Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[kadimcan] Şair Bilal Yavuz'dan şiirler

kadimcan

Üye
Üyelik
27 Ocak 2019
Konular
1
Mesajlar
171
Reaksiyonlar
0
RÜZGARIN KALBİ



kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

kasımpatılardan doğma entarinle

çalı kuşları konardı dallarına

anadolu buğdayı kokardın sevdayla

bağlamalar dar gelir gönül teline

saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ

kuzgunlar dönüşür üveyiklere



yağmurun çocuğu Pokut yaylasında

bulutlardan bir deniz önündeyiz

uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim

ruhunu sal eyleyip uçacak sanki

avcısını bekleyen hazine gibi

ezilir bakışıyla kursak çimleri

yeşerir kuru kütüklerde filizler



evrendin özündeki canlılara

kuşatır damarların dünyaları

günde yüzbinlerce kez atan kalbin

nasırlı ellerinden belli azmin

gönül ışımakta gönlünü Dilbâ

harab kentte bağrı dökük bina âşık

cerrahlarda bulunmaz reçetesi



kurnalar, kandiller, dağ yılanları

fırtına nehrinde kağıt gemiler

derin ormanlarda ay kuyuları

adamın gönlünü göğsünden söker

kurnalar, kandiller, gece suları

bu dermana bir dert yok mu Dilbâ

bakışların deliyor değdiği yeri



kuzgunlar dönüşür üveyiklere

saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ

bağlamalar dar gelir gönül teline

anadolu buğdayı kokardın sevdayla

çalı kuşları konardı dallarına

kasımpatılardan doğma entarinle

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ
 
IMG_2784.JPG


TOPRAK DENİZİNDE ATEŞTEN KADIRGA

Kızkulesi değil miydi şair kılan özlerimizi
çalımlı Ayasofya... filinta Sultanahmet...
leyla ile mecnun gibi bakışırken karşımızın karşısında
Üsküdar, aşkın başkenti değil de neydi
dinmez, beyhude… ciğerimin gök gürültüsü…
gözkapaklarım acıyla çeksin fosilli kehribar gözlerinizi
koparmadan kadim gurbetin antik tespih ipini
ranzalar ahraz... yorganlar ki cehennem pisti...
ve hiç değilse hayaliniz
hayrandır can evlerimiz

lambalar tenhalığı tutuşurken karanlık sular civarında
oysa bir simit yetiyordu muhteşem memnun uçuşlara
yüreğini paramparça eder gibi kursağında
avuçlarda lokma lokma hayatla öpüşürken akça martılar
susardınız, susku bile aniden marşlar tüterdi
seherin ölümcül serinliği öksüz gülhane banklarında
burada yastığı gazete kağıtları sefil bir adam
orada çin çayı eşliğinde sıcaktan üşüyen bir kadın
boğazın dinmeyen dalgalı rıhtımları sonra
kendini vururken ürperti kayalıklarına…

yokluk denizinde varlık ağına takılan yunuslar
çırpınırken yaşamak azmiyle sınırlar tabutunda
ellerinle kaburga kıvrımlarını kavur kavur kavrayarak
kendini yarma isteği kuş cıvıltıları aralığında…
bendini kanatlar çıkarmaya zorlayan kamburluklar
oysa yetiyordu sonbahar saçlarının oval incilerine
toka niyetiyle takılı o baharatlar karanfili…
dallarına serçeler konan çocukları gördükçe
dallarından koparılan idamlık gençler kalbin zihninde

obruklar, koyunlarda derin yaralar şöleni
tebessüm eder gibi ağlayışlar şu hazin çardaklarda
canıma canımdan canan; cananıma cananımdan can
büyük iplik çilesi kördüğümdü ahşalarda
kalu bela anından mahşer demine kadar
odaklan En Sevgilinin kusursuzlar kusursuzu sanatına
uydularını açık tutmayı gerektirir bu sevmeler mesleği
sonsuz varedileceğin sonsuz günlerin sonsuzluğuna dek
boğazın ışıyan köpükleri olmak sararmış güneş dansında
çünkü her ufkun harcı değil ruhlar diyarında
gemileri karadan yürütmek bir Maşuk uğruna
 
Mavera takviminde bir yaprak

MAVERA TAKVİMİNDE BİR YAPRAK

kırımlarda, beraber katledilirken
evladına kefen olmuş valide cesetleri
çünkü anneler, şu lahza da bile
çabalar, vefatı nazik göstermeye
kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken
bambaşka yörelerde, apaynı sahne
hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına
günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık
nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin
gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden

oysa gümlememiş ketum füzelerden
saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar
etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan
işte bu gurebaya, cevrederken tiranlar
masumu terörist, teröristi kahraman
vatanseveri hain, haini yurtsever kılan
anırırken ıslah deyu fesad üzre fesad çıkaran
bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu

oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada
hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar
tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği
usanmadan asırlardır, devreye giriyordu
cerenlerin sıcacık gülüşünü
bölüşürken erenler, şurada
helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu
ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan

ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler
cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde
esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb
şarka dönüşecektir, yeter ki çemren
çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına
sabretmek, yarısıdır dikey zaferin
 
Şair Bilal Yavuz Şiirleri

YENİLGİYE MERSİYEDİR YENGİMİZ

şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri
Şehzâde Mustafa türbesinde asırlar deviren yas
yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında
hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler
külahtan kevsere inen cayır cayır katreler
her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren
şimdi ne desen gecikmiş bir Murâdiye saati
fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin
sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği
ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler
tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına
öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura
zülfikâr imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana
“baş üryan, sîne püryan”
gayrı kılınç kınına ziyan!
oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler
buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla
mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler
berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti

aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar
akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında
o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar
gayrı geç ey Muhafız
bahadır ruhlar ordusunun başına
serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine
yan bakmayasın; ne sağa ne sola
işte düşman Gargat ehli karşında
vur pençeni Kahhâr aşkına şenlensin çelik bilekler
vur mazlumlar hatrına vur dile gelsin dilsiz gökler
yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni
hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin
dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi
ve Geylânî hazretlerinin sevdası muska bağrında
bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti
karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna
gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir
şahid İznik surları, şahid Bursa kalesi
ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi
derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın
coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne
fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye
muştulasın müstakbel meşalemizi

d84072dfd7cbf3fa8a04e6822b5be7a9.jpg


ÜLKÜMÜZ DEVRİM (ŞİİR)


İNCELİKLERİN EFENDİSİ

1
kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz
rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında
hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız
mukaddes Tur-i Sina gibi mübarek sırtınızdan
pak torunların inmek istemeyişi gönlüm, umarsız

gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına
geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna
ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin nağrasında
siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz
söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz

ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu
günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz
cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız
ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız
kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız
2
anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi
yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevi
ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu
altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi
zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp
uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi
gibi bir havaydı hilalin şavkı vururken alın yazgımıza
meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında
ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında
ve zulüm… suskudan tükenen dilceler kördüğüm
3
vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen
otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına
ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirsiniz
yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açar buzulda
gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık
Mâşûk’u için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine

sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri
durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga
dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde
canlar sizsiz, şimdi vadilerde şaşkın gezen dilsiz şuara

WP_20180829_17_49_21_Pro.jpg


İSTİKBÂL GAZELİ

doğrul, çığ gibi çökse de cümle gökler tepene
cehennem olup kudursa zemîn, zinhâr düşürme
mübârek sancağı çek, Allah için çek, göndere
kulak ver, şühedâ kefeni dipdiri toprağı dinle
irkil, köklerine dön, dallarını sal ğarîblere
sal, huzûrla yatsın ecdâd, sal, en tekin sipere
habîb için sal, vatan, bilsin ki emîn ellerde
durma, nerde bir yara görsen merhem ol fevkine
dikil, senden de olsa dikil, zulmün üstüne üstüne
yurduna sâhib çıkmayana sâhib çıkacak yoktur
işte İslâm kıtası, kahrına taşlar, ne çoktur

yürü, yol yürüyenin, kuşan, pusat giyenindir
kısrak binenin, söz diyenin, erlik erenindir
sen çakıldıkça makber mâzine dar gelecektir
diril, Allah için diril, mazlûmlar mahşerindir
toplayacak cüzleri, hilâlden bir sûra, üfle
dönsün özüne vücûd, uzuvlar, gelsin dile
yapının tuğlaları kaynaşsın tâ temelinden
vaktidir, yetîm ümmet, taşmalı beytinden
yüreklere, mâbedler îmar et ki, yürekten
azmini hiçbir pusu çevirmesin emelinden
ey şehîdoğlu şehîdlere hergün şâhid kesilen
yetmez şehîdoğlu künyen, savul zincirlerinden
sen ki, üç deryâ üzre bir seccâde, anadolum
çınlasın zerrâtında -sâde Rahmân’a kulum-

durumdan değil, safından sorulacaksın, etme
boğazla güdümleri, müslimsen haykır merdâne
nisyandır, tercih zulmeti şerîat kamerine
eğil, ancak rükûda, cân ver, cânânı verme
kıyâmete dek yurdun çiğnensen de çiğnetme
ey Millet-i Muhammed, dön Hakk’ın devletine
dön, Allah için dön, çehreni dînin hükûmetine
silkin, silkinmeyenler seyre pek müstehaktır
davran, değil mâtemler sana rövanşlar yaraşır

11216843_1646693208881133_453928746149892482_n.jpg
 
WP_20180829_17_49_09_Pro.jpg


ARASÂT DEMLERİ

1
Ellerinle yıkanırdı sebiller
Buyrulduğun günden beri torpağa
Dinmez cihânın şükür salâtı
Semavat ruhunun yolunu gözler
Müstakim! Ayinelerin sürmenelerinden süzülen
Mutmain! Rabbinden razı yetimler gözlerin

Martılar kahkaha koparır mücrimlere
Kaldırımlarda kibrin ayak izleri
Kasvâlarda bir çöküş
Nasıl da belli yerin
Pahadan müşterisi bulunmayan
Afili binaların içindeki boşluk içim
Tarifi meslek sırrı
Edebullahtan nazârın
Oysa düğün derneğiydi göklerin
Yoksa kıyamet evrenin sensizlikten
Çıldırması mı geri dönmen için!
2
Ölene kadar değil, öldükten sonra da!
14 burç, Kâbe’de putlar, bin yıllık nâr
Kurudu Sâve gibi
Leyli fecreyledi Nur
Kayıplara karışan Semâve vadi
Ve buruk necmlerin güzleştiği feza
Bir nefeste toz duman ayyûkun muhbirleri
Ey kamerlerden asil yarılan sadır
Yürüyen yağmur duası çocukluğun

Nerdesin, neredesin, nerelerdesin
Akisi bilinen, sormadan edilmeyen
Bir sayhalar katarı yokluğun
Sireni sâde dâhilden duyulan
Altından damarlar akan bilekler
İştiyaktan pehlivan
Gözleriyle konuşan mustazafları
Gözleriyle dinleyen
Edîbullâha selam!
3
Sonsuz parmağında sonsuz marifet
Kudretullahın, haşmetullahın, yedullahın
Kalbet, kavlet, hıfzet, celbet, refet!
Yaşlandıkça evren, gençleşiyor Furkan
Ey varlığı Zâtından
Varlıktan/yokluktan evvel bulunan
İnayet, şehâmet, selamet lutfet!

Yaradılmaz Yaradan
Yaradamaz yaradılan
Vahey! Aralıklar çık aramızdan!
Bizdedir geçiş hakkı
Ben/sen geçmez sırattan
4
Kaybolunca sis, geriye görüntüler
Kaybolunca görünen, görünmeyenler
Ne kalır kaybolursa görünmeyenler!
Caizdir perçemi pençeme küffârın
Umman yanar, volkan üşür, eser sahra
Beyaz duvaklarıyla salınan güverteler
Yaslanıp Hayy zikrüne yığılan dalgateynler
Tilavetlerin bam telinde açan Firdevsler
Karışır birbirine
Ayasofya saatinde
5
Bir beytullah olarak
Dönünce fıtratına
Parlatınca leyâli devletlû lem’alarla
Balkırı şeriatın mecelleyi boğunca!
Gerekmez yeni bir Boğaz teşrifine
Gülüşünle kandilleri dağlaman için
Derdim yâ! Ayasofya! Tik! Tak! Tın!
Şühedâ makberine sığmaz artıkın!

Açıl Fâtihlerin mirası açıl!
Geber ayna ayna söyle banalar
Altı bucak ve dört dal ve beş zaviye
Martılardan bir deniz içerisinde
Ney kıvrımlarında mukaddes kavsının
Erîs gamzesinde elbet bir gün
Yeniden biter ol hilafet mührün!

