Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

‘Ö’ Sakattan ‘E’ Sakata: Dahil Olmak mı istemiştiniz? | Çağrı Doğan

surveyor

Yeni Üye
Üyelik
13 Kas 2003
Konular
6
Mesajlar
19
Reaksiyonlar
0
Çağrı Doğan

Yıllar önce, sakatlık ya da körlüğe referans verilen deyim ve atasözlerini toparlamaya çalıştığımı bilen bir iş arkadaşım heyecanla yanıma geldi. Anlattığına göre, babasının Pazardan aldıkları arasında bozulmaya yüz tutmuş çok sayıda meyve olduğunu görünce, annesi söylenirken araya şu sözü de sıkıştırmış: “Kör pazara varmasın; Pazar körsüz kalmasın!”

Sakat derken, yeti yitimi olan kişilerin aşağılama, damgalama, dışlama, tecrit ve katletme fiillerinin nesnesi olma durumunu ve potansiyelini anlatmak istiyoruz. Yeti yetimi, nedenleri farklılaşsa da, insanlık tarihinin evrensel bir parçası sayılabilir. Oysa sakatlık deneyimi, tüm tarihsel dönemler ve toplumsal yapılar için aynı anlama gelmiyor. Gelecekte yeti yitiminin ortadan kalkması mümkün olur mu bilmiyorum ama bizim sakatlık dediğimiz şey, yukarıda sayılan fiillere maruz kalınmadığında son bulacak bir durum.

Yeti yitimi olan insanlara karşı geliştirilen sosyal tavır, sakatın hangi tarihsel dönemde, nasıl bir toplumsal yapı içinde bulunduğuyla, toplumsal yaşamda aktif olarak kullanılan araçlarla, mülkiyet ilişkileriyle, üretim biçimiyle, rekabet ve şiddetin yoğun olup olmamasıyla yakından ilgili. Elimizde, sanayi toplumunun ortaya çıkışına kadar, yeti yitimi olan insanların genel olarak bir kategori altında toplandığına, hepsinin tek bir terimle çağrıldığına dair veri bulunmuyor. Bununla birlikte, sanayi öncesi toplumlarda, söz konusu kişilerin, yitimin gerçekleştiği alana işaret edilerek anıldığına dair kestirimde bulunabilmemize yetecek doneler mevcut. Bkz. kör, topal, sağır, dilsiz, çolak... Bu terimlerin o toplum tarafından kullanılan araçlarda ortaya çıkan işlev kaybını anlatmak için de kullanıldığını biliyoruz. Bkz. kör testere, topal eşek, sağır soba...

Salt bu adlandırmalar, yeti yitimi olan kişilere atfedilen olumsuz sosyal değere dair önemli ipuçları sunuyor. Öte yandan, bu sözcüklerin, kör Agop, topal Recep, çolak Salih vb. durumlarda olduğu gibi, lakap ya da sıfat olarak kullanılması da, yeti yitimi olan insanların dönemdeki toplumsal yaşama katılabildiklerini anlatıyor.

Sen misin Yetisi Yiten!


“Önce yok sayarlar, sonra alay ederler, sonra saldırırlar, sonra da kazanırsın.”
Gandhi​
Yeti yitimi olan kişilerin tamamının, genel olarak özürlü terimiyle çağrılması ise sanayi toplumu ve kapitalizmle birlikte gelişen bir durum. Burada da, kusurlu, arızalı, defolu gibi anlamlarıyla, makinelere ya da bu makinelerle üretilmiş ürünlere atıf yapıldığını düşünebiliriz. Bkz. özürlü kumaş, arızalı araç. Bu arada, dilimizde özürlü sözcüğünden önce, arızalı ifadesinin de bir süre için kullanımda olduğunu biliyoruz. Yeti yitiminin toplumsal kavranışı, kategorizasyonu, adlandırılması ve belgelendirilmesinde sermaye ve onunla işbirliği halindeki tıp bilimi belirleyici bir role sahip. Sakatların kaderinin belirlenmesinde doktorlara rehabilitasyon ve bakım görevlilerinin yanı sıra hayırseverler eşlik ediyor. Bu dönemde, özürlü yani işgücünü kaybetmiş birey olarak damgalanmış kişilerin diğer tüm karakteristiklerinden soyutlanarak ele alındığına, çeşitli kurumlarda toplandığına, sistematik olarak tecrit edildiğine, kısırlaştırıldığına, toplu olarak katledildiğine şahit oluyoruz.

