Neptune beni Kant gibi olmakla eleştirmen sanırım Kant eleştiri metodunun felsefedeki önemini tam özümseyememenden kaynaklanıyor. Kendisi gerçekliklerin sorgulanmasında oldukça etkin bir metot oluşturmaya çalışmıştır. Kendinden önceki, düşüncelerin üstüne yükselerek onların eksik veya doğrularını takdir edebilecek bir metot oluşturmak örneğin bana sorarsan Hegel in diyalektik sistemini oluşturmaktan daha az önemli bir şey değildir. Kaldıki kendisi ahlak felsefesinde ‘Ödev ahlakı’ denen bir ahlaki sistemin yaratıcısıdır. Epistemolojik eleştirelciliği her alanda eleştirmekle kalmamıştır yani…
Bu bağlamda doğruyu ya da yanlışı değerlendirebilmenin önemine yönelik gülümsemen yazılarından da açıkça sezilebiliyor. Zira yazılarında eleştiri getirdiğini ifade ettiğin söylemleri bile, olduklarından ya çok farklı anlamışsın ya da sırf cevap vermiş olmak için özellikle saptırmışsın. Örneğin “burjuvanın Fransız ihtilaliyle çıktığını söylediğimi” ifade edip kendince cevaplar vermeye çalışıyorsun ama böyle bir cümlenin sarfedilmemiş olmasını umursamıyorsun. Burjuva kavramının coğrafi keşiflerin ardından ortaya çıkan birikmiş sermayenin ürünü oldugunu- coğrafi keşifler 15.yy da başladı- söylememe rağmen yüzyıllar sonra ortaya çıkan bir ihtilal ile bağıntı kurduğumu öne sürebiliyorsun. (Bunu yaparken art niyetli değilsin belki ama annesi karnını doyurmak isterken ısrarla yemek kaşığını sağa sola sallayan yaramaz bir afacan gibi davranıp bir de karnımı doyur diyebiliyorsun) Aynı şekilde kendince bir emperyalizm tanımı yapıyorsun ve bu tanımlamaların yanlışlığını umursamadan devam ediyor ve bunların üstüne fikir inşa etmekten de hiç çekinmiyorsun. Bu düşüncelerini temellendirmek için de gariptir Osmanlının savaş çıkardığı gerçeğini –ne alakaysa- öne sürerek aklınca beni şu ne dediğini bilmeden milliyetçilik yapan safların kümesine yerleştirme stratejisi güdüyorsun. Oysa senin körü körüne tarihsel perspektiften yoksun söylemlerin maalesef seni beni yerleştirmeye çalıştığın kitlelerin arasından çıkarmamızı zorlaştırıyor. (seni oralarda görmek istemiyor olmama rağmen) İşte beğenmediğin kant eleştirisi her şeyden önce bu şekilde felsefe yapmamayı savunduğu için bence sen Kant ı yeniden dikkatle okumalısın…
Sana öncelikle bir emperyalizm tanımı yapmak gerektiğini görüyorum. Ama bundan önce “hiçbir şekilde biz Türkler emperyalist olmadık, yaşasın biz, kahrolsun ötekiler” gibi bir basit sığlıkta bulunmayacağım gibi oksidentalist bir eğilimle tüm sorunlarımızın kaynağını batıda arayan bir yaklaşımım olmadığını da belirteyim. Ancak bunların yanında objektif değerlendirmeler yapabilme, daha önemlisi nesnel fikirler oluşturabilmek adına batıyı kutsayan, onları insanlık aleminin melekleri sanan, onların önce demokrat olduklarını ve sırf demokrat oldukları içinde gelişebildiklerini savunan, Fransız ihtilalini özgür dünyanın merkezine ısrarla koyan ve bunu yaparak oryantalist kafanın en güzide örneklerinden biri olduğunu açıkça sergileyen yurdum tatlı su sazanlarından da değilim. Yani bu anlamda Kant gibi taraf tutmayıp dogmatik bir amaç gütmeksizin doğruyu aradığım söylenebilir…
Yazındaki bir çok manipulasyonu söylemeyeceğim. Çünkü sırf muhabbet devam etsin diye bildiklerini paylaşmanı istiyorum. Utandığın için küsüp yazmaman işime gelmez. Ama Hitler in propaganda bakanı Gobbels e benzer özellikler sergilediğini eklemeliyim. Biliyorsun o'da tartışmada "Yalanı ne kadar büyük söylersen kitlelerin inanması o denli kolay olur" diyordu. Yani yazılarında neredeyse beni neo-osmanlı ilan ettiğini görünce hatırlatayım dedim
Emperyalizm kelimesinin etimolojik kökenine dair yaptığın sondaj günümüz siyasi terminolojisinde algılanan emperyalizm kavramını yakalamaktan oldukça uzak. Siyasi metinlerde daha çok sömürgeci sistem olarak geçen eski düzenin aksine emperyalizmin günümüzde aldığı form bambaşka boyutlar içeriyor. Yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi (Burada iplerin kimin elinde olduğu önemli), Sovyetlerin dağılmasıyla artık rakip tanımadan tüm dünyada inanılmaz örgütlenmeler yapabilen uluslar arası neo-liberal ekonomik oluşumlar, çokuluslu! Şirketlerin giderek çoğalması ve çokulusluluk ilizyonu altında sömürgecilik dönemindeki sızmaların çok daha etkin formlarının geliştirilmesi, kamu politikalarında devletin rolünün küçülebildiği kadar küçülmesi(Hatta mümkünse devletin yokolması), Sınırlar aşan sivil! Toplum örgütlerinin devletler politikalarını