Merhabalar. Bursa Osmangazi Askerlik şubesine bağlı 356. Kısa Dönem askerim. Bu yazımda benden mutluluğun, vatan sevgisinin, askerlik sevgisinin, yaşama sevgisinin nasıl elimden alındığını, eski kişiliğimin benden nasıl çalındığını, bu ülkenin beni nasıl sahiplenmediğini, sağlık sistemi içerisinde bu ülkede insanların nasıl eridiğini, “Asker yalan söyler!” diye çıkarılmış bir hurafe yüzünden askerlerin nasıl intiharın eşiğine sürüklendiğini, psikolojik olarak bitmişliğimi anlattığımda kapalı klinik adı altında üzerime nasıl kapıların kilitlendiğini, kanun adı altında yaşadığım sorunları tek tek anlatacağım.
Arnavut bir anne babadan dünyaya gelmiş olmama rağmen ilk günden beri Türk Evladı olarak, Türkiye sevgisiyle büyütüldüm. “*Irmağının akışına ölürüm Türkiyem*“ dendiğinde tüyleri diken diken olup, gözleri dolan bir insandım. Ülkemi hep sevdim, elimden geldiğince faydalı olmaya çalıştım. Ve ailemin beni yetiştirirken her zaman söylediği tek bir kelime vardı :DOĞRULUK! Hayatım boyunca yalan söylememeye, sonucu ne olursa olsun hep doğruların peşinden koşmaya çalıştım. Üniversiteyi bitirdiğimde önümde 2 senelik tecil imkanım olmasına rağmen, hem vatanıma hizmet etmek için hemde evlilik hazırlığı yaptığımdan dolayı bu vatani görevi önümden kaldırmak istedim. Ve nisan ayında bu görevi yerine getirmek için işlemlerimi yapmaya başladım. İşlemleri yapmaya başladığımda içimde hep bir mutluluk vardı. Her ne kadar bizi yıllarca askerlikten korkutmuş olsalarda beni kimse yıldıramayacaktı. Çünkü bu ülkeye hizmet etmek, edebilmek herkesin nail olamayacağı bir durum.
Ayrılık vakti Ağustos ayının 12’sinde geldi. Kolay olmadı sevdiğim insanlardan ayrılmak ancak herşey otobüse binene kadar olacaktı. Çünkü o otobüse bindiğimden itibaren beni kimse askerlikten korkutamazdı ve duygusallığa yer yoktu! Kendimi öyle hazırlamıştım. Aslında bizler insan olarak dünyaya gönderildik, duygularıyla yaşayan canlılar olarak kendimizi ispatladık fakat büyüklerimiz bizi öyle bir askerlikle korkutmuşlardı ki kendimi o ortama daha gitmeden hazırlamam gerektiğini hissettim. Ve saat 12’de Burdur’a gitmek üzere otobüse bindim ve kendime ilk sözümü verdim*: “170 gün sonra burdasın koçum. Git ve bitir.” Yaklaşık 7 saat süren yolculuğun nasıl bittiğini hiç anlamadım. Daha önce internet ortamında tanıştığımız insanlarla buluşacağımız Müze Cafe’de saat 12 de olmamız gerekiyordu. Fakat benim önümde 5 saatlik bir süreç vardı. Ve o küçücük şehri, aynı yerleri yaklaşık 10 defa gezdim. Saat 12 olduğunda Müze Cafe’ye gidip yaklaşık 14 kişi aynı anda teslim olduk. Kendimi teslim olduğum andan itibaren hep mutlu hissediyordum. Çünkü ben oraya vatanıma hizmet etmek için gitmiştim. Bu görevi yerine getirip yaza düğün yapmak istiyordum. Derken boynumuza bir çanta asıldı, sağdan kamuflajlar soldan çoraplar, bir iki adım sonra ayakkabılar… İlk şoku burada yaşamıştım; ben 41 numara spor ayakkabı giyiyordum bana verilen ayakkabı 43’tü. “Ben 41 numara giyiyorum” dediğimde “Ne yapalım elimizde bu var”dendi. Ayakkabı numarasının büyük olması beni asla yıkamazdı çünkü oras ıANA KUCAĞI değil ASKER OCAĞIYDI.