Gerçekte, makineleşme ve sanayi toplumuyla birlikte insanlığın üretim kapasitesinde muazzam bir artış yaşandığını, üretim ve tüketim süreçlerine sakatlar dahil katılmak isteyen herkesin katılmasının önünde teknik açıdan bir engel bulunmadığını söyleyebiliriz. Dahası, tıp ve teknoloji alanındaki ilerlemeyle birlikte, gücü yeten sakatlar için hayatı kolaylaştırıcı ve ömür uzatıcı çözümlere de ulaşılabiliyor. Ancak, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve işletme sahiplerinin kâr güdüsü insan ve ihtiyaç odaklı bir sosyo-ekonomik yapı inşasını engelliyor. Yaşamak için emeğini satmak dışında bir seçeneği olmayan insanlar da kendi aralarında üretim araçlarının mülkiyet ya da kontrolünü elinde bulunduranların gözünde makbul çalışan olmak için rekabet ederken, onların pozisyon ve tavrını meşrulaştırıyor. Böylelikle, örneğin verili bir işin en kısa sürede yapılması aslen işletme sahiplerinin ihtiyacıyken, işletmelerde çalışmak dışında bir seçeneği olmayanlar iş için rekabet ederken, bu özel gereksinim genel olarak toplumun ihtiyacıymış gibi kabul edilmeye başlanıyor.

Özetle, sakatlık dediğimiz durum kapitalizm tarafından üretiliyor ve biçim ve şiddeti çeşitli nedenlerle farklılaşsa da, dönemin hakim siyasi iradesinin yaygın pratiği yeti yitimi olanları özürlü olarak damgalayıp özel kurumlar aracılığıyla tecrit etmek yönünde. Bu pratiğe karşı sakatlar ya da aileleri tarafından geliştirilen sosyal tepki de, çoğunlukla yeti yitimi olan kişilerin ya da yeti yitiminin varlığının toplumdan gizlenmeye çalışılması olarak ortaya çıkıyor.

Bu ahval ve şeraitte, yeti yitimi olan birinin toplumsal yaşama saygın bir kişi olarak katılabilmesi için, çeşitli alanlardaki yetilerini dikkat çekici ölçüde geliştirerek sahip olduğu yeti yitimini unutturması, geri plana itmesi, mümkünse tamamen gizlemesi gerekiyor. ABD başkanı Franklin D. Roosevelt bu duruma örnek gösterebileceğim isimlerden biri. Roosevelt için wikipedi’de şöyle yazıyor: “ABD tarihinde engelli olan tek başkandır. Tekerlekli sandalyesiz bir yerden bir yere gidemiyordu ama ayağa kalkması ve ayakta durup konuşma yapması mümkün oluyordu.” Neredeydi hatırlamıyorum ama, Roosevelt’in kendini en çok hafta sonları gittiği rehabilitasyon merkezinde, sakatlığını gizlemek zorunda kalmadığı için iyi hissettiğini söylediğini de okumuştum bir yerlerde. Yine de, sosyal statüleri ya da verdikleri eserlerle ün yapmış bu isimlerin kâr-zarar hesabının yapılmadığı alanlarda şöhret sahibi olduklarının altını çizmemiz gerekiyor.

