Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Hayata tutunan öyküler

hüseyin19

Üye
Üyelik
24 Mar 2010
Konular
165
Mesajlar
535
Reaksiyonlar
0
[FONT=Arial]SEVGİ
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş.
Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında,bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, "Babacığım,kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm." demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş:
"Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?" Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş... Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın.
Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler , insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.[/FONT]
 
Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. Moses Mendelssohn, günün birinde Hamburg da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti.
İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu.
Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü.
Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses i çok üzdü. Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi.
"Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses in yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu: "Peki ya siz?"dedi."Siz inanır mısınız buna?"
Moses bir an bile duraksamadı: "Evet,ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı,onun evleneceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da,benim evleneceğim kız belirlenmiş ve bana Senin karın kambur olacak demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı dan.
Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap demişim." Moses in bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatIp, Moses in elini tuttu.Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu.

Bu anlatılanlar bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
 
NASİP
Siva ve Sakti, Hinduizm in kutsal çifti, gökyüzündeki yüksek katlarında oturup, bir yandan yeryüzünü seyrediyorlar, bir yandan da insan yaşamını tehdit eden unsurları, insan davranışlarındaki karmaşayı, insan olmanın acılarla dolu bedeline hüzünleniyorlarmış.

Birden Sakti, ara sokakların birinde ayakta bile zorla duran perişan yoksulu farketmiş..


Kalbi merhametle burkulmuş. Yaşamak için verdiği savaş, dürüst ve iyi bir insan olması onu etkilemiş olmalı ki, kutsal kocasına


"Bu zavallıya biraz altın vermesi" için yalvarmış. Siva adamı bir an gözlemiş, sonra sevgili karısına dönerek,


"Yapamam" demiş..


Sakti şaşırmış.


"Ne demek?" diye isyan etmiş kocasına..


"Sen bu evrenin sahibi, en yüce tanrısı değil misin? Bu kadar basit bir şeyi nasıl yapamazsın?"


"Bunu ona veremem çünkü henüz almaya hazır değil" demiş, Siva..


Sakti çıkışmış,


"Yani, yolunun üzerine bir kese altın bırakamayacağını mı söylüyorsun?"


"Tabii, bırakabilirim" demiş, Siva.. "Ama bu başka bir şey.."


"Lütfen.." diye yalvarmış, Sakti.. "Lütfen.."


Ve Siva bir kese dolusu altını yoksul adamın yolunun üzerine bırakmış..


Zavallı yoksula gelince, o akşam iki lokma bir şey bulup yiyip yiyemeyeceğini, yoksa yine aç mı uyuyacağını düşünerek yoluna devam ediyormuş.. Köşeyi dönünce,


"Şuna bak" demiş, "koca bir taş parçası iyi ki, gördüm.. Çarpsaydım, partalı çıkmış sandaletlerim iyice elden çıkacaktı.."


Ve dikkatle altın dolu kesenin üzerinden atlayarak yoluna devam etmiş..


Yaşam yolumuzun üzerine yüzlerce torba dolusu altın bırakıyor..


Ya çok seyrek olarak bu torbalar olduğu gibi görünüyor ya da biz onların bilincine çok geç varıyoruz
 
güzel paylaşımlarınız için teşekkürler...
 
ŞİFA KİMİN ELİNDEN VERİLİR...BİLİNMEZ....
Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.
Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin baş ağrısı artarak sürer.Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya baslar.Başka doktorlar çağrılır... Osman Efendi Uşak'ın ileri gelenlerindendir, ağrıyı kesene servet vaat eder.Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır, baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul'a götürmeye karar verirler.

İstanbul'da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir, testler yapılır... Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir. Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşları hayatı çekilmez hale getirmiştir.Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür. O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır. Sonuç: Osman Efendiye teşhis konulamaz. Artık yerinden kalkamayan Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir, ülkesine dönüp "dinlenmesi", daha doğrusu son günlerini -evinde- geçirmesi tavsiye edilir

. Osman Efendi bitkin, aile perişan. "Kader" denilir, Uşak'a dönülür. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar. Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi Berber Mehmet çağrılır

. Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber Mehmet bir an düşünür. "Beyim?" der, "Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın" Bir bakar, "Hah işte der. "Kıl dönmüş." Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla kapı dışarı edilir
.Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır, kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır
.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet'i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BU YAZIDAN ÇIKARTILACAK SONUÇLAR :
1. Vergiden turizme, sosyal güvenlikten adalet reformuna kadar Berber Mehmet efendilerin fikirleri var, dinlemek gerek.
2. Bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olur.
3. Burnundan kıl aldırtmayanların başı çok ağrıyabilir.
 
Güzel ve anlamlı paylaşımlar için teşekkür ederim.Devamını dilerim ..
 
Cami ve Kilise


Fatih, İstanbul u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan ın fethi artık an meselesi idi.
Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.
Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet e giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
 
SEVGİYE HER ZAMAN YER BULUNUR...

Bir tapınak, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu ve burada geçerli olan incelik,anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.Bir gün tapınağın kapısına - bir yabancı geldi.
Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, kapıda tokmak ya da çan, zil türünden ses çıkaran bir gereç yoktu.Bir süre sonra kapı açıldı,içerdeki "bilgelik arayıcısı" kapıda duran yabancıya baktı.

Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

İçerdeki bir süre kayboldu,sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve kabı yabancıya uzattı. Bu "Yeni bir aracıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz" demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü,aldığı bir gül yaprağını dolu kabın içindeki suyun üzerine bıraktı.Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

İçerdeki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardır.

Bu sevgiydi ve sevgiye her zaman yer bulunurdu.
 