Daha sonra yukarıdan bir ses geldi: “Çantalarınızı toplayın hemen sıraya girin !” Hep beraber sıraya girdik. Boy sırasına göre dizdiler ve hepimize birer numara verdiler. 1514 numaralı olmuştum artık. Sonra “sırayı bozmadan takip edin, koğuşlara gidiyoruz“ dendi. İçimden “ Oh be nerede yatacağımızı da öğrendikten sonra daha başka ne zorlayabilirdi ki bizi askerde ?“ dedim. 20 kişilik manga olarak başladık bir yolda yürümeye. Yürüdük ve yatacağımız koğuşların önüne geldik. Yaklaşık 100 kişi askeri üniformalarını giymeye çalışıyordu. Ve bir ses geldi “SOYUNUN! “ Şaşırmıştım. Evet burası asker ocağıydı ama bu böyle mi oluyor diye sorguladım kendi kendime. Ama emir gelmişti bir kere; herkes soyundu ve. kamuflajını giymeye çalıştı. Herkes öyle yada böyle giyindi. Kimisi palaskasını takamadı, kimisi botlarını bağlayamadı, kimisi gömleğini giyemedi. Herkeste bir şaşkınlık vardı. Derken ikinci bir emir geldi : “tüm eşyalarınızı iki poşete doldurun gerisini çantanızda kitleyin“. Tekrar şaşırmıştım. Ağustos ayında askerlik yapacağımız için o kadar eşya getirmiştik. En azından yukarı çıkarıp onları dolaplara dizebilmeliydik diye düşündüm. Ama yine bunlar benim psikolojimi bozamazdı. İki adet torbaya doldurabildiğim kadar eşyayı doldurdum. Ve üçüncü emir geldi “eşyalarınızı bırakın, sırayı bozmadan takip edin”. Az çok tahmin etmiştim o meşhur iğne vurulma sahnesinin geldiğini. Yavaş yavaş yürüdük ve bi yere getirildik. Elinde kağıt bulunan bir komutan “Bakın bu sigorta. 30 lira, bizim bile sigortamız var. Sizde yaptırın, askeriyede sizin başınıza bişey gelirse sigorta ailenize yardım yapacak“ gibi sözlerle, bildiğiniz sigortayı bize satmaya çalıştı. (Şu ana kadar yaklaşık 2.000 liralık masraf yapmak zorunda kaldım, sağlığımı kaybettim ancak kimsenin henüz bir yardımda bulunduğu olmadı.) İçimden “30 liradan bişey olmaz, kimsenin de beni mimlemesine izin veremem, ben bunu alacağım” dedim. “almayanların başına bişey gelirse kimse sorumlu değildir” cümlelerini duyunca bunu mutlaka almamız gerektiğini hissettim ve sigortayı yaptırdım. Takım olarak içeri çağırıldık ve elimize sağlık kağıtları verilip, varolan hastalıklarımız soruldu. Böbrek ağrısı çektiğim ve taş düşürdüğüm için bundan bahsettim. “Ağrı yaparsa gelir söylersin” denilip yan tarafa geçtim ve üzerimdeki üniformayı çıkardım. İğneler yapıldı. Halen mutluydum,ASKERLİKdiye yıllarca korkuttukları bunlar mıydı? Oradan çıktık ve başımızdaki komutana çok susadığımızı söyledik, çünkü Ağustos’tu ve 18:00’i geçmişti. Gram su içmemiştik. Başımızdaki komutan “Su maalesef yok. Çeşmelerde de kullanmalık sular var isterseniz için.”dedi. Hiç bir şey umrumuzda değildi, o çeşmedeki suları içtik. Hiçbir şey beni yıldıramazdı. Yavaş yavaş arkadaşlarla konuşmaya, şakalaşmaya, askerliğe alışmaya başlamıştık. Tekrar bir ses geldi “Koğuşlar bölgesine gidiyoruz“. Yaklaşık 120 kişi yanyana çantalarımızı bıraktığımız yere geldik. Ve beklemeye başladık. Saat 21.00 sularıydı fakat neyi beklediğimizi kimse söylemiyordu. Kalk saatinin 05:00 olduğunu bildiğim için, kendime sordum “Acaba ilk gün işlemleri sebebiyle mi bu saate kadar tutuluyoruz? “. Saat 23:45’e kadar dışarıda hiçbir şey söylenmeden bekliyorduk. Yeni yeni askerler katılıyordu aramıza. En sonunda elimizdeki poşetlerle içeri çıktık. Malum ilk günün yorgunluğu sebebiyle hemen eşyaları dolaplara koyup, yatağımızda uykuya çekildik. İlk gün beni biraz fiziksel olarak yormuştu ama zihinsel olarak bomba gibiydim. Sonuçta bir gün geçmişti. Ve ASKERLİK diye korkuttukları şey bu muydu?
Saat 05:00’da uyandırıldık ve 05:30’da koğuşun önünde hazır olarak bekledik. Sayıldık ve yemekhaneye götürüldük. İlk kahvaltımızı yiyecektik sonuçta. Herkes evindeki gibi bir kahvaltı çıkmayacağını biliyordu tabiki. İçeri girdik. “Sahanda Yumurta” adı altında yemyeşil bir şey duruyordu tabakta. Buna da şaşırmıştım ama yine de kimse beni yıkamazdı. Fiziksel olarakta zihinsel olarakta kendimi hep güçlü tutmaya çalıştım. İlk görevimiz bize verilmişti “ Mıntıka “. İçmediğim sigaranın izmaritlerini seve seve topladım, sonuçta ben oraya vatani görevimi icra etmeye gitmiştim. Derken ikinci bir emir geldi “saat 07:45te garajlar bölgesine“. Ne olduğunu pek anlamamıştım sonuçta askerlikte ikinci günümdü. Denilen saatte orda bulunduk sıraya dizildik ve beklemeye başladık. 08:00 sularında bölük komutanı geldi. Meğerse orada beklememizin adı içtimaymış.
