ehlileştirme sürecinde ebeveynlerimiz ve kardeşlerimiz bizimle ilgili
düşüncelerini düşüncesizce söylediler. Biz bu düşüncelere inandık ve bu
düşüncelerle ilgili korkularla yaşadık. Bize yüzmede, sporda ya da yazmada
iyi olmadığımız söylendiğinde bu sözlere inandık.
Birisi bir kıza bakıp “Bu kız çirkin” derse kız bu sözü duyar ve çirkin
olduğuna inanır. Ve çirkin olduğu inancıyla büyür. Gerçekte ne kadar güzel
olursa olsun, bu anlaşmayı yaptığı sürece çirkin olduğuna inanacaktır. Kız,
çirkin sözünün büyüsü altındadır.
Bir söz, dikkatimize çapa atarak zihnimize girebilir ve tüm inanç sistemini
iyiye ya da kötüye doğru değiştirebilir.
Bir başka örnek: Aptal olduğunuza inanabilirsiniz ve buna kendinizi
bildiğiniz günden beri inanabiliyor olabilirsiniz. Bu anlaşma çok sinsice
olabilir ve öyle şeyleri size yaptırır ki, aptal olduğunuz konusunda iyice emin
olursunuz. Yaptığınız her minik hatada bile “Keşke zeki olsaydım. Bunu
yaptığıma göre gerçekten aptal olmalıyım” diye düşünürsünüz.
Zihin aptal çapasının inancı doğrultusunda size aptal olduğunuza dair
sayısız kanıt sunar.
Bir gün, bir kimse, zihninize yine bir başka sözle bir başka çapa atar. Bu,
aptal olmadığınıza dair bir çapadır. Bu insanın söylediğine inanırsanız, yeni
bir anlaşma yaparsınız. Sonuç olarak, artık kendinizi aptal hissetmezsiniz ve
aptalca davranamazsınız. Büyü bozulmuştur, sadece sözün gücüyle.
Ama aptal olduğunuza inanıyorsanız, birisi daha zihninize aptal olduğunuza
dair bir çapa atarsa ve “Evet, sen gerçekten tanıdığım en aptal insansın” derse
anlaşma daha da kuvvetli ve güçlü hale gelecektir.
Sözlerinizin arı olması çok önemlidir. Sözlerinizin arı olması çok önemlidir. İlk anlaşma “sözleriniz arı, kusursuz,
eksiksiz olmalıdır” dedik. (Be impeccable with your word -impeccable, saf,
arı, temiz, kusursuz, eksiksiz anlamına geliyor -Ç.N.)
Şimdi impeccable sözcüğünün ne anlama geldiğini irdeleyelim. Impeccable
“günahsız” demektir. impeccable, Latince “günah” anlamına gelen
pecatustan gelir. Impeccable “günahsız” demektir. Dinler günah ve
günahkârlardan bahseder. Şimdi “günah” sözcüğünün gerçekten ne anlama
geldiğini anlamaya çalışalım.
Günah kendi doğana karşı yaptığın her şeydir. Kendi varlığına karşı
hissettiğin, inandığın ya da söylediğin her şey günahtır. Herhangi bir şey için
kendini yargıladığında veya suçladığında kendine karşı olmuş olursun.
Günahsız olmak bunun tam zıddıdır. Saflık, arılık (impeccable) kendine
düşmanca davranmamaktır. Günahsız olmak demek davranışlarının
sorumluluğunu üstlenmek ama kendini yargılamamak ve suçlamamak
anlamına gelir.
Bu bakış açısıyla günah kavramı ahlaki veya dinsel bir şey olmaktan çıkar.
Sağduyunun sesine dönüşür.
Günah kendini reddediş ile başlar. Öz-reddediş işlediğiniz en büyük
günahtır. Dinsel terimle, öz-reddediş “ölümcül günah”tır. Çünkü kişiyi ölüme
götürür. Günahsız olmak ise yaşama yöneliktir.
Sözlerinizde günahsız olmak, sözleri kendinize karşı kullanmamaktır. Size
aptal olduğunuzu söylediğimde, görünüşte bu sözü size karşı kullanmış
olduğum izlenimini verir. Oysa gerçekte bu sözü kendime karşı kullanmış
olurum. Çünkü size aptal dediğimde, benden nefret edersiniz. Sizin benden
nefret etmeniz benim için iyi değildir. Bu nedenle, ben kızgınlık duyup,
kullandığım sözle size duygusal zehir akıttığımda, bu sözü kendime karşı
kullanmış olurum.
Eğer kendimi seven biriysem, bu sevgiyi davranışlarımla size de gösteririm
ve size sarf ettiğim sözlerde sevgimi ifade ederim. Bu davranış, benzer
davranış tepkisi yaratır. Sizi seversem, beni seversiniz. Size hakaret edersem,
bana hakaret edersiniz. Size şükran duyguları beslersem siz de bana benzer
duygular hissedersiniz. Size bencil davranırsam, siz de bana karşı bencil
davranırsınız. Sözümü sizin üzerinizde büyü yapmak için kullanırsam, siz de
büyünüzü üzerimde kullanırsınız.
Sözünüzü özenli bir seçicilikle kullanmak, “günahsız” sözler kullanmak
enerjinizin doğru kullanımıdır. Bu, enerjinizi sevgi ve gerçek olan yöne
doğru kullanmak anlamına gelir.
Kendinizle sözünüzde “günahsız” olacağınız doğrultusunda bir anlaşma
yaparsanız, sadece bu niyette olmanız bile, içinizde birikmiş olan duygusal
zehirlerden arınmanız için yeterli olacaktır. Gerçek, sizin ağzınızdan dile
geldiğinde sizi arındırır ve özgürleştirir.
Fakat bu anlaşmayı yapmak zordur. Çünkü biz tam zıddı bir şekilde
davranmayı öğrendik. Başkalarıyla iletişimimizde yalan söylemeyi alışkanlık
haline getirdik. Daha da önemlisi kendimizle olan iletişimimizde de yalan
söylüyoruz.
Sözümüzde “günahsız” değiliz.Sözün gücü, cehennemde tümüyle yanlış kullanılır. Sözü, küfretmek,
suçlamak, utandırmak, yok etmek için kullanıyoruz. Bazen sözü doğru
kullandığımız da oluyor. Ama ne yazık ki sık değil. Genellikle sözü kendi
bireysel zehrimizi akıtmak için kullanıyoruz -kızgınlığımızı, kıskançlığımızı,
çekememezliğimizi ve nefretimizi ifade etmek için.
Söz saf büyüdür. Söz biz insanların sahip olduğu en güçlü armağandır. Ve
sözü kendimize karşı kullanıp duruyoruz. Sözle intikam planı yapıyor. Sözle
dünyada karmaşa yaratıyoruz. Sözü ırklar, ülkeler, insanlar, aileler arasında
nefret yaratmak için kullanıyoruz.
Sözü o kadar sık yanlışa, kötüye kullanıyoruz ki sürekli cehennem rüyasını
yaratıp bu rüyada yaşamaya devam ediyoruz.
Sözün kötüye kullanımıyla birbirimizi aşağıya doğru çekiyor, birbirimizi
korku ve şüphe kıskacında hapsediyoruz.
Söz büyüdür. İnsan sözü kullanma yetisine sahip bir büyücüdür. Sözün
gücünü yanlış biçimde kullanarak sürekli kara büyü yaptığımız söylenebilir.