[SIZE=4]KARDEŞLİK

[/SIZE]
bir aile vardı bu ailenin 2 tane çocukları vardı en büyükleri kızdı ve14 yaşındaydı diğeri ise 4 yaşında ve erkekti.kız erkek kardeşini hiç sevmezdi.onu hep kıskanırdı ve onun daha çok sevildiğini düşünürdü.bir gün kardeşi gece vakti nefes alamamaya başladı ve git gidide kötüleşti.hemen ambulansa haber verdiler ve hastaneye gittiler.kardeşinin hastalığını araştırmak için doktorlar 2gün boyunca
araştırma yaptılar.hemen çocuğun ailesine haber vermediler.önce ailenin tüm üyelerinden kan örnekleri alındı ve o gün gelmişti.o gün sonuçlar açıklanacaktı.
doktorlar çocuğun ümitsiz bir hastalığa kapıldığını ve sadece bir tek umudun kaldığını ve bu çarenin acilen gerçekleştirmek gerektiğini söyledi.aile yıkıldı.sonra ablasının aklına bir soru takılmıştı.bu ümit neydi.hemen toparlandı ve doktora sordu:
-bir umut olduğunu söylemiştiniz bu umut ne?
doktor kıza doğru bir adım attı ve 'bu umut senin hayatın'dedi.
kız ve ailesi şaşırmıştı ve sonra doktor konuşmaya başladı.
-iki gün önce sizden kan,doku örnekleri ve bir çok test yapmıştık.bu testin sonucunda sadece kızınızın test sonucu oğlunuza uyuyor.bunusöylemek gerçekten çok zor ama bir karar vermeniz gerek.daha doğrusu bunun kızınızın karar vermesi gerek.sonra kıza döndü.
-sen nediyorsun kızım?
kız önce bir duraksadı.saniyeler saatler gibi geçmeye başlamştı.sonra kız elind e ıslaklık fark etti.eline baktı ve kız ağlıyordu.sonra doktora baktı:
-peki ben kardeşim için ölmeye rağzıyım dedi.
ailesi şaşkındı.çünkü kız kardeşini sevmezdi.anne baba ne yapacağını bilmeden öylece kızlarına baktılar.donmuşlardı.içlerinde hem sevinç hemde üzüntü vardı.oğulları yaşayacak kızları ölecekti.sonra ne yapacaklarını bilemediler.öylece kalakaldılar.kız doktora tekrar sordu:
-ne zaman kardeşime yeniden hayat vereceğim?dedi.
bu sözlerin üzerine doktorda gözyaşlarına boğuldu.
cevap verdi:
-hemen şimdi.fazla vaktimiz yok,dedi.kız sadece doktordan yarım saat istedi.doktor şaşırdı.yarım saat çok kısaydı.kız ailesine dönüp:
-sizden sadece 3 şey istiyorum.birincisi ben öldükten sonra eve gidin ve tüm bana ait eşyaları yakın dedi.ikincisi bana telefon verin bir kaç kişiyi aramam gerek dedi.üçüncüsü sakın benden kardeşime söz etmeyin.beni zaten büyüdüğünde hatırlamaz dedi.kızın annesi bayılmanın üstüne geldi.aile büyük bir şok yaşıyordu.sonra kız devam etti:
-lütfen bana son kez bunları yapacağınıza söz verin dedi.
aile çok üzgün bşr lekilde söz verdi.kızlarını vaz geçirmeye çalışmadılar bile çünkü kızının yarım saati kalmış ve ne kadar inatçı olduklarını biliyorlardı.
kızın yarım saati dolmuştu.doktor kızı hazırladı ve son kez ailesiyle konuşmak için izin verdi.kız annesiyle babasının yanına gitti ve onlara sıkıca sarıldı.sadece tek bir şey söyledi
-kardeşim iyileşince benim için ona sarılın ve onu hergün 1000 defa öpün dedi.ailesi birşey anlamamıştı.
kız ameliyata girdi.sonra yanındaki yatağa kardeşini getirdiler ve son kez ona bakıp elini tuttu ve şu sözleri söyledi:
meraketme canım sen benim biricik küçük sevgilim olarak kalacaksın.seni çok ama çok seviyorum dedi.sonra ameliyat başladı ve 5-6 saat sonra ameliyat bitti.artık anne-baba ayakta ilaçlarla duruyorlardı.çok garip duygular içindeydiler.sonra oğulları odaya alındı ve oğullarının odasına gittiler.oğulları çoktan uyanmıştı.kızları ise direk morga gitmişti.çocuk annesiyle babasına bakarak şöyle dedi:
-ben bir rüya gördüm ablam gelmiş bana biricik küçük sevgilim diyordu.biliyormusun anne ben ablamın biricik sevgilisiymişim.onunla ben yaşlandıktan sonra buluşacakmışız.bana öyle söyledi.artık onu çok seviyorum ve size söz veriyorumki onu unutmayacağım....
 
baba_cevre_strabo.jpg


Hintli yasli bir usta, ciraginin surekli herseyden
sikayet etmesinden bikmistir. Bir gun ciragini tuz almaya
gonderir.

Hayatindaki herseyden mutsuz olan cirak dondugunde,
yasli usta ona, bir avuc tuzu,bir bardak suya atip icmesini soyler
.
Cirak, yasli adaminsoyledigini yapar ama icer icmez agzindakileri
tukurmeye baslar.

Tadi nasil? diye soran yasli adama ofkeyle:
- aci diye
cevap verir.
Usta kikirdeyerek ciragini kolundan tutar ve disari
cikarir. Sessizce az ilerdeki golun kiyisina goturur ve
ciragina bu kez debir avuc tuzu gole atip, golden su icmesini soyler.
Soyleneni yapan cirak, agzinin kenarlarindan akan suyu koluyla
silerken, usta ayni soruyu sorar:Tadi nasil?

- Ferahlatici diye cevap verir genc cirak. Tuzun tadini
aldin mi?diye sorar yasli adam,
Hayir diye cevaplar ciragi. Bunun uzerine yasli adam,
suyun yanina diz cokmus olan ciraginin yanina oturur ve
soyle der:

Yasamdaki acilar tuz gibidir, ne azdir, ne de cok.
Acinin miktari hep aynidir. Ancak bu acinin siddeti, neyin icine
konulduguna baglidir.. Acin oldugunda yapman gereken tek sey aci
veren seyle ilgili hislerini genisletmektir. Onun icin
sen de artik bardak olmayi birak, göl olmaya calis...
 
[FONT=Tahoma][SIZE=3]Eski Bir Çin Hikayesi..[/SIZE][/FONT]

[SIZE=3][/SIZE]
[FONT=Book Antiqua][SIZE=4]köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş ama kralın bile kıskandığı bir ata sahipmiş. Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. “ Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?” dermiş.
http://www.gizlikapi.org/yasam-hikayeleri/55608-eski-bir-cin-hikayesi.html
Bir sabah kalkmışlar ki at yok! Köylü ihtiyarın başına toplanmış. “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne atın,” demişler.

İhtiyar, “Karar vermek için acele etmeyin,” demiş. “Sadece ‘at kayıp’ deyin, çünkü gerçek sadece bu. Ötesi sizin yorumunuz. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa şans mı bunu henüz bilemiyoruz.”

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden, bir gece ansızın at dönmüş. Meğerse çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler.
“Tamam”, demişler, “sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var.”
“Karar vermek için yine acele ediyorsunuz,” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden, “bu adam sahiden budala,” diye geçirmişler.
Bir hafta geçmeden, ihtiyarın tek oğlu vahşi atları terbiye etmeye çalışırken attan düşmüş ve bacağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun bir süre yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmiş ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın,” demişler. “bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre bacağını kullanamayacak. Sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.”
İhtiyar, “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz,” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yorumunuz, sizin verdiğiniz karar. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”

Birkaç hafta sonra düşmanlar kat kat büyük bir orduyla saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan herkesi askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu hariç büyün gençleri askere almışlar! Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler gene ihtiyara gelmişler. “Gene haklı olduğun kanıtlandı,” demişler. “oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki hiç dönmeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış meğer.”
“Siz erken karar vermeye devam edin,” demiş ihtiyar. “Oysa gelecekte ne olacağını kimse bilemez. Bilinen tek şey var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde…Bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu kim bilebilir ki?”
Eski bir çin hikayesi olan bu anlamlı öyküden çıkarılacak dersler nelerdir?

1. ders: bu öykü bana dilimizdeki ‘hayırlısı olsun’ deyişinin anlamını açıklıyor.
2. ders: elde ettiğimiz sonuçlar değil, onlara yüklediğimiz ‘iyi’ ya da ‘kötü’ gibi anlamlar ne hissedeceğimizi belirliyor.[/SIZE][/FONT]
 
KISA HAYATLAR..

Bir ilkbahar sabahıydı. Güneş, pırıl pırıl altın ışıklarını yer yüzüne yolluyordu.

Bu ışınları gören kozalardan o sabah beyaz bir kelebek çıktı. Çok büyük ve tül gibi ince bembeyaz kanatları vardı. Birden kendini bir bahçenin çiçekleri arasında buldu. Önce keşif uçuşuna çıkıp bahçeyi dolaştı. Sonra dinlenmek için kırmızı bir güle kondu.

