Bir arkadaşım var. Adı Gül. Çok şirin bir insan. Kendisi cüce. (Cüceliğin tıp literatüründe bir adı var mı? Adı varsa bile ben bilmiyorum. Siz topal olsanız bir arkadaşınız sizi başkalarına anlatırken topal bir arkadaşım var derse buna alınır mısınız? Belki topallığı veya körlüğü başka başka sözcükler ile anlatabilirsiniz. Ama cücelik nasıl anlatılır gerçekten bilmiyorum. Varsa öğrenmek isterim. )
Gül’le bir yıl önce tanıştık. Gül bana göre başarılı biri. Çok güzel bir işi var. Araba kullanıyor. Geçen gün evine davet etti beni. O zamana kadar cüce biri nasıl yaşar, neler yapar ? Bu konuda hiçbir düşüncem yoktu. Belki bu yüzden evine gidince şaşırdım. Kendimi ayrı bir zamanda, ayrı bir uzamda duyumsadım. İçimden gelenleri bir türlü paylaşamadım Gül’le. Mutfak tezgahından tutunda banyodaki lavaboya, tuvalete kadar her şey ona uygundu. Mutfakta yemek pişirdik birlikte. O tencereler, o kepçeler, o sandalyeler…
Her şey kendisi gibi mini miniydi. Bu şaşkınlığımı dile getiremedim bir türlü. Yoksa ben bir masal dünyasının içinde miydim? Ben Sindirella’ydım. O da yedi cücelerden biri… Ne garip bir duyguydu! İçimdeki ses sürekli “aaaa” diyor, öteki iç sesim “sakın bu şaşkınlığını açığa vurma “diyordu. Evet, korkuyordum. Gülü incitecek, onun farklı olduğunu duyumsatacak herhangi bir şey söylemek istemiyordum. Çünkü Gül’ün çok ince duygulu, biraz içine kapanık, biraz sinirli olduğunu biliyordum.
Geçen gün kitap fuarına gittiğimizde de öyle yapmamış mıydı? Yolda yürürken nasıl olduysa olmuş yine onu arkada bırakmıştım. Aslında birlikte yürümek için çok çaba harcıyorum. Ama kimileyin Gül o kadar yavaş yürüyor ki buna uyum sağlamakta zorlanıyorum. Bazen onu arkada unutuyor, yürüyüp gidiyorum. Alışkanlıkları bırakmak çok güç sanırım.
İşte o gün arkamı döndüğümde Gül’ün dokuz- on yaşlarında bir çocuğa bağırdığını gördüm. “ Terbiyesiz! “ diyordu. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. “ Ne var! Gülecek! Hiç mi cüce insan görmediniz “ diyerek avaz avaz bağırıyordu. Hemen ters geri döndüm. “ Boşver! Aldırma! “ diyerek kolundan tuttum. Onu yatıştırmaya çalıştım. Yolda yürürken böyle davranmasının yanlış olduğunu söyledim. O ise diretiyordu. “ Hayır! “ diyordu. “ Ben özellikle bağırıyorum. Bir daha başkalarına yapmasın. Yanında annesi de var. Çocuğuna yanlış yaptığını söylesin istiyorum.”
Kendimce Gül’ün tutumunu çok abartılı buldum. Demek ki içindeki kompleksi atamamıştı henüz. Yoksa bu kadar aşırı tepki vermezdi. Sonra onun yerine kendimi koydum. Ben onun yerinde olsa ne yapardım? Bunun yanıtını bulamadım henüz.
Peki sizler böyle durumlarla, olaylarla karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz? Ya da yapılması gereken nedir? Bu toplumdaki insanları nasıl bilinçlendirmeliyiz ki, bu ve benzeri olayları yaşamayalım?
Sonra kitap fuarını gezdik birlikte. Her yayınevinin önüne gittiğimizde yüreğimin içine bir şeyler saplandı sanki. Aklım hep Gül’deydi. Çünkü kitaplara dokunamıyordu bile. Yalnızca uzaktan seyrediyordu. İnsan kalabalığının arasında onu kaybediyordum kimi kez. Bir sürü gövde… Bir sürü bacak… Gül yer yarılıp yerin dibine giriyordu sanki… Onu bulduğumda içimde bir sevinç… İçimde bir ışıltı… Ama yüreğimde büyüyen bir öfke… Herşeyi yakıp yıkmak istiyordum. Al! Sizin dünyanız bu işte! Sizin fırsat eşitliğiniz bu! Kasiyerlere, satış elemanlarına bağırmak istiyordum. Ya da önümden gelip geçen herkese! Neler oluyordu bana? Aklımı mı yitiriyordum?
Peki ya Gül? Kimbilir! Neler yaşamıştı? Ne acıları biriktirmişti yüreğinde… Keşke bunları sorabilseydim ona… Keşke içinde esen kasırgaları durdurabilseydim? Hiç bir şey yapamadım. Ama bir şeyler yapılması gerektiğinin farkındayım. O ne?