Kayıt işlemlerimiz devam edeceği için ordan oraya koşturulmaya devam edildik. Fotoğraflar çekildi, imzalar atıldı, kağıtlar dolduruldu. Yavaş yavaş çok güzel arkadaşlıklar kuruyorduk. İlk 3*gün kışlada içmeye su bulamamıştık. Mecburen çeşme suları ve meşrubatlarla su ihtiyacımızı gideriyorduk.
Herkes halinden memnundu. Bizi askerlikle neden korkutmuşlardı ki? Herkesi fiziksel olarak zorlayan tek şey vardı*: Öğle sıcağı altında 1 saat içtimanın alınmasını beklemek. Öyle bir sıcak vardı ki ceplerimize koyduğumuz su şişeleri 5 dakika içerisinde ısınıyordu.
Herşey düzgün gidiyordu, psikolojik olarak yılmamıştım, fiziksel olarak kilo almaya başlamıştım. Askerlik tam istediğim düzeyde gidiyordu. Arkadaşlarla oturup sohbet ederken birisi meşrubat getiriyordu, birisi yiyecek getiriyordu.ASKERLİK sanırım çok güzel bişeydi ve ben bunu bitirecektim. Böyle düşünüyordum.
Ta ki teslim oluşumuzun 9. Gününe kadar. 22Ağustos 2014 Saat 13:40 sularında 1. Takım olarak “güneşin altındaki”yerimizi aldık ve 13:45te alınması gereken içtima için beklemeye başladık. Diğer takımlarda yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. 480 kişilik bölükte yaklaşık 300 kişi yerini almıştı. Kimileri Cuma namazına gitmişti, kimileride gölgede ağaçların altında bekliyordu. Piyade Uzman Çavuş….ağaçların altında gölgede bekleyip sıraya geçmeyen askerleri, bağıra bağıra zorla sıraya geçirtti. Saat 14:00 sularında 2. Bölük Komutan Vekili Piyade Üsteğmen …… içtima almak için 2 nolu eğitim alanına geldi. Piyade Uzman Çavuş ….., sıraya girmeyenlerin olduğunu, Cuma namazından dolayı geç gelenlerin olduğunu Piyade Üsteğmen …..’ye söyledi. Bunun üzerine …. “Spor istirahati olanlar kenara ayrılsın” dedi. Daha sonra “Kalp problemi olanlar, tansiyon problemi olanlar kenara ayrılsın” dedi. Biz ne olacağını anlamamıştık. Fakat ne olacağı bize tek tek anlatıldı. İlk düdükle koşmaya başlayacağımız, ikinci düdükle kendimizi yere atacağımız. Sonraki düdükle ayağa kalkıp tekrar koşmaya başlayıp ikinci düdükle tekrar kendimizi yere atacağımız. ( Bunun adı : İSTİKAMETMİŞ ! )
Hepimiz şaşırmıştık. Herhalde bu bir şakaydı. Üsteğmen ……, biz 1. Takıma önce sizle başlıyoruz dedi ve ilk düdük geldi.Arkadaşlarım botlarlayken ben terliklerleydim. Çünkü botun vurmasından dolayı ayağımda oluşan yara yüzünden 1 haftalık terlik istirahatim vardı. Ve ben o çakılların her bir zerresini ayağımda hissettim. Herkes koşmaya başlamıştı ki 2. Düdük sesi geldi ve herkes kendini yere atmak zorunda kaldı. Derken sol ayak kaval kemiğimin esnediğini hissettim. Kafamı çevirdiğimde ayağımın üzerine birisinin atladığını gördüm. “Biraz daha dikkatli ol” diyemeden bir düdük sesi daha geldi. Eğer yere atılmadığı takdirde takımın en arkasına gönderilip ordan devam edecekti. Bu ceza tam tamına 5 dakika boyunca sürdü. Neredeyse her 3 saniyede bir yere atlayıp kalkıyorduk. Fiziksel olarak zorlandığımı o an hissetmiştim. Son bir düdük geldi ve herkes olduğu yerde ayağa kalktı. Üsteğmen ……’den yeni bir emir geldi “Benim bulunduğum yere uzaklığınız en fazla 30 metre. 30 metreyi 30 saniyede sürüneceksiniz ve yanıma geldiğimde bana bakacaksınız. Ben size baktığımda ayağa kalkıp arkama geçebilirsiniz.“ Yatıp-Kalkma cezasına anlam veremediği gibi bu tutuma hiç anlam veremedim*? Bizler üniversite mezunu insanlardık, üniversite mezunu kısmını geçtim biz İNSANDIK! Bize kimsenin köle gibi davranmaya hakkı yoktu. Ancak bizi öyle bir “TUTANAK” kelimeleriyle korkuttular ki kimse sesini çıkaramadı. Ve 30 metreyi 30 saniyede süründük, sürünmek mecburiyetindeydik. Kendisinin yanına geldiğimde gözlerinin içine baktım. Ve ilk defa psikolojik olarak yıkıldığımı farkettim. Ben bir HİÇTİM.