AŞKIN ŞEHRENGİZİ

ne canlar yakmış İç Kale
sararmış resimlerce mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalar
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla; başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında
avlularda tükenmiş dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğinin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
Çayönü, Körtik Tepe neolotik mahzun
ve paygamber kabrinde öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir

a%2B%25286%2529.jpg


MAVERA TAKVİMİNDE BİR YAPRAK

kırımlarda, beraber katledilirken
evladına kefen olmuş valide cesetleri
çünkü anneler, şu lahza da bile
çabalar, vefatı nazik göstermeye
kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken
bambaşka yörelerde, apaynı sahne
hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına
günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık
nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin
gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden

oysa gümlememiş ketum füzelerden
saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar
etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan
işte bu gurebaya, cevrederken tiranlar
masumu terörist, teröristi kahraman
vatanseveri hain, haini yurtsever kılan
anırırken ıslah deyu fesad üzre fesad çıkaran
bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu

oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada
hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar
tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği
usanmadan asırlardır, devreye giriyordu
cerenlerin sıcacık gülüşünü
bölüşürken erenler, şurada
helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu
ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan

ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler
cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde
esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb
şarka dönüşecektir, yeter ki çemren
çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına
sabretmek, yarısıdır dikey zaferin

MDN%2B%25282%2529.jpg


KIYAM SAATİ

biley taşlarıyla sevişen sarp kılınçlar
bilenişin koynu tırmalayan vakur düeti
hıyanete vefa, zulme ıslah, çalıma vicdan
markası mıhlanan
çetin devranlardan geçtin
kıvrak ve rezdar, jindar ve haklı
karaltıya bir kandil, kısrağını sürerken dört nala
şamdanlıklar, hırıltılar, bazalt kokuları
ökçelerin o baygın, tekrarında kaybolmadan
en deruna sürülmüş ahir mahkum
kınından sıyırmadan boykot sancağını
ruhsuzluğa, aşksızlığa, banka destbendlerine
doğrulmaz devrildiği yerden
şol domino taşları
çünkü vahdet, cümle lehçeleriyle velut
daha elvan, daha gür, daha kokteyl
bin varyozdan tek yumruk gibi çökmektir
tağyire ve tağuta ve tuğyan tüzüklerine

oysa biliyordun, giyandar olduğun kadar
tiryakisiydim dilaver süzüşlerin
boranlarda uçuşan zülüflerine, dalgın
göverdikçe tomruklar, yiten saflık
içinde, büyüdükçe küçülen bir zarok
şemkurlar, zeytun ağaçları, kıraç dağ etekleri
açtıran, gürbüz hasbîliklere gonce
ki fukara ocaklar, başkenti insan haklarının
insanlık, senatolarda bahsi geçen yalnızca
senatolar, tek dişi kalmış canavarın
ful cehennem yuvası, hani o
HD sahne performansında tünaydınların
edemeyip kendini kendine itiraf
yatsıların kuştüyü yastığında kıvranan yaratık
nefsinin dahi inanmadığı tıraşlarına
rağmen PR çalışmalarına, ikna odalarına
halklarının bile gözünde yosma

çünkü gümrahtık, bir ırmak ne denli olacaksa
alemi yoktu sökülmenin ifşa ajanslarına
yetiyordu bir mecruhu ondurmak
her lügatte barınmayan karşılıksız kelimesi
en fazla müminlerde fehvasını bulmaktaydı
mamafih, asfalttan kazınırken gureba
hazmedecek kadar bedhah, bir sinikliğimiz yoktu
yokluk bazen varlıktır
varlıklıydık ve rugan
duruşlarda parıldayan çavdar bir urgan gülbankımız
nerdeyse gözleriyle devirecek adamlar arasında
nerdeyse gözleriyle devirecek madamlar arasında
sendelerken de, putçuklar
nacaklarımız içün can atıp durmaktadır
yeter ki bir imbat, ya Rahmân
neresinden başlarsak, birleyecek
kenetlendikçe ketum
kenetlendikçe eforları tıngırdatan
mafdar bir seda, toplayarak serbanında
gaza deyu çarpan fuad oğlu fuadlara
tarihi navdankını ansıtacak

aceb mutluluktan, uçuştu mu melaike
seni gördükten sonra insan yaradıldı diye
seni, yani nereye yükselebileceği insanlığın
hasılı onur, miracınla ins fıtratına
ölüm ki, bildirir kıymetini müebbedin
ki ölüm, çattı mı kılar sofi en firavunu
göçtün ve güzelleştirdin
kalbe mevti, göçtün fakat
bu paramparça surları uhuvvetin
çaktı yokluğunun zorluğunu matiz boğaza
şimdi bu evindar yelkenleri fora
bu kerdar gemileri dans ettirecek zilanlarla
mürettebat hani
bir sura nefesi elzem, müttehid kıyamlara
münezzeh afradan
münezzeh tafradan, hanlık hırsından
bir de israfil, baştan ayağa beşir
intibahları birbirine varis kılan
hızırla kırkbirinci saate uyandıran

KALBİSTAN GEMİLERİ

pek sever saklambacı sevda dediğin
evladı aç kalmasın diye günden güne
zayıflayan varsıl babaların sayılan kaburga kemiklerinde
anaların demirden yoksun ama metalden pehlivan kanında
pek sever saklambacı sevda dediğin
nice aydınlıklar ki karanlık / nice karanlıklar ki aydınlık
gösterir aydınlığa kimliğini karanlık
öğretir karanlığa benliğini aydınlık
ne çare inkarlara beyazlar ışıklar içinde
ne keder îmânlara yusufçuklar kuyusu
oysa küpeşte kılan geceyi sırrolmaktır
kaybolana söyle derman hangi ışık
pek sever saklambacı sevda dediğin

neyleri nargile gibi tüttüren adamlar
birşey kaybetmez takib etmemekle gündemi
ceplerinde aşkın gözyaşları çiçeği
yaprak güzeli yatsılardan patiska seherlerden ahşab oyalardan
ovalara güldancasına kurulan obalardan aktolgalı otağlardan
câna mehteran bir sinan timsali kârd kârd saplanan
kederi kaderine elest bezminden sâdık
kökleri göklerin ve dalları litosferin kalbinde
öyle bir yakılsın ki Kalbistân Gemileri
kalmasın fedâkârlık domurlarından başka
ırmaklara bırakılan umûdun öksüzleri
sürsün firavunları gazâbın kızıl denizlerine
destanını -aşkı mühimmat diye taşıyanlar- nakşetsin

gamları gerdânına ney gibi üfleyen adamlar
düğümlene düğümlene çözülen âdemelmaslarıyla
füzeli akşamlarda kırlentleri kanter içinde bırakan
milyonlarca sabi ağlarken utanan sırıtmaktan
vebalinden hayır! onlar da sıyrılamayacaklar
şimdi mevsim mahşerde yakalara takılan çocuk elleri
durdukça boy veren düşler gayrı tartıların denk düşmesi
öyle bir zaman ki bu çaresizlikten tarifsiz cinnetler
çağın ömerlerini dahi ölümün ötesine karşı sarartan
duvarlarda milyarlarca çatıkkaş sanki sıfatına
daralıyor sıkılmış yumruktan kurusıkı sadırlar
döşler ki öfkeden çıldırmış saaatli birer bomba
toplansa cümle ruhiyatçı değil derman ümmetin yalazına

derdini boynunun küfesinde taşıyan adamlar
çünkü birşey yapamamak herkesin birbirinden kaçırdığı
ama buruk muhitlerden ağzına kadar dolup taşan
burada sanarken / hayat sürdüğünü bostanına
orada adalet merhamet için yaşamaktadır artık
çünkü suriye akkordan bir zülfikâra dönmenin adıdır
eninde sonunda siyonistin başında parçalanan
milyonlarca şehadetten sonra içine çekebildiğin ıtır
cebel-i târıkta bir figân asırlardır dolanıp durmaktadır
çünkü kıyâmet kıyâmet büyüyen bir diriliş vardır
bir doğum için ya Rab! ne ezâlar dalgalanıyor

ŞUÛR YAZITLARI

îdam, fizik saatinin durduğu hazîn lahza
yeni bir milâda yüklü, körpecik devranlara
dibinde depremler gibi sızlayan kemiklere
ne zaman aldırış eder vâris nasıl bir demde
uykular mı nazara, uyanışlar mı yakışır
bilmem kaçıncı bahar, gökte kaçıncı ıtır
söyleyin ey rahimler, ekin ne vakit biçilir

içinden kıyâmetler taşan yiğit nöker, vaktindir
sen konuşmasan ben konuşmasam hangi devir
eğrileni kılıcıyla; nerde, kim düz edecektir
çarpar âlemin nabzı hakkıyla atan yürekte
mağlubiyetten başka galibiyet mi var katle
inleterek enseleri, muştuların muştası
doğunca emekçiler birbirinin tam aynası
kaynaştıkça hakîkîler; zırhlı, roket işlemez
musîbet olup yağsa cihân bu bilek bükülmez

teknik, sadrına îmân üfürmeni beklemekte
sanât, bağrına irfân nakşetmeni özlemekte
diller, kültürler Hakk’ın âyetidir, inkâr etme
kendi ahâlîn için istediğini ey müslüman
kardaşına dilemedikçe düşün tam mı îmân
değil mi ki, cümlesi, câhid ata yâdigârı
nedir bu hınç bu telaş bu tüketme ihtirası
vallâhi, paramparça eyler şu son vahdeti
ileri gelenler, mâbûd edinirse, kibrini

tûfân olup kopsa kâinat, ne keder Nuhlara
vardır her dem bir kadırga en dipteki ruhlara
kesilip nil, fırat, dicle; çağlayacak çağlara
Asr-ı Saâdet nûrun, iliklere, ırmaklarca
öyle bir kıvılcım bahşet ki bize yâ Rabbî
görmesin cüdâ bir çıkış yol kaçaklar dahî
saçılan kırıkları ancak yangınlar zamklar
öyleyse yansın yürekler tâ kaynaşana kadar

DEHRİN NEHRİNDE

son nefesini verir gibi Allah diyen erler
doğmadan doğmak için ölmeden ölen alpler
tasavvur ey Musavvir, tahayyül imkânı ver
genişlet sadrımızı, cüzden cümleyi göster
ahıra çevrilen mescidler, virâne türbeler
haç saplı dimağında çanlar öten kubbeler
tozan şimşek toynaklar, deşen oklar aşkına
paramparça kalkanlar, pek baltalar hatrına
ey kurak sahrâların sadrından sızan feyizler
eyleme geçmiyorsa onca kollar, kademler
vücûdun aleyhine mahşerde şehâdet eyler
cesâret, gayrı gamsız gırtlağında çıngırdak
sanki merhûm harekât, arzı boğmuş laflamak

var edilmedin yan gelip yatman için, ses ver
kalk, kadavranı dürten postallara kısas der
üstündür nâmerd ömürden, nâmuslu ölümler
ne velî seyyah, Hakk için hakka hicret edenler
böyleyken ne beklersin, nâmahrem botları mı
ki ezip geçer bastığı yeri, hınzır çarkları
şerefli alınların -bin yıllık- secdegâhını
set örmezse bünyeler, çiğner ayyaş çarıkları
atom füzeleri, İHA jetleri, hidrojen kokteyli
uçak gemileri, hava savunma sistemleri
yapmalı dürüst eller, tedbir için en dehşetini
donanman da sağlamsa, görülür kimmiş ileri
hatırla, döktürdüğü güllesiyle Fâtih’i
evvelâ, ittihâdı sağlayan Salâhaddîn’i

namlular; değil ahî, gavur surlara çevrildi
devâsa fetihlerden, daracık ihtilâflara
seyret, cihân mirası nasıl kündeye sürüklendi
şu rahimleri deşilmiş harâbe mâbedler ki
doğrulduğun günlerin hayâliyle ayakta
ayıl, bu feryâd annenin; zinhâr efekt değildi
uyan, şu figânlar ablanın oyulan gözleri

DAVA ADAMI

kalemini âsâ diye kuşandın, kağıtlarını sahra
mahşerî bir sükûnetle haykırdın çağın sadrına
iki parça cama sığmayan o canlı bakışlarında
yaşama sevincin gibi serpilirdi müslüman coğrafya
bilirim düğünün bugün; Aliya’ya selam söyle Akif abi
de ki her belde şimdi Srebrenitsa inananlara
öyle yalnız bırakıldın ki şu hakikat davanda
ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde bile
takdîri bir başına karşılamak düştü nasîbine
bir ömür çabaladın; çarpıştın Leylâ uğruna
sonunda Halid bin Velid gibi göçtün şehâdet aşkıyla
Malcom’a selam söyle abi; Basayev’e, Ahmed Yasin’e
bil ki yarım kalmayacak bu çağrı battal yüreklerde
haleflerin muştular serpecek mahzun makberine
şimdi bir Âsım’ı olarak; Mehmed Âkif’e selam söyle
gözlerim durmuyor Akif abi, dinlemiyor mantığımı
Zarifoğlu merhûmun serçeleri zikretsin toprağında
-dünya ne kadar da fânî- dercesine yaşadın, gittin
Sezai üstad gibi devişi oldun kentin, kesilmedin
gelseydi elinden; şuûr için cihânı belgesele çekerdin
Arakan’lı çocuklarca, Bosna’lı annelerce rahmet sana
komşu eylesin Rahmân; Metin Yüksel’e, Seyyid Kutub’a
Kudüs’ü bileğinde saat diye taşırdın Pakdil gibi
görmese de gözlerin, îmânın gördü hür Filistin’i
emâneti savaştığı emîn elçide olan kureyş misâli
öyle edebliydin ki; hayran kaldı hakkın hasmı dahî
velî eylesin Rahmân; evliyâsına seni Akif abi
Ömer’in, Ali’nin, Fâtih’in kalbine yoldaş etsin kalbini

MAHZUN SEVİNÇ

yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak
içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör
içlerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin
bayındır bakışlar, güzel bereket suda
tadılmazın tadı mı, görülmezin yüzü mü
dallarında gülibrişim çocukları; buruk
petunyalar; kar suyunda serpilen kainat çiçeği
yeşilin nefesini hisset, ak mavilerin taksimini
ıslığını bozkırların, meraların utancını buğuda
ruhunu poyrazların, gülüşünü yağmurların, dansını ateşlerin
içindeki boşluğa batırdığın çiviler gibi ceset kokan şehirler

içindeki evrenin yıldızlarını keşfet gözlerini çevirip kalbine
bir vapur Nuh adaşı; hayret makamı özerk tefekküre
ve güneşte kavrulan esmer merhamet bozkır teninde
bir ormanda bir ırmağın bir ceylanla buluşması endamlar
sararmış mahzun fotoğraflar emsali kartondan albümlerde
filmleri kopuşmuş sılanın; paslanmış denklanşörü gurbetin
gel etme gel etme gülleri tomruk; ahvah çiğdelerinde
gül şerbetine uzatırken ağzını dibine inen serinlik sanki
hilalden bir güneşin altında gölgelenirken güzbatımı

ölümün üzerine sürüyor motorunu Hamza yürekli
panzerlerin altına yatan Ömer öfkeli kalbi kırıklar
savaş uçaklarına tornavida fırlattıran gariban sevda
bir ateş ki tutuşmaz her fitilde en doğru en dobra
uğramaz şehadet -sade İslam- demeyen son nefese
yalan oğlu yalan; hamaset destanlarında gördüğün
öldürmeler değil yaşatmaklarmış asıl kahramanlık
tankları durduran o şefkat çıplağı ellerimizden öğrendim

kendisine çevrilen hayın namlulara; konuşur gibi mikrofona
son anda dahi -gel vazgeç evladım- diyen ananeler mesela
utanır sloganlar; işte bu anlatılmaz işte bu yaşanır
idam isterken bile şu heba edilenlerine üzülen kırgınlık
tutuşmuş Hakk aşkıyla kavrulmuş abdal cehennem hey
maşkunun hasmını beklemektedir; taşkın
içimde hep bir senler beklemektedir, aşkın
beklemek; beklemektedir, beklememeyişleri
beklememek; beklememektedir, bekleyişleri
gayrı eminim, hüznün en yakıştığı gönüldür mahşer yeri

BEYAZ KARANLIK

Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız!
Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye…
Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız;
Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine.
Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana.
Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi…
Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla!
Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki…
Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler;
Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara…
Yatağanlarla doğranmış batağandı keder;
Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara.
Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde.
Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne!
Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde…
Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde.
Duyamaz, yangın kuleleri bu cehennemi.
Bulamaz, deniz fenerleri şu pus gemiyi…
Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında!
Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta...
Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık!
Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca.
Ah ne âfet katliam; rahîm nurda kayıplık!
Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza…