yönlendirebilme kudretine eriştirilmesi, borsa yoluyla üretimden spekulasyona kayan ekonomik oluşumlar, uluslar arası finans kurumları, vb…Bunlar çoğaltılabilir..Yani eskiden bizim ataların allah allah nidalarıyla at üstünde seğirtip talan etmelerinden ya da eski yunandan beri Romalılarla gelişerek batılıların yaptıkları çapuldan bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz şey özellikle bilimin gelişimiyle birlikte son derece trajik bir forma bürünen sömürgeci -senin deyiminle emperyalist- kafanın ikinci dünya savaşından sonra bu mücadelenin varacağı trajik sonuçları görüp çok daha enterasan ve daha çok kültürel alanda yoğunlaşarak ortaya çıkardıkları yeni formdur. Buna göre tarihin hiçbir döneminde soyulan milletler kendilerini soyanlara şiirler düzmemişlerdi. Bir ulusun kendinden güçlüler karşısında ezilmesi tarihin her döneminde bir gerçeklik olagelmiştir ama bir ulusun kendini ezenler karşısında öncelikle kendi aydınlarından başlayan bir tür mankurtlaşmayla çaresiz kalması ve bu ezilmeyi öncelikle kendi bilincinde meşrulaştırması...İşte bu tarihin hiçbir döneminde olamamış bir gelişmeydi ve çağdaş emperyalizmin en güçlü silahıda işte bu mankurtlaşmadır...Ama asıl mesele basit çığlıklar atarak bu gerçek karşısında ağlaşmak değil. Önemli olan öncelikle bu oluşumu tam olarak teşhis etmek. Ardından -eğer becerilebilecekse- belki ona arşı bazı adımlar atılabilir. İşte bu nedenle bu süreci tam olarak çözümeyecek bir kuramsal duruş önem kazanıyor.
Sana yaptığın değerlendirmelerdeki temel hatayı daha önce internette okuduğum uzunca bir makaleden ilgili bölümü kopyalayarak göstermek istiyorum. Eğer dikkatle okursan AB yada Batıya yönelik değerlendirmelerindeki temel hatan nerede rahatlıkla görebileceksin sanıyorum.
Başta siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlardaki birçok değişimin sorumlusu olarak tanıtılan, dolayısıyla günlük hayatımızın her safhasına nüfuz etmiş küreselleşme gibi bir kavramın, akademik çevrelerce nasıl ve ne ölçüde ele alındığının incelenmesi, sosyal bilimlerin akademik yapılanmasında bazı sorunlar olduğu hakkında şüpheler yaratmaktadır. Küreselleşme örneğinde karşılaşılan akademik basiretsizliğin nedenlerinin anlaşılabilmesi, ancak bugünkü şekliyle sosyal bilimler yapısının tarihsel olarak nasıl oluştuğunun incelenmesiyle mümkündür. Ayrıca bu inceleme, söz konusu tıkanıklıkları aşacak türden alternatif bir yöntem tespit edilmesi yolunda da anlamlı ipuçları verecektir.
Günümüz bilim dünyasının akademik yapılanması kökenleri Aydınlanmaya kadar geri giden Avrupa merkezli bir toplumsal gelişimin sonucudur. [9] Batıda Aydınlanma ile birlikte toplumun, geçmiştekinin aksine doğaüstü güçlere değil, gelişimini belirleyen yasalardan başka bir şeye bağımlı olmadığı fikri önem kazanmaya başlamıştı. Bu fikirsel dönüşüm doğa bilimlerindeki ilerlemenin sonucunda gerçekleşmişti. Doğa bilimlerindeki hızlı ilerlemeler sayesinde öyle bir aşamaya varılmıştı ki, dünyanın o döneme kadar karanlıkta kalmış pek çok cephesi artık aydınlanmış bulunuyordu; kimyasal maddelerin bileşimi, atom, molekül, canlı hücresi ve türlerin evrimine ilişkin keşifler, o döneme kadar ancak mekanikte uygulama alanı bulan bilgiyi kat kat zenginleştirmişti. Doğa bilimlerindeki bu ilerlemeler sosyal bilimlerin yapılanmasında etkili oldu ve 19. yüzyılın ortalarında, toplumsal bir bilimin hedefini doğa bilimlerine göre tanımlamak eğilimi ağırlık kazanmaya başladı. İnsanoğlu ve toplum canlı varlıklar olarak görülüyor, dolayısıyla doğa bilimlerinin yeni dallarında geliştirilen yöntemlerle çözümlenebilecekleri düşünülüyordu. [10]
“Bu durumda 19. yüzyıla egemen olan zihniyetin, insan ve toplum bilimlerinin de zamanla en az doğa bilimleri kadar ‘sağın’ (yetkin) olabileceklerine, çünkü nasıl doğanın bağlı olduğu doğa yasaları varsa, insan ve toplumun da bağlı olduğu benzer yasaların bulunduğuna inanması şaşırtıcı değildi” [11]. Bu pozitivist düşünsel gelişmenin doğal bir sonucu olarak da sosyal bilimlerde, doğa bilimlerininkine benzer bir yapılanmanın temelleri atılmış ve iktisat, siyaset, sosyoloji, antropoloji, vs. gibi alt disiplinler belirginleşerek aralarındaki sınırlar çizilmiştir. Ancak doğa bilimleri disiplinlerinin -aralarındaki sınırlar çok iyi belirlenmiş olmalarına rağmen- geliştirdikleri disiplinlerarası yardımlaşma ve dayanışma geleneği, sosyal bilimler yapılanmasında gerçekleştirilememiş, ‘rekabet’ olgusu daha ön plana çıkmıştır.