Gözümün içine baktı ve ayağa kalktım. Arkasına geçtim. Dirseklerim paramparça olmuştu, sağ elimin dirsekle bilek kısmında ceviz büyüklüğünde bir şişkinlik vardı, şaşkınlık içerisinde herkes birbirine bakıyordu ve şu soruyu soruyordu “Bu neydi? Biz bunu hakkedecek ne yaptık ? Adam mı öldürdük ?“ Diğer 3 takımada farklı şekillerde bu cezalar verildi.
Biz orada 9 günlük askerken, vatana hizmet etmek için oraya gitmişken bizi özümüzden alıp, insanlığımız unutturulmak istenmişti. Oysa ki bizler dünyayaİNSAN*olarak gönderilmiştik. Bizlere kimsenin insanlığımızı unutturmaya hakkı yoktu! Herşeyi geçtim 9 günlük bir askerin yaşaması gereken şeyler bunlar mıydı ? Bizler vatana hizmet etmek için oraya gitmişken, egoist bir insanın güç duygusunu tatmin etmek için orada var olmak , vatana hizmet etmek miydi ?
Daha sonra 16:00 sularında ….. bizi 2 numaralı eğitim alanında, o meşhur ağaçların altında, tüm bölüğü topladı ve konuşma yaptı. Konuşmasında “hiç bir şikayetten korkmadığını, olası bir şikayet durumunda eğitim kapsamında yaptırdığını söyleyeceğini“ bizlere beyan etti. ( Gerçektende dediğini yaptı. Daha sonra BİMER’e yaptığımız başvuru sonucunda gelen savunma metninde benim cuma namazından dolayı geç kaldığım, verilen bu cezanın eğitim kapsamında olduğu ve sürünme cezasısınında 3. ve 4. takımlara verildiği yazıyordu. Ancak şöyle bir gerçeği atlamışlardı : BEN NAMAZ KILMIYORDUM ve BEN 1. TAKIMDAYDIM. Bu konuda tüm şahitler mevcuttur. )
Daha sonra 17:00 sularında yemek içtiması için yemekhanenin önüne doğru yola koyulduk. Dizlerimden aşağısında inanılmaz bir ağrı olduğunu hissettim. Yanımda bulunan can dostlarıma “Ayaklarımın çok kötü olduğunu, dizlerimden aşağısını neredeyse hissetmediğimi, yürüyemediğimi, akşam yemeğine girmeyeceğimi” belirttim. Kendileride akşam yemeğine girmeyeceğini belirterek 17:30 sularında alınan akşam içtimasının ardından beraber, ağır adımlarla tabur kantinine doğru yürüdük. Bu sırada can dostlarım koluma girerek bana destek oluyordu. Tabur kantini ve telefon kulübeleri birbirine çok yakın olduğu için ben telefon kulübelerinde kalıp “ben bi evdekileri arayayım siz alın size katılacağım” dedim ve kulübenin tekine yaslanarak ailemle görüştüm. Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki her an bacaklarım yerinden kopacakmış gibi duruyordu. Kısa telefon görüşmesi yapıp arkadaşlarımın yanına katıldım. Ayaklarım artık iyice zor kıpırdatıyordum. Arkadaşlarımın aldığı tostun yarısını yedim ve kendilerine “ Beyler ben daha fazla dayanamıyorum, ayaklarım çok kötü, koğuşa gidelim yavaştan “dedim ve can dostlarımla birlikte normalde 4-5 dakikada yürüdüğümüz mesafeyi tam 15 dakikada yürüdük. Adım adım ilerleyebiliyordum. Çok canım yanıyordu. Ayaklarım beni her an bırakacakmış gibiydi. Koğuşlara geldik, yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya çalışıyordum, normalde 15-20 saniyede çıkabileceğim merdivenleri, 10 dakikada çıktım. Yavaş yavaş ayaklarımın yittiğini hissediyordum ve yatağıma kendimi zor attım. Saat 19:00 sularıydı ve artık ayaklarımı hissetmiyordum. Yere uzandım ve koğuştaki arkadaşlara “ beyler ayaklarımı hissetmiyorum artık !“dedim. Bunun üzerine koğuşumdaki arkadaşlar nöbetçi Uzman Çavuş ….’i çağırdı. …… “daha önce böyle bir rahatsızlığın var mıydı?” sorusu üzerine “tabikide yoktu komutanım “ dedim. Ayaklarımı kıpırdatamıyordum, tepki veremiyordum. Bunun üzerine taburun önüne revir ambulansı çağırıldı. Yürüyemediğim için arkadaşlarım beni kollarında taşıyarak ambulansa indirdiler. Revire kadar ambulansla gittik. Hayatım boyunca hiç ambulansa binmemiştim. Daha sonra revire geldik ve ambulansın kapısı açıldı. Revirdeki doktor “Neyin var ?“ dedi. Bende “ Komutanım böyle bi ceza verildi, ayaklarımı hissetmiyorum“ dedim. Komutan “Bırakın, bırakın kendi yürüsün“ demesi üzerine tekrardan “Komutanım ayaklarımı hissetmiyorum !“ dedim. Bunun üzerine “Alın bakalım içerde anlarız“ dedi. İçeride sedyeye yatırıldım ve komutan, elindeki araba anahtarını ayaklarımın altına sürterek his kontrolü yaptı. Sonuç negatifti. Daha sonra komutan yanındaki askerlere “Kas gevşetici vurun, bişeyi kalmaz“ dedi ve Muscoril vurdurttu. Ayaklarımdaki his kaybının devam etmesi üzerine, ambulansla Burdur Devlet Hastanesi’ne sevk edildim.