Hey ! Jan Jak Russo! Senin söylediklerin kulaklarımda bir ezgi… Evet, ruh da beden gibidir. Bedenin de ihtiyaçları vardır. Tıpkı ruh gibi… Kitaplardan öğrendim ruhumu genişletmeyi… Ama kitaplara dokunamadığım bir dünya hiç aklıma gelmemişti. O gün anladım nasıl bir şey olduğunu… Gül’le birlikte…
İnsanlar özgür doğarlar. Peki! Bizi köle yapan ne? Bunun yanıtını biliyorum kuşkusuz! Nerden nereye geldim? Aslında bunları yazmayacaktım.
Aslında sorun şu… Gül’e nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Onu incitmekten, onu kırmaktan korkuyorum. Ona soru sorarak yaralarını deşmek istemiyorum. Ailesinin tek çocuğuymuş. Neden böyle olduğunu soramadım ona. Neden ailesinin başka çocuk yapmadığını soramadığım gibi.
Yoksa ben bu konuyu kafamda çok mu büyütüyorum? Neden aklımda hep bir önyargı var? Sakat olmak acı çekmek midir? Bugünlerde televizyonlarda şu tartışılıyor. “Engelli bir çocuğunuz olacağını öğrenseydiniz aldırır mıydınız? “ Bu soruyu eskiden sorsalar “evet” derdim. Şimdi değişen ne?
Gül’le geçirdiğim saatler… Onunla zaman geçirmekten müthiş keyif alıyorum. Ayaklı kütüphane gibi. Onunla resim sergisi gezerken resim değerlendirmenin bile bilgiyle ilgisi olduğunu öğrendim. Gül düşüncelerimi biçimlendiriyor. Ben ruhuma bir şeyler katan insanlarla mutlu oluyorum.
Kimbilir! Gül gibi daha nice insan vardır. Onları tanımak, onları keşfetmek isterdim. İkiyüzlülüğün, yapmacılığın olmadığı bir dünya düşlüyorum. Peki! Bunun sınırını nasıl belirleyeceğim?
İşte bu aşamada şu soruyu sormak istiyorum.
Alıngan bir insan nasıl kazanılır?
Ona hangi doğru sözcükleri bulup kullanacağım?
“Cüce” dersem kızar mı?
Cüceliğin insan ruhunda yaptığı tahribatı sorsam gücenir mi?
Toplumda insanlar cüceliğe olumsuz bakıyorlar. Bu toplumu aydınlatmak için birlikte neler yapabiliriz?
Yoksa bende mi sakatlığa çok olumsuz yaklaşıyorum? Sakatlık olumsuzluk değil mi? Peki! Bu yaşadıklarımız ne?
Sorular… sorular…
Bu konularda düşüncelerinizi merak ediyorum. Paylaşır mısınız?
Gül’le bir yıl önce tanıştık. Gül bana göre başarılı biri. Çok güzel bir işi var. Araba kullanıyor. Geçen gün evine davet etti beni. O zamana kadar cüce biri nasıl yaşar, neler yapar ? Bu konuda hiçbir düşüncem yoktu. Belki bu yüzden evine gidince şaşırdım. Kendimi ayrı bir zamanda, ayrı bir uzamda duyumsadım. İçimden gelenleri bir türlü paylaşamadım Gül’le. Mutfak tezgahından tutunda banyodaki lavaboya, tuvalete kadar her şey ona uygundu. Mutfakta yemek pişirdik birlikte. O tencereler, o kepçeler, o sandalyeler…
Her şey kendisi gibi mini miniydi. Bu şaşkınlığımı dile getiremedim bir türlü. Yoksa ben bir masal dünyasının içinde miydim? Ben Sindirella’ydım. O da yedi cücelerden biri… Ne garip bir duyguydu! İçimdeki ses sürekli “aaaa” diyor, öteki iç sesim “sakın bu şaşkınlığını açığa vurma “diyordu. Evet, korkuyordum. Gülü incitecek, onun farklı olduğunu duyumsatacak herhangi bir şey söylemek istemiyordum. Çünkü Gül’ün çok ince duygulu, biraz içine kapanık, biraz sinirli olduğunu biliyordum.
Geçen gün kitap fuarına gittiğimizde de öyle yapmamış mıydı? Yolda yürürken nasıl olduysa olmuş yine onu arkada bırakmıştım. Aslında birlikte yürümek için çok çaba harcıyorum. Ama kimileyin Gül o kadar yavaş yürüyor ki buna uyum sağlamakta zorlanıyorum. Bazen onu arkada unutuyor, yürüyüp gidiyorum. Alışkanlıkları bırakmak çok güç sanırım.