Bu arada sosyal bilimlerdeki kopukluğun kapitalizmin gelişimiyle olan diyalektik ilişkisi de unutulmamalıdır: Sosyal bilimlerde akademik yapılanma kapitalizmin iç dinamiklerine ve kapitalist gelişmenin gereklerine uygun bir şekilde oluşmuştur. Aydınlanma sonrası Avrupa’sında, kapitalizmin itici gücü olan ‘işlevsellik’, ‘verimlilik’, ‘kârlılık’ ve ‘araçsal akılcılık’ gibi temel prensipler en ön plana çıkmışlardı [12]. Toplumsal ilişkiler ve yapılar bu prensiplere göre yeniden şekillendi; siyasal alanda modern devlet ve ekonomik alanda özel teşebbüs gibi kurumlar yaygınlaştı. Eğitim de bu prensipler ve kapitalist gelişmenin sonucunda ortaya çıkan yeni kurumların ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. Sosyal bilimler kapsamında yer alan disiplinler bu dönüşümden -doğal olarak- nasibini aldılar ve uzmanlaşma adı altında birbirleri arasındaki sınırları kalınlaştırdılar.
Uzmanlaşmış akademinin bölünmüş yapısı, Robert Cox’un da belirttiği gibi, kendisine büyük bir avantaj sağlar: Bölümler (yani disiplinler) sınırlı değişkenleri değerlendirmeye alarak ceteris paribus prensibiyle hareket ettikleri için çözüm üretebiliyor gözükmektedirler [13]. Ancak bu yanıltıcıdır, çünkü çözüm önerileri tek boyutludur: Ekonomik sorunlara yönelik çözümler sosyal sonuçları, sosyal sorunlara yönelik çözümler siyasal sonuçları, siyasal sorunlara yönelik çözümler kültürel sonuçları, vs. göz önüne alınmadan formülize edilmektedir. Bu tek boyutlu yaklaşımların amacı toplumsal ilişkiler düzenini tehdit eden sorunların, düzenin yapısını değiştirmeksizin, en az zararla atlatılmasını sağlayacak türden çözüm yollarını bulmaktır.
Sonuç olarak -bugünkü haliyle- sosyal bilimler toplumsal gelişmeleri ve gerçeklikleri açıklayabilen ‘bütünselci’ analizler yapılmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir ve ‘yoksulluğun yaygınlaşması’, ‘açlık’, ‘küresel ekolojik sorunlar’, ‘etnik çatışmalar’, ‘organize suç’, ‘uluslararası terörizm’, gibi insanlığı birinci dereceden ilgilendiren temelli sorunlar hakkında ne açıklayıcı olabilmek ne de alternatif çözüm yolları üretebilmek aşamasında başarılı olmaktadır. Ancak bu noktada bu yapılanmanın tamamen terk edilmesini, yerine yeni bir yapının kurulmasını önermek safdillilikten öteye geçmez. Bu yapılanma -her ne kadar zafiyetlerle dolu da olsa- tarihi temelleri olan toplumsal bir gelişmenin sonucunda oluşmuş bir gerçekliktir. Temelli toplumsal sorunlara çözüm yine bu akademik yapılanmanın içerisinden çıkmak durumundadır. Yukarıda sadece birkaç örneği verilen sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verdiği düşünülen yöntemin temel özelliği ‘disiplinlerarası’ olmasıdır.
Disiplinlerarası yaklaşım, doğası gereği, karşılaşılan sorunlara teknik bir aksaklık gözüyle bakmaz. Bu yaklaşım toplumsal ilişkilerin ekonomik, siyasal, kültürel boyutlarıyla bir bütün olduğunu kabul eder ve bu çerçevede karşılaşılan sorunları bütün boyutlarını göz önüne almaya çalışır. Uzmanlaşmaya karşı değildir; rekabete ve rekabet sonucu oluşan kopukluğa karşıdır. Ancak ve ancak disiplinlerarası bir yöntem, her disiplinin kendi içerisinde ürettiği atomistik analizlerin ötesine geçerek incelenen gerçekliğin ‘bütünselci’ bir portresini sağlayabilir. Bunun içindir ki, sosyal bilimlerde disiplinler arası yardımlaşma ve dayanışma tesis edilmeli ve ‘ortak yöntem’, ‘ortak dil’ oluşturulmalıdır [14].