Arnavut bir anne babadan dünyaya gelmiş olmama rağmen ilk günden beri Türk Evladı olarak, Türkiye sevgisiyle büyütüldüm. “*Irmağının akışına ölürüm Türkiyem*“ dendiğinde tüyleri diken diken olup, gözleri dolan bir insandım. Ülkemi hep sevdim, elimden geldiğince faydalı olmaya çalıştım. Ve ailemin beni yetiştirirken her zaman söylediği tek bir kelime vardı :DOĞRULUK! Hayatım boyunca yalan söylememeye, sonucu ne olursa olsun hep doğruların peşinden koşmaya çalıştım. Üniversiteyi bitirdiğimde önümde 2 senelik tecil imkanım olmasına rağmen, hem vatanıma hizmet etmek için hemde evlilik hazırlığı yaptığımdan dolayı bu vatani görevi önümden kaldırmak istedim. Ve nisan ayında bu görevi yerine getirmek için işlemlerimi yapmaya başladım. İşlemleri yapmaya başladığımda içimde hep bir mutluluk vardı. Her ne kadar bizi yıllarca askerlikten korkutmuş olsalarda beni kimse yıldıramayacaktı. Çünkü bu ülkeye hizmet etmek, edebilmek herkesin nail olamayacağı bir durum.
Ayrılık vakti Ağustos ayının 12’sinde geldi. Kolay olmadı sevdiğim insanlardan ayrılmak ancak herşey otobüse binene kadar olacaktı. Çünkü o otobüse bindiğimden itibaren beni kimse askerlikten korkutamazdı ve duygusallığa yer yoktu! Kendimi öyle hazırlamıştım. Aslında bizler insan olarak dünyaya gönderildik, duygularıyla yaşayan canlılar olarak kendimizi ispatladık fakat büyüklerimiz bizi öyle bir askerlikle korkutmuşlardı ki kendimi o ortama daha gitmeden hazırlamam gerektiğini hissettim. Ve saat 12’de Burdur’a gitmek üzere otobüse bindim ve kendime ilk sözümü verdim*: “170 gün sonra burdasın koçum. Git ve bitir.” Yaklaşık 7 saat süren yolculuğun nasıl bittiğini hiç anlamadım. Daha önce internet ortamında tanıştığımız insanlarla buluşacağımız Müze Cafe’de saat 12 de olmamız gerekiyordu. Fakat benim önümde 5 saatlik bir süreç vardı. Ve o küçücük şehri, aynı yerleri yaklaşık 10 defa gezdim. Saat 12 olduğunda Müze Cafe’ye gidip yaklaşık 14 kişi aynı anda teslim olduk. Kendimi teslim olduğum andan itibaren hep mutlu hissediyordum. Çünkü ben oraya vatanıma hizmet etmek için gitmiştim. Bu görevi yerine getirip yaza düğün yapmak istiyordum. Derken boynumuza bir çanta asıldı, sağdan kamuflajlar soldan çoraplar, bir iki adım sonra ayakkabılar… İlk şoku burada yaşamıştım; ben 41 numara spor ayakkabı giyiyordum bana verilen ayakkabı 43’tü. “Ben 41 numara giyiyorum” dediğimde “Ne yapalım elimizde bu var”dendi. Ayakkabı numarasının büyük olması beni asla yıkamazdı çünkü oras ıANA KUCAĞI değil ASKER OCAĞIYDI.