Engelli Açılımı

Öte yandan, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren, yeti yitimi olan kişileri toplumsal yaşama dahil etmeyi vadeden bir sistemle karşı karşıyayız artık. Türkiye için sakatlıkla ilgili politika ve düzenlemeler, önceden olduğu gibi bugün de daha çok AB uyum programı vb. dışsal etkilerle yukarıdan dikte edilerek yapılıyor. Ama, ABD, Birleşik Krallık vb. ülkelerde, sakatlığın toplumsal süreçlerden dışlanma gerekçesi olmaması, sakatlığın tıbbi bakış açısıyla, kişisel trajedi olarak değerlendirilmemesi ve sakatlarla ilgili kararlarda sakatların söz sahibi olması adına mücadele pratiği içinde olan bir sakat hareketinden söz edebiliyoruz. Nihayet motivasyon ne olursa olsun, artık içinde sakatlık geçen ulusal ve uluslararası düzeyde çok sayıda yasal düzenleme mevcut.

Ancak, Yasal düzenlemelerle ilgili sorun şu ki; bir hak mahrumiyeti ya da istismar ya da taciz söz konusu olduğunda, yasal süreci başlatıp devam ettirme yükümlülüğü bu duruma maruz kalan bireyin üstünde. Yeterli zamanı, parası ve donanımı olmayan bir bireyin uzun ve dolambaçlı bir hukuki labirente girme kararı vermesi kolay değil. Yasal düzenlemeler artıp ayrıntılandıkça, uzmanlık alanı hukuk, hatta sakatlık hukuku olmayan bir bireyin hukuki süreci kotarması olanaksız. Karar verenlerin arasında sakat hukukçuların bulunması çok düşük bir ihtimal olduğuna göre, sürecin sakat bireyin lehine sonuçlanması olasılığı da çok az. Dahası, mesele istihdamsa, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için yarışan firmaların sakat işçi çalıştırmanın daha kârlı olacağını düşünmesini beklemek akla uygun değil. Bu noktada, 1990 Tarihli Amerikan Sakatlık Yasası’na dayanılarak, 1992-2000 yılları arasında sakatlar tarafından işverenlere karşı açılmış 1200’den fazla davanın %95 işverenler lehine sonuçlandığını not edelim. Durum buyken, alandaki yasal mevzuatın her derde deva olarak sunulmasını, yerçekimi yasası yürürlükte olduğu halde, elmaları artık yere düşmeyeceklerine ikna etme çabası olarak yorumlamak mümkün.

Paralelinde, artık devlet bu alanda hizmet üretmekten çekilmeye başladığı için, sakatlara yönelik eğitim, rehabilitasyon ve bakım hizmetleriyle ilgili özel işletmeler, yeti yitimini telafi etmeye yönelik çözümler geliştiren firmalar, sakatların faydasına çalıştığı iddiasıyla kurulan vakıf/dernekler ve yerel/ulusal/uluslararası düzeyde sakatlarla ilgili teşkil edilen resmi birimlerin sayısında da artış söz konusu. Sakatlıkla bağlantısı kurulmuş projelere fon bulma olanaklarının artmış olması, ilgili ilgisiz kişi ve kuruluşlar için bu alanın cazibesini artırıyor.