Sosyal bilimler arasındaki kopukluk, karşı karşıya bulunulan sorunsalların ele alınmasını kolaylaştıracak ortak bir dilin yaratılmasını engellemektedir. Örneğin küreselleşme vakasında sosyal bilimler disiplinlerinin birbirlerinden kopuk olmaları ve yardımlaşmamaları sadece bütünsel bir analiz yapılamamasına sebep olmamakta, aynı zamanda sağlıklı bir analize ulaşılmasını sağlayacak tartışma ortamına ulaşılmasını engelleyecek türden korkunç bir kavram kargaşasını da doğurmaktadır [15]. Ancak, bilimsel faaliyet açısından ortak bir dilin bulunması, en azından kavramların ne bağlamda ve ne için kullanıldığının açık olması gerekmektedir. Bu ortak dil ‘tarihselcilik’ boyutu ile kurulabilir.
Fransız tarihçi Fernand Braudel geniş perspektifli bir tarihselciliği sosyal bilimler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak dilin oluşması yolunda bir çıkış noktası olarak görmektedir. Sosyal bilimler geleneğinde çeşitli sebeplerden dolayı tarihsel açıklamalardan uzak durma eğilimi olduğunu vurgulayan Braudel’e göre zaman kavramın üç boyutu vardır [16]. Birinci boyut birey olarak bizleri direkt etkileyen gün be gün yaşanan değişimleri kapsayan olaylar dünyasını kapsayan ‘güncel zaman’dır. İkincisi on, yirmi veya en fazla elli yıla yayılan ‘konjonktürel değişimleri’ kapsayan ‘kısa vade’li süreçlerdir. Üçüncü boyut ise, ilk ikisinden çok daha gerilere giden, birkaç yüzyıla yayılabilen ve toplumsal dönüşümlerin ve yeni yapılanmaların oluşumunu ve gelişimini kapsayan uzun dönem, Braudel’in deyimiyle ‘uzun sureç’dir.
Braudel’e göre sosyal bilimcilerin ve -çoğu- tarihçilerin odak noktası yukarıda tanımlanan zamanın ilk iki boyutu üzerine olmuştur. Ancak güncel olaylara ya da kısa vadeli konjonktürel gelişmelere odaklanan tarihselcilik anlayışı ‘yanıltıcıdır’ [17]. ‘Uzun süreç’ sosyal olguları anlamak yolunda yeni bir bakış açısı getirmektedir. Olguları anlık ya da kısa vadeli zaman perspektiflerinin ötesinde ele alan bu yöntem, bir süreci hazırlayan temel sosyal, ekonomik, siyasal, vs. yapıların oluşum ve gelişmelerini tespit etmeye çalışarak, ‘şimdiki duruma nasıl gelindiği’ hakkında tutarlı bir analiz yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bu anlayışa göre hızlı hareket eden ‘güncel olaylar’ ve ‘konjonktürel olaylar’ çok daha yavaş hareket eden köklü gelişmelerin uzantısıdır. Olayların anlık ya da kısa vadeli algılanmalarının yanıltıcılığı, ancak ve ancak bu yavaş hareket eden gelişmelerin tespit edilmesiyle, Braudel’in deyimiyle ‘uzun süreç’ içerisinde ele alınmalarıyla aşılabilir. Sonuç olarak Braudel’in ‘uzun süreç’ kavramı çerçevesinde yapılanan bir tarihselcilik anlayışının disiplinler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak bir dilin oluşması açısından yararlı bir yöntemsel araç olabileceği ve bu ortak dilin insanlığı ilgilendiren temelli sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verebileceği düşünülmektedir.
Temelli sorunların ele alınmasında kullanılacak yöntem sadece geniş perspektifli tarihselcilik ve disiplinler arası dayanışma ve yardımlaşmanın getirdiği bütünselcilik anlayışları ile sınırlı kalmamalı, ayni zamanda ‘eleştirel’ olma yönünde de adım atmalıdır. Eleştirel yöntem tarihsel oluşumları ve yapıları olduğu gibi kabul ederek onlara tarihüstü nitelikler atfeden muhafazakar bir çizginin aksine, söz konusu oluşum ve yapıların nasıl oluşageldiklerini sorgular. [18] Bu eleştirel sorgulama, Antonio Gramsci’nin de belirttiği gibi ‘daha önceki düşünüşü aşma şeklinde’ yeni çözüm yolları üretebilecek açılımları sağlayabilecektir [19] . Eleştirellik, insanların sadece ‘dünyayı anlamak’la kalmayıp, onu ‘değiştirecek’ duruma gelecekleri bir fikir dünyası oluşturabilme yolunda temel bir ilke olarak düşünülmektedir [20].