Dinlenirken, kanatlarını dikleştirip birleştirmişti. Etrafına baktı. Doyasıya yeşilliğe daldı saatlerce seyretti…

Dinlenmişti. Şimdi dolaşma vaktiydi, yaşamalıydı, önünde uzun zamanı vardı. Ağaçlara uçtu. Çiçeklere kondu. Mutluydu, özgürdü. Herkes ona bakıp “ne güzel” diyordu. Akşama kadar çiçekten çiçeğe, daldan dala uçup durdu. Güneş batarken bir garip his kapladı içini, artık öğrenmişti.

Sadece bir günlük olan ömrü bitmişti. Son bir kez etrafına baktı. Batan güneşe daldı. Ve bir daha hiç uyanmadı…


KELEBEĞİN BİR GÜN DE OLSA ÖMRÜ VAR AMA İNSANIN BİR SAATİ BİLE GARANTİ DEĞİL..
 
BAKIŞ AÇISI

Hindistan’ da yüksek bir dağın doruğuna yapılmış “BİN AYNALI TAPINAK” adlı görkemli bir tapınak vardı.

Günlerden bir gün bir köpek dağa tırmandı,tapınağın merdivenlerinden çıkarak “BİN AYNALI TAPINAK ” a girdi.

Tapınağın bin aynalı salonuna geçtiğinde bin tane köpek gördü.Korkarak tüylerini kabarttı,kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırdı,korkutucu hırıltılar çıkararak dişlerini gösterdi.Ve bin köpek de tüylerini diktiler,kuyruklarını bacaklarının arasına alıp korkunç sesler çıkartıp dişlerini gösterdiler,Köpek paniğe kapılarak tapınaktan kaçtı.

Ve o andan itibaren bütün dünyanın tehlikeli,korkunç köpeklerle dolu olduğuna inandı.Bir süre sonra bir başka köpek gelip dağa tırmandı.O da tapınağın merdivenlerinden çıkıp “BİN AYNALI TAPINAK ” a girdi.Tapınağın bin aynalı salonuna geldiğinde bin tane köpekle karşılaştı ve çok sevindi. Kuyruğunu salladı, neşeyle oradan oraya zıpladı ve köpekleri oynamaya çağırdı.

Bu köpek tapınaktan çıktığında dünyanın dost ve sevecen köpeklerle dolu olduğuna inanıyord
 
[FONT=Arial][/FONT]
[FONT=Arial] [/FONT]
[FONT=Arial][/FONT]
[FONT=Arial]GÜZELE YORMAK[/FONT]
[FONT=Arial][/FONT]
[FONT=Arial][/FONT]
[FONT=Arial]
[/FONT]
[FONT=Arial]Defnedilen bir cenazenin arkasından eshab-ı kiram konuşuyor.
Bir kişi, “Ya Resulallah! Tabutu çok ağırdı” diyor.
Efendimiz, “Demek ki sevabı çokmuş” diyor.[/FONT]

[FONT=Arial]
Başka bir cenaze sonrası yine birisi “Ya Resulallah! Tabutu çok hafifti” diyor.[/FONT]

[FONT=Arial]
Allah’ın Resulü, “Demek ki günahı çok azmış” buyuruyor[/FONT]
 
images


UYURKEN

Sevgili çocuğum, seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı,huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor.

Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi işime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim. Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, Sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım.

"Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hoşçakal, anneciğim!" dedin.

Öğleden sonra, sen odanda oynayıp,yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum.

Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.

Akşam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin.

Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Şimdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla. Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin. Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarakuzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracakhiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın.

Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacakenerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyiunutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.

Şimdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni baştan yaşamak istiyorum. Yarın, ben de sana,bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim -uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadansana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım.

Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumuanımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin busaatinde sana teşekkür etmeye geldim, çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve banagösterdiğin sevgi için...
 


Çocuğun beklentisi

Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki
çocuğunu kapının önünde beklerken buldu.
Çocuk babasına, "Baba bir saatte ne kadar para
kazanıyorsun" diye sordu... Zaten yorgun gelen
adam, "Bu senin işin değil" diye cevap verdi.
Bunun üzerine çocuk "Babacım lütfen, bilmek
istiyorum" diye üsteledi. Adam "İllâ da bilmek
istiyorsan 20 milyon" diye cevap verdi. Bunun
üzerine çocuk "Peki bana 10 milyon borç
verir misin" diye sordu. Adam iyice sinirlenip,
"Benim senin saçma oyuncaklarına veya
benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi,
derhal odana git ve kapını kapat" dedi.
Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı.
Adam sinirli sinirli "Bu çocuk nasıl böyle şeylere
cesaret eder." diye düşündü. Aradan bir saat
geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşti ve
çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını
düşündü, "Belki de gerçekten lazımdı"...
Yukarı çocuğunun odasına çıktı ve kapıyı açtı...
Yatağında olan çocuğa, "Uyuyor musun" diye
sordu. Çocuk "Hayır" diye cevap verdi...
"Al bakalım, istediğin 10 milyon. Sana
az önce sert davrandığım için üzgünüm.
Ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" dedi...
Çocuk sevinçle haykırdı, "Teşekkürler
babacığım"... Hemen yastığının altından
diğer buruşuk paraları çıkardı. Adamın
suratına baktı ve yavaşça paraları saydı.
Bunu gören adam iyice sinirlenerek, "Paran
olduğu halde neden benden para istiyorsun?...
Benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak
vaktim yok" diye kızdı... Çocuk "Param vardı
ama yeterince yoktu " dedi ve yüzünde
mahcup bir gülücükle paraları
babasına uzattı; "İşte 20 milyon...
Şimdi bir saatini alabilir miyim babacım?..."
 


images


Çobanın Aşkı

http://www.ailem.gen.tr/ilahi-ask/default.asp

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...
Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:
- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
- Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..."
Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü.
Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı...
Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:
- Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden...
Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
- Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar...
Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
- Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
- Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...
 
images

DEVE YAVRUSU..

Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! Beni bir deveye bindir!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!" dedi. Adam:
"Ey Allah'ın Resulü, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki!)" deyince Aleyhissalâtu vesselâm:
"Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur?" buyurdular." (HER DEVE BAŞKA BİR DEVENİN YAVRUSU DEĞİLMİDİR.)..[Tirmizî, Birr 57, (1992); Ebu Davud, Edeb 92, (4998).]
 



Allah Resulü [a.s] bir gün kızı Fatımanın evine geldi.Aliyi evde bulamadı.
- Amcanın oğlu nerde? diye sordu.
Fatıma:
- Aramızda bir şey geçti, beni kızdırdı.Bu yüzden gündüz uykusunu yanımda uyumadı; çıkıp gitti dedi.Allah Resulü bir adama.
- Bak, o nerede? buyurdu.O zat gidip geldi ve:
- Ey Allahın Resulü! O mescitte uyuyor dedi.Bunun üzerine Allah Resulü mescide Alinin yanına geldi.Ali uzanmış, ridası bir yanından sıyrılmış, vücudu toprağa bulanmıştı. Allah Resulü:
- Ebu Turab (Toprağın oğlu)! Kalk, Ebu Turab! Kalk diye diye bedeninden toprağı silkmeğe başladı. *

Kaynak :
* Tirmizi
* Buhari
 

karşılaştırma:

Baba oğlunun okul başarısındaki hali karşısında yavrusunu sürekli akranları ve arkadaşlarıyla karşılaştırır. Günlerden bir gün her zaman ki gibi: “Arkadaşın filan, mahallemizden filanın oğlu, doktorluğu ve mühendisliği kazansın. Sende daha bir şey yoktur”, deyince oğlu dayanamaz, cevabı yapıştırır: “Baba, senin yaşındakiler Belediye Başkanı, Milletvekili, Bakan, Genel Kurmay Başkanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı oldu da sen neden berber oldun.”
 

images



FANİ DÜNYA GEÇİNİP GİDİYORUZ
İki üç arkadaş bir yaz günü dinlenmek ve hoşça bir vakit geçirmek için bir su kenarına giderler. Su kenarı boyunca gezinirlerken uzaktan derenin içinde bir adam görürler. Adamın durumu gerçekten dikkat çekicidir. Adam, suyun içinde pantolonunu dizlerine kadar sıvamış vaziyette, durmadan elinde bir şeyler örmekte, diğer yandan sallayıp durduğu başının üstündeki bir çıngırak devamlı olarak çalmaktadır. Biraz daha yaklaştıklarında adamın sırtında bir yayık olduğunu ve ağzıyla da bir şeyler mırıldandığını görürler. Adama selam verirler. Adam selamı alır. <
<
Biri merak içinde sorar: <
<


— Kolay gelsin. Kusura bakma ama sormadan edemeyeceğim, derenin içinde böyle durmadan bir o yana, bir bu yana ne yapıyorsun?

Adam:

— Hiç ne olsun der: Bizim köyün camisinin halıları kirlenmişti. Hoca birini arayıp duruyordu. Eh ben de boştum. İşte gördüğünüz gibi halıları; yıkıyorum. Artık Hoca bize birkaç kuruş verir, bu fani dünyada geçinip gideriz.

Bu sefer diğeri sorar:

— Ya bu başının üstünde devamlı sallanan çıngırak nedir?

A!. O mu? Bizim komşunun bakla tarlası şu gördüğünüz derenin bitişiğindedir. Komşu giderken, şu bizim tarlaya da bakarsan iyi olur, demişti. Ben de zaten boşum. Çıngırak sallandıkça kargalar baklalara konmuyor. Eh artık komşu yarın hasat zamanında, bize bir iki teneke bakla verir herhalde. İşte ne yapalım, fani dünya geçinip gidiyoruz.

Bu sefer diğeri merakla sorar,

-Ya.. Şu elindeki nedir?

- O mu? der: Bizim komşunun oğlu askere gitmişti, ne zamandan beri bir mektupla kazak isteyip duruyordu. Komşu da bana rica etti. Ben de örgü örmesini biliyorum. Şurada boş duracağıma, hazır gelmişken onu da örüyorum. Eh artık buradan iki kuruş alsam fena mı olur? Ne yaparsın fâni dünyada geçinip gidiyoruz işte!

Biri yine dayanamayarak. Sırtındaki yayığı sormaya gerek yok, onu anladık, ama senin ağzın da boş durmuyordu, bir şeyler mırıldanıyordun, der.

Adam bu sefer :

— Ben Kur'an okumasını bilirim. Bir kaç defa hatim de ettim. Yasin-i Şerif ezberimdedir. Geçenlerde komşumuzun dedesi ölmüştü. Benden bir Yasin-i Şerif okuyup sevabını dedesine bağışlamamı istemişti. Ben de burada boş duruyorum. Hani boşken onu okuyayım demiştim. Her halde komşu artık bizi görür. Ne yapalım şu fani dünyada geçinip gidiyoruz, der...


 
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3][/SIZE][/FONT]
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3][/SIZE][/FONT]
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3][/SIZE][/FONT]
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3][/SIZE][/FONT]
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3][/SIZE][/FONT]
[FONT=Arial Narrow][SIZE=3]KARINCALARIN EVİ

Van'da talebelerine ders veriyordu.Yaz aylarında Erek dağındaki yaylaya çıkar,derslerine orada devam ederlerdi.
Yine bir bahar mevsimini yaylada geçirmişlerdi.Havalar yavaş yavaş soğumaya başlamış,kış yüzünü göstermişti.
'Kar yağmadan önce barınak yapalım,hiç olmazsa orada barınırız' dediler.
Kaldıkları yer biraz yamaçtı.Bediüzzaman barınak yapmak için uygun bir yer göstererek:
'Buraya bir pencere,bir de kapı açın ve kazın.Burası sıcak olur ve kışı burada geçiririz' dedi.
Talebeleri, 'Olur mu Üstadım?' dediler.
'Elbette olur' dedi Bediüzzaman.
İki talebesi yeri kazmaya başladı.Bediüzzaman gelip gidip kazılan yeri kontrol ediyordu.Bir ara kazılan yerden birer birer karıncaların çıktığını gördü.
'Bırakın orayı' dedi.
'Niye Üstadım?Ne güzel kazıyoruz işte,zaten az bir yer kaldı.'
'Hayır'dedi Bediüzzaman.'Bir ev yıkıp bir ev yapmka olmaz.Bu hayvanların yuvasını dağıtmayın,başka yeri kazın.'
Bu şekilde üç yer değiştirdiler.Üçüncü yerden sonra karıncaların olmadığı bir yeri kazıp kendilerine barınak yaptılar.
[/SIZE][/FONT]
 
images


SARHOŞ VE BESMELE

Bişr-i Hafi. Evliyânın büyüklerinden. Genç. Günah çukuruna düşmüş yuvarlanıyor yuvarlandıkça batıyor...

Bir gün Gecesini içki masalarında sabahladığı bir gecenin günü. Sarrhoş. Evinin yolunu tutturmuş, gidiyor, gitmeye çalışıyor. Yürüyor. O da ne? Bir kağıt, üstünde Besmele yazılı bir kağıt. İçi cız ediyor. Eğiliyor. Çamurların içinden Besmele yazılı kağıdı alıyor. Hiç Allah'ın ismi yerde olur mu, çamurlar içinde olur mu, bin bir düşünce bin bir ah ediş. Kağıdı öpüyor, çamurlarını siliyor, temizliyor, evine götürüyor, güzel kokulare sürüyor ve eveinin en güzel yerine asıyor.

O gece âlim bir zât bir rüyâ görür. Rüyâda,'' Git, Bişr'e söyle! İsmimi temizlediği gibi onu temizlerim. İsmimi büyük tuttuğu gibi büyültürüm. İsmimi güzel kokulu yaptığı gibi, onu güzel ederim. İzzetime yemin ederim ki, onun ismini dünyada ve âhirette temiz ve güzel eylerim'' denildi.
Bu rüyâ, üç defa tekrar etti. Rüyâ gören kimse, sabah olunca, Bişr-i Hafi'yi arayıp meyhanede buldu. Mühim haberim var diye içeriden çağırdı. Bişr geldiğinde, gelen zâta dedi ki:
-Kimden haber vereceksin?
-Sana Allahü teâlâdan haber vereceğim. Bunu duyan Bişr, ağlamaya başladı ve sordu:
-Bana kızıyor mu, şiddetli azap mı yapacak? Rüyâyı sonuna kadar dinleyince arkadaşlarına dönüp şöyle söyledi:
-Ey arkadaşlarım! Beni çağırdılar, bundan sonra bir daha beni buralarda göremiyeceksiniz.
O zâtın yanında hemen tövbe etti. Bu anda ayağında ayakkabı bulunmadığı için, hiç ayakkabı giymedi. Sebebini soranlara,''Söz verdiğim zaman yalınayaktım, şimdi giymeğe hayâ ederim'' derdi.