Bilal Yavuz
 
TOPKAPISAATİ

Payitaht Güllerine ithafen…

I. Avlu

yağlı kementler
zağlı Cellat Çeşmesi
şifreli usturayla kazınmış suçlu kelle
Saltanat Kapısında adaletin sergisi
bazen semiz günahın
işte Saray-ı Cedid
bir cin mezarı gibi ürkünç Aya İrini
çevresinde nazenin saray atölyeleri
Bâbüsselâma durur
iki büklüm cevherim
Fâtih’in yadigarı günler yâdıma gelir
yalnız Hünkar yontları
sığar bu mert kapıya
arşivlerdeki kadar civan
heybetin vücut
buluşuydu Bâb-ı Hümâyun
yüreği açıktır zulme uğrayan herkese
mazinin fettan
günün pişman
mazlumu olsa bile

II. Avlu

işte Divan Meydanı
ulûfeler yağdırtan kadim cömertlik
galebe divanlarında
başlar zarafet gazâsı
parıldardı avluda Sadrazam kavukları
Adalet Kulesi tavlı
Divanhane yoluna
konmuşöter selam taşları
lâyihalar sunulu arz odalarında
sallanır adaletin kılıcı
Adalet Kasrından mahcup boyunlara
salınır zülüflü baltacılar koğuşunda
saray mutfaklarında
Akike kokuları
Sancak-ı Şerifler serdarlara
yeni teslimleri bekleşmekte
Saadet Kapısında

III. Avlu

dört burmalı sütunlar
Baldaken tahtlar aşkına
Enderun avlusunda Has Oda nağmeleri
Mukaddes Emanetler
sığmayacak kadar görklü engin yapılara
iştehazine köşkleri
kale içinde kale
gönül dibinde gönül

Arz Odası önünde lezzetli şırıltılar
fenerli tercümanlar üstünde
çevik Saltanat Tahtı
sedeften, fildişinden
işte Enderun kütüphanesi
nakış nakış külliyatlar dizili masum
dolaşır Fatih Köşkünde cesur yankılar
terütazedir henüz
Yavuz Sultan Selim mührü
firuze mücevherler
mücevherden vitrinler
gürül gürül şamdanlar hazine koğuşunda
Harem-i Şerif puşideleri
aydınlık bir karanlığa boğar ipekleri
şadırvanlı sofalarnasıl da bebek yüzlü
ey kapalı kapılar açan
bize hayırlı kapılar aç

Kuşhâneler ambale
aynalı tonozlar ihtiyar şimdi
hükümdar sediriyse
dipdiri Sultan Murad’ın
gümüşler üzerine altın yaldızlı
Kilerli koğuşunun
iç çeken kaşlarında
emek kokan çehreler belirir durur
padişah portreleri hazan

payitahtın özüne
kıvrılmagünüdür
toprağın sözünden çıkmayan gülün
toprağın sözünden çıkma günüdür
duyabilen ruhlara
haykırıyor Peygamber kılınçları
çöken yıldızları çeken kara deliklerin
gama ışınlarında
tarihi bükme vaktidir

IV. Avlu

çift sıra sütunların
engin revaklara dizildiği antik bahçe
dile gelir Mermer Sofa
güzü güzideliği güzelliğiyle
Erivan bergüzarı
Revan köşkünde tinler
yâr sekizgen köşeli
salınır Bağdat köşkü
aşkın topraklarında
çinilerin döşünde
nabzı atar tevhidin

eyvanlardan pencereler
fırlatır ateşten oklarını
narin sevgililerin masum bakışlarınca
nişler elpençe durur
ceylan derisinde ince nakışlar
ve aniden uçacak
gibi kuş figürleri

tombak kafesli top askı
gümüş yürekli mangal
İftariye Kameriyesinde
hazin besmeleydin
için dört mevsim
mahzun mehtaplık
bense Sofa köşkünde
Osmanlı rokokosu
mücadele yıllarının
hüzünlü payitaht sokaklarını
birdenbire hatırlatan

Mecidiye Kasrında
tütünler sardım tüttürdüm
ufuklara bakıp maziye daldıkça tüttüm
kuruyup çöle dönen bir göl gibi
kalbim nasıl da Aral
nasıl da hasret güne
omzumda damgalı neslin aşı izleri
ruhum sığmaz ruhuna
Haremi canhıraş bir gazelseli basar
aralanır Cümle Kapısı
matemli nefesler yüzer
Veliaht odalarında
pencereler içinde nezih çeşmeler
oluk oluk kan kusar

HÜMA MEVSİMİ

mermilerden bir tesbih
çeker yorgun yüreğin
alınteri karışmış fağfurlarda
atar ecdadın nabzı
bizi böyle derbeder bırakıp gitme Hüma
bizi uçurumlarda
böyle sarkıtılmalık
sen ki zayıf kuşları yutan yırtıcıların
korkulu rüyasıydın
kadim amazonlarda
tiranozorlar gezer antikkayıplığında
bizi böyle fersude
bırakıp bitme Hüma

sen ki cennetin kuşu
kuşların melikesi
berrak kanatlarında ehvenlerin ahseni
boya gökkuşağına
uçuştuğun gökleri
körelmesin rengarenk ıssız umularımız
vaktin ihtiyarında
yetim ve garibanız
vaha içinde sahra içinde vaha içre
kısraklar bünyemizde
koşturur yarım kalmış şanlı tarih timsali
bizi böyle umarsız
bırakıp ötme Hüma

tozu dumana katan yıldırım toynaklarla
kalkan gibi bilekler
kopan tekbir sesleri
vadilerden akın akın çağlayıp da coşan
muvahhid nefesleri
tevhid türküleriyle
dalgalanan depremler
akışan fırtınalar tamudan kanyonlarda
gidişin kıyametim
bizi böyle kabristan
bırakıp gitme Hüma

ÜÇ VAV

içten içe çürüyen hınçlar
karaya vuran deniz kabukları

evini can yoldaşı edinen
yoldaşlarına göre şekillenen
vefalı keşiş yengeçleri kalbin
içim nasıl da kazaziye

üç vav gibi birbirine kenetli
bir gezegen olsaydık seninle
aksaydık kendi yörüngemizde
sevdamızın meyvesiyle

daireler aynalar birbirine
yuvarlaktaki kadim sır
semahların cezbedeki esrarı
vurur rıhtımlar denizlere

dönüşler geçer durur kendinden
tekrar da bir varıştır bilenlere

duruşlar da gidiştir bil
gidişler de duruştur bu dergahta
akışlar da yüzüştür gökte
yüzüşler de akıştır suda

susuşlar da susayıştır çeşmede
susayışlar da susuş çöl gölünde

kenetleniş ne büyük yolculuk
benlerin eriyişi adeta
biz labirentinin karanlığında
bir karanlık ki baştan ayağa nur

aklın şimdi dönen bir topaç
çıldırışların arenasında

şimdi en emin liman vicdanındır
ve sığın dur sığmayana

bir an saati durur şimdilerin
toplanır çemberlerin sofrası

SİYER MEVSİMİ

asıl şimdi ıssız
Tihâme çölleri
âlemi bağrı yanık
bırakıp gittiğinden beri
sadıklara şahid
Akabe körfezi
şahid peygamberlere Usfân vadisi

acı Tifle kuyusu
tattığından beri mübarek yudumu
yüzyıllardır nasıl da tatlı
bir de göklerden bak Mescid-i Haram
nasıl da atan beyaz bir yürek

kalbim Şuayb mağaraları
fışkırır içimde on iki pınar
çağıldar sesinde
mazlum on iki imam
ham taşlardan bir Musa mahareti
vadideki sunak

dağlara yontulmuş heybetli evler
şimdi bir mezar gibi miras ibret-i aleme
kurudu tapılan Eyke ağacı
kahroldu yedi fal okları
yerinde yeller esiyor putların
şimdi bir mezartaşı Petra

yeşil demirli cami pencereleri
zıvanadan çıkarmaz aşk kendini
Busra serinliğinde
hacılardan gelen esans kokuları
çağın erdemliler sözleşmesi

saraylar sarayı Nur Dağı
tahtların tahtı Hira
bizim kahramanlarımız
pelerinli değil sarıklıydı
zırhlı değil cübbeli
sonuna kadar Rabbine güvenen

Ahbeşeyn Dağının
Ninova Cinleri
alır Resulullah duası
Mirac kokar rüzgar
vadiler, koylar, semalar

sırlar sırrının beşiğinde
aşkın son sedirinde
gönül gördüğünü yalanlamadı
gönül gördüğünü yalanlamadı
gönül gördüğünü yalanlamadı

Biat Mescidindeki kadim tablet
kadar yetim şimdi yorgun yüreğim
girdiği evi mabed kılan adamlarca

yükselen çadırlar aşkına
çalkalanır Kudeyd vadisi
sevilmekler boy atar
böylece kazandılar
alemlere rahmet güle
dost akşamlayanlar

selam Uhud dağına
selam Fuad Dağına
selam Bedir kuyularına

yetim bir hüzündür Ebvâ
serilmiş soframızın göğünde
dokunaklı Ayneyn tepesi

umudun yorganına
sarılan yüreklerde
Takva Mescidinin sarsılmaz ilkliği

yetimlerin en güzeli
satın almış arsayı iki yetimden
Mescid-i Nebi için

Hakk hükümranlığına
ne muhteşem bir bürhan
Kıbleteyn Mescidi

gazveler ve keşif seriyyeleri
sadakatin başkenti
gazâ meydanlarıydı
aşkın kâbesi
komutanlar komutanı Resulullah

toprağa düşen
bir kozalaktan
kocaman bir âlem yaradan Allah
tarifleri aciz bırakacak kadar
sonsuz büyüktür

akın akın melek ordularının
indiği görklü zirve
dile gelsin de sarsılsın göğümüz
Rabbini zikreden rüzgar sesleri
görsel bir ziyafet kum taneleri
Arafat kokan
Üveys hırkası
şahlandırır gurbetlerde hasreti

abdullahların kökten doğruluşu
haccac-ı zalimlerin elim sonu

kadim bir sancaktır Ariş Mescidi
vakarlı minareleriyle
hatırlatır mübarek şehadet parmağını
heybetli hünkarımızın

Uhud dağı sever bizi
biz de Uhud dağını

insan bir dağla kardeş olur mu hiç
kardeş dağlarımız var bizim
kardeş ırmaklarımız
kardeş yıldızlarımız göklerde

dosttur cümle âlemler
daim Hakk dostlarına

haykırıyor çağın abdullahları
okçular tepesini terk etmeyin
kanmayın o deccal saatine

işte aslanlar gibi Hamza Mescidi
üfler durur sırlar sırrını
hurmalıklarda şehadet kokusu

kırılır Fadîh beytinde
bütün şarap testileri
düşer Marid kalesi

Ahzab gazvelerinde
bir yokuştur yaşamak
hendeklerde akan cennet rüzgarı

korkudan ağza gelmiş kalpler
düşmanın kalbine kazınmış panik
Safrâ ile Bettâr en önde

bir anıt gibi yükselir Hudeybiye
mazinin mübarek sesleri
uğuldar sımsıcak atmosferinde

selam olsun biat sıddıklarına
Necaşi ve Haris ve Münzir
Umman krallarına

boyun eğen hükümdarlara selam
ve başkaldıran
firavunlara lanet

efendimin rahmet mektuplarında
oysa felah reçetesi cihanın

mübarek mancınıklar
ne sanatsal deşmişti
siyonist Hayber surlarını
bir nefhada sevinen hurma bahçeleri

göklere yükselen sancak
yankılanır Mûte zaferi

Zeyd ve Cafer ve Revaha
rahmet eylesin Rahman
ve işte Seyfullah orada
ellerinde dokuz kılınç kırılan

hüzünlü Uhud gününde
hakikatin safında olmak ister gibi
vuruyor hakkın hasmına

Diyarbekir’in Süleyman mabedinde
yüzyıllardır akan bereketli sular
Halid’in şehadete olan
cezbedar sevdası sanki

dönüp dönüp vuruşanlara
tozu dumana katanlara
selam hak için durmayanlara

Kureyşliler sana verdikleri
sözde durmadılar
seninle yaptıkları sağlam
anlaşmadan caydılar

kınından sıyrılmış dolunay
gibi şakıyan zağlı kılınçlar

uzaya uzanan bir sancak sanki
mübarek fetihle Mekke
serden geçmiş beş birlik beş koldan
akıyor cihad nehri
mükerrem sokaklarında

işte aşkın asâsı
işte devrilen yüzlerce sanem
çünkü bir kez geldi mi hak
bâtıllar yokluğa
mahkum daima

cahiliye adetleri
şerli kan davaları
saptıran cümle bidatler
şimdi kutlu ayağın altında
şimdi aşka her yatsı Kadir Gecesi

bir çığlıktır Huneyn vadisi
civarında bir avuç ashab kalmışken
bineğini gavurun üstüne süren Resulullah
O ki alemlerin en cesur Abdullahı
bir ay mesafedeki
düşmana korku salan

kalbini tam kaplamış Allah sevdası
aşkın evine dönmüş cihad meydanı

mübarek avucunda
gülleye dönüşen çakıl taşları
yağarken üzerine düşmanların
savaşın seyrini
değiştiren mucize

aşıklarını yalnız bırakmaz Hakk
iniyor görülmemiş melek orduları

zaferler zaferleri kovaladı
kınından sıyrıldı Huneyn Günü

ne güzel bir şahid Hüda Yolu
ne şanlı bir fetih Taif Fethi

cesaretin nişanesi Tebûk Gazvesi
esaretin hengamesi bitmekteydi
putları patlatma seriyyeleri
bir öğüttür şu çağdan bu çağlara

bir peygamber bir sıddık ve üç şehid
Salih’in kentlerinden geçer iken

konuştu Rabbini en çok seven
Yürek hazretleri
“nefsine zulmedenlerin yurduna
ancak ağlayarak girin ki
onlara isabet eden musibet
sizlere isabet etmesin”

kaybedecek neyin var
zincirlerinden başka
ey çağın müslümanı
işte Saadet Asrı
işte zekat memurları
işte adil yasaların yargıçları
kılınçların gölgesinde gör orjinali
gör olman gerekeni

Sevr mağarasında
örülen ankebut ağlarının
üstünden henüz on yıl geçmemişken
kadim İslamiyeti
koca Arab yarımadasına
hakim kılanı tesbih et

Sevgililer Sevgilisi ki
unutma vefat vaktini
maziden son anlarına değin
damarlarında dolaşan zehri
yine bir yahudi etlere zerk etmişti

suya dalan mübarek eller
kademli vechine sürülen
ölümün sekeratı vardır ölümün
mukaddes yolculuk nereye
Er-refîki’l-a’lâ!

kim Rahmân’a tapıyorsa
bilsin ki Rahîm ölümsüzdür

evet Hû gitti
ama sünnetiyle yanında gibi
hicrî 1440 yerinden
Hakikat Medeniyetinin
emin yiğitlerinin

ölmeden ölmeyenler
dirilmeden dirilemezler
 
Bilal Yavuz

BY%2B%252853%2529.jpg


Diyarbakır şairi Bilal Yavuz'un Diyarbekir kokan şiirleri...