Bundan sonraki bölümde yukarıda çok temel hatlarıyla özetlenmeye çalışılan bütünselcilik, tarihselcilik ve eleştirellik ilkeleri ışığında küreselleşme üzerine kısa bir analiz yapılmaya çalışılacaktır. Kanımızca bu analiz için başlangıç noktası küreselleşmenin ‘uzun süreç’ içerisindeki anlamının sorgulanmasıdır.
Bu bağlamda doğruyu ya da yanlışı değerlendirebilmenin önemine yönelik gülümsemen yazılarından da açıkça sezilebiliyor. Zira yazılarında eleştiri getirdiğini ifade ettiğin söylemleri bile, olduklarından ya çok farklı anlamışsın ya da sırf cevap vermiş olmak için özellikle saptırmışsın. Örneğin “burjuvanın Fransız ihtilaliyle çıktığını söylediğimi” ifade edip kendince cevaplar vermeye çalışıyorsun ama böyle bir cümlenin sarfedilmemiş olmasını umursamıyorsun. Burjuva kavramının coğrafi keşiflerin ardından ortaya çıkan birikmiş sermayenin ürünü oldugunu- coğrafi keşifler 15.yy da başladı- söylememe rağmen yüzyıllar sonra ortaya çıkan bir ihtilal ile bağıntı kurduğumu öne sürebiliyorsun. (Bunu yaparken art niyetli değilsin belki ama annesi karnını doyurmak isterken ısrarla yemek kaşığını sağa sola sallayan yaramaz bir afacan gibi davranıp bir de karnımı doyur diyebiliyorsun) Aynı şekilde kendince bir emperyalizm tanımı yapıyorsun ve bu tanımlamaların yanlışlığını umursamadan devam ediyor ve bunların üstüne fikir inşa etmekten de hiç çekinmiyorsun. Bu düşüncelerini temellendirmek için de gariptir Osmanlının savaş çıkardığı gerçeğini –ne alakaysa- öne sürerek aklınca beni şu ne dediğini bilmeden milliyetçilik yapan safların kümesine yerleştirme stratejisi güdüyorsun. Oysa senin körü körüne tarihsel perspektiften yoksun söylemlerin maalesef seni beni yerleştirmeye çalıştığın kitlelerin arasından çıkarmamızı zorlaştırıyor. (seni oralarda görmek istemiyor olmama rağmen) İşte beğenmediğin kant eleştirisi her şeyden önce bu şekilde felsefe yapmamayı savunduğu için bence sen Kant ı yeniden dikkatle okumalısın…
Sana öncelikle bir emperyalizm tanımı yapmak gerektiğini görüyorum. Ama bundan önce “hiçbir şekilde biz Türkler emperyalist olmadık, yaşasın biz, kahrolsun ötekiler” gibi bir basit sığlıkta bulunmayacağım gibi oksidentalist bir eğilimle tüm sorunlarımızın kaynağını batıda arayan bir yaklaşımım olmadığını da belirteyim. Ancak bunların yanında objektif değerlendirmeler yapabilme, daha önemlisi nesnel fikirler oluşturabilmek adına batıyı kutsayan, onları insanlık aleminin melekleri sanan, onların önce demokrat olduklarını ve sırf demokrat oldukları içinde gelişebildiklerini savunan, Fransız ihtilalini özgür dünyanın merkezine ısrarla koyan ve bunu yaparak oryantalist kafanın en güzide örneklerinden biri olduğunu açıkça sergileyen yurdum tatlı su sazanlarından da değilim. Yani bu anlamda Kant gibi taraf tutmayıp dogmatik bir amaç gütmeksizin doğruyu aradığım söylenebilir…
Yazındaki bir çok manipulasyonu söylemeyeceğim. Çünkü sırf muhabbet devam etsin diye bildiklerini paylaşmanı istiyorum. Utandığın için küsüp yazmaman işime gelmez. Ama Hitler in propaganda bakanı Gobbels e benzer özellikler sergilediğini eklemeliyim. Biliyorsun o'da tartışmada "Yalanı ne kadar büyük söylersen kitlelerin inanması o denli kolay olur" diyordu. Yani yazılarında neredeyse beni neo-osmanlı ilan ettiğini görünce hatırlatayım dedim
Emperyalizm kelimesinin etimolojik kökenine dair yaptığın sondaj günümüz siyasi terminolojisinde algılanan emperyalizm kavramını yakalamaktan oldukça uzak. Siyasi metinlerde daha çok sömürgeci sistem olarak geçen eski düzenin aksine emperyalizmin günümüzde aldığı form bambaşka boyutlar içeriyor. Yeni enformasyon ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi (Burada iplerin kimin elinde olduğu önemli), Sovyetlerin dağılmasıyla artık rakip tanımadan tüm dünyada inanılmaz örgütlenmeler yapabilen uluslar arası neo-liberal ekonomik oluşumlar, çokuluslu! Şirketlerin giderek çoğalması ve çokulusluluk ilizyonu altında sömürgecilik dönemindeki sızmaların çok daha etkin formlarının geliştirilmesi, kamu politikalarında devletin rolünün küçülebildiği kadar küçülmesi(Hatta mümkünse devletin yokolması), Sınırlar aşan sivil! Toplum örgütlerinin devletler politikalarını yönlendirebilme kudretine eriştirilmesi, borsa yoluyla üretimden spekulasyona kayan ekonomik oluşumlar, uluslar arası finans