Tüm bu faaliyet artışının arkasında, sakatların yaşamak hususundaki azmine duyulan hayranlığın yatmadığını söylememize gerek yok. Yeni sakat, eskisinin sahip olduğu yeti yitiminin değişim değeri kazanmış hali olarak yorumlanabilir. Geçiş süreci, önceki durumda kimsenin yüzüne bakmadığı, kent merkezine uzak, henüz imara açılmamış olan arazinin, kentin genişlemesiyle birlikte imara açılıp rantsal değer kazanma sürecine benziyor bir bakıma. Söz konusu faaliyetler sonucunda üretilen mal ve hizmetlerin ücretleri büyük ölçüde devletler tarafından oluşturulan fonlardan karşılanıyor. Ancak, özellikle kriz dönemlerinde hükümetler bu tür fonların kullanımını ve mal ya da hizmetten faydalanma koşullarını zorlaştırıyor. Sakatlar genellikle doğrudan tüketici olmadığı için ürün ve hizmetlerin kalitesinin denetlenmesinde ve iyileştirilmesindeki etkileri de sınırlı. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde mal ve hizmetlerin temini sürecinde denetim mekanizmaları da sakatlar lehine çalıştırılmadığından, onca kaynak gerçekte sakatların faydalanamayacağı hizmet ve mallar için aktarılmış oluyor. Bkz. Gören Göz projesi, sigorta kapsamında temin edilebilen cihazların kalitesi. Eğitim, rehabilitasyon ve bakım gibi sürekli hizmetlerin özel sektörce üretilmesinin başka sakıncaları da olmakla birlikte, bu hizmetlerden yararlanacaklar için devlet desteğinin süreklilik garantisi olmaması, durumun mevcut hükümetler tarafından sakatlar ve aileleri üzerinde siyasi baskı aracı olarak kullanılabilmesine yol açıyor. Aynı şekilde, hizmet kalitesinden çok kâr zarar hesabına odaklanılması, kurumlarda görev yapan uzmanların devamlılığının sağlanamaması, çalışanların vasfından çok işletme üzerindeki maliyetleriyle değerlendirilmesi gibi olumsuz sonuçları da var bu durumun.

Açılımın bir ayağı da, adlandırma oyunuyla ilgili. Kör, topal, özürlü gibi negatif çağrışımları olan sözcükler terk ediliyor. Yerlerine, yeti yitimine sahip herkesi anlatmak kastıyla, engelli gibi daha önce başka alanlarda olumsuz anlamda kullanılmayan bir terim popüler bir tercih haline geliyor. Oysa yeni durumda, engelli sakat özürlü sakatın yaptığı gibi durumunu yine doktor raporuyla belgelemek zorunda ve bu rapor da eskiden olduğu gibi işgücü kaybı terminolojisiyle oluşturuluyor. Başka deyişle, adı değiştirilmiş olsa da durum yine emeğin kapitalist örgütlenmesi sonucunda hakim kılınan mantığa dayanılarak ve aynı tıbbi süreçler sonucunda kategorize edilip belgeleniyor. Yani özürlü dedikleri zaman da, engelli dedikleri anda da işgücünü kaybetmiş biri anlatılıyor aslında. Ancak, yeti yitiminin ya da yeti yitimine sahip kişilerin varlığının toplumdan gizlenmesi yönündeki baskı, yerini neredeyse atılan her adımda, yapılan her işlemde yeti yitiminin belgelenip ifşa edilmesi zorunluluğuna bırakmış durumda.

Biçim ve şiddeti çeşitli nedenlerle farklılaşsa da, yeni durumda hakim pratik yeti yitimi olan kişilerin diğer tüm karakteristiklerinden soyutlanması ve sadece yeti yitimlerine dayanılarak üzerlerinden kâr elde edilebilecek süreçlere dahil edilmesi yönünde. Sakat kişilerin toplumsal arenada yeti yitimini ifşa etmeksizin adım atması eskiye kıyasla çok daha zor. Bu ahval ve şeraitte, sakat kişilerin, yeti yitimi dolayısıyla edindikleri kimliğe atfedilen değerin, sahip olduğu diğer tüm karakteristik özellikler ve yeteneklere verilenden daha fazla olduğunu görüp bu kimliği öne çıkarmaya ikna olmaları şaşırtıcı değil. Meramımı daha iyi anlatmama yardımcı olması beklentisiyle, mesela 20-25 yıl kadar öncesine dönmenizi ve geçtiğimiz yüzyıl içinde belli bir alanda ün yapmış sakat kişi isimlerini hatırlamanızı isteyeceğim. Örneğin Aşık Veysel olabilir. Onun yeti yitimini yani körlüğünü unuttuğunuzda değeri ve ününde bir azalma oluyor mu? Aynı durum için başka örnekler de var. Eşber Yağmurdereli ve Cemil Meriç gibi isimleri sınayabiliriz mesela. İsimleri bilmiyorsanız da google’da arama yaparak da fikir edinebilirsiniz.