İşte o gün arkamı döndüğümde Gül’ün dokuz- on yaşlarında bir çocuğa bağırdığını gördüm. “ Terbiyesiz! “ diyordu. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. “ Ne var! Gülecek! Hiç mi cüce insan görmediniz “ diyerek avaz avaz bağırıyordu. Hemen ters geri döndüm. “ Boşver! Aldırma! “ diyerek kolundan tuttum. Onu yatıştırmaya çalıştım. Yolda yürürken böyle davranmasının yanlış olduğunu söyledim. O ise diretiyordu. “ Hayır! “ diyordu. “ Ben özellikle bağırıyorum. Bir daha başkalarına yapmasın. Yanında annesi de var. Çocuğuna yanlış yaptığını söylesin istiyorum.”
Kendimce Gül’ün tutumunu çok abartılı buldum. Demek ki içindeki kompleksi atamamıştı henüz. Yoksa bu kadar aşırı tepki vermezdi. Sonra onun yerine kendimi koydum. Ben onun yerinde olsa ne yapardım? Bunun yanıtını bulamadım henüz.
Peki sizler böyle durumlarla, olaylarla karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz? Ya da yapılması gereken nedir? Bu toplumdaki insanları nasıl bilinçlendirmeliyiz ki, bu ve benzeri olayları yaşamayalım?
Sonra kitap fuarını gezdik birlikte. Her yayınevinin önüne gittiğimizde yüreğimin içine bir şeyler saplandı sanki. Aklım hep Gül’deydi. Çünkü kitaplara dokunamıyordu bile. Yalnızca uzaktan seyrediyordu. İnsan kalabalığının arasında onu kaybediyordum kimi kez. Bir sürü gövde… Bir sürü bacak… Gül yer yarılıp yerin dibine giriyordu sanki… Onu bulduğumda içimde bir sevinç… İçimde bir ışıltı… Ama yüreğimde büyüyen bir öfke… Herşeyi yakıp yıkmak istiyordum. Al! Sizin dünyanız bu işte! Sizin fırsat eşitliğiniz bu! Kasiyerlere, satış elemanlarına bağırmak istiyordum. Ya da önümden gelip geçen herkese! Neler oluyordu bana? Aklımı mı yitiriyordum?
Peki ya Gül? Kimbilir! Neler yaşamıştı? Ne acıları biriktirmişti yüreğinde… Keşke bunları sorabilseydim ona… Keşke içinde esen kasırgaları durdurabilseydim? Hiç bir şey yapamadım. Ama bir şeyler yapılması gerektiğinin farkındayım. O ne?
Hey ! Jan Jak Russo! Senin söylediklerin kulaklarımda bir ezgi… Evet, ruh da beden gibidir. Bedenin de ihtiyaçları vardır. Tıpkı ruh gibi… Kitaplardan öğrendim ruhumu genişletmeyi… Ama kitaplara dokunamadığım bir dünya hiç aklıma gelmemişti. O gün anladım nasıl bir şey olduğunu… Gül’le birlikte…
İnsanlar özgür doğarlar. Peki! Bizi köle yapan ne? Bunun yanıtını biliyorum kuşkusuz! Nerden nereye geldim? Aslında bunları yazmayacaktım.
Aslında sorun şu… Gül’e nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum. Onu incitmekten, onu kırmaktan korkuyorum. Ona soru sorarak yaralarını deşmek istemiyorum. Ailesinin tek çocuğuymuş. Neden böyle olduğunu soramadım ona. Neden ailesinin başka çocuk yapmadığını soramadığım gibi.
Yoksa ben bu konuyu kafamda çok mu büyütüyorum? Neden aklımda hep bir önyargı var? Sakat olmak acı çekmek midir? Bugünlerde televizyonlarda şu tartışılıyor. “Engelli bir çocuğunuz olacağını öğrenseydiniz aldırır mıydınız? “ Bu soruyu eskiden sorsalar “evet” derdim. Şimdi değişen ne?
Gül’le geçirdiğim saatler… Onunla zaman geçirmekten müthiş keyif alıyorum. Ayaklı kütüphane gibi. Onunla resim sergisi gezerken resim değerlendirmenin bile bilgiyle ilgisi olduğunu öğrendim. Gül düşüncelerimi biçimlendiriyor. Ben ruhuma bir şeyler katan insanlarla mutlu oluyorum.
Kimbilir! Gül gibi daha nice insan vardır. Onları tanımak, onları keşfetmek isterdim. İkiyüzlülüğün, yapmacılığın olmadığı bir dünya düşlüyorum. Peki! Bunun sınırını nasıl belirleyeceğim?
İşte bu aşamada şu soruyu sormak istiyorum.
Alıngan bir insan nasıl kazanılır?
Ona hangi doğru sözcükleri bulup kullanacağım?
“Cüce” dersem kızar mı?
Cüceliğin insan ruhunda yaptığı tahribatı sorsam gücenir mi?
Toplumda insanlar cüceliğe olumsuz bakıyorlar. Bu toplumu aydınlatmak için birlikte neler yapabiliriz?
Yoksa bende mi sakatlığa çok olumsuz yaklaşıyorum? Sakatlık olumsuzluk değil mi? Peki! Bu yaşadıklarımız ne?
Sorular… sorular…
Bu konularda düşüncelerinizi merak ediyorum. Paylaşır mısınız?