kurumları, vb…Bunlar çoğaltılabilir..Yani eskiden bizim ataların allah allah nidalarıyla at üstünde seğirtip talan etmelerinden ya da eski yunandan beri Romalılarla gelişerek batılıların yaptıkları çapuldan bahsetmiyoruz. Bahsettiğimiz şey özellikle bilimin gelişimiyle birlikte son derece trajik bir forma bürünen sömürgeci -senin deyiminle emperyalist- kafanın ikinci dünya savaşından sonra bu mücadelenin varacağı trajik sonuçları görüp çok daha enterasan ve daha çok kültürel alanda yoğunlaşarak ortaya çıkardıkları yeni formdur. Buna göre tarihin hiçbir döneminde soyulan milletler kendilerini soyanlara şiirler düzmemişlerdi. Bir ulusun kendinden güçlüler karşısında ezilmesi tarihin her döneminde bir gerçeklik olagelmiştir ama bir ulusun kendini ezenler karşısında öncelikle kendi aydınlarından başlayan bir tür mankurtlaşmayla çaresiz kalması ve bu ezilmeyi öncelikle kendi bilincinde meşrulaştırması...İşte bu tarihin hiçbir döneminde olamamış bir gelişmeydi ve çağdaş emperyalizmin en güçlü silahıda işte bu mankurtlaşmadır...Ama asıl mesele basit çığlıklar atarak bu gerçek karşısında ağlaşmak değil. Önemli olan öncelikle bu oluşumu tam olarak teşhis etmek. Ardından -eğer becerilebilecekse- belki ona arşı bazı adımlar atılabilir. İşte bu nedenle bu süreci tam olarak çözümeyecek bir kuramsal duruş önem kazanıyor.
Sana yaptığın değerlendirmelerdeki temel hatayı daha önce internette okuduğum uzunca bir makaleden ilgili bölümü kopyalayarak göstermek istiyorum. Eğer dikkatle okursan AB yada Batıya yönelik değerlendirmelerindeki temel hatan nerede rahatlıkla görebileceksin sanıyorum.
Başta siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlardaki birçok değişimin sorumlusu olarak tanıtılan, dolayısıyla günlük hayatımızın her safhasına nüfuz etmiş küreselleşme gibi bir kavramın, akademik çevrelerce nasıl ve ne ölçüde ele alındığının incelenmesi, sosyal bilimlerin akademik yapılanmasında bazı sorunlar olduğu hakkında şüpheler yaratmaktadır. Küreselleşme örneğinde karşılaşılan akademik basiretsizliğin nedenlerinin anlaşılabilmesi, ancak bugünkü şekliyle sosyal bilimler yapısının tarihsel olarak nasıl oluştuğunun incelenmesiyle mümkündür. Ayrıca bu inceleme, söz konusu tıkanıklıkları aşacak türden alternatif bir yöntem tespit edilmesi yolunda da anlamlı ipuçları verecektir.
Günümüz bilim dünyasının akademik yapılanması kökenleri Aydınlanmaya kadar geri giden Avrupa merkezli bir toplumsal gelişimin sonucudur. [9] Batıda Aydınlanma ile birlikte toplumun, geçmiştekinin aksine doğaüstü güçlere değil, gelişimini belirleyen yasalardan başka bir şeye bağımlı olmadığı fikri önem kazanmaya başlamıştı. Bu fikirsel dönüşüm doğa bilimlerindeki ilerlemenin sonucunda gerçekleşmişti. Doğa bilimlerindeki hızlı ilerlemeler sayesinde öyle bir aşamaya varılmıştı ki, dünyanın o döneme kadar karanlıkta kalmış pek çok cephesi artık aydınlanmış bulunuyordu; kimyasal maddelerin bileşimi, atom, molekül, canlı hücresi ve türlerin evrimine ilişkin keşifler, o döneme kadar ancak mekanikte uygulama alanı bulan bilgiyi kat kat zenginleştirmişti. Doğa bilimlerindeki bu ilerlemeler sosyal bilimlerin yapılanmasında etkili oldu ve 19. yüzyılın ortalarında, toplumsal bir bilimin hedefini doğa bilimlerine göre tanımlamak eğilimi ağırlık kazanmaya başladı. İnsanoğlu ve toplum canlı varlıklar olarak görülüyor, dolayısıyla doğa bilimlerinin yeni dallarında geliştirilen yöntemlerle çözümlenebilecekleri düşünülüyordu. [10]
“Bu durumda 19. yüzyıla egemen olan zihniyetin, insan ve toplum bilimlerinin de zamanla en az doğa bilimleri kadar ‘sağın’ (yetkin) olabileceklerine, çünkü nasıl doğanın bağlı olduğu doğa yasaları varsa, insan ve toplumun da bağlı olduğu benzer yasaların bulunduğuna inanması şaşırtıcı değildi” [11]. Bu pozitivist düşünsel gelişmenin doğal bir sonucu olarak da sosyal bilimlerde, doğa bilimlerininkine benzer bir yapılanmanın temelleri atılmış ve iktisat, siyaset, sosyoloji, antropoloji, vs. gibi alt disiplinler belirginleşerek aralarındaki sınırlar çizilmiştir. Ancak doğa bilimleri disiplinlerinin -aralarındaki sınırlar çok iyi belirlenmiş olmalarına rağmen- geliştirdikleri disiplinlerarası yardımlaşma ve dayanışma geleneği, sosyal bilimler yapılanmasında gerçekleştirilememiş, ‘rekabet’ olgusu daha ön plana çıkmıştır.