Şimdi de, günümüze dönelim ve bu kez son 20 yıl içinde ünlenmiş sakat kişileri düşünelim. Sonra, onların yeti yitimlerini ve yeti yitimleri üzerinden konumlandırıldıkları pozisyonları unutalım ve elimizde kalana bakalım. Günümüze dair örnekleri benim vermeme hacet yok sanırım. Ama belki hafızamın zayıflığından, ne kadar zorlasam da benim aklıma gelen örneklerin hepsi, yeti yitimlerini yok saydığımızda şöhreti de yok olacak isimlerden.

Gayem bir bardağın boş yanına işaret etmek filan değil. Sadece artık “adam yerine konduğumuzu” düşünüp rehavete kapılmak için henüz çok erken demeye çalışıyorum. Sakatlık kapitalizm tarafından üretilen bir durum ve aynı zamanda hepimizin ortak sakatlığı. Çalışmayı kutsallaştırıyor ve emeği üstünden para kazanabildiğine sevilen; kazanamadığına üvey kul muamelesi yapıyor. İşsizlik herhangi bir kapitalist ekonominin kalıcı bir özelliği ve kâr güdüsü, rekabet, verimlilik, hız vb. parametreler sakatın üretim süreçlerinden dışlanmasını meşrulaştırıyor. Liberal ayrımcılık karşıtı yasalarla, belki bireylerin önyargı ve ayrımcı tutumları bir nebze olsun önlenebilir ya da kamusal alanların daha erişilebilir olması sağlanabilir ama sistemik işsizlik sonlandırılamaz ve bireysel haklar iktisadî yapıdan daha ağır basamaz. Hasılı kelam, sakatların toplumsal yaşama katılabilmelerinin önündeki asıl engel, sahip olunan yeti yitimi ya da insanların sakatlık hakkındaki önyargı ve yanlış bilgileri değil; pazar ekonomisi ve onun işleyiş mantığının dikte ettiği toplumsal normlar ve yarattığı insan tipidir. Arkadaşımın annesinin babasına söylenirken kullandığı söze dönersek; ‘ö’ sakat kapitalizmin “kör pazara varmasın”; ‘e’ sakat ise “Pazar körsüz kalmasın” diyen döneminin ürünüdür. Gandhi’ye atıfla söylersek, özürlü, sakatın yok sayıldığı, engelli ise onunla dalga geçilen döneme işaret eder. Kriz Avrupa’sında sakatlıkla ilgili ödeneklerin kısılmaya çalışılması, ödeneklerden faydalanılmasının zorlaştırılma çabaları ve sakatlara yönelik artan tacizler saldırı dönemine girdiğimizin emareleri olarak okunabilir. Eşber Yağmurdereli’ye kulak verirsek;

Yüzyıllardır bu topraklar üstünde
hayatımıza ve onurumuza
kasteden bir akrep var.
o hayatımızı,
onurumuzu
ve bilincimizi
her gün
yeniden
sonsuz kere zehirliyor.

İşte hepsi bu...
 
peki ya akıl yitimi :rolleyes: tıpkı bizim toplumumuz gibi, bence asıl engel insanın düşüncelerinde ve bizim toplumumuz sorgulamayan hatta böyle şeylerin üzerini örten bir toplum olma yolunda ilerliyor
 
Meseleyi körler özelinde bilgi ve iletişim süreçlerine dahil olma açısından ele almaya çalıştığım ve daha önce Agos Gazetesi'nin Kirk ekinde yayımlanmış olan başka bir yazımı da aşağıya kopyalıyorum.


Tanrıça Elif’e!
İnsan, geliştirdiği üretim araçlarıyla, bu araçları kullanarak yarattıklarıyla, kendini ve onu çevreleyen zamansal, mekânsal, toplumsal ve doğal alanı yeniden üretir.