Ayakkabı giymediği için kendisine ''Hafi'' (yalınayak)denilmiştir.
 
süper mimar

İstanbul devamlı bir su problemi içerisindedir.Bu problemin çaresi asırlar önce
Kanuni zamanında,Mimar Sinan'ın günlerinde konuşulmuş ve en büyük çare Sinan'la bulunmuştur.İstanbul'un o günkü nüfusu çoğalınca.Kanuni Sultan Süleyman,Sinan'ı huzuruna çağırır, Der ki: "Mimarbaşı, halkımız su ihtiyacı içinde. Bir at yükü suya çok miktar akçe ödüyorlar. Acaba halkımızın bu su ihtiyacını karşılamak için birşeyler düşünmez misiniz?" Mimarbaşı der ki:
"Sultanım siz müsaade buyurun, ben İstanbul'un çevresini bir dolaşayım, dışarıda mevcut suları İstanbul'a getirmenin mümkün olup olmadığını
bir inceleyeyim ve ondan sonra size bir cevap veririm." Ve Sinan Ağa atına biner, yanına yardımcılarını da alır, Çekmece'den başlayarak kıyıları dolaşır,
Beşiktaş'a kadar istanbul'un kıyılarında, dereleri, akan suları tespit eder.
Bu suların önü örüldüğü, baraj yapıldığı takdirde nereye kadar yükselir,
nereden nereye kemer yapılarak İstanbul'a getirilebilir, diye,bunun günlerce hesabını yapar ve Kanuni'nin huzuruna çıkar. Sultan sorar:
"Mimarbaşı, İstanbul'a su getirmek mümkün müdür?" Mimarbaşının cevabı:
"Belki sultanım, mümkündür. Ancak çok ağır bir şartı var."
"Nedir o mimarbaşı?" Sultanım, altın dolu keseleri uç uca dizmek şartıyla ancak
İstanbul'a su gelebilir.“Kanuni'nin cevabı şu olur: "Mimarbaşı sen İstanbul'a su
getirmenin mümkün olup olmadığını söyle. Eğer mümkünse ben keseleri
uç uca değil, yan yana dizmeye razıyım."Bunun üzerine Mimar Sinan kolları sıvar ve İstanbul'un dışındaki suları Kağıthane civarında belli yerlerde toplar,
oradan da dere içlerine büyük geçitler yaparak İstanbul'a getirir ve şehrin belli
meydanlarında umumi çeşmeler yaparak suyu akıtır.Bu çeşmelerin tamamı da kırkı bulur.Ve Kırk Çeşme suları akmaya başlar.
O güne gelinceye kadar, musluk gibi bir adet olmadığı için sular boşa akıp gitmektedir.O gün çok pahalıya mal olan suyu artık bostanlara,
yollara akıtmak istemiyorlar ve ilk defa İstanbul'da lüle dedikleri musluğu çeşmelere koyuyorlar.
Su böylesine pahalıya geldiği ve kıymet kazanmaya başladığı için Kanuni bir ferman çıkanr, der ki:
"İstanbul meydanlarındaki umumi çeşmeler halkın malıdır.
Hiç kimse bu çeşmelerden gizlice yeraltından evine su alamayacaktır."
Bu umumi kaidenin bir istisnasını da koyar Kanuni. O da özel olarak Sinan'a iletilir. Denir ki: "Sen İstanbul'a böylesine güzel bir çalışma sonunda kırk çeşme sularını getirdin. Sen evine özel olarak bir lüle su alabilirsin." Ve Süleymaniye civarındaki meydan çeşmesindenSinan'ın evine özel olarak yol yapılarak su akıtılır. Böylece Mimar Sinan evinde özel suyu olan tek kişi olur.
Mimar Sinan Şehzadebaşı Camiini, Süleymaniye Camiini ve Edirne'deki
Selimiye Camiini yaptıktan sonra yaşlanır.Devir hep öyle geçmemiştir.
itibarının yüksekte olduğu devirde, kendisinin kıymetini takdir edenler bir bir
bu dünyadan göçmüşler. Kanuni vefat etmiş, yerine başka padişahlar geçmiştir. Ve Sinan 99 yaşında!.. Çevresindeki dostları göçtüğü için de kendisi istanbul'da adeta yapayalnız kalmış. Ve artık yeni bir nesil yetişmiştir.
Bir gün Sinan'ın kapısına birisi gelip dayanır. Kapıyı çalar. Sinan bastonuna dayanarak kapıyı açar, "Buyurun" der. Gelen meçhul ihsan, "Ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi divana çağırıyorlar.Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız" der. Sinan Ağa, bu ihtiyar halinde, dostlarının tümünün göçüp gittiği,kendisini eserleri inşaat halindeykengörenlerin kalmadığı bu ihtiyar dünyada, "Acaba Topkapı Sarayına niye çağırılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider.Saraya girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur:
Kadılar, ulemalar, müftüler, o günün vükelası. Sinan'a şöyle derler:
Sinan Ağa, hakkında şikayet var. Eve su almak yasak olduğu, hiç kimse evine
özel olarak su almasın, diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel su varmış." "Evet," der, "Cihan Padişahı bana öyle özel olarak müsaade etmişti. İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma su
müsaade etmişti de almıştım." "O zaman şu müsaadenizi, fermam görelim de ses çıkarmayalım. Kimseye verilmemesine rağmen, sizinki devam etsin." Sinan'ın cevabı şu: "Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemekten hicap etmiştim.Fermanım falan yok, ama su benim evimde akıyor."
Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: "Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın."
Oradan başkaları cevap verir: "Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın." Divanda uzun münakaşalar olur,
son olarak verilen karar şudur:"Sinan gibi diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre,Sinan'a verilen su kesilmeli,fakat şimdiye kadar kullandığı su fermansız kullandığı için bir cezaya mucip olmamalıdır."
Ve bu karardan sonra Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil.Çünkü Sinan hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın veyaözel bir mükafat verilsin diye değil. Sinan 100 yaşına girerken hastalanır,
yatağa düşer. Vefat sırasında bir bezi suya batırıp da dudağına çalmak isterlerken bakarlar ki, evindeki musluktan su akmıyor. İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder. Vefat sırasında bu olayı başında konuşanlara
verdiği cevap enteresandır: "Biz hizmetimizi dünyada bir bardak suya satacak kadar menfaat düşkünü değiliz. Biz hizmetimizi Allah için yaptık ve mükafatını da ahirette bekliyoruz. Dünyada evimize su verilmediği için müteessir değiliz."
Bu olayın bizlere verdiği mesajlar vardır.
Dünyada, şana, şöhrete, dosta, ahbaba, arka olmalara fazla güvenmemeli.
Dünya öyle güvenilecek, insanlar öyle bel bağlanacak kadar vefalı değildir.
Şartlar değişir, bugün sırtımız çok sağlam yerde olur, çok itibarlı insanlarla yakınlığımız olur. Ama yarın bir de bakarız ki, dayanacak kimse kalmamış,onların hepsi göçüp gitmiştir...
Hani derler ya:
"Duvara dayanma yıkılır, nsana güvenme ölür.“
Öyleyse fani şeylere dayanmamalı, fani şeyleri gaye edinmemelidir.
O‘na dayanmalı, O’na güvenmeli ve yaptığımız hizmetleri de
O’nun rızası için yapmalıyız.
 
sıkıntılar nasıl yok olur?