Daha sonra yukarıdan bir ses geldi: “Çantalarınızı toplayın hemen sıraya girin !” Hep beraber sıraya girdik. Boy sırasına göre dizdiler ve hepimize birer numara verdiler. 1514 numaralı olmuştum artık. Sonra “sırayı bozmadan takip edin, koğuşlara gidiyoruz“ dendi. İçimden “ Oh be nerede yatacağımızı da öğrendikten sonra daha başka ne zorlayabilirdi ki bizi askerde ?“ dedim. 20 kişilik manga olarak başladık bir yolda yürümeye. Yürüdük ve yatacağımız koğuşların önüne geldik. Yaklaşık 100 kişi askeri üniformalarını giymeye çalışıyordu. Ve bir ses geldi “SOYUNUN! “ Şaşırmıştım. Evet burası asker ocağıydı ama bu böyle mi oluyor diye sorguladım kendi kendime. Ama emir gelmişti bir kere; herkes soyundu ve. kamuflajını giymeye çalıştı. Herkes öyle yada böyle giyindi. Kimisi palaskasını takamadı, kimisi botlarını bağlayamadı, kimisi gömleğini giyemedi. Herkeste bir şaşkınlık vardı. Derken ikinci bir emir geldi : “tüm eşyalarınızı iki poşete doldurun gerisini çantanızda kitleyin“. Tekrar şaşırmıştım. Ağustos ayında askerlik yapacağımız için o kadar eşya getirmiştik. En azından yukarı çıkarıp onları dolaplara dizebilmeliydik diye düşündüm. Ama yine bunlar benim psikolojimi bozamazdı. İki adet torbaya doldurabildiğim kadar eşyayı doldurdum. Ve üçüncü emir geldi “eşyalarınızı bırakın, sırayı bozmadan takip edin”. Az çok tahmin etmiştim o meşhur iğne vurulma sahnesinin geldiğini. Yavaş yavaş yürüdük ve bi yere getirildik. Elinde kağıt bulunan bir komutan “Bakın bu sigorta. 30 lira, bizim bile sigortamız var. Sizde yaptırın, askeriyede sizin başınıza bişey gelirse sigorta ailenize yardım yapacak“ gibi sözlerle, bildiğiniz sigortayı bize satmaya çalıştı. (Şu ana kadar yaklaşık 2.000 liralık masraf yapmak zorunda kaldım, sağlığımı kaybettim ancak kimsenin henüz bir yardımda bulunduğu olmadı.) İçimden “30 liradan bişey olmaz, kimsenin de beni mimlemesine izin veremem, ben bunu alacağım” dedim. “almayanların başına bişey gelirse kimse sorumlu değildir” cümlelerini duyunca bunu mutlaka almamız gerektiğini hissettim ve sigortayı yaptırdım. Takım olarak içeri çağırıldık ve elimize sağlık kağıtları verilip, varolan hastalıklarımız soruldu. Böbrek ağrısı çektiğim ve taş düşürdüğüm için bundan bahsettim. “Ağrı yaparsa gelir söylersin” denilip yan tarafa geçtim ve üzerimdeki üniformayı çıkardım. İğneler yapıldı. Halen mutluydum,ASKERLİKdiye yıllarca korkuttukları bunlar mıydı? Oradan çıktık ve başımızdaki komutana çok susadığımızı söyledik, çünkü Ağustos’tu ve 18:00’i geçmişti. Gram su içmemiştik. Başımızdaki komutan “Su maalesef yok. Çeşmelerde de kullanmalık sular var isterseniz için.”dedi. Hiç bir şey umrumuzda değildi, o çeşmedeki suları içtik. Hiçbir şey beni yıldıramazdı. Yavaş yavaş arkadaşlarla konuşmaya, şakalaşmaya, askerliğe alışmaya başlamıştık. Tekrar bir ses geldi “Koğuşlar bölgesine gidiyoruz“. Yaklaşık 120 kişi yanyana çantalarımızı bıraktığımız yere geldik. Ve beklemeye başladık. Saat 21.00 sularıydı fakat neyi beklediğimizi kimse söylemiyordu. Kalk saatinin 05:00 olduğunu bildiğim için, kendime sordum “Acaba ilk gün işlemleri sebebiyle mi bu saate kadar tutuluyoruz? “. Saat 23:45’e kadar dışarıda hiçbir şey söylenmeden bekliyorduk. Yeni yeni askerler katılıyordu aramıza. En sonunda elimizdeki poşetlerle içeri çıktık. Malum ilk günün yorgunluğu sebebiyle hemen eşyaları dolaplara koyup, yatağımızda uykuya çekildik. İlk gün beni biraz fiziksel olarak yormuştu ama zihinsel olarak bomba gibiydim. Sonuçta bir gün geçmişti. Ve ASKERLİK diye korkuttukları şey bu muydu?
Saat 05:00’da uyandırıldık ve 05:30’da koğuşun önünde hazır olarak bekledik. Sayıldık ve yemekhaneye götürüldük. İlk kahvaltımızı yiyecektik sonuçta. Herkes evindeki gibi bir kahvaltı çıkmayacağını biliyordu tabiki. İçeri girdik. “Sahanda Yumurta” adı altında yemyeşil bir şey duruyordu tabakta. Buna da şaşırmıştım ama yine de kimse beni yıkamazdı. Fiziksel olarakta zihinsel olarakta kendimi hep güçlü tutmaya çalıştım. İlk görevimiz bize verilmişti “ Mıntıka “. İçmediğim sigaranın izmaritlerini seve seve topladım, sonuçta ben oraya vatani görevimi icra etmeye gitmiştim. Derken ikinci bir emir geldi “saat 07:45te garajlar bölgesine“. Ne olduğunu pek anlamamıştım sonuçta askerlikte ikinci günümdü. Denilen saatte orda bulunduk sıraya dizildik ve beklemeye başladık. 08:00 sularında bölük komutanı geldi. Meğerse orada beklememizin adı içtimaymış.
Kayıt işlemlerimiz devam edeceği için ordan oraya koşturulmaya devam edildik. Fotoğraflar çekildi, imzalar atıldı, kağıtlar dolduruldu. Yavaş yavaş çok güzel arkadaşlıklar kuruyorduk. İlk 3*gün kışlada içmeye su bulamamıştık. Mecburen çeşme suları ve meşrubatlarla su ihtiyacımızı gideriyorduk.