AŞKIN ŞEHRENGİZİ

ne canlar yakmış İç Kale
sararmış resimlerce
mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalar
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş
yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla
başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü
Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında
avlularda tükenmiş
dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı
cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların
su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir
nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
ve paygamber kabrinde
öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir



AMEDYA

ranzalarda Anzele serinliği
Arbedaş Kapısı
yüreğin dolar
Nasuh Camisinde Ömeroğlu
Nasıriye Kalenin Halidoğlu
bize Amedyalı
derler hey cano
mazluma safdil
namerde sarraf

şimdi ne Küpeli
ne Dıngılava
Diyarbekir bir ceset aramızda
akar akar Hamravat
çehremizin kederinde
taşar yüzlerin
emekçi coğrafyasından
masum, maralsı
Kürdistan gülleri

ürkek avlu mırnavları
ceylansı hafız kızlar
kadim Zinciriye
kokar çocukluğum
Benusen burcunda sesin
girer düşlerimin rüyasına

hatıralar deşer
hatır yarasını
Hançepek türküsü yakar
babasının ciğeri filintalar
öksüz içerin
Zembilfroş dumanı

sürgüler çekilir
durur hücremde
tütsüler doğurur
yetim Bircuşah
kaynatsın ahımızı
dadaş Haburman
sağsın zor hüznümüzü
aygın Malabadi

kurşunlanmış can Kurşunlu
Dört Ayaklı minarem
dört ayağından vurulmuş
öyle bir zelzele
ki çetin gidişin
Mesudiye sütunları oy
gayrı yerinde durmaz

Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
ömür kavgasını
verir hep kalanlar
dam loğu, et taşı
bulgur değirmeni
bir destandır burada yaşamak saati

Fiskaya Şelalesi
hazan olup yananda
gör nasıl
yeniden yağarım
dişimle tırnağımla loy loy
bir daha bulunmaz böylesi
gazel ölen
bizi, bizim gibisi



ROZERYA

yüreğin Hilar
mağarası gibi serin
yüreğin dağlarcası
gariban, ıssız
söyle sen hangi
boranın meltemisin
yanar dudağında karanfil tütün
yanar da verir
sırtını Kırklar suruna

ellerin kelepçe
ellerin zozan
gözlerin zor kafesler
gözlerin zilan
içerin Kralkızı içerin mahzun
alıngan, kuğumsu
hançerem hançerli
suskum sahipkıran
bir masum pusuda tahtırevan

söyle ben nereye gideyim Rozerya
gel de gör içim dışım Amedya

yaşmaklara yaşamaklar doladın
Rabbinden razı
sesin papatya devrimi
sesin ardınsıra zılgıtlar
körpe nazenin

daha kaç mendil
sarsın yangın kederini daha kaç
ahraza bürünecek
cıvıltısı sabilerin

gel de izle Rozerya
aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
tepişirken fevkinde
şımarık firavunlar
aziz bir şehir yıkılıyor altında

hal böyleyken
hasmına kılınç
olsan da duramazsın içinde dimdik
çökersin soylu
sevdiklerin aşkına
biz şimdi sensiz
boyuna çöküş
biz şimdi gözlerinsiz
antik tohumduk

bak da yeşert Rozerya
Diyarbekir hayat ister bağında
yeniden nefes almak
biz ki yorgunluklar halkı
gürleşirdi alnımızın teriyle
ceddimizi saklayan
aziz toprak.
çocuklar eker
filintalar yeşertirdik yılmadan
usturalar kayarken ensemizden
bükülmezdik usulca

ata yadigarıydı mesleğimiz
yüreğimiz haykırır gözlerimizde
canımız o parola
yakıl ama yıkılma
söyle susma söyle Rozerya
diyesin
yitik insanlık
hangi eğreti dağın ardında


RÜMEYSAH

sen, çocukluğumdun, masumiyetim
sen bereket, han duvarları mazim
toz çuvallar üstünde dinginliğim
rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

dans eder, göllerin ıssız akışı
her nakışı, hüsrana yar bakışı
özlem tüten demden gönül kayışı
hem canım hem cananım, cevherimdin

ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
bir hayatlık canı var ölümlerin
bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
bir nefeste yayılır gül dediğin

Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
gurbetimin teli kopmuş sazımda
deli taylar uçar durur bağrımda
seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

konmaz öyle her dala sev devrimi
sütü zift, balı zehir semahında
uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
can kınına sığamıyor Rümeysa

mürşid gamzelerin Fındık burcudur
aşığı, mürid kılar tek bakışta
dergahında cerenler kuruludur
aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa

GÜVERCİNLER ÇARŞISI

şükran toylarımızın
sesi gelir aşiret çadırlarından
obamız hayran
otağımız kurban
kıl çadırda yer sofrası kalbin
serilmiş razı
serilmiş padişahına kadar
Nur burcunda ciğerim ağarır
külahına dek kufi, ebebulguru
saçlarında nesih yazıtlar
döşlerin kesme bazalt döşeli
mukarnas bezemeli
yazmalarca beklenen yankılarda
kurşunlu kubbelerin

Halilviran köprüsünde hey canım
düşlerin hıçkırır
sazlar kavrulur
yanar sazlıklar
Nevruz neşesi saran köşelerinden
bir firak hüznü
tüttürür dağlar
kavun rayihasına karışır
karpuz burcuları
çörtenlerden bin rahmet damlar
demirciler çarşısı orkestra
sadrı tonozla örtülü
ceylanlar salınır
filintalar ormanında

Kazancılar Hanı mürd
suskun kaya mezarlar
Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
bağlanıp budaklansın
yeter ki kapılma
çeper çağın ağına
can akar yolunu bulur
yeter ki solmaya
yaşamak sevincin
iki gözümün goncesi


RÜZGARIN KALBİ

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

kasımpatılardan doğma entarinle

çalı kuşları konardı dallarına

anadolu buğdayı kokardın sevdayla

bağlamalar dar gelir gönül teline

saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ

kuzgunlar dönüşür üveyiklere



yağmurun çocuğu Pokut yaylasında

bulutlardan bir deniz önündeyiz

uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim

ruhunu sal eyleyip uçacak sanki

avcısını bekleyen hazine gibi

ezilir bakışıyla kursak çimleri

yeşerir kuru kütüklerde filizler



evrendin özündeki canlılara

kuşatır damarların dünyaları

günde yüzbinlerce kez atan kalbin

nasırlı ellerinden belli azmin

gönül ışımakta gönlünü Dilbâ

harab kentte bağrı dökük bina âşık

cerrahlarda bulunmaz reçetesi



kurnalar, kandiller, dağ yılanları

fırtına nehrinde kağıt gemiler

derin ormanlarda ay kuyuları

adamın gönlünü göğsünden söker

kurnalar, kandiller, gece suları

bu dermana bir dert yok mu Dilbâ

bakışların deliyor değdiği yeri



kuzgunlar dönüşür üveyiklere

saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ

bağlamalar dar gelir gönül teline

anadolu buğdayı kokardın sevdayla

çalı kuşları konardı dallarına

kasımpatılardan doğma entarinle

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ


YENİLGİYE MERSİYEDİR YENGİMİZ


şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri
Şehzâde Mustafa türbesinde asırlar deviren yas
yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında
hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler
külahtan kevsere inen cayır cayır katreler
her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren
şimdi ne desen gecikmiş bir Murâdiye saati
fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin
sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği
ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler
tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına
öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura
zülfikâr imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana
“baş üryan, sîne püryan”
gayrı kılınç kınına ziyan!
oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler
buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla
mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler
berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti

aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar
akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında
o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar
gayrı geç ey Muhafız
bahadır ruhlar ordusunun başına
serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine
yan bakmayasın; ne sağa ne sola
işte düşman Gargat ehli karşında
vur pençeni Kahhâr aşkına şenlensin çelik bilekler
vur mazlumlar hatrına vur dile gelsin dilsiz gökler
yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni
hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin
dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi
ve Geylânî hazretlerinin sevdası muska bağrında
bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti
karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna
gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir
şahid İznik surları, şahid Bursa kalesi
ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi
derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın
coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne
fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye
muştulasın müstakbel meşalemizi



TOPKAPISAATİ

Payitaht Güllerine ithafen…

I. Avlu

yağlı kementler
zağlı Cellat Çeşmesi
şifreli usturayla kazınmış suçlu kelle
Saltanat Kapısında adaletin sergisi
bazen semiz günahın
işte Saray-ı Cedid
bir cin mezarı gibi ürkünç Aya İrini
çevresinde nazenin saray atölyeleri
Bâbüsselâma durur
iki büklüm cevherim
Fâtih’in yadigarı günler yâdıma gelir
yalnız Hünkar yontları
sığar bu mert kapıya
arşivlerdeki kadar civan
heybetin vücut
buluşuydu Bâb-ı Hümâyun
yüreği açıktır zulme uğrayan herkese
mazinin fettan
günün pişman
mazlumu olsa bile

II. Avlu

işte Divan Meydanı
ulûfeler yağdırtan kadim cömertlik
galebe divanlarında
başlar zarafet gazâsı
parıldardı avluda Sadrazam kavukları
Adalet Kulesi tavlı
Divanhane yoluna
konmuşöter selam taşları
lâyihalar sunulu arz odalarında
sallanır adaletin kılıcı
Adalet Kasrından mahcup boyunlara
salınır zülüflü baltacılar koğuşunda
saray mutfaklarında
Akike kokuları
Sancak-ı Şerifler serdarlara
yeni teslimleri bekleşmekte
Saadet Kapısında

III. Avlu

dört burmalı sütunlar
Baldaken tahtlar aşkına
Enderun avlusunda Has Oda nağmeleri
Mukaddes Emanetler
sığmayacak kadar görklü engin yapılara
iştehazine köşkleri
kale içinde kale
gönül dibinde gönül

Arz Odası önünde lezzetli şırıltılar
fenerli tercümanlar üstünde
çevik Saltanat Tahtı
sedeften, fildişinden
işte Enderun kütüphanesi
nakış nakış külliyatlar dizili masum
dolaşır Fatih Köşkünde cesur yankılar
terütazedir henüz
Yavuz Sultan Selim mührü
firuze mücevherler
mücevherden vitrinler
gürül gürül şamdanlar hazine koğuşunda
Harem-i Şerif puşideleri
aydınlık bir karanlığa boğar ipekleri
şadırvanlı sofalarnasıl da bebek yüzlü
ey kapalı kapılar açan
bize hayırlı kapılar aç

Kuşhâneler ambale
aynalı tonozlar ihtiyar şimdi
hükümdar sediriyse
dipdiri Sultan Murad’ın
gümüşler üzerine altın yaldızlı
Kilerli koğuşunun
iç çeken kaşlarında
emek kokan çehreler belirir durur
padişah portreleri hazan

payitahtın özüne
kıvrılmagünüdür
toprağın sözünden çıkmayan gülün
toprağın sözünden çıkma günüdür
duyabilen ruhlara
haykırıyor Peygamber kılınçları
çöken yıldızları çeken kara deliklerin
gama ışınlarında
tarihi bükme vaktidir

IV. Avlu

çift sıra sütunların
engin revaklara dizildiği antik bahçe
dile gelir Mermer Sofa
güzü güzideliği güzelliğiyle
Erivan bergüzarı
Revan köşkünde tinler
yâr sekizgen köşeli
salınır Bağdat köşkü
aşkın topraklarında
çinilerin döşünde
nabzı atar tevhidin

eyvanlardan pencereler
fırlatır ateşten oklarını
narin sevgililerin masum bakışlarınca
nişler elpençe durur
ceylan derisinde ince nakışlar
ve aniden uçacak
gibi kuş figürleri

tombak kafesli top askı
gümüş yürekli mangal
İftariye Kameriyesinde
hazin besmeleydin
için dört mevsim
mahzun mehtaplık
bense Sofa köşkünde
Osmanlı rokokosu
mücadele yıllarının
hüzünlü payitaht sokaklarını
birdenbire hatırlatan

Mecidiye Kasrında
tütünler sardım tüttürdüm
ufuklara bakıp maziye daldıkça tüttüm
kuruyup çöle dönen bir göl gibi
kalbim nasıl da Aral
nasıl da hasret güne
omzumda damgalı neslin aşı izleri
ruhum sığmaz ruhuna
Haremi canhıraş bir gazelseli basar
aralanır Cümle Kapısı
matemli nefesler yüzer
Veliaht odalarında
pencereler içinde nezih çeşmeler
oluk oluk kan kusar

Bilal Yavuz
 
Son düzenleme:
Diyarbakır Şiirleri

2.png


url]




AŞKIN ŞEHRENGİZİ

ne canlar yakmış İç Kale
sararmış resimlerce
mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalar
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş
yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla
başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü
Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında
avlularda tükenmiş
dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı
cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların
su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir
nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
ve paygamber kabrinde
öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir

Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



AMEDYA

ranzalarda Anzele serinliği
Arbedaş Kapısı
yüreğin dolar
Nasuh Camisinde Ömeroğlu
Nasıriye Kalenin Halidoğlu
bize Amedyalı
derler hey cano
mazluma safdil
namerde sarraf

şimdi ne Küpeli
ne Dıngılava
Diyarbekir bir ceset aramızda
akar akar Hamravat
çehremizin kederinde
taşar yüzlerin
emekçi coğrafyasından
masum, maralsı
Kürdistan gülleri

ürkek avlu mırnavları
ceylansı hafız kızlar
kadim Zinciriye
kokar çocukluğum
Benusen burcunda sesin
girer düşlerimin rüyasına

hatıralar deşer
hatır yarasını
Hançepek türküsü yakar
babasının ciğeri filintalar
öksüz içerin
Zembilfroş dumanı

sürgüler çekilir
durur hücremde
tütsüler doğurur
yetim Bircuşah
kaynatsın ahımızı
dadaş Haburman
sağsın zor hüznümüzü
aygın Malabadi

kurşunlanmış can Kurşunlu
Dört Ayaklı minarem
dört ayağından vurulmuş
öyle bir zelzele
ki çetin gidişin
Mesudiye sütunları oy
gayrı yerinde durmaz

Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
ömür kavgasını
verir hep kalanlar
dam loğu, et taşı
bulgur değirmeni
bir destandır burada yaşamak saati

Fiskaya Şelalesi
hazan olup yananda
gör nasıl
yeniden yağarım
dişimle tırnağımla loy loy
bir daha bulunmaz böylesi
gazel ölen
bizi, bizim gibisi