Sözün büyü olduğunun farkında bile olmaksızın.
Zeki ve iyi yürekli bir kadın tanıyorum. Kadının çok sevdiği bir kızı vardı.
Bir gün kadın işten eve yorgun argın geldi. Kötü bir gün geçirmişti. Kendisini
gergin hissediyordu ve baş ağrısı çekiyordu. İstediği tek şey sessiz, sakin bir
ortamda biraz olsun dinlenebilmekti. Ama küçük kızı mutlu bir şekilde şarkı
söylüyor, hoplayıp zıplıyordu. Küçük kız annesinin ruh halinden habersiz,
kendi dünyasında, kendi rüyasında mutlu ve enerjikti. Kendisini çok iyi
hissediyor, neşeyle avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyor ve koltukların
üzerinde hoplayıp duruyordu.
Küçük kızın gittikçe yükselen tonda söylediği şarkı ve hareketliliği
annesinin baş ağrısını iyice artırmıştı. Bir an geldi ve anne kontrolünü
kaybetti. Kızgınlıkla, küçük güzel kızına bağırdı. “Kes sesini! O çirkin sesini
kes. Sus ve otur!”
Gerçekte, annesinin o anda herhangi bir sese karşı toleransı sıfırdı. Gerçek,
küçük kızın sesinin çirkin olması değildi. Ama küçük kız annesinin sözüne
inandı. Ve o anda kendisiyle bir anlaşma yaptı. Küçük kız o andan itibaren
bir daha şarkı söylemedi. Çünkü sesinin çirkin olduğuna inanmıştı. Sesiyle
insanlara rahatsızlık vermemeliydi.
Okulda da içine kapanık, utangaç bir çocuk haline geldi. Derslerde bile
şarkılara katılmıyordu. Hatta başkalarıyla konuşmakta bile zorlanıyordu.
Yaptığı bir anlaşmayla küçük kız için her şey değişmişti. O artık sevgi ve
kabul görmek için duygularını bastırması gerektiğine inanıyordu.
Herhangi bir fikri işitip ona inandığımızda bir anlaşma yaparız. Ve bu
anlaşma inanç sistemimizin bir parçası olur.
Bu küçük kız büyüdü ve genç kız oldu ama sesi güzel olmasına rağmen bir
daha şarkı söylemedi. Tek bir büyü, onun hayatını derinden etkiledi. Tek bir
söz onun birçok kompleks edinmesine yol açtı. Ve bu büyü ona onu çok
seven birisi tarafından yapıldı: Kendi annesi.
Annesi, sözünün çocuğu üzerinde nasıl bir etki yarattığının farkında bile
olmadı. Kızının üzerinde kara büyü yaptığının farkında bile değildi. Anne
sözünün gücünü bilmiyordu. Bu yüzden onu suçlamak gerekmez. Anne,
kendi annesinin, babasının ve diğerlerinin değişik yollarla kendisine yaptığı
şekilde, öğrendiği şekilde davranmıştı.
Sözün yanlış kullanımı nesilden nesle aktarılır. Benzer şeyleri kendi
çocuklarımıza ne kadar sık yapıyoruz. Onlarla ilgili olumsuz birçok fikir
beyan ediyoruz. Ve çocuklarımız kara büyüyü yıllarca taşıyor. Kara büyüyü
bize yapanlar bizi seven insanlar oluyor. Ama ne yaptıklarının farkında bile
olmaksızın. Bu nedenle onları affetmeliyiz, onlar ne yaptığını bilmiyor.
Bir başka örnek: Sabah kendinizi çok mutlu hissederek uyanıyorsunuz.
Kendinizi harika hissediyorsunuz. Aynanın önünde bir iki saat kalıp, özenle
kendinizi güzelleştiriyorsunuz. Güzel ve mutlu bir şekilde caddede yürürken,
yakın bir arkadaşınızla karşılaşıyorsunuz. Arkadaşınız sizi baştan aşağı
süzerek şöyle diyor: “Ne oldu sana böyle? Bu elbiseyi çok mu aradın? Sana
hiç yakışmamış. Üzerinde kötü duruyor.” Bu söz, sizi cehenneme götürmek
için yeterli oluyor. Belki arkadaşınız, söylediği şeyleri sizi incitmek için
söyledi. Ve incitti.
Onun fikrini kabul ettiğiniz anda bu bir anlaşmaya dönüşür. Ve siz tüm
gücünüzü bu anlaşmaya yöneltirsiniz. Bir fikrin, kara büyüye dönüşmesi
böyle olur. Bu tür büyüleri bozmak zordur. Büyüyü bozmanın tek yolu
gerçeğe dayalı yeni bir anlaşma yapmaktır. Gerçek, sözünüzde “günahsız”
olmanız için gereken en önemli niteliktir.
Kılıcın bir yanındaki yalanlar kara büyüyü yaratır, diğer yanındaki gerçek,
kara büyüyü bozacak güce sahiptir.
Yalnızca gerçek bizi özgür kılacaktır.
 
Gündelik insan ilişkilerine baktığımızda sözümüzle birbirimize kaç kez
büyü yaptığımızı bir düşünün.
Kara büyünün en kötü şekli dedikodudur. Dedikodu, kara büyünün en kötü
halidir. Çünkü saf zehirdir.
Dedikodu yapmayı da anlaşmayla öğrendik. Çocukluk yıllarında,
yetişkinlerin sürekli dedikodu yaptıklarına şahit olduk. Yetişkinler başkaları
ile ilgili düşüncelerini fütursuzca beyan ediyordu. Onların tanımadıkları
insanlarla ilgili fikirleri bile vardı. Duygusal zehir, fikirlerle birlikte aktarılır.
Ve biz bunun, iletişimin normal yolu olduğuna inanarak büyürüz.
İnsan toplumlarında dedikodu iletişimin ana ekseni haline geldi. Hatta
birbirimize yakınlık hissetmenin bir yolu haline geldi.
Başkasının da kendisini bizim kadar kötü hissettiğini gördüğümüzde
kendimizi iyi hissediyoruz. Eski bilinen bir söz vardır: “Mutsuzluk arkadaş
arar.” Cehennemde acı çeken kişi yalnız başına olmak istemez. Korku ve acı
toplumsal rüyanın önemli bir parçasıdır.
İnsan zihnini bir bilgisayara benzetirsek, dedikoduyu bilgisayar virüsüyle
kıyaslayabiliriz. Bilgisayar virüsü yazılımında diğer kodlarda kullanılan, aynı
bilgisayar dili kullanılır ama kötü bir amaçla.
Bu kod hiç beklemediğiniz bir anda, siz farkında bile olmadan sizin
bilgisayar programınıza yerleştirilir. Virüs kodu bilgisayarınızın doğru işlem
yapmasını engeller ya da çalışmasını tamamen durdurur. Kodlar çelişkili
mesajlarla karmakarışık hale gelir ve iyi sonuç almak artık mümkün olamaz.
Dedikodu da aynı şekilde çalışır. Örneğin, yeni bir öğretmenle yeni bir
sınıfa başlıyorsunuz. Yeni bir derse başlayacağınız için heyecanlısınız. Dersin
ilk gününde o dersi o öğretmenden daha önce almış birisine rastlarsınız. Bu
kişi size şöyle der: “Oh, o öğretmen kendini beğenmiş aptalın teki! Hem
konusuna hakim değil, hem de sapığın teki. Dikkatli ol!”
Siz derhal bu sözlerin ve kişinin duygusal kodunun etkisi altında kalırsınız.