O gün morali çok bozuktu. Kendisini iyice köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Başına açtığı dertler, sıkıntılar içinden çıkılmaz bir hal alıyor; kurtulmak için çırpındıkça sanki daha fazla batıyordu. Kendisini dev sorunların altında ezilen çaresiz bir zavallı gibi hissediyordu. Ruhunda yaşadığı sıkıntı bedenine de yansımıştı. Sanki damarlarından kan, hücrelerinden can çekilmiş gibiydi. Kendini yorgun, bitkin ve halsiz hissediyordu.

Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Sıkıntılı zamanlarda genellikle uyumayı tercih ederdi. O gün de erkenden eve gitti. Kendini hemen yatağa attı. Biraz uyuyacak, sıkıntı ve streslerinin yıkıcı etkisinden bir nebze olsun kurtulacaktı. Fakat uyku yerine düşüncelere daldı.
Çok zor durumdaydı. Acilen çözülmesi gereken sorunları vardı. Ama hiçbir şey yapamıyor, dertleri ile başa çıkamıyordu. Yaşamakta olduğu sıkıntıları düşündükçe bir türlü uyuyamıyordu. Yatağın içinde sağa sola dönüp duruyordu. Çok gergin ve stresli bir haldeydi. İçinde bulunduğu hali düşündü. Uzun zamandır hayatta hiçbir şeyden zevk ve lezzet alamaz hale gelmişti. İş hayatı da iyi gitmiyordu. Özel hayatında yaptığı bazı yanlışlar, yanlış arkadaş çevresi ve yanlış bir yaşam tarzı sonunda dert yumağı haline gelmişti. Çalışıyor, çabalıyor, gecesini gündüzüne katıyor; fakat bir türlü işleri yolunda gitmiyordu.

Çoğu zaman takdir beklediği nazarlardan tekdir görüyordu. Çok güvendiği dostları da vefasızlık ediyordu. İyi günde hiç yalnız bırakmayanlar, kötü günde, dar ve zor günde çil yavrusu gibi dağılmışlardı.

Hayatta karşılaştığı bela ve musibetler, düşman ve husumetler karşısında kendini korumasız ve yapayalnız hissediyordu. Sorunlarını çözemiyor, bir türlü bir çıkış yolu bulamıyordu. Bunaldıkça bunaldı, sıkıldıkça sıkıldı. Dünyayı sanki kara bulutlar kaplamıştı. Hayatının karardığını, bittiğini ve tükendiğini düşündü. Artık hiç kimseye güveni de kalmamıştı. Kimseye açılamıyor, kimseyle dertleşemiyor, uyuyamıyor, sabahlara kadar sigara içip, kara kara düşünüyordu.


Günden güne eriyip bittiğini düşündü. Pimi çekilmiş, patlamaya hazır bir el bombası gibiydi. Uyuyamamıştı. Evde daha çok sıkılacağını düşünerek biraz hava almak bahanesiyle kendini evden dışarı attı. Evden çıkar çıkmaz gayri ihtiyari, adeta refleks haline gelen bir alışkanlıkla doğruca tekel bayiine gitti. Bir poşet dolusu bira aldı. Araba ile rasgele dolaşmaya başladı.
Canının çok sıkıldığı zamanlarda genellikle arabaya biner, düşük hızla gezinti yapar, sigarasını yakıp müzik dinlerdi. Yine öyle yaptı. Araba düşük viteste, teyp açık, sigara yanıyor bir halde gezerken aldığı tüm biraları içmişti. İyice sarhoş oldu. O kafa ile direksiyonu kırdı ıssız, sarp, ağlık köy yollarına. İnsanların güvenlik gerekçesi ile gündüz bile gitmeye çekindiği, hele de memur-amirin koruma talebi olmadan gitmeyi aklından bile geçirmediği ıssız yollardan gitmeye başladı. Nasılsa kaybedecek fazla bir şeyinin olmadığını düşünerek pervasız davranıyordu.


Bir süre sonra müthiş bir kanyonu andıran vadiye indi, ırmak kenarına arabayı çekerek oturdu. Irmağın hışırtısını dinlemeye başladı. Suyun hışırtısı, akarken veya kenardaki kayalıklara çarparken çıkardığı sesler mükemmel bir musiki orkestranın konseri gibi geldi ona. Zevkle dinledi ırmağın sunmakta olduğu konser ve doğal musikiyi. Fakat bir süre sonra ırmağın hışırtısından duyduğu tatlı zevk yerini hüzne bırakmaya başladı. Su sesini dinledikçe yüreğindeki hüzün çoğalmaya başladı. Hüzünlendikçe mazilere dalıp gitti. Çocukluk günlerini düşündü, lise ve üniversite yıllarını hayal etti. Düşündükçe yüreğini bir acı ve hasret dalgası kaplamaya başladı.


Üniversiteyi bitirip iş hayatına atılınca her şey çok değişmişti. Okulu bitirince İstanbul'dan memleketine döndü. Üniversite yıllarında yaşadığı o cennet gibi ortamdan ve birlikte kaldığı ve sahabeye benzettiği o güzel insanlardan uzaklaştı. Evlendi ve ilk yıl bir çocuğu oldu. Evliydi ve artık baba olmuştu. Girdiği meslek sınavlarını kazanarak iyi bir işe girdi. Mesleği çok itibarlı bir görevdi. Mali ve sosyal imkânları da çok iyi idi. Öğrencilik yıllarında yaşadığı maddi sıkıntılara inat, yüksek bir maaş, lojman, sekreter, telefonlar, araba, konforlu bir çalışma ofisi gibi çok cazip imkânlar verilmişti. Bulunduğu ortamlarda hürmet, iltifat ve itibar görüyordu.


Yaşadığı ortam ve şartlar nedeniyle bir süre sonra kendisinin çok özel, çok önemli ve büyük adam olduğuna inanmaya başlamıştı. Çok sık” ben, ben, ben” demeye başlamıştı. Mevcut düşmanlarına şimdi bir de “enaniyet” eklenmişti.
İlk önce namaz tesbihatlarını aksatmaya başladı. Zamanla tek tük sabah namazları kaçmaya başladı. Bir süre sonra kazaya bıraktığı veya kaçırdığı namazların sayısı çoğalmaya başladı. Önceleri kaçırdığı namazları aynı gün kaza ederdi. Fakat zamanla kaza etme konusunda da ihmalkâr davranmaya başladı. Derken sünnetleri terk etti. Yasak savma kabilinden namazların sadece farzını kılıp sünnetleri kılmamaya başladı. O hale geldi ki kılmadığı namazlar çoğunlukta, kıldıkları ise tek tük olmaya başladı. Zamanla beş vakit namazı terk etti ve sadece Cuma namazları ile yetinmeye başladı. Önceleri namazsızlık ruhunu rahatsız ederken, zamanla rahatsızlık da duymamaya başladı. Yavaş yavaş Kur'an, Risale-i Nur ve diğer dini eserleri de okumayı terk etti. Dini ders ve sohbet yapacak arkadaş çevresi olmadığı için şahs-ı manevi desteğinden de mahrum idi.