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



ROZERYA

yüreğin Hilar
mağarası gibi serin
yüreğin dağlarcası
gariban, ıssız
söyle sen hangi
boranın meltemisin
yanar dudağında karanfil tütün
yanar da verir
sırtını Kırklar suruna

ellerin kelepçe
ellerin zozan
gözlerin zor kafesler
gözlerin zilan
içerin Kralkızı içerin mahzun
alıngan, kuğumsu
hançerem hançerli
suskum sahipkıran
bir masum pusuda tahtırevan

söyle ben nereye gideyim Rozerya
gel de gör içim dışım Amedya

yaşmaklara yaşamaklar doladın
Rabbinden razı
sesin papatya devrimi
sesin ardınsıra zılgıtlar
körpe nazenin

daha kaç mendil
sarsın yangın kederini daha kaç
ahraza bürünecek
cıvıltısı sabilerin

gel de izle Rozerya
aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
tepişirken fevkinde
şımarık firavunlar
aziz bir şehir yıkılıyor altında

hal böyleyken
hasmına kılınç
olsan da duramazsın içinde dimdik
çökersin soylu
sevdiklerin aşkına
biz şimdi sensiz
boyuna çöküş
biz şimdi gözlerinsiz
antik tohumduk

bak da yeşert Rozerya
Diyarbekir hayat ister bağında
yeniden nefes almak
biz ki yorgunluklar halkı
gürleşirdi alnımızın teriyle
ceddimizi saklayan
aziz toprak.
çocuklar eker
filintalar yeşertirdik yılmadan
usturalar kayarken ensemizden
bükülmezdik usulca

ata yadigarıydı mesleğimiz
yüreğimiz haykırır gözlerimizde
canımız o parola
yakıl ama yıkılma
söyle susma söyle Rozerya
diyesin
yitik insanlık
hangi eğreti dağın ardında


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



RÜMEYSAH

sen, çocukluğumdun, masumiyetim
sen bereket, han duvarları mazim
toz çuvallar üstünde dinginliğim
rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

dans eder, göllerin ıssız akışı
her nakışı, hüsrana yar bakışı
özlem tüten demden gönül kayışı
hem canım hem cananım, cevherimdin

ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
bir hayatlık canı var ölümlerin
bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
bir nefeste yayılır gül dediğin

Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
gurbetimin teli kopmuş sazımda
deli taylar uçar durur bağrımda
seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

konmaz öyle her dala sev devrimi
sütü zift, balı zehir semahında
uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
can kınına sığamıyor Rümeysa

mürşid gamzelerin Fındık burcudur
aşığı, mürid kılar tek bakışta
dergahında cerenler kuruludur
aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



GÜVERCİNLER ÇARŞISI

şükran toylarımızın
sesi gelir aşiret çadırlarından
obamız hayran
otağımız kurban
kıl çadırda yer sofrası kalbin
serilmiş razı
serilmiş padişahına kadar
Nur burcunda ciğerim ağarır
külahına dek kufi, ebebulguru
saçlarında nesih yazıtlar
döşlerin kesme bazalt döşeli
mukarnas bezemeli
yazmalarca beklenen yankılarda
kurşunlu kubbelerin

Halilviran köprüsünde hey canım
düşlerin hıçkırır
sazlar kavrulur
yanar sazlıklar
Nevruz neşesi saran köşelerinden
bir firak hüznü
tüttürür dağlar
kavun rayihasına karışır
karpuz burcuları
çörtenlerden bin rahmet damlar
demirciler çarşısı orkestra
sadrı tonozla örtülü
ceylanlar salınır
filintalar ormanında

Kazancılar Hanı mürd
suskun kaya mezarlar
Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
bağlanıp budaklansın
yeter ki kapılma
çeper çağın ağına
can akar yolunu bulur
yeter ki solmaya
yaşamak sevincin
iki gözümün goncesi


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



HIZIR KÖŞESİ

göğün göğüyüz biz, yerin yeri
niceye Süreyya, niceye bağır
testin kadarsan, günahımız ne
ya kıl taat, ya cezbemizden delir
ki yokluk, varlığımıza delil
ki yokluk, yokluğunuza tülbent
içimiz var, içimizden içeri
ve dışımız, dışımızdan dışarı
vur testini, ne dış kalsın, ne içi
lamekânda bulunur bu define
aşk, öyle bir uçurur ki kimini
aşk dahi bilmez uçanın yerini


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



VEDA TEPESİ

Kudüs'ün ürkek gözyaşları
Diyarbekir'in gözlerinden akar
Tunus'un yanaklarından sızan
Kahire'nin koyu kanıdır
Şam'ın sonbahar saçları
Dökülür derisinden Yemen'in
Medine tüter Mekke'nin burnunda
Düğümlenir boğazı İstanbul'un
Vedâ tepesinden uyanış doğar


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri




DORU

poyraz yanar, kandiller üşür
Nupelda
suna boynun yaslar dağ eteğine
yıldızların kaydırağı var bu gece
dokunsan, ağlayacak ceylanlar
tavşan, yavrular aşkına cesur
arslan, yavrular aşkına ürkek
ve bakışlar, çığlık çığlığa kuşlar
yokluğun, boğazda kement
bakışın, nasıl da çatal
değdiği kalbin etini delen
acemi, rafine, boyunca usul

bağırda dalgalar kayalığa vuranda
diyar gözlü, bekir yürekli
filinta baharlar birikir Yeldama
gurbetin, hançeremde kelepçe
ranzamda, kahırdan darmaduman
ağarmış anlıklar, gurbetin
maral titrekliğinde, soluk soluğa
bir cezbeden yadigar
bahadır, külhani yakalardan
ve mahzun, namus burcu
niyetli, meçhul denen ferdalara
umutma Evîn
gevherin kışlatma
avlularda serpilen gonceler hatrına
kenar mahlesinde dar bulvarların
gül hevesler kurutmuş
başı hep ustura tıraşlı
oğullar etmez hayınlık
yokluğun ebubekir dostluğuna

çünkü yaşamak bu küllüklerde
dakik bir vaiz kuzulara
ve sıtmalar, ardın sıra kan ter
ardın sıra tutuklu, kısık
iner gibi sürgüler hücre odaya
görüş günleri ıssız
volta demleri öksüz, dımdızlak
cehennem kesiği gerdanlar namına
hiç değilse düşlerim, boran
savur çeltik yaylana, pamuk ovana
savur da kıyılsın inceldiği kuşeden
aşiret bozkırları çocukluğum
divane dağın doruğundan tütsün
vakarlı umular, yarınlarımız


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



ÜLKÜMÜZ DEVRİM

genzimde bir sergüzeşt
koynumun merkezine kadar kıvrılan
kanırtan hınzır hevesleri
sisleri tırmalayan haylaz açelyalar
sensizliğin biz kokan kıyametiyle
aşka hadım edilmiştir

içimde açılmayan mühürlenmiş mektuplar
yağar tırmalarcası sandukamın kürküne
gençtim kısrakların
toprağa hazla saplanan toynakları kadar
gençlikten burağanlar biriktirdim
yatağanlarladoğrarcası
kara kutusuna kadar ciğerlerimin
vurulmak neymiş bildim

mahralarda sahralar uzanıyor
dünya kıyameti sonuna kadar hak ediyor
çırılçıplak armakçılar
kirletirken oğuzluğun hisse senetlerini
dosyalar artık yırtılmak içindir
yargılarından habersiz yargıçlar
şimdi haksızlığın ayetleri

akıyor budunlar sokaklarında evrenin
kurganlar artık çöküşlere mahkumdur
kutaylar kervanlarda
yeni bir cihanın rüyasını çığırmakta
bilge taşralardan
çaylak şehirlere ihtar

orada bengi yaşamaklar
burada tadımlık yalnızca
çocuk sevinçlerinin koşturduğu evlerde
ölümlerin o yetişkin ağır
kulak zarlarını sağır eden
şimdi suskun çığlıkları dolaşıyor

öyleyse acısını dindirmeli vahşetin
bir yağız hünkar korkusuzca
herkes beklenenlerin
peşinde aynalara bakamadan
imgeler alışıktır kırılmaya farlarda
pusumda aşiret bozkırları
güneşin yerini tutar

kozmosunda fantasmalar
bir gökçe hicret kadar mevzi tutar
sarıklara havlıyor kanişler
yağlı köy sabunu kokmuyor yaşayan leşler
kentlerde ceset nehirleri
yıkılan köprülerden
örülen duvarlara üzülme sakın
körpe labirent olur
buldurur birbirimizi

kavganın gümrah memelerinden
yaralar emzirdik hep yoldaşlarla
kaslarımızı gırtlağına değin sıkıyor
kol muskası pazıbentler
can evlerinde tamudan yuvalar kuran aşk
palazlanıyor çıngarın
kanla sulanmış tarlalarında

ülkümüz devrim
insanlığı hunharlığa neşter kılan
huylanan döl döşekleri
doğumun görklü kuzey ışıkları altında
yepyeni bir doğruluşa gebeydi
çapa yapan kadınlarıngölgesinde
ter bezinde kundaklar benim yerim
ülkümde devrim
yıldızlı geceye dönüşür sevgilim

ipiltiler esintilerin
kanına karışıyor ıpıslak ıslıklarda
tezgahlarda işveli ciddiyetler
ne denli serpilebilirse som kapanlarda
o raddeye kadar kuşmar
dağılan nazenin saçların
tellerinde yürüyen cambazlar cudam
betondan putlara tapan
çinko patronlarla haşrolan

pazen entariler yağar militan ruhlara
dindirmek için hoyrat hırslarını cevherin
işte küstah yürekler
mutantan recimlerini kör emperyalizmin
boğazlamaklar için birikiyor
ülkümüz devrime kıvrılıyor
devrimlerimiz ülkülere
türkülere birleşen düşlerimiz
lügatlerde sevmekler
yeniden tanımlanıyor

durun ve hayatla yüzleştirin çehrenizi
oysa haylamaz dibine açan hiçbir domur
huysuz langustlar
pavkırışlara boğuyor yeröteyi
tıpırtılar tıkırtılarla sevişiyor
tenha kaldırımların damsız yalpılarında
fısıltılar boranlarla
cam kırıklarıkarıştırıyor damarlara
kalın bıçaklar kesemiyor ince tülleri
karıncalanıyor ergen yerlerin
yaşlanmayan gözlere küflenmek yasak
işte hipnoz edilmiş metropol köleleri
tiryaki egzoz dumanlarına
özenti vitrinlerde hep janti sömürgeler

bir fiyasko gibi geçenlerdir
sokaklardan caddelerden bulvarlardan
onlar asıl kazananlardı
panjurların satır arasında oksitten
mısraları sökebilen şairler
besteleyecek tutunamayan galipleri

kapitalist yaşayıp komünist küfredenler
rezaletsel rüsvaylığa mahkumsu
sustum susulacak ne kadar kağnı varsa
mecnunlar yüreğini tükürüyor sahraya
düşlüyorsun eriyene dek beynin
kaynayan bir kazana dönüyor kelle tası
ışığa yumruklar attıran sendin

zarfında günbatımı fırtınası
taraçadan süzülen matruş papatya dansı
kardan çocuğa döner cıvıldayan nefesin
aynaları sırlayan cıva gözlerin kokar
çakılır vidalarderisine şehvetin

gün gelir ülkün de devrilir
türkü çığırmaya başlar devrimin
değişmez sandıklarından doğar ilk değişim
alaturkalar alafrangalaştıkça
dumura uğrayacaktır çağdaşça
şen olası raconlar gereğidir

kan damlaları birikiyor kum saatinde
tütüyor fişek tarzı miğferler
dünya kıyameti sonuna dek hak ediyor
bileniyor delişmen pençeler


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



BEHRAMPAŞA

muhteşem Selimiye benzeri mimari
Mimar Sinan üstadın ustalık eseri

sekiz sütun gövdesine taşlardan
birer kördüğüm atılmıştır sanki

kimsesiz Suriçi’nin dilsiz sokaklarını
bir şölen yerine dönüştüren incelik

eksik olmaz rahmetli avlusundan
çocuklar, kediler, kuşlar, böcekler

gelin bir de buradan izleyin gelin
haşmetli İslam medeniyetimizi
karnaslarda Süleymaniye ihtişamı
kitabelerinden belli Sahabe şehri

minberinin külahı çiniyle kaplı
kapısında bir şaheser su mermeri

satranç kufiyle yazılmışdört koldan
semah eden Habib-i Kibriya isimleri

kuvarsı cezbede kendinden geçmiş
İznik çinileriyle kaplı kadim duvarlar

mihraplarında saflığın ülküleri
kara bazalt taşlarından bir şiir sanki

saçı örgülü yıldızlar iç mukarnaslarda
döşü geniş kubbesiyle muntazam estetik

metafizik gerilimler tozan ışıklarında
vakardan metaforlar dimdik sütunlarında

sekizgen yapısıyla; hazin yalnızlığıyla
âlî devletimizin bir türbesi gibi şimdi

diktörtgen boşluklara dolan yaşamak azmi
ecdadın ervahını hissettiren külliye

geçmişle geleceği buluşturan bir meclis
Mimar Sinan’ı Şeyh Galib kılan taş üstünde

kalbi Dicle diye çarpan bahtın rüzgarında
bir çizgiydi bulutlardan Behrampaşa Cami


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



RÜZGARIN KALBİ

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ
kasımpatılardan doğma entarinle
çalı kuşları konardı dallarına
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
bağlamalar dar gelir gönül teline
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
kuzgunlar dönüşür üveyiklere

yağmurun çocuğu Pokut yaylasında
bulutlardan bir deniz önündeyiz
uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim
ruhunu sal eyleyip uçacak sanki
avcısını bekleyen hazine gibi
ezilir bakışıyla kursak çimleri
yeşerir kuru kütüklerde filizler

evrendin özündeki canlılara
kuşatır damarların dünyaları
günde yüzbinlerce kez atan kalbin
nasırlı ellerinden belli azmin
gönül ışımakta gönlünü Dilbâ
harab kentte bağrı dökük bina âşık
cerrahlarda bulunmaz reçetesi

kurnalar, kandiller, dağ yılanları
fırtına nehrinde kağıt gemiler
derin ormanlarda ay kuyuları
adamın gönlünü göğsünden söker
kurnalar, kandiller, gece suları
bu dermana bir dert yok mu Dilbâ
bakışların deliyor değdiği yeri

kuzgunlar dönüşür üveyiklere
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
bağlamalar dar gelir gönül teline
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
çalı kuşları konardı dallarına
kasımpatılardan doğma entarinle
kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri

bilalyavuz.jpg


DİYARBEKİR KALESİNDEN NOTLAR
VE
ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ

1.

Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal...
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy...
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi...

2.

Açar,
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan...
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı...

3.

Hamravat suyu dondu,
Diclede dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa,
Çayı kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
"Yel" der, "Baharın geçer".
Bacım, ikicanlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin.
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış.
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmed ARİF'in yeğeni...

4.

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü...

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...

Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü...