Oysa kişinin bu sözleri söylemesinin ardında yatan amacı bilmiyorsunuz. Bu
kişi belki o dersten kaldığı için kızgındır ya da korku ve önyargılarla
varsayımda bulunuyordur. Ama bilgiyi bir çocuk gibi sorgulamadan almayı
öğrendiğiniz için bir parçanız bu dedikoduya inanır ve sınıfa öyle girersiniz.
Öğretmen dersini anlatmaya başladıktan sonra içinizdeki zehrin kabardığını
hissedersiniz. Öğretmeni size dedikodu yapan kişinin gözüyle gördüğünüzün
farkında bile olmazsınız.
Daha sonra sınıftaki diğer öğrencilerle bu konuyla ilgili konuşmaya
başlarsınız. Onlar da öğretmeni aynı gözle görmeye başlar: aptal ve sapık.
Dersten nefret etmeye başlarsınız ve dersi bırakmaya karar verirsiniz. Bu
kararınızdan dolayı öğretmeni suçlarsınız. Oysa esas suçlu dedikodunun
kendisidir.
Tüm bu karmaşaya küçücük bir virüs neden olur. Küçücük bir yanlış bilgi
insanlar arasındaki iletişimi koparır. Bundan iletişimin iki yanında yer alan
tüm insanlar etkilenir ve zehirlenir ve bu zehir bulaşıcıdır.
Başkalarının size dedikodu yaptığı her an zihninize bilgisayar virüsü
soktuklarını düşünün. Bu da zihninizin gittikçe berraklığını yitirmesine neden
olur. Siz de bu dedikoduyu, virüsü başkalarına bulaştırırsınız. Çünkü kendi
karmaşanızı açıklığa kavuşturmanın ve zehirden biraz olsun kurtulmanın bu
yolla mümkün olacağını sanırsınız.
Şimdi bu modelin, dünyadaki tüm insanlar arasında sonu gelmeyen bir
zincir oluşturduğunu hayal edin.
Bunun sonucu olarak dünyadaki tüm insanlar bilgi ağındaki bilgileri
çarpıtılmış biçimde alır. Çünkü iletişim ağı zehirli ve bulaşıcı virüsle
tıkanmıştır.
Yine hatırlatacak olursak Toltekler bu bulaşıcı virüse mitote diyor. Yani
binlerce farklı ses zihinde aynı anda konuşmaya çalışarak zihinde müthiş bir
kaos yaratıyor.
Kara büyücülerin daha da kötüleri bilgisayar şifrelerini kıran bir “hacker”
gibi virüsü bilerek yayar. Sizin ya da bir başkasının birisine kızgın olduğu bir
anı düşünün. Bir kişiye kızgınsınız ve intikam almak istiyorsunuz. Derhal o
kişiyle ilgili olumsuz bir şeyi etrafınızdaki herkese anlatmaya başlarsınız.
Amacınız zehri yaymak ve o kişinin kendisini kötü hissetmesini sağlamaktır.
Yaydığınız zehir, kişinin sizinle iyi günlerinizde paylaştığı bir sır,
başkalarından duyduğunuz ya da bir zamanlar şahit olduğunuz olumsuz bir
şey ya da düpedüz iftira olabilir.
Çocukken bu davranışları düşüncesizce sergileriz. Ama büyüdükçe
çabalarımızda daha hesaplı kitaplı oluruz. İntikam almak istediğimiz kişiyi
bilinçli ve planlı bir şekilde ezmeye çalışırız. Sonra da kendimize yalan
söyleriz. Kendimizi haklı çıkarmak için kişinin bu cezayı hak ettiğine
kendimizi inandırırız.
Dünyaya bilgisayar virüsünün gözüyle baktığımızda en acımasız davranışı
bile haklı görmek kolaylaşır. Ama göremediğimiz şey şudur: Sözü yanlış
kullandığımız her an kendimizi cehennem bataklığının içine biraz daha
çekeriz.
Yıllar boyu hem başkalarının sözleri aracılığıyla dedikodu ve büyünün
etkisine gireriz, hem de kendimizle ilgili kendimizin söylediği sözlerle aynı
olumsuz etkiyi yaratırız.
İnsan sürekli kendisiyle konuşan bir varlıktır. Çoğu kez kendimize şu tür
sözler söyleriz: “Oh, şişman görünüyorum. Çirkinim. Yaşlanıyorum.
Saçlarım dökülüyor. Aptalım. Hiçbir şeyi anlayamıyorum... Asla yeterince iyi
olamayacağım, asla mükemmel olamayacağım. Budalanın tekiyim.
Başarısızım.” Sözü kendimize karşı nasıl kullandığımızı görüyor musunuz?
Sözün ne olduğunu ve sözün ne yaptığını anlamaya başlamamız gerekiyor.
Birinci anlaşmayı (Sözünüzü Özenlice Seçin) kavradığınızda, yaşamınızda
olabilecek tüm değişimleri de görmeye başlarsınız. Önce kendinizle olan
ilişkinizde değişim olur, sonra diğer insanlarla, özellikle sevdiğiniz kişilerle
olan ilişkileriniz derinden farklılaşır.
Şimdi düşünün. Haklı çıkmak adına, başkalarının sizin bakış açınızı
desteklemesini sağlamak adına kaç kez sevdiklerinizle ilgili dedikodu
yaptığınızı bir düşünün. Sevdiğiniz kişileri başkalarına çekiştirdiğiniz, onlarla
ilgili şikâyetlerde bulunduğunuz anları bir düşünün. Kaç kez kendi
düşüncenizin doğru olduğunu kanıtlamak uğruna sevdiğiniz biri hakkında
zehir saçarak başka insanların dikkatlerine çapa attınız.
Sizin fikirleriniz sizin bakış açınızdan başka bir şey değil. İlle de doğru
olması gerekmiyor. Fikirleriniz inançlarınızdan, egonuzdan ve bireysel
rüyanızdan kaynaklanıyor. Zehri yaratıyoruz ve başkalarına yayıyoruz çünkü
kendi bakış açımızın doğru olduğunu hissetmek istiyoruz.
Birinci anlaşmayı benimsersek ve sözümüzü özenle seçersek, bir süre sonra
zihnimiz ve bireysel ilişkilerimizdeki iletişimimiz duygusal zehirden
arınacaktır. Buna kedimiz, köpeğimiz ile kurduğumuz iletişim de dâhildir.
Sözlerinize gösterdiğiniz dikkat ve seçimlilik size bir şey daha
kazandıracaktır. Bağışıklık. Başkalarının negatif telkinlerine karşı bağışıklık
kazanacak ve size söylenen olumsuz sözlerden etkilenmez hale geleceksiniz.
Olumsuz fikirleri kabul etmek ancak olumsuz fikirlerin verimli olduğu bir
zihinde olabilir. Siz sözlerinizde saflığı ve gerçeği ifade ettiğiniz sürece,
zihniniz kara büyüden gelen sözler için verimli bir ortam oluşturmaz. Böyle
bir zihin sadece sevgiden gelen sözler için verimli olur.
Sözlerinizin saflık derecesini, öz-sevginizin boyutuyla ölçebilirsiniz.
Kendinizi ne kadar sevdiğiniz ve kendinizle ilgili ne hissettiğiniz, sözünüzün
kalitesi ve onurluluğuyla doğru orantılıdır.
Sözleriniz “günahsız” ise, kendinizi iyi hissedersiniz. Kendinizi mutlu ve
huzurlu hissedersiniz.