Geliştirilen her yeni araç, selefi sayılabilecek araçların yaşamdaki yerini daraltarak, toplumsal yapının zamanla kendine uygun şekilde yeniden düzenlenmesine yol açar. Öyleyse, insan bir bakıma kendi yarattığının kuludur. İnsanların hiyerarşik toplumsal düzendeki yerini de, üretim araçlarıyla olan ilişkileri tayin edegelmiştir. Toplumları, araçların mülkiyet ya da kontrolünü elinde tutanlar yönetmiş, onları kullanma yetisi ya da olanağına sahip olanlar ‘sevilen kul’, kullanamayanlar ise ‘üvey kul’ muamelesi görmüştür.

Bir bilgi, fikir ve duygu üretme, kaydetme ve yayma aracı olarak kullanılagelen yazı ve onun ilki olan ‘yazı tanrıçası Elif’in de, en azından günümüze kadar, körlere ‘üvey kul’ muamelesini reva gördüğünü söyleyebiliriz. Homeros’un kulakları çınlasın; bilgi, duygu ve düşünce üretme ve yayma aracı olarak tahtta sözün bulunduğu dönemlerde, körler iletişim süreçlerine aktif olarak katılabiliyorlardı. Yazının sahneye çıkması ve matbaanın icadıyla yaygınlaşmasıyla birlikte, körlerin iletişim süreçlerine katılımları da önemli ölçüde sınırlanmaya başlayacaktı. Tanrıça Elif insafa gelip de elçisi Louis Braille’i körlere gönderinceye kadar, söz konusu dışlayıcı durum geçerliliğini koruyacaktı. Braille’in geliştirdiği ve onun adıyla anılacak olan alfabe sistemi, dışlanma sürecini yavaşlatacak, körlerin iletişim süreçlerine yeniden dahil olmasının yolunu açacaktı.

Dokunulabilir yazı: Altı nokta
Louis Braille’in 19. yüzyıl ortalarında geliştirdiği alfabe sisteminde, her bir karakteri, üçerli iki sütundan oluşan altı noktanın çeşitli kombinasyonları temsil ediyordu. Yazının karton üzerinde kabartma noktalar şeklinde oluşturulduğu ve dokunma duyusu yardımıyla okunabildiği bu sisteme dayanılarak geliştirilen tablet, daktilo vb. araçlar ve matbaa sistemleri sayesinde, körler, yazıyla sürdürülen iletişim süreçlerine, başka bir insanın aracılığı olmaksızın katılma şansı buldu.

Ancak sistem yalnızca körlere hitap ediyordu ve onların da çok küçük bir kısmı bu alfabeyi öğrenme olanağı bulabiliyordu. Braille alfabesiyle basılmış kaynaklar, hacim ve ağırlıkları nedeniyle taşınabilir değillerdi. Üllkeden ülkeye değişiklik göstermekle birlikte, genel olarak, mürekkep yazılı kaynakların çok küçük bir kısmı bu sistemde çoğaltılabiliyordu. Ülkeler arasındaki farkı anlatması açısından, örneğin kendi ülkesinde Yaşar Kemal’in eserlerinin braille kopyasına ulaşamayan biri, ABD ya da Birleşik Krallık’taki bir kütüphaneden onun İngilizceye çevrilmiş ve Braille alfabesiyle çoğaltılmış eserlerini temin edebiliyordu. Hâsılı, Braille yazı yoluyla mürekkep baskılı kaynaklara ulaşabilen körlerin ve ulaşılabilen kaynakların sayısı sınırlıydı. Braille yazıya ek olarak, sesin muhafaza edilmesini mümkün kılan analog kayıt sistemleri de, körlerin mürekkep baskılı kaynaklara ulaşmasını sağlayacak bir kapı daha aralayacaktı.