Ahmed Arif

ahmed-arif-siirleri.jpg
 



AŞKIN ŞEHRENGİZİ

ne canlar yakmış İç Kale
sararmış resimlerce
mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalarA
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş
yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla
başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü
Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında
avlularda tükenmiş
dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı
cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların
su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir
nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğin beynine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
ve paygamber kabrinde
öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir

Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



AMEDYA

ranzalarda Anzele serinliği
Arbedaş Kapısı
yüreğin dolar
Nasuh Camisinde Ömeroğlu
Nasıriye Kalenin Halidoğlu
bize Amedyalı
derler hey cano
mazluma safdil
namerde sarraf

şimdi ne Küpeli
ne Dıngılava
Diyarbekir bir ceset aramızda
akar akar Hamravat
çehremizin kederinde
taşar yüzlerin
emekçi coğrafyasından
masum, maralsı
Kürdistan gülleri

ürkek avlu mırnavları
ceylansı hafız kızlar
kadim Zinciriye
kokar çocukluğum
Benusen burcunda sesin
girer düşlerimin rüyasına

hatıralar deşer
hatır yarasını
Hançepek türküsü yakar
babasının ciğeri filintalar
öksüz içerin
Zembilfroş dumanı

sürgüler çekilir
durur hücremde
tütsüler doğurur
yetim Bircuşah
kaynatsın ahımızı
dadaş Haburman
sağsın zor hüznümüzü
aygın Malabadi

kurşunlanmış can Kurşunlu
Dört Ayaklı minarem
dört ayağından vurulmuş
öyle bir zelzele
ki çetin gidişin
Mesudiye sütunları oy
gayrı yerinde durmaz

Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
ömür kavgasını
verir hep kalanlar
dam loğu, et taşı
bulgur değirmeni
bir destandır burada yaşamak saati

Fiskaya Şelalesi
hazan olup yananda
gör nasıl
yeniden yağarım
dişimle tırnağımla loy loy
bir daha bulunmaz böylesi
gazel ölen
bizi, bizim gibisi


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



ROZERYA

yüreğin Hilar
mağarası gibi serin
yüreğin dağlarcası
gariban, ıssız
söyle sen hangi
boranın meltemisin
yanar dudağında karanfil tütün
yanar da verir
sırtını Kırklar suruna

ellerin kelepçe
ellerin zozan
gözlerin zor kafesler
gözlerin zilan
içerin Kralkızı içerin mahzun
alıngan, kuğumsu
hançerem hançerli
suskum sahipkıran
bir masum pusuda tahtırevan

söyle ben nereye gideyim Rozerya
gel de gör içim dışım Amedya

yaşmaklara yaşamaklar doladın
Rabbinden razı
sesin papatya devrimi
sesin ardınsıra zılgıtlar
körpe nazenin

daha kaç mendil
sarsın yangın kederini daha kaç
ahraza bürünecek
cıvıltısı sabilerin

gel de izle Rozerya
aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
tepişirken fevkinde
şımarık firavunlar
aziz bir şehir yıkılıyor altında

hal böyleyken
hasmına kılınç
olsan da duramazsın içinde dimdik
çökersin soylu
sevdiklerin aşkına
biz şimdi sensiz
boyuna çöküş
biz şimdi gözlerinsiz
antik tohumduk

bak da yeşert Rozerya
Diyarbekir hayat ister bağında
yeniden nefes almak
biz ki yorgunluklar halkı
gürleşirdi alnımızın teriyle
ceddimizi saklayan
aziz toprak.
çocuklar eker
filintalar yeşertirdik yılmadan
usturalar kayarken ensemizden
bükülmezdik usulca

ata yadigarıydı mesleğimiz
yüreğimiz haykırır gözlerimizde
canımız o parola
yakıl ama yıkılma
söyle susma söyle Rozerya
diyesin
yitik insanlık
hangi eğreti dağın ardında


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



RÜMEYSAH

sen, çocukluğumdun, masumiyetim
sen bereket, han duvarları mazim
toz çuvallar üstünde dinginliğim
rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

dans eder, göllerin ıssız akışı
her nakışı, hüsrana yar bakışı
özlem tüten demden gönül kayışı
hem canım hem cananım, cevherimdin

ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
bir hayatlık canı var ölümlerin
bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
bir nefeste yayılır gül dediğin

Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
gurbetimin teli kopmuş sazımda
deli taylar uçar durur bağrımda
seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

konmaz öyle her dala sev devrimi
sütü zift, balı zehir semahında
uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
can kınına sığamıyor Rümeysa

mürşid gamzelerin Fındık burcudur
aşığı, mürid kılar tek bakışta
dergahında cerenler kuruludur
aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa


Diyarbakır Şairi Bilal Yavuz Şiirleri



GÜVERCİNLER ÇARŞISI

şükran toylarımızın
sesi gelir aşiret çadırlarından
obamız hayran
otağımız kurban
kıl çadırda yer sofrası kalbin
serilmiş razı
serilmiş padişahına kadar
Nur burcunda ciğerim ağarır
külahına dek kufi, ebebulguru
saçlarında nesih yazıtlar
döşlerin kesme bazalt döşeli
mukarnas bezemeli
yazmalarca beklenen yankılarda
kurşunlu kubbelerin

Halilviran köprüsünde hey canım
düşlerin hıçkırır
sazlar kavrulur
yanar sazlıklar
Nevruz neşesi saran köşelerinden
bir firak hüznü
tüttürür dağlar
kavun rayihasına karışır
karpuz burcuları
çörtenlerden bin rahmet damlar
demirciler çarşısı orkestra
sadrı tonozla örtülü
ceylanlar salınır
filintalar ormanında

Kazancılar Hanı mürd
suskun kaya mezarlar
Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
bağlanıp budaklansın
yeter ki kapılma
çeper çağın ağına
can akar yolunu bulur
yeter ki solmaya
yaşamak sevincin
iki gözümün goncesi
 
155.png


IMG-20170802-WA0070.jpg


139.jpg


A%2B%252833%2529.jpg


48082764_809959979352554_6294317504781090816_n.jpg


BERFİNELLA

ve nazenin ruhunuz
nasıl da kendine bakan bir ayna
suyun uzanışı gibi dere yatağına
en tenha lambalar bile
çattı mı kavuşmalar çakmağı
dayanamaz geceye, yakar bendini
işte seni öyle sevmemiştim

kalması bile gitmelere benzeyen
bir vefalıyı nasıl ikna ederdin ki
can kıyamıyor çıkmaya
çakılar yeşeriyor etinde
uzuyor, uzuyor, uzuyor gözlerin
gökleşiyor yağdıkça düşlerin
denizlerle göklerin kavuştuğu çizgiye
şimdi aşkın baktığı
her yöre Berfinella

dal en çok tutunduğu çınara kırılırdı
bazı şeyler konuşmayarak
dinlemeyerek öğrenilirdi
çağa iki vicdanlı, iki yürekli gerek
öyle dağ gibi durduğuma bakma
dal gibi kırılırdım doğru yerden sarınca
badem çiçekleri açan
ağaçlar gibiydi bazılarının kalbi
mevsiminde anlaşılır
şimdi nereye gitsek Berfinella
gözün gözü görmediği aydınlıkta
masum bir karanlık
yakmaktı vacip olan


gidersin, bir yarım çeyrek kalır
oysa hüzün mutluluk Berfinella
acılar bahçesinin
çilekeş güllerine
Çayönü, Körtiktepe neolotik mahzun
cehennem teninde
taşar can nehrinden körpe Hasuni
alnında mağara serinliği
yüreğin gönülden Hira kokar
kadim şehrim toprağa
sığmıyor Berfinella

surların gözyaşları
eritir sırların kalesini
hıçkırır aşkın burçları
Berfinella dolar ciğerleri kentin
mazgalların karasında
yankılanır geçmişin çığlıkları
Asur hüznü sarılır bağın bağrına
aniden bastıran
yağmurlu bazalt kokusu
tahtını sallar
kral çocukluğumun
aşk kağıda sığmıyor Berfinella
gönül sadra sığmıyor Berfinella

hepsi geçer, kancık kibirler
tamponu şişkin şımarıklar
binbir yüzlüler, alayı geçer
her zifir gömülür, üzülme
Diyarbekir kıyamete dek kalır
işte bunu bilmek
aşkımıza yeter Berfinella


ZOZAN

serin Anzele pınarı
karışır Arbedaş sularına
içerin Zerzevan kalesi
yüreğinse yorgun
Hevsel kuşlukları
baharda kengeri
yazın dutu, eriği
gözleyen katıksız halkı
kendi kalbinden başka
yenemez kimse
öğrenecekler Zozan
hey nava dılê mın
dört yanım hozan
yanık çarşıda türkün duyulur
cıvıl cıvıl öter buğday pazarı
dar sokaklarda yangın rüzgarın
alnıma yokluğunu savurur
üstüm başım kelepçe
aklım fikrim Zozan
viran bağ köşküyüz şimdi
esamemiz okunmaz
Fiskaya şelalesi yağanda
bir uçurtmalık canı kalır
filinta uçurumların
gözlerinle gözlerimi bırakma Zozan
donarak can vermesin bakışlarımız
susmasın erbaneler
susmasın çığlık
çığlığa sessizlikler
konuşsun Zozan
çığırsın dilsizler


GÖZLERİN DİYARBEKİR

yeşil pulat pencere
yeşil sis yeşil tütsü yeşil ziya
acılar denizinde yananları
hüzünler yangınında donanlar anlar
dinle atmosferin bekaretini
şehid sahabelerin
mahzun külliyesinde
her çeşme bir şelale vecdin feyzinde
kuşların ve taşların zikirleri
erir birbirinde kadim cezbeyle
el pençe divan gölgeler
dizilmiş kandillerde tutuşan esrar
yankılanır duvarların teninde
sanki yer göktür, göklerse zemin
bağrında ashabıyla
firdevs kokan camide

diyesin ey ulu belde
şimdi hutbe sırası sende
kelamsız, burgusuz
duyabilen canlara
kepenkleri indirilmiş özlerin
marşı eser etinde
damağında cevherin öbekleri
ervahın şöleni
çarpar durur göğsünde
asude şafakların nasıl da gür
sancağının fecrinde
suskulardan örülme mahşer sanki
kıyamet kıyamet yeşeren diriliş
şahdamardır
atar genzinde

ve lale nehridir
akar akar da taşar kaburgalardan
kadınlar kaynatır buğdayını
damlara, avlulara serilen
güneşte kurutulan
çığlıklara dönüşür dargın bergüzar
gülünce gözleri
kuşlara dönen haminneler
tırpanı her vuruşta
Allah diyen kadim rençberler
çeliğe çifte su veren
evliya demirciler
Rahman’ını ameliyle sevenler
can sevdanı haykırır

kızıl gökte sarı hilal gözlerin
kendini dağlara vurur
serilir öksüzlüğe keçe yolluklar
kırılır fanusları sevdamızın
yorgun Diyarbekir
lorîninde yeniden doğar
şimdi nereye gidersen git hicret
yanar köşklerin
yanar Hamravat
kavrulur Seman
şimdi her can biraz sensizliktir
her aşk biraz hicraniye
gitme diyor semaver
bitme diyor dağlar, taşlar, kavaklar
can kınına sığamıyor Dilaram
açar dokunduğun
bütün koğuşlarda
narin nûbihar


ROJARYA

ebaneler hasretini haykırır
hasretini, mahzun, hazalsı
serden geçer serdil avaşin
nazarın nazarıma
karışır durur delal
gözlerin sırılsıklam cehennem
gözlerin zelal
dilzarımda hivbanular yeşerir
dilaverlere dilvanlar yaraşır
rotindalar rolêdalara

bir rojdalık ömrü var
suçsuz kelebeklerin
bir jiyanlık nasibi ıssız sevenin
gönül hekimidir
gülüşün hep baharda kırağı
ve cehennemin dibi gamzelerin
hemdemiz, nefes nefese
bağdaşız şahına kadar bağdaş
ve haldaş, sevdiğim
yardaş, Allah’ın aşkına

gecekondu masumiyeti
yoksulluk berraklığıdır
mahcup yüzlerden okunan bozlak
tozlu tülbentlerinde nenelerin
cennet kokularından bir şelale
sorma nasıl, bilirim
fakirhanelerin evliya saflığına
yetişemez softa burjuva
yetişemez nazenin


başı ustura tıraşlı
hovarda peştamal çocukları
kenar mahlesinde zor ızdırabın
antik bir hevesi büyütür
acılar havuzunda boy verir
hüznü boylar havuşlar
caddelerde boy gösterir
yürüyen mezarlıklar
saçaklara ayrılıklar konar

oysa kalbin, tetik kadar dinç
namlu kadar filinta
mermilerin şarjörlere dönmeyişi
kadar yaşlıydı döşünde
döşün ki, nerdeyse çatlayacak
şehvetin vahşetinden
döşün ki alayına yetecek kısrak
emzirirken ruhları
hey ciğeri kınalı, güneş yanığı
baştan ayağa Diyar
tepeden tırnağa Bekir
yüreği bronz kentim

konuş ki, dilsiz şeytana
dönüşmesin susmaya alışanlar
konuş ki mertlik bulaşsın
korkudan geberen asalaklara
susma ki delikanlı şehrim
hayın başbuğların
mabadını yalayan
kıraç itlerin puşt devri
vaktidir, hitama ersin
 
1

Biz kullarını doyurmak için milyarlaca canlıyı feda eden Rabbimizden daha fazla kimse sevemez, sevilemez…

2

Dünyanın en büyük seri katillerinin, kahraman liderler olarak dinlenildiği bir çağda; ortak vicdanı yerin altında aramak gerekir.

3

Yeni vahşilerin türemesinin sebebi; Hitler gibi canavarları popülerleştirip sevimli gösteren bilinçsiz avam sınıflarıdır.

4

Dilediğin kadar edepli ol; eğer adaletsizsen, ahlaksızsın demektir.

5

İyilik ve güzellik sakindir, kafa ütülemez; bir yerde size dayatılan, başınızı şişiren bir olay varsa kaynağı kötülüğün rengindedir.

6

Dilediğin kadar kardeşlik edebiyatı parçala; eğer kardeşinin hakkını yiyorsan, kardeş değil kalleşsin demektir.

7

Ölmeden ölmeyenler, dirilmeden dirilemezler!

8

En büyük cesaret, merhamettir.

9

Kılarken namazı, verirken zekatı, tutarken orucu, severken kalbi, anarken dili, haykırırken davayı incitme, haddi aşmamaktır aşk…

10

Bir öksüze sığınak, bir derde deva, bir hüzne şifa olamayanlar, başkalarının hayatına asla anlam olamazlar.

11

İnsan, tam bağımsız olmadığı için Rabbine şükretmeliydi. Zira öyle olsaydık, daima her türlü zulmü işleyebilme tehlikesiyle yaşardık…

12

Hakk’a isyan edenlere dikkat edin; gizli veya açık suç makinesi olup, kendine bakmadan, başkalarının açıklarını arayanlar…

13

Taşıtların şehir içi hızı düşürülmedikçe; toplumsal psikolojimiz, panik ve stres karambolüne mahkum olacaktır, farkında değiliz.