Cehennem rüyasını sadece sözlerinizde “günahsız” olma anlaşması yaparak
aşabilirsiniz. Şu anda bu tohumu zihninize ekiyorum. Tohumun gelişip
gelişmeyeceği, zihninizin sevgi tohumuna uygun ortamı olup olmamasına
bağlıdır. Kendinizle bu anlaşmayı yapmak size bağlı.
Bu tohuma bakın, onu besleyin, büyütün. Bu tohum zihninizde geliştikçe,
daha fazla tohumlar yaratacaktır. Ve sevgi tohumları, korku tohumlarının
yerini alacaktır.
Bu birinci anlaşma zihninizde sevgi tohumları için verimli ortam
oluşmasını sağlayacaktır.
' Eğer mutlu olmak istiyorsanız, özgür olmak istiyorsanız, cehennem
boyutunda varoluşunuzu aşmak istiyorsanız bu ilk anlaşmayı kendinizle
yapmalısınız.
Bu anlaşma çok güçlüdür. Sözlerinizi doğru kullanın. Sözlerinizi sevginizi
paylaşmak için kullanın. Beyaz büyüyü kullanın ve bunu kullanmaya
kendinizle başlayın. Kendinize ne kadar harika, ne kadar özgün ve büyük
olduğunuzu söyleyin. Kendinizi ne kadar sevdiğinizi söyleyin. Sözlerinizi
size acı veren küçük anlaşmalarınızı bozmak için kullanın.
Bunu yapabilirsiniz. Bu mümkün. Çünkü ben yaptım ve ben sizden daha iyi
değilim. Biz tıpatıp aynıyız. Aynı zihne ve aynı bedene sahibiz; biz insanız.
Eğer ben eski anlaşmaları bozup, yeni anlaşmalar yaratabildiysem, siz de
yapabilirsiniz. Eğer ben sözlerimde “günahsız” olabiliyorsam, neden siz
olamayasınız? Sadece bu anlaşma bile hayatınızı bütünüyle değiştirebilir. Sizi
bireysel özgürlüğe, büyük başarılara ve bolluk bilincine doğru götürebilir.
Tüm korkularınızı, haz ve sevgiye dönüştürebilir.
Bu anlaşmayla neler yaratabileceğinizi bir düşünün. Korku rüyasını aşarak
farklı bir rüya yaratabilirsiniz. Cehennemde yaşayan binlerce insanın arasında
bile cennette yaşayabilirsiniz. Çünkü artık cehenneme karşı bağışıklık
kazanırsınız. Cehennem size yaklaşamaz.
 
ikinci anlaşma:Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın
Kişisel algılamak, ancak söylenen şeye katılmakla mümkündür. Söylenen
şeyle anlaşma yaptığınız anda, zehir zihninize yayılır ve cehennem rüyasının
tutsağı olursunuz. Sizin bu tuzağa düşmenizin nedeni bireysel önemlilik
denilen şeydir.
Bireysel önemlilik ya da kişisel algılamak, bencilliğin en üst düzeydeki
ifadesidir. Çünkü her şeyin “kendimizle ilgili” olduğunu varsayarız. Eğitim
sürecimiz içinde, ehlileştirilme sürecimiz içinde her şeyi kişisel algılamayı da
öğreniriz. Her şeyin merkezinde kendimizin olduğunu düşünürüz. Ben, ben,
ben, daima ben!
Diğer insanlar merkeze sizi koyan hiçbir şey yapamaz. Yaptıkları her şey
kendileriyle ilgilidir. Herkes kendi rüyasını yaşar, kendi zihinlerinde
oluşturduğu rüyayı yaşar. Bu rüyalar bizim rüyamızdan tümüyle farklıdır.
Bir şeyi kişisel algıladığımızda, onların bizim dünyamızın nasıl olduğunu
bildiklerini varsayarız. Ve kendi dünyamızı onların dünyasına empoze
etmeye çalışırız.
Durumun son derece kişiselmiş gibi göründüğü anlarda bile, başkaları size
direkt olarak hakaret ediyor olsa bile, yine de sizinle ilgisi yoktur.
Söyledikleri ve yaptıkları şeyler, dile getirdikleri fikirler kendi zihinlerinde


yaptıkları anlaşmalar doğrultusundadır. Kişilerin bakış açıları, ehlileştirme
sürecindeki programlamalarından oluşur.
Birisi size, “Hey sen çok çirkinsin” dese bile, bunu kişisel algılamayın.
Çünkü gerçek şu ki, bu kişi kendi duygu, düşünce ve inançlarını ifade ediyor.
Bu kişinin size gönderdiği zehri kabul edip etmemek kişisel algılamayla
ilgilidir. Eğer zehri kabul ederseniz, onu size ait kılarsınız. Kişisel algılamak,
sizi kara büyücüler için kolay bir av haline getirir. Kara büyücüler sizi
küçücük bir fikirle kolaylıkla avlayabilirlerse, sizi istedikleri zehirle
besleyebilirler. Siz de söylenenleri kişisel algıladığınız için zehri afiyetle
yutarsınız.
Onların sizi besledikleri duygusal çöplük, artık sizin çöplüğünüz; haline
gelir. Oysa hiçbir şeyi kişisel algılamadığınız sürece cehennemin ortasında
bile zehirlere karşı bağışıklığa sahip olursunuz. Bu bağışıklık gücü, size
ikinci anlaşmanın armağanıdır.
Kişisel algıladığınızda, söylenenlerden rahatsızlık duyarsınız ve kendi
inançlarınızı savunarak tepki gösterirsiniz. Bu tepkiyle çelişkiler ve
çatışmalar yaratırsınız. Küçücük şeyleri bile büyütür, pireyi deve yaparsınız.
Çünkü haklı çıkmak ihtiyacını duyarsınız. Sizin haklı, başkalarının haksız
olmasını istersiniz.
Haklı olmak için, kendi fikirlerinizi onlara dayatmak için büyük çaba
gösterirsiniz.
Aynı şekilde, sizin hissettikleriniz ve yaptıklarınız da kendi bireysel
rüyanızın, kendi anlaşmalarınızın bir yansımasıdır. Sizin söyledikleriniz,
yaptıklarınız ve sizin fikirleriniz sizin anlaşmalarınız doğrultusundadır. Bu
fikirlerin benimle bir ilgisi yoktur.
Sizin benimle ilgili düşündüklerinizin, benim için bir önemi yoktur. Sizin
düşüncelerinizi ben kişisel algılamam. İnsanlar, bana “Miguel sen iyisin”
dediklerinde de kişisel algılamam, “Miguel sen en kötüsün” dediklerinde de
kişisel algılamam.
Siz mutluyken bana “Miguel, sen bir meleksin” diyeceğinizi bilirim. Ama
bana kızgın olduğunuzda “Oh Miguel, sen şeytanın tekisin! Çok kötüsün. Bu
tür şeyleri nasıl söyleyebilirsin?” dersiniz.
Her iki halde de söyledikleriniz beni etkilemez. Çünkü ben ne olduğumu
biliyorum. Kabul görmek, onaylanmak gibi bir ihtiyacım yok. Birisinin bana
kim ve ne olduğumu söylemesine ihtiyaç duymuyorum.
Hayır, hiçbir şeyi kişisel algılamıyorum. Sizin bakış açınız, sizin dünyanızı
yansıtır. Siz kendinizle uğraşırsınız, benimle değil. İnanç sisteminiz
doğrultusunda oluşturduğunuz fikirleriniz, daima kendinizle ilgilidir, benimle
değil.