Konuşan kitap
Körler ve görme yetisine sahip oldukları halde mürekkep yazıyı kullanamayan kişiler (örneğin disleksiya hastaları), kitapların seslendirilip kasetlere kaydedilebilmesiyle birlikte mürekkep baskılı kaynaklara erişim açısından önemli bir olanağa kavuştular.

Kitaplar, genele hizmet veren kütüphanelerde oluşturulan özel birimler ya da yalnızca bu amaçla çalışan ‘özel’ kuruluşlar aracılığıyla, genellikle gönüllü okuyucular tarafından seslendiriliyor ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyordu. Bu yolla çoğaltılmış kitaplarda seslendiren kişinin ses tonu, diksiyonu, kayıt kalitesi vb. faktörler okuma deneyimini önemli ölçüde etkiliyor, dinleyen kişinin eserle ilgili algısı büyük ölçüde seslendiren kişi tarafından belirleniyordu. Okuyucunun Braille sistemine kıyasla daha fazla uyarıcıyla karşı karşıya kaldığı ve daha edilgen olduğu bu sistemde, seslendirme işi fazla zaman ve insan kaynağı gerektirdiği için, üretilebilen kaynak sayısı da sınırlıydı.

Kaynakların gerek Braille alfabesiyle, gerekse seslendirme yoluyla alternatif formatlarda üretilmesi için teknik koşullar uygun olsa da, yukarıda sayılan nedenler ve özellikle de çalışmaların ‘hayırseverlik’ anlayışıyla yürütülmesi, körlerin yazılı iletişim süreçlerine tam olarak katılımını sağlayamadı. Buna karşın, her iki format da 19. yy sonlarından günümüze dek, önceki durumda körleri tamamıyla dışarıda bırakan sistemin kısmen de olsa yumuşamasına yol açtı. Öte yandan, 20. yy sonlarına doğru iletişim sahnesindeki yerini alan bilgisayar ve internet, körler için de yeni bir dönemin başladığını haber veriyordu.

E-dünya
Bilgisayar ve internet toplumsal ve dolayısıyla bireysel yaşamdaki yerini genişletirken, körlere yönelik kütüphanecilik hizmeti üreten kuruluşlar da hizmetlerini dijital ortama taşımaya başladılar. Günümüzde, söz konusu kuruluşlar aracılığıyla gönüllü okuyucularca seslendirilen ya da elektronik metin olarak düzenlenen kitaplar, CD ortamında veya internet üzerinden, ihtiyaç sahipleriyle paylaşılabiliyor. Bilgi teknolojileri, körler için alternatif formatlarda kaynak üretimini hızlandırmakla kalmıyor, bu kaynaklara daha fazla ihtiyaç sahibi tarafından ulaşılmasını da mümkün kılıyor.

Türkiye’de de körler için kütüphanecilik hizmeti vermek üzere kurulmuş olan GETEM (GETEM E-Ktphaneye Hogeldiniz.) ve TURGOK, (TÜRGÖK (Türkiye Görme Özürlüler Kitaplığı)), mürekkep baskılı kaynakların elektronik kopyalarını ve kitapların gönüllü okuyucular tarafından seslendirilmiş versiyonlarını, fikir ve sanat eserleriyle ilgili kanunun ek 11. maddesine dayanarak internet üzerinden üyeleriyle paylaşabiliyorlar. Dolayısıyla, yazarların ya da yayınevlerinin, eserlerin elektronik kopyalarını bu kuruluşlarla paylaşarak körlere de ulaşmalarının önünde, kendi iradeleri dışında hiçbir engel yok.
Yeni dönemin körler için sağladığı olanaklar, onlar için üretilen kütüphanecilik hizmetleriyle de sınırlı değil. Bilgisayarlı ortamlardaki yazıyı otomatik olarak konuşmaya dönüştüren uygulamalar (konuşma sentezleyici) ve dijital ortamdaki yazıların Braille alfabesiyle okunmasını sağlayan kabartma ekranlar, bilişim teknolojileriyle ortaya çıkan olanak ve hizmetlerden körlerin de yararlanmasını mümkün kılıyor. Bilgisayarlı ortamda bulunan bir metin, monitör aracılığıyla ‘yazı’, konuşma sentezleyiciler aracılığıyla ‘söz’, kabartma ekranlar aracılığıyla da ‘Braille yazı’ olarak algılanabildiğine göre, tarihte ilk kez aynı zamanda üç duyuya birden hitap edebilen bir iletişim tekniği ortaya çıkmış oluyor.