14

İhanete merhamet, merhamete ihanettir.

15

Kötülüğün sesi her zaman gür çıkar, çünkü ancak o şekilde yayılana kadar öz niyetini saf zihinlerden saklayabilir.

16

Çay tarlalarında çarpar yüreğin,
kulağını toprağa ver, dinle kendini.

17

Asıl zenginlik cömertliktir, asıl fakirlikse cimrilik…

18

İyi mütefekkirler; evvela özlerini keşfetmek için yazar. Zira cevherini keşfedemeyenler, toplumlara yarar sağlayamazlar.

19

Çok okumak değil, ancak kaliteli okumalar okurları geliştirir. Unutmamalı! Okumak; bilim adamı da kılar insanı, seri katil de…

20

İlham bekleyen eserler de, zeka içeren eserler de vasattır.
İlham ve zekayı harmanlayan eserler ancak tam kalitelidir.

21

Yazmayı deneyin; iyi yazar olamasanız da, kendinizle barışırsınız.

22

Yazar için önemli olan yarına kalmak olmamalıdır. Hakk’ın övgüsüne layık olmayan eserlerin yarına kalması sadece ziyandır.

23

Bu böyledir, dünyanın en büyük adaletsizlikleri daima sözde hukuk maskeleriyle gerçekleştirilmiştir.

24

Bir canavar için adalet; her daim zorbalık kavramının karşılığıdır.

25

Adalet bir edebiyat türü değildir, söylemin değil eylemin diliyle gerçekleşir ve toplumu gerçekleştirir.

26

Alışmalısın; hayalleri temiz, gerçekleri kirli olan ikiyüzlülere!

27

Devletin teşrife tenezzül etmediği köylüler kadar özgürünü, şehirde özgürlük taslayan çağdaşlar kadar kölesini görmedim…

28

Partilerin çeteleştiği, zümrelerinse kendilerini partilerinin çete üyesi olmaya mecbur hissettiği ülkeler asla gelişemez.

29

Türkiye'de adalet ne vakit küçülse, suçlular o zamanlarda hep büyümüştür.

30

Hakk’ın lutfettiği sayısız işarete rağmen Hakk’ı inkar edebilmek; her eblehin harcı değil, pek devasa bir beyinsizlik gerektirir.


Bilal Yavuz Sözleri
 
Çöpe Taşınan Mesaj(lar)

Hemoroid evde nasıl geçer diye düşündüyseniz bu videoyu izlemenizi tavsiye ederim tamamen doğal yöntemler anlatılmış : https://www.youtube.com/watch?v=4TCYTo8KZOM

Tırnak mantarına kesin tedavi arıyorsanız bu videoyu izlemenizi öneririm harika anlatım : https://www.youtube.com/watch?v=V0Icv9J4KQk

bir tavsiye de ben verecektim ama bu video da tamamen ayak mantarı olan bir hasta video çekmiş hangi uygulamalar işe yarıyor anlatmış : https://www.youtube.com/watch?v=AvECDUJkCNM

gastrit için faydalı bir video izlemenizi tvsiye ederim. : https://www.youtube.com/watch?v=YDou7M-Gorg

düşük ayak rahatsızlığı hastasından ne yapmamız gerektiğii anlatan tavsiye biteliğinde bir video : https://www.youtube.com/watch?v=rIdWRzySOm4

Bel fıtığı için doğal kür var iki tane doğal yöntem bunlar bu videoda anlatılmış bu kürü uygulayanların yüzde 95 memnun kalmış tavsiye ederim : https://www.youtube.com/watch?v=62Ph2fKKCv4

bu video da sedef hastalığını yaşamış ve yenmiş birinin hikayesi var videoyu izlemenizi tavsiye ederim : https://www.youtube.com/watch?v=ajcoqg_pOdI

alakasız biliyorum ama kansere yakalanmak istemeyen kim var desem herkes yakalanmak istemez işte bu noktada kansre karşı koruyan bitkisel bir karışımdan söz edilmiş bu videoda : https://www.youtube.com/watch?v=TmmgJ1imEuY

arkadaşlar tırnak mantarına bir katkıda benden olsun bu bir videoda tırnak mantarını kesin olarak yok eden doğal el yapımı ilac anlatılmış izlemenizi tavsiye ederim : https://www.youtube.com/watch?v=V0Icv9J4KQk

geçmeyen yaralar için iki tane tavsiyem var birincisi bal tedavisi burada dikkatli olunacak husus balın gerçek olması gerisi bu videoda bulabilirisiniz. : https://www.youtube.com/watch?v=7FxpqupDMjw

ikinci yöntem ise yumurta zarı yöntemi bu yöntemi de bu video anlatmış bu video eklem ve diz ağrıları için faydalı olduğunu anlatmış ama yeni yapılan araştırmalara göre yumurta zarı geçmeyen yaralara yara bandı gibi uygulandığı zaman çok faydalı oluyormuş işte videosu : https://www.youtube.com/watch?v=GDjhQRezykw

düşük ayak hastalarına belki faydası olacak tavsiye niteliğinde bir video buldum : https://www.youtube.com/watch?v=rIdWRzySOm4
 
İnceliklerin Efendisi

Kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz
Rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında
Hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız
Mukaddes Sina dağı gibi mübarek sırtınızdan
Pak torunların inmek istemeyişi gönlüm umarsız
Gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına
Geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna
Ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin mağarasında
Siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz
Söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz
Ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu
Günde en az yetmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz
Cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız
Ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız
Kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız
Anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi
Yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevgi
Ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu
Altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi
Zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp
Uçurumlardan şelale olarak atlarkenki nezaketi
Gibi bir havaydı hilalin pırıltısı vururken alın yazgımıza
Meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında
Ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında
Ve zulüm; suskudan tükenen dilceler kördüğüm
Vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen
Otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına
Ey kalbimizin efendisi! Siz köleliği bile güzelleştirirdiniz
Yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açardı buzulda
Gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık
Sevdası için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine
Sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri
Durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga
Dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde
Canlar sizsiz, vadilerde şaşkın gezen şimdi dilsiz “Şuara”

Bilal Yavuz
 
Nur

Can cana canan içinde
Canan cana can içinde
Canlar cansızdır canansız
İç içe, içler içinde

Bir içtene vurgunum ki
Kamerdir baştan ayağa
Hatırlatır hep Sahibi
Aşk; temrin, cümle aşığa

Çember, çember içindedir
Dönüş, dönüş yolundadır
İz de, izci izindedir
Özü, közü, tözü birdir

Hakikat, tekrarı sever
Canı bir an cana değer
Anlar, canlar içinde şen
Sonlar, sonsuzlar içinde

Bir içim ki, hiçten hiçe
Sonu heplik menziline
İçten içe, geçten geçe
Yoklar, varlar kucağında

Bilal Yavuz
 
Gevher

Hakikat şerbetiyle kendinden geçmek
Kendine gelmek, özüne dönmektir bize
Hakk dostlarından cesur yiğit mi var alemde
Sırra kadem basışları izdir, ufkumuza
Mülk, şöhret, evlat, içtikçe susatan derya
Gerekmez, aşkın nehrinde arınan toklara
Ancak harabeler bilir asıl hazineyi
Yalnız zeki canlar anlar sonsuz saltanattan
Bilinmezler diyarında bilen öz bilgiye
Zirve göklerde değil köklerde, derindedir
Ey cevher, daha kaç can verecek nefsin
Ne zaman cesaret edeceksin terk etmeye
Hikmet kaftanı terk etmeden giyilmez
bu hiçlik ateşinde üşümeden pişilmez
Kök sağlamsa derinde, boy atarsın zirveye
Şu mânâ göğünde çınar olmadan uçulmaz
İslam ruhuyla canlanan şah soylular ki
Mesihtir birbirine, yürümeden bilinmez

Bilal Yavuz
 
GÖZLERİN DİYARBEKİR

ay ışığı vurur çehrene

sahranda güller yeşerir cano

diyarbekir kalesinde aşk

filizlenir

can ikizim

yar mevsimi



ay ışığı vurur hücrene

surlarına sırların vurulur

içinde faili meçhul kederler

çisil çisil

yağar gurbet

vah mevsimi



karakollar tutuklu

pencereler sessizlik

yürekler paramparça

sevdalar suskulu
 
SONSUZ NEZAKET

Rahman’ın süt nehirleri
Çağıldar her gün her saniye
Görkemli anne dağlarından
Masum evlat vadilerine

Alemleri havada tutan
Cansızdan canlılar çıkaran
Varlığı yoklukla yeşerten
Hepsi nihayetsiz sergin

Sevgin nasıl da haşmetli
Aydınlatır kusursuz cemresi
Karanlıkta dönen dünyaları
Nereye dönsek zarafetin


KEMENT

Yaşadın asırlarca
Ama
Alışamadın hayata
Yüreğin hala
İlk günkü hayret

Baktığın her yüzde
Her ton her yön
Her renkte
Her ahenkte
Her his her seste
Soru işaretlerin

Bir yanın çılgıncası
Ölüm merakında
Bir yanın delicesi
Yaşamak coşkusunda

İnsan nasıl çelişki
İnsan zarif komedi
İnsan hazin estetik
Acı bilmece


KARA KONÇERTO

Çal Ludovico, çalınan yarınları çal;
Körpe düşlerimizi, hiç söylenemeyenleri.
Çal, dinsin bu gece de şu acı yara!
Şu derin şu çok katlı şu paramparçalayan!
Çal Ludovico, kendisinin hırsızı için çal,
Kırışık pişmanlıklar için çal paslı aynalarda.
Hayallerin, hayatların çalındığı yerde,
Sen masum günahkarlar için çal Ludovico,
Belki hala bir ışık vardır karanlık için!
Umudun çağlayanı çağıldasın,
Sandukası akustik hazandan…
Çal Ludovico, savaşın yetimleri aşkına çal,
Var mı yaşamdan öte hazin orkestra?
Varsın batsın gemi, çalmaya devam.


NESLİCAN TAY


Sen şimdi o tertemiz gülüşünle,
Bahçedeki çiçekleri sulamaya göçtün.
Eteğine takıldılar, müşrik ilan ettiler,
Giderken bile gün yüzü göstermediler,
Ne çok çekti Türkiye din tacirlerinden,
Ham yobazlardan, kaba softalardan...
Sen şimdi o taptaze içten gülüşünle,
Kuşları yürekten koklamaya göçtün.
Üstünde belki bırakma rahatlığı ardında;
Sapıklarla, katillerle dolu zifir çağını…
Hoşçakal leydim; iyi, güzel, mutlu kadın.
Güllere selam söyle, huzur rüzgarlarına,
Masum cerenlere, aşkın semalarına…
Rahman sarsın yaranı kevser suyunda,
Esirgesin kalbini bütün ağrılarından.
 
Kuşlar senin gök çiçeklerin
Denize batan yarım güneş
Işıktan bir tünel bağrımıza
Canımıza baharlar ser ey
 
ÖKSÜZLÜĞÜN TÜRKÜSÜ

Ne ışık, ne hatıra, ne de bir seda,
Gittikçe küllenen bir ıslık ufukta…
Rıhtımlarda, derin tenhalar meltemi,
Göğün yüzüne boyar yattığın yeri.

Bu suskun, bu dargın, bu can fırtınası;
Argın durgun sarar yorgun bahçeleri.
İçinde bitmeyen; cümle yokuşları…
Bağlar da köprü kılar, kırar kederi.

Kalbin, mazide saklı o mahur beste,
Şimdi çok uzaklardan geçen bir yıldız.
Gecenin ruhunda akseden her seste;
O muhayyel gerçek, birlikte yalnızız...








SONSUZ SONE

Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi şehri,
Tasını, taştan taşa vurup çığıran sular...
Pür ormanlardan nazlı bir ceylan geçer gibi,
Irmaklar, hüznümüze yeni bir çağ bağışlar.

Giderdin, gelip kurulurcası otağıma,
Dağın bağından belli, neşen gariban, içli.
Öperdin, kadim anılardan yağarcasına,
Yaralı kısrakların buruk yelelerini…

Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi bizi,
Yıkadıkça kirlenen mücrim ellerimizi…
Bir Züleyha sunarcası en derin kuyular,
Irmaklar, çölümüzü yağmurlarla kucaklar.








ZERDEÇAL MEVSİMİ

Zencefil burcuları eteğinde, hazalım...
Salınır sevmek dolu, bahar salıncağında.
Ve yan yana değilsek güzellikler hep yarım,
İyilikler hep bizsiz, yaşamın hayatında...

Bir mevsim daha sensiz, sessiz bir asır daha,
Ah kollarım sarar da, ısıtamaz bağrımı...
Üşümek gözlerinsiz, üşümek yangınlarda;
Teselli eder deniz hıçkıran poyrazları...

Güneşin gölgesinde kavrulan emekçiler,
Gariban küfeciler kokar çilekeş bozkır...
Ve can cana değilsek, kimsesizdir işçiler,
Diktatör, patronlara bir ülkeyi paylaşır.








EVHAMA VEDA

Samuraylar güller derer senin bahçende.
Kılınçların sevişten, okların beyzade...
Bir okşamak gelir gider öz pencerende,
Bir sığınmak, sahra olur yağar göklere.

Kavaklar vals eder masmavi yüreğinde,
Hüzünden, fezaya dönüşür merhametin.
Acılar çekersin, herkeslerin yerine…
İsterdin, sadece sevinç şarkı söylesin.

Ölümler, ölümler geçmiş iç içe, müthiş!
Hassas, serçe kalbinde cesetler birikmiş,
Yaslı denizlere dök kahrı, sal derdini.
Elbet bir gün doğar, mertlerin de hayali…








GÖNÜL BORCU

Şükür ki ölüm var Rabbim, ne güzel nimettir,
İnsana, sonsuzluğun kıymetini öğretir.
Kavuşmak Sahibine, kavuşmak sadıklara,
Kavuşmak; anne, baba, kardeş, eş, dost, evlada.

Ne ebedi ziyafet, kutsal suda buluşmak,
Onca aradan sonra, nihayet nefes almak…
Yeniden masum olmak ne muazzez bir cennet,
Kurur kin, boğulur hınç, kökten gömülür cinnet.

Duyulur, anlatılmaz, o sakin esen uzak,
Gurbetlere anılar dökülür yaprak yaprak,
Sen, çocukluğu saran vicdanlı aziz kucak,
Şad ol yattığın yerde ve o gün düğüne kalk…








MAKBER GÜNLÜĞÜ

Yavrucak gözlerini açtığın şu dünyaya,
İhtiyar gözlerini bir gün kapatacaksın.
Kim bilir, nerede, nasıl, kaçıncı yudumda?
Dünyanı bir gül gibi dilsiz solduracaksın...