Bu arada sosyal bilimlerdeki kopukluğun kapitalizmin gelişimiyle olan diyalektik ilişkisi de unutulmamalıdır: Sosyal bilimlerde akademik yapılanma kapitalizmin iç dinamiklerine ve kapitalist gelişmenin gereklerine uygun bir şekilde oluşmuştur. Aydınlanma sonrası Avrupa’sında, kapitalizmin itici gücü olan ‘işlevsellik’, ‘verimlilik’, ‘kârlılık’ ve ‘araçsal akılcılık’ gibi temel prensipler en ön plana çıkmışlardı [12]. Toplumsal ilişkiler ve yapılar bu prensiplere göre yeniden şekillendi; siyasal alanda modern devlet ve ekonomik alanda özel teşebbüs gibi kurumlar yaygınlaştı. Eğitim de bu prensipler ve kapitalist gelişmenin sonucunda ortaya çıkan yeni kurumların ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. Sosyal bilimler kapsamında yer alan disiplinler bu dönüşümden -doğal olarak- nasibini aldılar ve uzmanlaşma adı altında birbirleri arasındaki sınırları kalınlaştırdılar.
Uzmanlaşmış akademinin bölünmüş yapısı, Robert Cox’un da belirttiği gibi, kendisine büyük bir avantaj sağlar: Bölümler (yani disiplinler) sınırlı değişkenleri değerlendirmeye alarak ceteris paribus prensibiyle hareket ettikleri için çözüm üretebiliyor gözükmektedirler [13]. Ancak bu yanıltıcıdır, çünkü çözüm önerileri tek boyutludur: Ekonomik sorunlara yönelik çözümler sosyal sonuçları, sosyal sorunlara yönelik çözümler siyasal sonuçları, siyasal sorunlara yönelik çözümler kültürel sonuçları, vs. göz önüne alınmadan formülize edilmektedir. Bu tek boyutlu yaklaşımların amacı toplumsal ilişkiler düzenini tehdit eden sorunların, düzenin yapısını değiştirmeksizin, en az zararla atlatılmasını sağlayacak türden çözüm yollarını bulmaktır.
Sonuç olarak -bugünkü haliyle- sosyal bilimler toplumsal gelişmeleri ve gerçeklikleri açıklayabilen ‘bütünselci’ analizler yapılmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir ve ‘yoksulluğun yaygınlaşması’, ‘açlık’, ‘küresel ekolojik sorunlar’, ‘etnik çatışmalar’, ‘organize suç’, ‘uluslararası terörizm’, gibi insanlığı birinci dereceden ilgilendiren temelli sorunlar hakkında ne açıklayıcı olabilmek ne de alternatif çözüm yolları üretebilmek aşamasında başarılı olmaktadır. Ancak bu noktada bu yapılanmanın tamamen terk edilmesini, yerine yeni bir yapının kurulmasını önermek safdillilikten öteye geçmez. Bu yapılanma -her ne kadar zafiyetlerle dolu da olsa- tarihi temelleri olan toplumsal bir gelişmenin sonucunda oluşmuş bir gerçekliktir. Temelli toplumsal sorunlara çözüm yine bu akademik yapılanmanın içerisinden çıkmak durumundadır. Yukarıda sadece birkaç örneği verilen sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verdiği düşünülen yöntemin temel özelliği ‘disiplinlerarası’ olmasıdır.
Disiplinlerarası yaklaşım, doğası gereği, karşılaşılan sorunlara teknik bir aksaklık gözüyle bakmaz. Bu yaklaşım toplumsal ilişkilerin ekonomik, siyasal, kültürel boyutlarıyla bir bütün olduğunu kabul eder ve bu çerçevede karşılaşılan sorunları bütün boyutlarını göz önüne almaya çalışır. Uzmanlaşmaya karşı değildir; rekabete ve rekabet sonucu oluşan kopukluğa karşıdır. Ancak ve ancak disiplinlerarası bir yöntem, her disiplinin kendi içerisinde ürettiği atomistik analizlerin ötesine geçerek incelenen gerçekliğin ‘bütünselci’ bir portresini sağlayabilir. Bunun içindir ki, sosyal bilimlerde disiplinler arası yardımlaşma ve dayanışma tesis edilmeli ve ‘ortak yöntem’, ‘ortak dil’ oluşturulmalıdır [14].