Bana “Miguel, söylediklerin beni incitiyor” da diyebilirsiniz. Ama sizi
inciten benim söylediklerim değildir. Söylediklerim sizin yaralarınıza
dokunduğu için incinirsiniz. Sizi inciten sizsiniz.
Sizi incitmiş olduğumu da kişisel algılamam. Bu size inanmadığım ya da
güvenmediğim için değil, sizin dünyayı farklı gözlerle, kendi gözlerinizle
gördüğünüzü bildiğim içindir. Filmin tümünü zihninizde yaratan sizsiniz.
Bu filmde yönetmen de, yapımcı da başrol oyuncusu da sizsiniz. Diğer
herkes yardımcı oyuncudur. Bu sizin filminiz.
Filminizi, yaşamla yaptığınız anlaşmalara uygun olarak yaratırsınız. Sizin
bakış açınız sizin için kişiseldir. Sizin bakış açınız sizin gerçeğinizdir, başka
hiç kimsenin değil. Bu yüzden bana kızdığınızda, kendinizle uğraştığınızı
bilirim. Ben size kızmanız için bir mazeret olurum. Kızarsınız çünkü
korkuyorsunuz, çünkü korkularınızla uğraşıyorsunuz.
Korkunuz yoksa bana kızmanız da mümkün değildir. Korkunuz yoksa
benden nefret etmeniz de mümkün değildir. Korkunuz yoksa kıskanç ya da
üzgün olmanız da mümkün değildir.
Korkusuz yaşadığınızda, sevgiyle yaşadığınızda bu tür duygulara
yaşamınızda yer yoktur.
Bu tür duyguları hissetmediğinizde, doğal olarak kendinizi iyi
hissedersiniz. Siz kendinizi iyi hissettiğinizde etrafınızdaki her şey de iyidir.Etrafınızdaki her şeyi seversiniz, çünkü kendinizi seviyorsunuz. Çünkü
olduğunuz gibi olmaktan hoşnutsunuz. Çünkü kendinizle doyumlusunuz.
Çünkü hayatınızdan memnunsunuz. Yarattığınız filmden memnunsunuz.
Yaşamla yaptığınız anlaşmalardan memnunsunuz. Huzurlu ve mutlusunuz.
Her şeyin harika, her şeyin güzel olduğu bir boyutta yaşarsınız. Bu boyutta
algıladığınız her şeyle, her an sevişirsiniz.
Zihin çok boyutlu bir yaşam sürer. Bazen zihninizden kaynaklanmayan
ama zihninizle algıladığınız fikirlere sahip olabilirsiniz. Bu seslere inanma ya
da inanmama seçimi sizindir. Söylenenleri kişisel algılamama seçiminiz de
vardır. Nasıl ki toplumsal rüya ile ilgili inançları ve anlaşmaları seçme
özgürlüğünüz varsa, kendi zihninizdeki seslere de inanıp inanmama
özgürlüğünüz vardır.
Zihin kendisiyle konuşabilir ve kendisini dinleyebilir. Zihnin de bedeniniz
gibi bölümleri vardır. Tıpkı bir elinizle diğer elinizi tutup onu
hissedebildiğiniz gibi zihin de kendi kendisiyle konuşabilir. Zihnin bir kısmı
konuşur, diğer kısmı dinler. Ama zihninizin binlerce parçası aynı anda
konuşmaya başladığında büyük problem yaşanır.
Buna mitote deniyordu, hatırlayın.
Mitote, aynı anda binlerce kişinin konuştuğu ve alışveriş yaptığı devasa bir
markete benzetilebilir. Bu markette insanların her birinin farklı düşünceleri
ve duyguları vardır. Her birinin bakış açıları farklıdır.
Zihnin programlanmasında yaptığımız tüm anlaşmalar çoğu kez birbiriyle
uyum içinde olmaz. Her anlaşma ayrı bir varlık gibidir. Her birinin kendi
kişiliği ve sesi vardır. Birbiriyle çelişen anlaşmalar, diğer anlaşmalarla da
çatışıp gittikçe büyüdüğünde zihinde büyük bir savaşa dönüşür. İnsanın ne
istediğini, nasıl istediğini ve ne zaman istediğini bilmekte zorlanmasının
nedeni mitotedir.
Anlaşmalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüğü için karmaşa yaşanır.
Zihnin bir bölümü bir şey isterken diğer bölümü tam zıddı olan şeyi ister.
Zihnin bir bölümü bazı düşünce ve davranışlara karşı çıkarken, diğer
bölümü de zıt düşünce ve davranışları destekleyebilir.
Tüm bu küçük, minik varlıklar içsel çelişkileri yaratır çünkü her biri
canlıdır ve her birinin kendine özgü sesi vardır.
Zihnin çelişkilerinin üstesinden gelmenin tek yolu, tüm anlaşmalarımızın
dökümünü yapmaktan geçer. Böylelikle çelişkinin nedenlerinin farkında
olabilir ve mitote kaosunu düzene sokabiliriz.
Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Çünkü kişisel algıladığınızda hiçbir şey
uğruna kendinizi acı çekmeye mahkum edersiniz.Acı çekme bağımlılığı, uygulamalı bir anlaşmadan başka bir şey değildir.
Her yerde size yalan söyleyen insanlarla karşılaşırsınız. Farkındalığınız
arttıkça, sizin kendinize de yalan söylediğinizi görmeye başlarsınız.
İnsanların size doğruyu söyleyeceklerini beklemeyin çünkü onlar kendilerine
de yalan söylüyor.
Siz kendinize güven duymayı öğrendiğinizde başkalarının size söylediği
şeylere inanıp inanmamayı seçme özgürlüğünü de kazanırsınız.
İnsanları kişisel algılamadan gerçekte oldukları gibi görebilmeyi
başardığımızda, asla onların söylediği ya da yaptığı şeylerden incinmeyiz.
Size yalan da söyleseler bundan incinmezsiniz. Çünkü onların korktukları
için yalan söylediklerini bilirsiniz.
İnsanlar kendilerinin mükemmel olmadığının sizin tarafınızdan
keşfedilmesinden korkuyor. Sosyal maskeden sıyrılmak acı vericidir.
Birisinin söylediği ve yaptığı şey arasında fark varsa ve siz davranışa değil,
söylenene kulak vermeyi seçerseniz, kendinize yalan söylemiş olursunuz.
Kendinize doğruları söyleyebilmek, sizin boş yere duygusal acı çekmenizi
engeller. Kendinize gerçeği itiraf edebilmek size acı verebilir ama bu acıyla
özdeşleşmeye ihtiyaç duymazsınız.
Gerçeği kabul etmek iyileşmenin başlangıcıdır ve bir süre içinde her şey
daha iyiye doğru düzelecektir.
Birisi size sevgi ve saygıyla davranmıyorsa, o kişinin sizden uzaklaşması
sizin için bir armağandır. Eğer sizden uzaklaşmıyorsa onunla birlikte uzun
yıllar acı çekmeniz, acıya katlanmanız kaçınılmaz olur. Böyle bir kişi
tarafından terk edilmek bile, size bir süre acı verebilir ama bir süre sonra
yüreğiniz iyileşecektir.
İşte o zaman gerçekten istediğiniz şeyi seçebilirsiniz. İşte o zaman doğru
seçimler yapabilmek için başkalarına değil, kendinize güvenmenin öneminin
bilincine varabilirsiniz.