Sığınılan limanlar bile sığınmış Hakk’a.
Akışlar ve nakışlar; kardeşlik halayında,
Seslerin suskularla kesiştiği noktada,
Bir yelken açacaksın, umutlu uzaklara...

Ruhundan hatıralar bırakır rüzgarlara,
Mezarında kibarca yeşeren çiçeklerin.
Rüzgarlarsa taşır, sevenlerin saçlarına,
Küçük mutluluklarla huzurludur devletin...








ÇIĞLIKLAR ÇIĞI

Cüsseden hücrenizin kemikten kafesinde,
Bir bülbül inler durur ormanın en dibinde.
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
Tül ve kül gibi bir gülün esrarına kandın...

Hey gidi hey gidi hey, derya içinde derya,
Yoğaltır, kavurur da; çarpar aşkın sadrına.
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
Vahalara amade şu sahrada uyandın...

Kalbinizin kabrinde, kabrinin kalbi atar,
Nabzın idam mahşeri, yadında saf anılar,
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
İncinmiş bir matem gibi deryana kapandın...








YALNIZLIĞIN DAĞINDA

Teneşirler tebeşir, vefatın ahşabında,
Sensizlik kalesinde bir uçurumcuk ağlar.
Geceden nehirlerin kandilleri yağar da,
Kızışır, ıssız kışın volkanında yalnızlar.

Cüzlerini okurken tümü unutma kalbim,
Karanlık denizlerde hıçkırır falyanoslar.
Her talazda bir dehliz, her biçemde bir biçim,
Hacimlerde ritimler, hazlarda hüzünler var.

Yaz bahçemizde kaldı rengarenk zamanımız,
Şimdi derin yalnızlık gibi çöker akşamlar.
Feryadın cennetinde tonların dansıylayız,
Vurur sahilimize; merhum, mahrem rüyalar.








KIRIK DÖKÜK

Gülerken sütunlarda çocukça efsaneler,
Oynaşır hayaletler baygın günbatımında...
Ejderha yüreklerin yankısıydı çiniler,
Duyulur nakışlardan; şafak, soluk soluğa.

Şu ziya, şu mefkure, şu kırgın muhayyile,
Çağırır vadilerden ürkmüş serçelerini...
Yağmur ki küremizin o mukaddes abdesti,
Korkulu ümitleri bahşeder çehremize...

Hıçkırır soframızda en hülyalı efkarlar,
Canımız üşüyüşün kadehinden yudumlar,
Haykırmak isteyip de haykıramayan leyli.
Hoşgeldin, içimizi tırmalayan, tufeyli...








YAS SEZONU

Mermerlerde köpüren şimdi kızıl yüzündür.
Şimdi yangın gözlerin, bayılttıkça ayıltan...
Yakışın yanışımla ah ne gazel bütündür,
Ah ne mukaddes temas, içirdikçe susatan...

Birbirimize nazır aynalardık nefessiz;
Aşkın iç içe geçmiş halleri sadrımızda...
Sazlıklar, sularında sevişirken sabâyla,
Püsküren mağmalardan duyulur düetimiz...

Şimdi kış bahçesidir, boynu bükük makberin,
Çökmüşüm taşına, koca bir yaşamak çökmüş.
Mazinin gül tufanı anılar, saf demlerin,
Şimdi güzün hazin yüzü gibi hep çürüyüş...








MAYHOŞ MAHZENLER

Mahmur ıhlamurlar altında serin nağmeler,
Tarar perçemlerini alevli tutkuların...
Ve sükut bahçemizde çağlayan gür esinler;
Serper pür heveslere, narin, derin bir yangın...

Belki hala bir ışık vardır karanlık için;
Belki henüz donmamıştır ateşin yüreği...
Belki çok geç değildi, belki de çokça geçti.
Malumun uykusunda; rüyası bilinmezin...

Çarpar durur bir cevher hısımsı tılsımlarca,
Esrarlı hisarında zümrütten bülbüllerin...
Efsunlu gecesinde şu bembeyaz hislerin;
Hıçkırır kahkahalar, zamanın sayacında...








ZAMANIN AVLUSUNDA

Mercan devranlar eserdi huzur bahçesinde,
Yürürdün mücevher gölünde doğal doğanın...
Parlardı yankılarda umutlu yarınların,
Vurulurdu pınarlar, arşın kelepçesine...

Şimdi kuğuların dans ettiği o yerdeyiz,
Ve ışıktan bir taç kurulmuştur saçlarına,
Dudaklarında bahar, bakışlarında deniz,
Argınlıklar yeşermiş buruk dallarımızda...

Yosunlu havuzlarda belirir hatıralar,
Yaşlı dağlardan dönen körpe çığlıklar gibi,
Esenliğin renginde kanatlanır çatılar,
Yayılır rüyaların, rayihalar denizi...








DALGIN ŞAKIYIŞLAR

Altın kulelerden şaha kalklar o kıratlı,
Kuğularca, kanatlı...
Bin yıllık kardeşliği şakımakta semalar,
Sedalar, ki senalar...

Ey hüdhüd-i şeyda söyle o ne cefa öyle?
Arşım neden hengame...
Mizanındaki mahşer; dağıtır dengemizi,
Soldurur genzimizi...

Ahengine olmaz mütenakız, kimin haddi!
Serabaydı serhaddi...
Gülbankına bülbüller serilir, yeşerir hep,
Kül-i efkara sebep...








ATEŞ UÇUŞLARI

Sisli camında yağmur izleriydik hayatın,
Ruhumuzda erguvan, yadımızda son sözler.
Sarar her yanımızı sabah kızılı bahtın,
Tahtında eser kalbin, uçuşur zarafetler.

Karışır renklerimiz, içerimde içerin,
Girift bir efsaneyi fısıldar boynumuza,
Usul usul dolanır, yüreğime yüreğin,
Sislerde hisler sesler, parlar sularımızda.

Ruhun ruhumda ışık, tenin tenimde cemre,
Pınarın pınarımda; ummanları anlatır.
Ve masallar sevinçten simler saçar çehrene,
Savrulur çamurcalar; köz közle kanatlanır.








ZAMANIN TAKVİMİNDE

Dirilir yeniden öz; töz, cevherle sevişir,
Bacaklar bacaklara dolaşır mazmunlarda.
Yasalar yasaklarla bir devranı üleşir,
Kırışır zamanımız, mekanın kucağında.

Beton ormanlarında metalden dinozorlar,
Boğunca yıldızların tütsülü şavklarını,
Kararır kalbi leylin, şehir gülleri solar,
Solar tefekkür kuşu, kurutur ilhamları.

Bu böyledir; ya doğum ya ölüm ya uçurum,
Cemiyetin değeri, tercihinde belirir.
Ey deniz feneri ruh, dön geri sönmeden mum,
Karanlıklar nurların gölgesinde güzeldir.








KARANLIK YILDIZLAR

Nahhatlar ve hattatlar, kaleminden damlarsın,
Kafesinde simetrik, estetik yaralarla...
Ve varlığın göz göze gelir yokla her lahza,
Başın eşiğe değer, bağrında kış, anlarsın...

Kara delikler saysın destansı sislerini,
Deşerken bakışların fezanın yüreğini,
Bir ahu iner nehre, kanatlanır gözleri,
Nabzında binbir güneş, dizler çöker, ahlarsın.

Savaşların söndüğü barışın cennetinde,
Uyumamacasına; uyanmak istesen de,
Bir yanın hep dünyada kalan sevdiklerinle,
İçin; gök içinde gök, dalında dağ, ağlarsın...








YORGUN ÜRPERTİ

Sararmış duvarlarda kırgın yüzlerdi mazi,
Bakışlarda tozlu hayaleti ilk aşkların...
Durur seslerin dansı, çarpmaz renklerin kalbi,
Susar hislerin çığı, ağarınca baharın...

Bir sırma hazandır ki, ruhun ankebut şimdi,
Nefes nefes örülen bu kor senin ağların...
Görünmez bir el olur, tutar da nefesini,
Başlar güneş ötesi içsel yolculukların...













AŞKIN BEYTİ

Gaza meydanlarıydı aşkın düğün evleri.
Değil miskin dervişler! En yakın Hakk dostları;

Cevheri, Allah deyu çarpan yüreklilerdi.
Bir düşün, fatihler fatihi, Habibullah’ı...

Amellerdi sevdanın en güzel mısraları,
Gayretlerdi dergahı, hakikat şeyhimizin...

Gerçek aşk kadehinin çalışmaktı şarabı,
Cemiyete yararın olmadan, eremezsin...











KALBİN KABESİNDE

Körfezlerde gittikçe uzaklaşan gemiler,
Bir başka seyredilir düşer gibi boşluğa,

Göçe susarcasına uçuşurdu yelkenler,
Dağılırdı saçların rüzgarın mezarında.

Semahın kıblegahı ruhunun fezasında;
Bir başkaydı her zaman, düşlerken bir başkaydın,

Çehrenin bahçesine gülüşler yayılır da,
Bağrının kabesinde, sayhanı sayıklardın.











SESSİZ SAYHA

Altın sonbahar, sokak fenerleri,
Duygun çardaklarda su perileri...
Ürkek parkelerde cesur kediler,
Kuşların sadrını deler de geçer.
Adın, hançeremde hüznün hançeri,
Gönlümün yaşına bakmadan deşer.

Gülüşün, ruhuma neden kasd eyler,
Niçindir ciğeri söndüren düğüm?
Nazarında yeşeren sır serçeler,
Toprağım, denizim, yelim, göğümdün.
Saflığın, cürmümü ezer de geçer,
Çakılarla çözülmez bu kordüğüm...

Nefesin; ateşten sıcak, yumuşak,
Kuş tüyünden hafif, alımlı sesin.
Ruha körpe sevişmekler katarak,
Sabahlara yüklü bir ceylan leylin.
Nezaketin göğsünden çağlayarak,
Taşıp kavururdu, zarif gözlerin...

Sendin adı şehla, şanı züleyha,
Kanı leyla, gülü leyla, rüveyda...
Bakmaklara hep görmekler ekerdin,
Ansızın çakışırdı şimşek yüreğin.
Can sayha, ten vaha, umular sahra...
Yüreğin, içimde soluk soluğa.

Resimlerin bile ahrazdı şimdi,
Hatırlamaz oldum nazlı sedanı...
Unutmak lime lime ah cemreni,
Ne bitmez kahırdı, ne kadim acı...
Bilmem üşür müsün orda sevgili,
Bekle bizi, çoğu gitti azı kaldı...




KARANLIĞIN MEZARLIĞI

Put denizi şehirlerde,
Lanetli sularıyla arzu,
Şehvet serper siperlere,
Ter içinde ve kuğumsu.

Kıvrımların isyanından,
Baygın düşmüş kıvılcımlar,
Sürtünüşten nasır tutan,
Tenler sarhoş, ölü ruhlar...

Sedirlerde huysuz gözler,
Zihinlerde loş kabuslar,
Dizilmiş arsız imgeler,
Derilmiş kör metaforlar.

Yaymış yine o koyuluk,
Zulmü örten dalgaları.
O renk ki dipsiz korkuluk,
Sarar şemsin her yanını...

Görünmez boğuşmalarla,
Çullanır huzur burcuna,
Pençeler umut dağını,
Uzar her yerden kolları.

Bir ejderha ki karanlık,
Yakar çocuk renklerini.
Kaçar tonlar, solar ışık,
Mahvettiği bahçelerden...










ÇERAĞIN KUNDAĞINDA

Döşlerdeki kandillerin,
Uhrevi balkırıydı aşk...
Bir semavi veçhe mızrak,
Anahtarı merhametin...

Serpilirdin cevherinden,
Metanetler yeşertirken...
Dehşetli geceler dahi,
Bastıramaz cevherini...

Işıkların somyasında,
Karanlıklardı suların,
Hışırtılar yaprakların,
Suskun bakır ufuklarda...








FLAMİNGO

Hücrelerde zemheri, kutuplarda yangınlar,
Bakışlar, aynalarda ağlayan bir sonbahar.
Çağlayan deryalarda; sahraların vahası,
Serabın, semalardan haykırır meramını.

Altın bülbüllerdi o şakıyan yalnızlıklar,
Issızlıklar köşkünün çilekeş divanında.
Divanlar ki nümayan, sonsuz okyanuslarda,
Testin kadar ihata, tasın kadar ırmaklar.

İnce sütun bacaklar şimdi ateş dansında,
Şimdi baygın gözlerde çarpar arzunun kalbi.
Nabızlarda cezbeler; nazik haz vakitleri,
Zarifçe okşanışlar sırların surlarında...






İKTİHAM

Sevişmek isterdik hep göklerde uçuşarak,
Manevi fezamızın mefhumdan sularında.

Metaforlar dokuyup nakşederek semaya,
Taze ruhlar düşlerdik, aşka kanatlanarak...

Bakırlar balkırlara karşırdı buğunda,
Efsununda tütsüler, ferdaların fersude.

Sinelerin; dinmeyen şelalesi zamanın,
Pürüzsüz tutuşmaklar bahşeder bahçemize.

Gözlerin gökyüzüydü yaralı kuşlar için;
Masum falyanoslara şefkatli okyanuslar...

Anne gülüşlerinden içli bir sesin vardı,
Sesin, her yüzde sesin, her solukta nefesin.

Sen eskimolara yaz, kutuplara bahardın,
Etrafına yıpranmayan şarkılar saçardın…




EFSANEVİ KUYULAR

Aydınlık gözlerinde; ışıltılar çarpışır,
Renkler, tonlar, ahenkler, mihenklerle katışır.

Vurulur yüreğinden suya inen bir ceylan,
Tutar yasını kuşlar, kurulur tahtırevan.

Biz, toplu yalnızlığın müritsiz mürşitleri,
Aç ruhlarımız ancak o Sonsuz Sevgili’nin...

Rızası, cemaliyle, muhhabbetiyle doyar,
Yalnız hissedeceğiz; o mümtaz güne kadar.











FAĞFUR

Karanlığa gece; bir tutam ışık…
Anlam sofranı ser ruhumuza ey.

Ki ısınsın iliklere kadar her yanımız.
Ki rahmetin kadim tığlarıyla,
Dokunsun beraberlik kumaşımız…

Geçir içimizi o dar menfezden ey.















HURUÇ

Göz göze gelemeyen mahcupları,
Köz köze yanamayan sessizler anlar.

Gidersin, göçer ne kadar kuş varsa...
Nefessiz yaşamaklar öğrenir yürek...

Gidersin, gelememişken bile daha,
Şimdi bir merhume yerine kalan...















BURAĞAN

Bakışlarında masum günbatımı,
Teninde alımlı yıldızlar parıldar.

Bağrın, yaralı kumrular mevsimi;
Gülüşünde yarım kalmış şarkılar.
Büyür, büyür, büyür göz bebeklerin...

Cennetime dönüşür içli cehennemin!
Çığlığın bahçemdir, yeniden doğuş.
 
Üst Alt