Eskiden içki içmesi için ısrar eden amirini terslemiş, hatta azarlayarak rest çekmişti. Oysa artık hiçbir zorlama olmadan kendi isteği ile alkol kullanır olmuştu. Eskiden çok kitap okurdu. Oysa artık işten çıkar çıkmaz doğru lokale koşar, gürültü ve dumanlı kirli havada saatlerce okey oynar olmuştu. İnsanların sigara içmesine bir anlam veremeyip yadırgarken şimdi kendisi günde dört paket amerikan sigarası içer olmuştu. Arkadaş ve dost çevresi de değişmişti. İlişkilere gösteriş, riya ve yalan hakimdi. Kendisinden başka kimseyi sevmeyen ve sadece kendi çıkar ve menfaatlerini düşünen insanların birbirlerine karşı yaptıkları abartılı sevgi ve dostluk nutukları savruluyordu ortalıklarda.


Bütün bunlara rağmen yine de kendisini milliyetçi, muhafazakâr saymaktan, “kanımız aksa da zafer İslam'ın” demekten geri durmazdı. Bulunduğu ortamlarda din aleyhinde konuşulması na müsaade etmez, din aleyhinde konuşanlara sert tepkiler verir, içki alemlerinde çağdaş dostlarına karşı sarhoş kafa ile İslam savunuculuğuna soyunur, Kur'an, Hz. Peygamber ve İslam büyüklerinin aleyhinde söz söyletmezdi.
Uzun lafın kısası o, artık bir ehl-i dünya olmuştu. Aradan yıllar geçti, bir insanın dünya hayatında isteyebileceği her şeye sahipti. Mal, mülk, para, makam, mevki, çoluk, çocuk, ev, araba vs. her şeyi vardı ama gerçek manada mutlu olamıyordu. Yaşadığı hayat onu tatmin etmiyordu. Ruhunda yaşadığı boşluğu ve kalbinin açlığını bir türlü gideremiyordu. Haram helal demeden dünya zevklerinin peşinde koşuyor. Yularsız aslan gibi nefsinin her arzusunu yerine getirip, her şeyi yapıyor; sonra da yüreğinde bir burukluk, bir hüzün ve büyük bir pişmanlık… Keşke yapmasaydım, keşke gitmeseydim, keşke etmeseydim, keşke yemeseydim, keşke içmeseydim, keşke böyle olmasaydı… keşke, keşke, keşke!


Beyni tam bir savaş alanı gibiydi. Bir taraftan nefis ve şeytana tabi olup heva ve heveslerine uyarak yaptığı işler; diğer taraftan hala yüreğinin derinliklerinde kalmış maneviyat kırıntılarının itirazları ve vicdanının susturulamayan feryatları.

Zamanla hiçbir şeyden lezzet alamaz, haz duymaz olmuştu. Yemek-içmek, gezip tozmak, eğlenmek vs. hiçbir şey artık ona zevk vermiyordu. Canı sıkılıyor, ruhu daralıyor; sıkıntılı, gergin bir ruh hali taşıyordu. “Sadece bu dünya için yaratılmışçasına bütün vaktini ve himmetini dünya işlerine sarf ettiği” halde dünyevi işleri de iyi gitmiyordu artık.
Kısacası yaşadığı hayat tarzı iflas etmiş ve onu da bitirmişti. Sıkıntılar ve sorunlar içerisinde içinden çıkılmaz bir girdapta boğulmak üzereydi.


Irmak kenarında suyun o tatlı hışırtısını dinleyerek hayal âleminde dolaşırken çalan cep telefonu zili ile birden kendine geldi, fakat arayanın kim olduğuna bile bakmadan kapattı telefonu. Hayal âleminden çıkıp hayatın gerçekleriyle yeniden yüzleşti. Kendisini çok aciz ve çaresiz hissediyordu. Kendi haline acıdı. Bir geçmişini bir de şimdiki halini düşündü: “Aman Allah'ım ne oldu bana, ben ne hale gelmişim. Ben ne kadar çok bozulmuş, ne kadar çok dejenere olmuşum. Mukaddesatımdan ne kadar da çok uzaklaşmışım. Ben kendimi kaybetmişim, dünyanın yalancı zevklerine, lezzetlerine aldanıp, ahireti unutup, dünyanın fani yüzünde boğulmuşum. Ben mahvolmuşum” dedi.


Ruhunu büyük bir nedamet ve pişmanlık hissi kapladı. Yüreği savaş alanına döndü. Ve birden çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İç aleminde yaşadığı bu muhasebe ve hesaplaşma aslında bir çıkış yolu, bir ümit kapısı getirmişti aklına: Allah'a sığınıp ondan yardım isteyebilirdi. Fakat zil zurna sarhoştu. Bu halde Allah'tan ne ister, nasıl dua edebilirdi ki? Ayrıca yıllardır Allah için hiçbir şey yapmamıştı. Ne zikretmiş, ne şükretmiş, ne de itaat ve ibadet etmişti. Allah'a karşı mahcuptu. Ona sığınmak ve bir şey istemek için yüzü yoktu.
O anda bir süre önce babasıyla yaptığı konuşma gelmişti hatırına: babasının şefkatine sığınmış “Sen benim babamsın. Kızsan da, dövsen de, sövsen de yine de beni seversin ve kötülüğümü isteyemezsin. Onun için seninle konuşmak istiyorum. Benim şöyle, şöyle hatalarım oldu, böyle, böyle sıkıntılarım var” demişti. Babası çok üzülmesine ve kızmasına rağmen “dur bakalım, sakin ol” demiş, nasihat etmiş, yol göstermiş, destek ve himayesini esirgememişti. Çünkü şefkat karşılık beklemezdi. Karşılıksız severdi şefkat sahibi.
Babası ile yaşadığı bu diyalog, Risale-i Nur'dan Sözler isimli kitabın 24. sözde geçen bir cümlesini hatırlattı ona. Bediüzzaman sevgi, muhabbet ve şefkat kavramlarını anlattığı 24.Söz Beşinci Dal'da “bütün validelerin şefkatlerinin toplamının Allah'ın kullarına karşı olan sınırsız şefkatinin sadece küçük bir leması, yansıması, parıltısı olabileceğini” anlatıyordu.
“Benim babamın zerre miktar şefkati beni reddetmeyip, bağrına basarken, dertlerim ile dertlenirken; Allah'ın sınırsız şefkati hiç reddeder mi beni” diyerek ümitlendi ve Allah'a sığınabilmek için kalbinde cesaret buldu.


O anda Allah'ın çok yakınında, hemen yanında olduğunu hissetti. Ve o sarhoş kafa ile ağlaya ağlaya başladı Allah ile konuşmaya:

“Ben sana layık bir kul olamadım. Ben sana isyan ettim. Emir ve yasaklarına uymadım. Ben çok günahkâr ve çok kötü bir insanım. Hem şimdi de sarhoşum. Her türlü günahı da işledim. Ne kadar kötü de olsam ben, senin kulunum. Sen benim Rabbimsin. Beni sen yarattın. İyi de olsam, kötü de olsam sensin benim Rabbim. Ben senden başka kime gider, kime sığınır, kimden yardım isteyebilirim. Senden başka kim benim sıkıntılarımı giderip kim beni dertlerimden, içine düştüğüm çıkmazdan kurtarabilir? Ne kadar kötü ve günahkâr da olsam benim yaradanım, mucidim, sanatkârım, sahibim, sığınacak melcem, yardım dilenecek merciim, çalacak kapım sensin. Beni ancak sen himaye edip, ancak sen kurtarabilirsin. Rabbim bu kötü, sarhoş ve günahkâr kulun bütün günahlarına ve kötülüklerine rağmen işte sana sığınıyor. Ne olur beni himaye et ve koru. Senin yaratmış olduğun başka kullarının da, nefis ve şeytanımın da artık beni daha fazla zelil etmelerine, sıkıntıya sokmalarına izin verme. Koru beni, sıkıntılarımı gider. Rahmet hazinelerinin kapılarını aç bu günahkâr kuluna. Kapından geri çevirme beni” diyerek hem ağlıyor hem de içindeki zehrin akıp gittiğini ve ruhunun rahatladığını hissediyordu.