Hiçbir şeyi kişisel algılamamayı bir alışkanlık haline getirdiğinizde
yaşamınızda birçok acıdan kaçınmanız da mümkün olur. Kızgınlığınız,
kıskançlığınız, fesat duygularınız yok olur. Kişisel algılamadığınızda
üzüntüleriniz bile kaybolur.Kişisel algılamamayı alışkanlık haline getirdiğinizde sorumlu seçimler
yapabilmek için sadece kendinize güvenmeyi de öğrenirsiniz. Asla
başkalarının davranışlarından sorumlu değilsiniz. Sadece kendi
davranışlarınızdan sorumlusunuz.
Bunu gerçekten anladığınızda, başkalarının özensizce ve bilinçsizce
söylediği sözler ya da davranışlar sizi incitemez.
Bu anlaşmaya uyduğunuzda yüreğinizi tümüyle açarak dünyayı dolaşsanız
bile kimse size zarar veremez. O zaman alay edilme ya da reddedilme
korkusu olmadan istediğiniz kişiye “Seni seviyorum” diyebilirsiniz. O zaman
ihtiyacınız olan şeyi rahatlıkla isteyebilirsiniz. Suçluluk duygusu ya da özyargılama
olmaksızın “evet” ya da “hayır” diyebilirsiniz. Daima yüreğinizin
götürdüğü yere doğru gitmeyi seçebilirsiniz.
 
üçünçü anlaşma:Varsayımda Bulunmayın
Sadece varsayımlarımızla ve kişisel algılamalarımızla çok miktarda
duygusal zehir yaratırız, çünkü genellikle varsayımlarımızla ilgili
dedikodulara başlarız.
Dedikodunun, cehennem rüyasında insanların iletişim biçimi ve birbirlerine
zehir aktarım yolu olduğunu hatırlayın.
Çünkü doğrunun ne olduğunu bilmemekten, karşımızdaki kişiyi açıklığa
davet etmemekten korkuyoruz. Gerçeği duymaya cesaret edemediğimizde ya
da açıklama istemekten korktuğumuzda varsayımlarda bulunuyoruz. Sonra da
varsayımlarımızın doğru olduğuna inanıyoruz. Bu inançlarımızla
varsayımlarımızı savunarak, başkalarını yanlış ya da haksız kılmaya çalışıyoruz.
Soru sormak daima varsayımlarda bulunmaktan iyidir. Çünkü varsayımlar
yaşamınıza acıları davet eder.İnsan zihnindeki büyük mitote birçok kaos yaratır. Bu kaos her şeyi yanlış
yorumlamamıza ve her şeyi yanlış anlamamıza yol açar. Sadece görmek
istediğimizi görür, işitmek istediğimizi işitiriz. Olayları oldukları gibi
algılayamayız. Realiteye teğet bile geçmeyen rüyalar görme alışkanlığımız
var. Hayal gücümüzün ürünü olan rüyalarımızı realite olarak tanımlama
alışkanlığımız var.
İnsan zihninin çalışması ilginçtir. Kendimizi güvende hissedebilmek için
her şeye bir anlam vermeye, açıklamaya, her şeyi anlamaya çalışmaya ve
anladığımızın doğru olduğu konusunda haklı çıkmaya ihtiyaç duyarız.
Zihnimizde yanıt bekleyen milyonlarca soru vardır. Çünkü birçok şeyi
mantıklı zihin açıklayamaz. Yanıtın doğru olması önemli değildir; yanıtın
kendisi kendimizi güvende hissedebilmek için yeterlidir. İşte bu yüzden
varsayımlarda bulunuruz.
Birileri bize bir şey söylediğinde varsayımda bulunuruz, bir şey
söylemediğinde de varsayımda bulunuruz. Çünkü bilme ihtiyacımızı ancak
böyle doyuma ulaştırırız. Çünkü bu yolla iletişim kurmakla gelebilecek
risklerden sakınırız.
Herkesin, hayatı bizim gibi algılaması gerektiğini ya da algıladığını
varsayarız. Başkalarının bizim gibi düşündüğünü, hissettiğini, yargıladığını
ve sömürdüğünü varsayarız. İnsanların en büyük varsayımı budur. İşte bu
yüzden başkalarının yanında kendimiz olmaktan korkarız. Çünkü herkesin
bizi yargılayacağını, suçlayacağını, kullanacağını ve sömüreceğini varsayarız.
Tıpkı kendimizin yaptığı gibi.
Bu yüzden başkalarına bizi reddetme şansını vermeden, biz kendimizi
reddederiz. Başkalarının bize yapacağı şeyi, bizim kendimize yapmamız daha
güvenlidir.
İşte insan zihni böyle çalışır.
Biz, kendimizle ilgili varsayımlarda da bulunuruz. Bu, içimizde muazzam bir çelişki yaratır.
 
Kendinizi varsayımlardan kurtarmanın yolu soru sormaktan geçiyor.
İletişimin açık olmasına özen gösterin. Anlamadığınız bir şeyi sorun. Konu
zihninizde netleşene kadar soru sorma cesaretini gösterin. O zaman bile bir
durumla ilgili her şeyi bildiğinizi varsaymayın. Yanıtları aldığınızda gerçeği
bildiğinizi varsaymayın.
Aynı zamanda siz de ne istediğinizi söylemekten çekinmeyin. Herkesin size
evet ya da hayır demeye hakkı olduğu gibi sizin de sormaya hakkınız vardır.
Tıpkı sizin, bir soru ya da talebe evet ya da hayır deme hakkınız olduğu gibi.
Varsayımsız bir iletişim açık ve nettir, duygusal zehirden arınmıştır.
Varsayımsız bir iletişim özenli bir iletişimdir.
 
dördüncü anlaşma:Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap
Her koşul altında, daima en iyisini yapın, ne daha fazla ne daha az. Ama
şunu daima hatırlamanızda yarar var: An, her an değiştiği için asla “en iyiniz”
olmayacaktır.
Her şey canlıdır ve her an değişim halindedir. Bu nedenle “en iyiniz” bazen
yüksek kaliteli olacaktır, bazen o kadar iyi olmayacaktır.
Sabah taze ve enerjik olarak yaptığınız “en iyi”, akşamın yorgunluğunda
yaptığınız “en iyi”den daha iyi olacaktır. “En iyiniz” sağlıklı ya da hasta
olmanıza göre değişecektir. Ayık ya da sarhoş olmanıza göre değişecektir.
Harika ve mutlu ya da üzgün, kızgın ya da kıskanç olmanıza göre “en iyiniz”
değişecektir.
Günlük yaşamınızda duygularınızın andan ana, saatten saate, günden güne değişiklik göstermesi gibi, “en iyiniz” de zaman içinde değişime
uğrayacaktır.
Dört yeni anlaşmanızı yaşamınızda uyguladıkça “en iyiniz” de gittikçe “en
iyi” hale gelecektir.
Kalitesi nasıl olursa olsun, “en iyiniz”i yapmaya özen gösterin. Ne daha
fazla ne daha az. “En iyiniz”den daha fazla yapmak için kendinizi
zorladığınızda, gerekenden daha fazla enerji sarf etmiş olacağınız için “en
iyiniz” de yeterli olamayacaktır. Çok fazla kendinizi zorladığınızda bedeniniz
yorgun düştüğü için kendinize iyilik yapmış olmazsınız. Çünkü bu, amacınızı
gerçekleştirmenizi geciktirir.