Herkes halinden memnundu. Bizi askerlikle neden korkutmuşlardı ki? Herkesi fiziksel olarak zorlayan tek şey vardı*: Öğle sıcağı altında 1 saat içtimanın alınmasını beklemek. Öyle bir sıcak vardı ki ceplerimize koyduğumuz su şişeleri 5 dakika içerisinde ısınıyordu.
Herşey düzgün gidiyordu, psikolojik olarak yılmamıştım, fiziksel olarak kilo almaya başlamıştım. Askerlik tam istediğim düzeyde gidiyordu. Arkadaşlarla oturup sohbet ederken birisi meşrubat getiriyordu, birisi yiyecek getiriyordu.ASKERLİK sanırım çok güzel bişeydi ve ben bunu bitirecektim. Böyle düşünüyordum.
Ta ki teslim oluşumuzun 9. Gününe kadar. 22Ağustos 2014 Saat 13:40 sularında 1. Takım olarak “güneşin altındaki”yerimizi aldık ve 13:45te alınması gereken içtima için beklemeye başladık. Diğer takımlarda yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. 480 kişilik bölükte yaklaşık 300 kişi yerini almıştı. Kimileri Cuma namazına gitmişti, kimileride gölgede ağaçların altında bekliyordu. Piyade Uzman Çavuş….ağaçların altında gölgede bekleyip sıraya geçmeyen askerleri, bağıra bağıra zorla sıraya geçirtti. Saat 14:00 sularında 2. Bölük Komutan Vekili Piyade Üsteğmen …… içtima almak için 2 nolu eğitim alanına geldi. Piyade Uzman Çavuş ….., sıraya girmeyenlerin olduğunu, Cuma namazından dolayı geç gelenlerin olduğunu Piyade Üsteğmen …..’ye söyledi. Bunun üzerine …. “Spor istirahati olanlar kenara ayrılsın” dedi. Daha sonra “Kalp problemi olanlar, tansiyon problemi olanlar kenara ayrılsın” dedi. Biz ne olacağını anlamamıştık. Fakat ne olacağı bize tek tek anlatıldı. İlk düdükle koşmaya başlayacağımız, ikinci düdükle kendimizi yere atacağımız. Sonraki düdükle ayağa kalkıp tekrar koşmaya başlayıp ikinci düdükle tekrar kendimizi yere atacağımız. ( Bunun adı : İSTİKAMETMİŞ ! )
Hepimiz şaşırmıştık. Herhalde bu bir şakaydı. Üsteğmen ……, biz 1. Takıma önce sizle başlıyoruz dedi ve ilk düdük geldi.Arkadaşlarım botlarlayken ben terliklerleydim. Çünkü botun vurmasından dolayı ayağımda oluşan yara yüzünden 1 haftalık terlik istirahatim vardı. Ve ben o çakılların her bir zerresini ayağımda hissettim. Herkes koşmaya başlamıştı ki 2. Düdük sesi geldi ve herkes kendini yere atmak zorunda kaldı. Derken sol ayak kaval kemiğimin esnediğini hissettim. Kafamı çevirdiğimde ayağımın üzerine birisinin atladığını gördüm. “Biraz daha dikkatli ol” diyemeden bir düdük sesi daha geldi. Eğer yere atılmadığı takdirde takımın en arkasına gönderilip ordan devam edecekti. Bu ceza tam tamına 5 dakika boyunca sürdü. Neredeyse her 3 saniyede bir yere atlayıp kalkıyorduk. Fiziksel olarak zorlandığımı o an hissetmiştim. Son bir düdük geldi ve herkes olduğu yerde ayağa kalktı. Üsteğmen ……’den yeni bir emir geldi “Benim bulunduğum yere uzaklığınız en fazla 30 metre. 30 metreyi 30 saniyede sürüneceksiniz ve yanıma geldiğimde bana bakacaksınız. Ben size baktığımda ayağa kalkıp arkama geçebilirsiniz.“ Yatıp-Kalkma cezasına anlam veremediği gibi bu tutuma hiç anlam veremedim*? Bizler üniversite mezunu insanlardık, üniversite mezunu kısmını geçtim biz İNSANDIK! Bize kimsenin köle gibi davranmaya hakkı yoktu. Ancak bizi öyle bir “TUTANAK” kelimeleriyle korkuttular ki kimse sesini çıkaramadı. Ve 30 metreyi 30 saniyede süründük, sürünmek mecburiyetindeydik. Kendisinin yanına geldiğimde gözlerinin içine baktım. Ve ilk defa psikolojik olarak yıkıldığımı farkettim. Ben bir HİÇTİM.
Gözümün içine baktı ve ayağa kalktım. Arkasına geçtim. Dirseklerim paramparça olmuştu, sağ elimin dirsekle bilek kısmında ceviz büyüklüğünde bir şişkinlik vardı, şaşkınlık içerisinde herkes birbirine bakıyordu ve şu soruyu soruyordu “Bu neydi? Biz bunu hakkedecek ne yaptık ? Adam mı öldürdük ?“ Diğer 3 takımada farklı şekillerde bu cezalar verildi.