Sosyal bilimler arasındaki kopukluk, karşı karşıya bulunulan sorunsalların ele alınmasını kolaylaştıracak ortak bir dilin yaratılmasını engellemektedir. Örneğin küreselleşme vakasında sosyal bilimler disiplinlerinin birbirlerinden kopuk olmaları ve yardımlaşmamaları sadece bütünsel bir analiz yapılamamasına sebep olmamakta, aynı zamanda sağlıklı bir analize ulaşılmasını sağlayacak tartışma ortamına ulaşılmasını engelleyecek türden korkunç bir kavram kargaşasını da doğurmaktadır [15]. Ancak, bilimsel faaliyet açısından ortak bir dilin bulunması, en azından kavramların ne bağlamda ve ne için kullanıldığının açık olması gerekmektedir. Bu ortak dil ‘tarihselcilik’ boyutu ile kurulabilir.
Fransız tarihçi Fernand Braudel geniş perspektifli bir tarihselciliği sosyal bilimler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak dilin oluşması yolunda bir çıkış noktası olarak görmektedir. Sosyal bilimler geleneğinde çeşitli sebeplerden dolayı tarihsel açıklamalardan uzak durma eğilimi olduğunu vurgulayan Braudel’e göre zaman kavramın üç boyutu vardır [16]. Birinci boyut birey olarak bizleri direkt etkileyen gün be gün yaşanan değişimleri kapsayan olaylar dünyasını kapsayan ‘güncel zaman’dır. İkincisi on, yirmi veya en fazla elli yıla yayılan ‘konjonktürel değişimleri’ kapsayan ‘kısa vade’li süreçlerdir. Üçüncü boyut ise, ilk ikisinden çok daha gerilere giden, birkaç yüzyıla yayılabilen ve toplumsal dönüşümlerin ve yeni yapılanmaların oluşumunu ve gelişimini kapsayan uzun dönem, Braudel’in deyimiyle ‘uzun sureç’dir.
Braudel’e göre sosyal bilimcilerin ve -çoğu- tarihçilerin odak noktası yukarıda tanımlanan zamanın ilk iki boyutu üzerine olmuştur. Ancak güncel olaylara ya da kısa vadeli konjonktürel gelişmelere odaklanan tarihselcilik anlayışı ‘yanıltıcıdır’ [17]. ‘Uzun süreç’ sosyal olguları anlamak yolunda yeni bir bakış açısı getirmektedir. Olguları anlık ya da kısa vadeli zaman perspektiflerinin ötesinde ele alan bu yöntem, bir süreci hazırlayan temel sosyal, ekonomik, siyasal, vs. yapıların oluşum ve gelişmelerini tespit etmeye çalışarak, ‘şimdiki duruma nasıl gelindiği’ hakkında tutarlı bir analiz yapılmasına olanak sağlamaktadır. Bu anlayışa göre hızlı hareket eden ‘güncel olaylar’ ve ‘konjonktürel olaylar’ çok daha yavaş hareket eden köklü gelişmelerin uzantısıdır. Olayların anlık ya da kısa vadeli algılanmalarının yanıltıcılığı, ancak ve ancak bu yavaş hareket eden gelişmelerin tespit edilmesiyle, Braudel’in deyimiyle ‘uzun süreç’ içerisinde ele alınmalarıyla aşılabilir. Sonuç olarak Braudel’in ‘uzun süreç’ kavramı çerçevesinde yapılanan bir tarihselcilik anlayışının disiplinler arasındaki kopukluğu ortadan kaldıracak ortak bir dilin oluşması açısından yararlı bir yöntemsel araç olabileceği ve bu ortak dilin insanlığı ilgilendiren temelli sorunlara yönelik daha açıklayıcı / sağlıklı analizler yapmaya imkan verebileceği düşünülmektedir.
Temelli sorunların ele alınmasında kullanılacak yöntem sadece geniş perspektifli tarihselcilik ve disiplinler arası dayanışma ve yardımlaşmanın getirdiği bütünselcilik anlayışları ile sınırlı kalmamalı, ayni zamanda ‘eleştirel’ olma yönünde de adım atmalıdır. Eleştirel yöntem tarihsel oluşumları ve yapıları olduğu gibi kabul ederek onlara tarihüstü nitelikler atfeden muhafazakar bir çizginin aksine, söz konusu oluşum ve yapıların nasıl oluşageldiklerini sorgular. [18] Bu eleştirel sorgulama, Antonio Gramsci’nin de belirttiği gibi ‘daha önceki düşünüşü aşma şeklinde’ yeni çözüm yolları üretebilecek açılımları sağlayabilecektir [19] . Eleştirellik, insanların sadece ‘dünyayı anlamak’la kalmayıp, onu ‘değiştirecek’ duruma gelecekleri bir fikir dünyası oluşturabilme yolunda temel bir ilke olarak düşünülmektedir [20].
Bundan sonraki bölümde yukarıda çok temel hatlarıyla özetlenmeye çalışılan bütünselcilik, tarihselcilik ve eleştirellik ilkeleri ışığında küreselleşme üzerine kısa bir analiz yapılmaya çalışılacaktır. Kanımızca bu analiz için başlangıç noktası küreselleşmenin ‘uzun süreç’ içerisindeki anlamının sorgulanmasıdır.