“En iyiniz”den daha az yaptığınızda ise kendinizi yargılarsınız, suçluluk ve
pişmanlık duyarsınız. Kendinize saygı duymakta zorlanırsınız.
Sadece yapabildiğinizin en iyisini yapın; yaşamınızda, her koşulda ve her
anda.
Yorgun ve hasta olmanız önemli değildir. Eğer yapabildiğinizin en iyisini
yaparsanız kendinizi yargılamanız için mazeret bulamazsınız. Kendinizi
yargılamadığınızda suçluluk duygusu, suçlama ya da kendinizi cezalandırma
ihtiyacını da duymazsınız.
Daima yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda, üzerinizdeki büyük büyüyü
de etkisiz hale getirirsiniz.
Acısını aşmak isteyen bir adam, kendisine yardım etmesi için Budist
tapınağındaki bir Ustaya gider. Adam, Ustaya sorar: “Usta, eğer günde dört
saat meditasyon yaparsam, yüksek bilince ulaşmam ne kadar sürer?” Usta
adama bakar ve yanıt verir: “Eğer günde dört saat meditasyon yaparsan, belki
on yılda yüksek bilince ulaşabilirsin.”
Bundan daha iyi yapabileceğini düşünen adam yine sorar: “Oh, usta peki
günde sekiz saat meditasyon yaparsam yüksek bilince ulaşmam ne kadar
zaman alır?”
Usta adama bakar ve yanıt verir: “Eğer günde sekiz saat meditasyon
yaparsan, belki yirmi yılda yüksek bilince ulaşabilirsin.”
Adam şaşırır ve sorar: “Ama daha çok meditasyon yaptığımda, neden daha
uzun zaman alır?”
Usta tebessüm eder “Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için
gelmedin. Yaşamak, mutlu olmak ve sevmek için buradasın. Eğer iki saatlik
bir meditasyonda yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde, sekiz saat
meditasyon yapmaya kalkarsan yorgun düşersin, amacından saparsın ve
yaşamdan haz alamazsın. Yapabildiğinin en iyisini yap. O zaman
meditasyonun süresinin değil, yaşamanın, sevmenin ve mutlu olmanın önemli
olduğunu anlarsın.
Yapabildiğinizin en iyisini yapmakla, yaşamı dolu dolu ve yoğun yaşarsınız. Üretken ve kendinize karşı iyi olursunuz. Çünkü kendinizi,
ailenize, topluma, her şeye en iyi şekilde verirsiniz. Aksiyonun kendisi size
yoğun mutlu duygular yaşatacaktır.
Yapabildiğinizin daima en iyisini yaptığınızda harekete geçersiniz. Her
eylemi, her hareketi, her çabayı zevk aldığınız için yaparsınız, bir ödül
beklediğiniz için değil.
Oysa çoğu insan bunun zıddını yapar. Çoğu insan, sadece bir ödül
beklentisi olduğunda harekete geçer ama aksiyondan zevk almaz. İşte bu
yüzden yapabileceğinin en iyisini yapmaz.
Örneğin, çoğu insan, her gün, sadece maaş alacağı günün uğruna işe gider.
Yaptığı işten alacağı para onun için önemlidir. Bu insanlar cumartesi ve
pazarı iple çeker. Bir ödül için çalışırlar ve bunun sonucunda işlerinden zevk
almazlar. Mümkün olduğunca az şey yaparak ödülü almak isterler. Bu da
işlerini iyice zorlaştırır ve yapabileceklerinin en iyisini yapmanın hazzını asla yaşayamazlar.
“En iyisini” yaptığınızda, kendinizi kabul etmeyi de öğrenirsiniz. Bunun
için farkındalıkla hatalarınızdan ders almayı öğrenmeniz de gerekir.
Hatalarınızdan ders almayı öğrenmek, pratik yapmak, sonuçlara dürüstçe
bakabilmek ve yolunuza yine devam etmek anlamına gelir. Bu, sizin
farkındalığınızı geliştirir.
Yapabildiğinizin en iyisini yapmak, size iş gibi de gelmez. Çünkü
yaptığınız şey ne olursa olsun zevk alırsınız. Çünkü yapabildiğinizin en
iyisini yaptığınızı bildiğinizde sonuçlar beklediğiniz gibi olmasa bile, bu
sizde negatif duygular uyandırmaz. Hatalarınızdan ders alır ve yeni bir yol
denersiniz.
Yapabildiğinizin en iyisini yaparsınız, çünkü bunu yapmak zorunda
olduğunuzu hissetmeden, içinizdeki Yargıcı memnun etmeye çalışmadan,
başka insanları memnun etmeye çalışmadan, kendiniz zevk aldığınız için
yaparsınız.
Yapmak zorunda kaldığınız için yaptığınız bir şeyde en iyisini yapmanız
mümkün değildir. O zaman yapmamak daha iyidir. Ama her an
yapabildiğinizin en iyisini yapmak sizi mutlu kılar.
Aksiyon, hareketlilik, dolu dolu yaşamaktır. Aksiyonsuzluk, yaşamı
yadsımanın bir yoludur. Hareketsizlik, yıllar boyu her gün televizyonun
karşısında oturmaktır. Çünkü canlı olmaktan ve -kim olduğunuzu ifade etmek
için- risk almaktan korkarsınız.
Kim olduğunuzu ifade etmek aksiyona geçmektir. Kafanızda birçok harika
fikir olabilir, ama fikirleri hayata geçiren şey aksiyondur. Bir fikir aksiyona
geçmediğinde ifade yoktur, sonuç yoktur, ödül yoktur.
 
Tanrı hayattır. Tanrı yaşamın kendisinin ifadesidir. “Seni seviyorum
Tanrım” demenin en iyi yolu, yaşamınızı en iyisini yaparak yaşamanızdır.
“Teşekkür ederim Tanrım” demenin en iyi yolu, geçmişi özgür bırakarak,
anda yaşayabilmek, şimdi ve burada olabilmektir.
Yaşam sizden neyi alıyorsa, bırakın gitsin. Aktif bir teslimiyet duygusu
içinde geçmişi bıraktığınızda, anda dolu dolu, canlı olmanıza izin verirsiniz.
Geçmişi bırakmak demek, şu andaki rüyanızdan haz alabilmeniz demektir.
Eğer geçmişteki bir rüyada yaşarsanız, şu anda olandan haz alamazsınız.Çünkü daima olduğundan daha farklı olmasını arzu edersiniz. Hiçbir şeyi ve
hiçbir kimseyi kaçırmaya zamanınız yok. Şu anda olandan zevk almamak
geçmişte yaşamaktır. Bu, yarı canlılık anlamına gelir. Bu, kendinize acımayı,
acı çekmeyi ve gözyaşlarını getirir.
Siz bu dünyaya mutlu olmak için geldiniz. Sevmek için, haz almak için,
sevginizi paylaşmak için geldiniz. Bunlar sizin yaşam hakkınız. Şu anda
yaşıyorsunuz. Bu haklarınızı kullanın ve yaşamdan zevk alın. İçinizden akıp
geçen yaşama tepki duymayın. Çünkü içinizden akıp geçen yaşam Tanrıdır.
Sizin varlığınız Tanrının varlığının kanıtıdır. Sizin varlığınız yaşamın ve
enerjinin kanıtıdır.Tanrı için kanıt aramayın. Sadece olun, risk alın ve yaşamınızdan haz alın.