Biz orada 9 günlük askerken, vatana hizmet etmek için oraya gitmişken bizi özümüzden alıp, insanlığımız unutturulmak istenmişti. Oysa ki bizler dünyayaİNSAN*olarak gönderilmiştik. Bizlere kimsenin insanlığımızı unutturmaya hakkı yoktu! Herşeyi geçtim 9 günlük bir askerin yaşaması gereken şeyler bunlar mıydı ? Bizler vatana hizmet etmek için oraya gitmişken, egoist bir insanın güç duygusunu tatmin etmek için orada var olmak , vatana hizmet etmek miydi ?
Daha sonra 16:00 sularında ….. bizi 2 numaralı eğitim alanında, o meşhur ağaçların altında, tüm bölüğü topladı ve konuşma yaptı. Konuşmasında “hiç bir şikayetten korkmadığını, olası bir şikayet durumunda eğitim kapsamında yaptırdığını söyleyeceğini“ bizlere beyan etti. ( Gerçektende dediğini yaptı. Daha sonra BİMER’e yaptığımız başvuru sonucunda gelen savunma metninde benim cuma namazından dolayı geç kaldığım, verilen bu cezanın eğitim kapsamında olduğu ve sürünme cezasısınında 3. ve 4. takımlara verildiği yazıyordu. Ancak şöyle bir gerçeği atlamışlardı : BEN NAMAZ KILMIYORDUM ve BEN 1. TAKIMDAYDIM. Bu konuda tüm şahitler mevcuttur. )
Daha sonra 17:00 sularında yemek içtiması için yemekhanenin önüne doğru yola koyulduk. Dizlerimden aşağısında inanılmaz bir ağrı olduğunu hissettim. Yanımda bulunan can dostlarıma “Ayaklarımın çok kötü olduğunu, dizlerimden aşağısını neredeyse hissetmediğimi, yürüyemediğimi, akşam yemeğine girmeyeceğimi” belirttim. Kendileride akşam yemeğine girmeyeceğini belirterek 17:30 sularında alınan akşam içtimasının ardından beraber, ağır adımlarla tabur kantinine doğru yürüdük. Bu sırada can dostlarım koluma girerek bana destek oluyordu. Tabur kantini ve telefon kulübeleri birbirine çok yakın olduğu için ben telefon kulübelerinde kalıp “ben bi evdekileri arayayım siz alın size katılacağım” dedim ve kulübenin tekine yaslanarak ailemle görüştüm. Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki her an bacaklarım yerinden kopacakmış gibi duruyordu. Kısa telefon görüşmesi yapıp arkadaşlarımın yanına katıldım. Ayaklarım artık iyice zor kıpırdatıyordum. Arkadaşlarımın aldığı tostun yarısını yedim ve kendilerine “ Beyler ben daha fazla dayanamıyorum, ayaklarım çok kötü, koğuşa gidelim yavaştan “dedim ve can dostlarımla birlikte normalde 4-5 dakikada yürüdüğümüz mesafeyi tam 15 dakikada yürüdük. Adım adım ilerleyebiliyordum. Çok canım yanıyordu. Ayaklarım beni her an bırakacakmış gibiydi. Koğuşlara geldik, yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya çalışıyordum, normalde 15-20 saniyede çıkabileceğim merdivenleri, 10 dakikada çıktım. Yavaş yavaş ayaklarımın yittiğini hissediyordum ve yatağıma kendimi zor attım. Saat 19:00 sularıydı ve artık ayaklarımı hissetmiyordum. Yere uzandım ve koğuştaki arkadaşlara “ beyler ayaklarımı hissetmiyorum artık !“dedim. Bunun üzerine koğuşumdaki arkadaşlar nöbetçi Uzman Çavuş ….’i çağırdı. …… “daha önce böyle bir rahatsızlığın var mıydı?” sorusu üzerine “tabikide yoktu komutanım “ dedim. Ayaklarımı kıpırdatamıyordum, tepki veremiyordum. Bunun üzerine taburun önüne revir ambulansı çağırıldı. Yürüyemediğim için arkadaşlarım beni kollarında taşıyarak ambulansa indirdiler. Revire kadar ambulansla gittik. Hayatım boyunca hiç ambulansa binmemiştim. Daha sonra revire geldik ve ambulansın kapısı açıldı. Revirdeki doktor “Neyin var ?“ dedi. Bende “ Komutanım böyle bi ceza verildi, ayaklarımı hissetmiyorum“ dedim. Komutan “Bırakın, bırakın kendi yürüsün“ demesi üzerine tekrardan “Komutanım ayaklarımı hissetmiyorum !“ dedim. Bunun üzerine “Alın bakalım içerde anlarız“ dedi. İçeride sedyeye yatırıldım ve komutan, elindeki araba anahtarını ayaklarımın altına sürterek his kontrolü yaptı. Sonuç negatifti. Daha sonra komutan yanındaki askerlere “Kas gevşetici vurun, bişeyi kalmaz“ dedi ve Muscoril vurdurttu. Ayaklarımdaki his kaybının devam etmesi üzerine, ambulansla Burdur Devlet Hastanesi’ne sevk edildim.