Dijital ortamda hazırlanmış belge ve yayınların sayısı her geçen gün artarken, internet, milyonlarca yayına ulaşılmasını mümkün kılan zengin bir kütüphane ya da her an güncellenen tek bir kitap hüviyeti kazanıyor. İnternete bağlanabilen cihazların toplumsal ve kişisel yaşamın her anında kullanılabilecek kadar küçülmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, selefi olan dünyayı baştan aşağı tekrar düzenleyen yeni bir dünya, (e-dünya) kuruluyor.

Sözün özü, dijital ortamda yayımlandığı sürece, gazete, dergi, kitap vb. yayınlara körlerin ulaşmasının önünde artık hiçbir teknik engel yok. Dahası, yayınların dijital ortamda hazırlanması ve internet üzerinden paylaşılmasının önünde de teknik açıdan herhangi bir engel olduğunu söyleyemeyiz. Dolayısıyla, Tanrıça Elif’in özellikle son 20- 30 yıl içinde daha fazla insanı kucaklayabilmek adına elinden geleni yaptığını ve bir kör olarak ona ithaf ettiğim bu yazıyı fazlasıyla hak ettiğini de söyleyebiliriz. Sanırım geriye, daha eşitlikçi ve ihtiyaç odaklı bir toplumsal düzenin tesisi için, kulları ikna etmek kalıyor...
 
Kapitalizmin en büyük başarılarından biri kudurganlığın doğal ve kaçınılmaz olduğuna herkesi inandırmasıdır. O kudurganlığa uyum sağlayamıyorsan, sorun sendedir (körsün, topalsın, sağırsın, delisin vs.). Büyük bir çoğunluk buna inanıyor! Ama bence daha da vahim olan şu ki, bir şekilde şansları yaver gidip bu kudurganlığa ayak uydurabilen "başarmış sakatlar" çoğu zaman bu düzenin gönüllü bekçiliğini de yürütüyor. Oysa rüya geçicidir! Kapitalizmin senle işi bittiğinde bir kenara atılmaya mahkumsun; bundan kaçış yok.

Şunu demeye çalışıyorum: Sorun bende, bedenimde, yetilerimde değil aslında. Sorun sistemin özünde. Kapitalizmden sakata dost olmaz! :) Kendimizle değil, kapitalizmin kudurganlığıyla didişmeliyiz...
 
Şafak Pavey'in açıklaması:
ENGELLİLERE VERİLEN HAKLAR KURNAZ YÖNETMELİKLERLE GERİ ALINIYOR

Engelli hakları konusunda birçok kez Meclis araştırması açalım dedik. Her konuda açıldı ama engellileri araştırmak için açılmadı. Bunun için çok önerge verdim. Bakanla 4 kez görüştüm, söz aldım. Kanun var. Kanunda bütün haklar varmış gibi gözüküyor ama inanılmaz kurnaz yönetmeliklerle engellilere verilen bütün haklar kaşıkla verilip kepçeyle geri alınıyor. Türkiye'de 12.5 milyon insan engelli. Ve bir Meclis araştırması açılmasını başaramadık. Ben bu konuda sivil toplumun hükümeti çok daha fazla uyarması gerektiğini düşünüyorum.
Şafak Pavey
 
Sivil toplum, AB sürecinden bu yana bişeylerin arka bahçesi oldu. İşte o zaman yetilerimiz iyice yitti...gitti... Çözüm?
 
Üst Alt