Önemli olan budur. Hayır demek istediğinizde hayır deyin. Evet demek
istediğinizde evet deyin. Sizin kendiniz olmaya hakkınız var. Ancak
yapabileceğinizin en iyisini yaptığınızda kendiniz olursunuz. En iyisini
yapmadığınızda, kendiniz olma hakkını elinizden alıyorsunuz.
Bu, zihninizde besleyip büyütmeniz gereken bir tohumdur. Bunun için
büyük bilgilere ya da büyük felsefi kavramlara ihtiyacınız yok. Başkalarının
sizi onaylamasına ihtiyacınız yok. Kendi yüceliğinizi, canlı olarak, kendinizi
ve başkalarını severek ifade ediyorsunuz.
Yaşamınızdaki canlılık, üretkenlik, sevecenlik Tanrının size “Hey, seni
seviyorum” demesidir.
 
[SIZE=5]Pierre Franckh..Rezonans Kanunu İstek Yönetimi
[/SIZE][SIZE=5][/SIZE]
Resonantia= Akis.
Rezonans= Eko, yankı, titreşim.
Rezonans Kanunu, evrendeki her şeyin birbirleriyle
titreşimler aracılığı ile nasıl iletişim halinde olduğunu
anlamamızı sağlar. Vücudumuzun her bir organı
ve hücresi de dahil olmak üzere dünyadaki
bütün nesnelerin ve canlıların kendilerine has bir
titreşimleri vardır. Bu, madde içinde böyledir. Maddenin
titreşim enerjisini incelediğimizde farklı objelerin
genellikle farklı frekanslarda titreştiğini
görürüz. Bazıları da aynı ya da benzer frekansta titreşır.
Peki ama diğer varlıkların bizim enerjimizle titreşime
geçmesi bize ne yarar sağlar? Burada, Rezonans
Kanununun temel kurallarından ikincisi
devreye giriyor:
Benzerler birbirini çekerler.
Bizim titreşimlerimizle uyumlu olan her şey, karşı
koymaksızın bizim hayatımıza çekilecektir.
 
Kalp, ezelden beri sevginin en kuvvetli sembolü ve
duygularımızın merkezi olarak kabul edilirdi. Ama
sonra tıp ve modern bilim ortaya çıktı ve bize, kalbin
sadece vücudumuzda kanın dolaşımını sağlayan
bir pompa olduğunu yutturmaya çalıştı.
1 99 1 yılında kurulan ve devrimci buluşlarıyla tüm
dünyanın saygısını kazanan HearthMath2
Enstitüsü, duygusal fizyoloji ve kalp ile beyinin
23
24
birbirlerine etkileri konusunda köklü araştırma çalışmaları
yürütmüştür. Mesela 1 993 yılında duyguların
insan vücudu üzerindeki hakimiyeti hakkında
bir araştırma yapılmak istenmiş ve bunun için duygularımızın
oluşumundan sorumlu olduğu düşünülen
bölgeye, yani kalbimize odaklanılmıştı.
Oldukça çabuk, daha araşrırmaların başında herkesi
hayrete düşüren bir şey tespit edildi ve bu buluşun
neden daha önce yapılmadığının şaşkınlığı
yaşandı. Bu nefes kesici buluş; kalbin muazzam
büyük bir enerji alanıyla çevrili oluşuydu. Burada
bahsedilen alanın çapı yaklaşık iki buçuk metredir.
Bir düşünün, kalbimiz beynimizin oluşturduğundan
çok daha büyük bir enerji alanı oluşturuyor.
Bilim şimdiye kadar beynin, sahip olduğu elektromanyetik
nabızlarla en büyük yayın alanına sahip
olduğunu varsayıyordu. Ama şimdi bundan çok
daha büyük bir enerji alanı bulundu, insan vücudundan
dışarı uzanacak kadar kuvvetli bir enerji.
Hatta kalbimizden yayılan bu enerjinin aslında ölçülebilenden
çok daha büyük çapta olduğu zannediliyor,
fakat günümüzde kullanılan ölçekler
yetersiz kaldığı için daha ileri seviyede sonuçlara
ulaşılmasına olanak verilmiyor.
İnsan kalbinin errafındaki elekrromanyerik alanın gösterimi.
Bu alan sadece vücudun her hücresini çevrelemekle kalmaz,
vücudun dışındaki tüm alanları da kapsar.
İlk şaşkınlığın atılmasıyla birlikte, akıllara kalbimizin
etrafındaki bu enerji alanın nasıl bir görevi olduğu
sorusu geldi. Geldiğimiz noktada ulaştığımız
bilgiler şaşırtıcı olduğu kadar önemlidir de.
Kalbimiz tarafından Kalbimiz tarafından oluşturulan elektromanyetik
alan vücudumuzdaki organlarla iletişim halindedir.




Hatta beyin ve kalbin arasında bir bağlantının bulunduğu
ve bu bağlantıyla kalbin beyne hangi hormonları,
endorfıni ya da diğer kimyasalları
salgılaması gerektiğini bildirdiği kanıtlanabildi.
Beynimiz bağımsız hareket etmiyor,
aktiviteleri için gerekli sinyalleri kalbimizden
alıyor.
Demek ki bütün bilgileri dağıtan organımız, kalbimizdir.
Kalbimiz bütün inançlarımızı, geleceğe yönelik
düşlerimizi ve duygularımızı başka bir dile, titreşimlerin
ve dalgaların kodlanmış diline, çevirir ve
bunları evrene gönderir.
İnançlarımız kalbimizin yaydığı elektromanyetik
dalgalar sayesinde fiziksel dünyayla etki alışverişinde
bulunur.
Yayılan bu enerj inin ne denli büyük olduğunu HeartMath
Enstitüsü'nün yaptığı araştırmalar gözler
önüne seriyor.
• Kalbin elektrik akımı (EKG), beyinde
oluşan elektrik akımından
(EEG) altmış kez daha kuvvetlidir.
• Kalbin manyetik alanı ise beyninkinden
beş bin kez daha
kuvvetlidir.
Demek ki kalbimizle, beynimizle yaydığımızdan
çok daha fazla enerji yayıyoruz. Peki bunu bilmek,
bizim için neden bu kadar önemli? Çok basit,
çünkü bu sayede, bazı dileklerimiz hemen gerçekleşirken,
bazılarının gösterdiğimiz tüm çabalara rağmen
neden bir türlü tezahür etmediğini anlıyoruz.
• İsteğimizin gerçekleşeceğine gerçekten inanmadan
afirmasyon (imgeleme) yaparsak ya da bir şeylerin
hayalini kurarsak, sadece beynimiz elektromanyetik
dalgalar yayarken, duygularımızın gerçek merkezi
olan kalbimiz beş bin kat daha büyük bir kuvvetle,
genellikle tereddüt ve korku olan asıl inancımızı
dünyaya yayar. Bunun sonucu apaçık ortadadır; hayatımızda
sadece kalbimizin derinliklerinde gerçekleşeceğine
inandığımız şey gerçekleşecektir.
İnançlarımızı duygularımızla desteklediğimiz
zaman yaydığımız enerji çok daha büyük olur. Ama
eğer üzgün, depresif ya da bitkinsek, istediğimiz
şeyi dileyebiliriz, bu durumda kalbimizden yaydığımız
hüzünlü duygular, mantığımızdan gelen isteklerden
her zaman daha güçlü olacaktır.
 
Üst Alt