Allah'ı hemen yanı başında, çok yakınında hissetmek ona büyük bir güç ve lezzet vermişti. Adeta Allah ile dertleşmişti. Dertlerini Allah'a söylemekle rahatladığını ve sıkıntılarının hafiflediğini hissetti. Rahatlamıştı. Kalktı. Arabaya binip eve gitti. Çok yorgun ve bitkin bir haldeydi. Eve gider gitmez yattı ve çok derin bir uykuya daldı.
Ertesi gün uykusunu almış ve dinlenmiş bir haldeydi. Dünkü stresli ve gergin halden de eser kalmamıştı üzerinde. Sabah kalkıp erkenden işe gitti ve hayatın curcunasına, hadiselerin akışına bıraktı kendisini.
O hafta çok ilginç, akıl almaz, enteresan hadiseler oldu. Sanki gizli bir el hayata ve hadiselere müdahale etmişti. Her şey tıkır tıkır işliyor, şartlar değişiyor, aleyhine olan şartlar lehine dönüyordu. Çok harika gelişmeler oluyordu. Gizli bir el içine düştüğü sorunlar girdabından çekip çıkarmıştı onu. Sorunlar çözülmüş, dertler bitmiş, kelimenin tam anlamıyla inanılmaz bir şekilde rahatlayıvermişti.
O, meydana gelen her müspet gelişmeyi, bütün olumlu işleri Allah'tan biliyordu. İçten içe “Ya Rab, sen bir sarhoşun duasına bile böylesine kısa bir zamanda ve etkili bir şekilde cevap veriyorsun!” diyerek hayret ediyordu.
Evet, bütün sıkıntılarını gideren, olumsuz şartları olumlu hale getiren, düşmanlarını tesirsiz hale getiren ve şartları lehine dönüştürenin kim olduğunu çok iyi biliyordu. Elbette ki bütün güzellikler “Sen benim Rabbim değil misin, ben senin kulun değil miyim” diye niyazda bulunduğu, sığındığı Kâinatın Sultanı ve Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan geliyordu.
Bir hafta da yaşanan bütün bu harika gelişmelerden iki şeyi çok öğrendi: Birincisi; Allah'ın kuluna ne kadar yakın ve ne kadar şefkatli olduğunu, ikincisi de duanın ne kadar etkili bir silah olduğunu ve ne kadar muazzam bir güce haiz olduğunu keşfetti. Yani işin sırrını öğrenmişti artık. Öyle ise bol bol dua edip hayatına çekidüzen verecek ve yaşantısını yeniden şekillendirecekti.
Bulduğu her fırsatta Allah'a dua etmeye başladı: “Allah'ım büyük ve küçük bütün günahlarımı bağışla, beni affet, üzerimdeki kul haklarından beni kurtar. Beni kendi halime bırakma. Nefsime ve şeytana karşı beni koru. Bana, senin razı olacağın bir hayat yaşamayı nasip et. Bana senin rızanı kazanabileceğim güzel işler yapmayı nasip et. Senin emir ve yasaklarına uymak hususunda bana yardım et. Beni, Seni çokça zikreden, Sana çokça şükreden, salih ameller işleyen, Seni çok seven ve Senin de çok sevdiğin kullarından eyle. Bana Kur'an'ın sadık bir talebesi ve hizmetkârı olmayı nasip et. Beni İman ve Kur'an hizmetinde istihdam et…” AMİN
 

önyergı..



Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.

Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.

Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı"yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.

Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,

Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.

Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.


Valerie COX
 
hospitalroom1.jpg

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]- Pencere Kenarı - [/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]İki yatak ve hayat ile ölüm arasındaki çizgide yaşamdan yana kalmaya çalışan iki kalp hastası...[/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Yataklardan biri pencere önünde, diğeri duvar dibinde... [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Pencere kenarındaki sabahtan akşama kadar, pencereden dışarıya bakıp seyrettiklerini duvar dibinde bir şey görmeyen, aynı kaderi paylaşan hasta arkadaşına anlatıyor:[/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]"-Bugün deniz dünden daha durgun... Rüzgar hafif esiyor olmalı... Beyaz yelkenliler denizde belli belirsiz ilerliyor, kuğu gibi süzülüyorlar... park mı?... ha, park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş... geçen haftaki sevgililer yine geldiler. hep el-eleler... bir sıraya oturdular. gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlar. erkek bilgiç tavırla birşeyler anlatıyor. nekadar da bir birlerine yakışıyorlar... ah kardeşim görmelisin. erguvanlar bugün çıldırmış... öyle bir çiçek açmışlar ki etraf mora boyanmış... erikler desen keza, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş, gelinler gibi. işte parkın neşesi çocuklar geldi. ellerinde rengarenk uçurtmalar, balonlar... umutlarını göğe uçuruyorlar. bugün martıların keyfine diyecek yok. masmavi denizin üzerinde gösteri uçuşu yapıyorlar. arada bir suya şöyle bir dokunup günlük yiyeceklerini topluyorlar"...[/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Bu böyle hergün sürüp giderken, [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]her gördüğünü anlatıp dururken ansızın yeni bir kalp krizi geçirir pencere yanındaki adam... [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]duvar dibindeki düğmeye bassa doktoru çağırabilir ve belkide arkadaşı kurtulabilir. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]ama... ama yapmıyor işte.[/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Şeytan karışıyor işe. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]arkadaşı ölürse pencere kenarı boşalacak ve kendisi oraya geçecek. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]bugüne kadar kulaklarıyla duyduklarını gözleriyle de görecek ve duvar dibindeki düğmeye basmaz ve arkadaşı ölür. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Ertesi gün duvar dibindekini yatağından pencere kenarındaki yatağa taşırlar. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Beklediği an gelmiştir artık. [/SIZE][/FONT]
[FONT=Comic Sans MS][SIZE=2]Yattığı yerden pencereden dışarıya bakar... [/SIZE][/FONT]​

[FONT=Comic Sans MS][SIZE=3]Dışarıda kapkara bir "duvar..." [/SIZE][/FONT]​
 
-Onk. Dr. Haluk Nurbaki'den gerçek bir hatıra...
Ben, 40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkanı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kışaylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

-''Doktor bey,'' dedi. ''Ben size...dargınım.'' ''Niçin?" diye sordum.

-"Siz...dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH 'ı, ölümü, ahireti anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. O'nu üzmemeye çalışarak:
--"Doktora ulaşmak kolaydır'' dedim. ''Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."
Konuşmaya mecali olmadığından "Ben o isteği duyuyorum" manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler "hızlandırılmalı öğretime" dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.Vefatına bir hafta kala:

-"Doktor bey,'' dedi. ''Ben ölürken ne söylemeliyim?"

-"Senin durumun çok özel" dedim. ''Kelime-i Şehadet sana uzun gelir. O anı farkedince ''Muhammed'' (s.a.v) sana yeter."

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:
-"Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi. "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa , son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç adetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.

Ertesi gün O'na:

-"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

-"Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?"

-"Kızım," dedim. "O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."
Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim.Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

-"Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:
-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı.Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şehadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
-Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş!..
 
Üst Alt