Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Ressamlar ve eserleri 1[Resim]

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Ah sevgili dostum baben !....

Ülkemizin senin deyiminle az gelişmiş aydınlarına benim verdiğim bir başka isim var. Patent bana aittir kullanan olursa adımı kullanmak zorundadır :D

Canım onlar aydın falan değil !!!!

Onlar;

ALACAKARANLIK

Alacakaranlıktan daima korkacaksın, ciddiye almayacaksın, sabah olmasını bekleyeceksin. :D
 
Evet uzun zamandır ressamlarımızla ilgili konular yarım kaldı gibi....

Alacakaranlıklardan kurtulduysak eğer ( Bence kurtuluşumuz hemen hemen olanaksızdır ama .... ) devam edelim..

Aynı zamanda edebiyatçı bir ressamı buraya almak istiyorum. Oldukça ilginç bir kişi aslına bakarsanız. Başrolünü çok sevdiğim Johnny Deep in oynadığı Dead Man filmini seyrettiyseniz kimden söz ettiğimi anlayacaksınız.

William Blake

Özellikle resimlerinde kendi beyninde canlandırdığı Tanrı ve din kavramını aktarmıştır.

Hadi inceleyelim bakalım;





 
Evet sevgili andante alacakaranlıklara boşverelim ve şafak vakti yine yola koyulalım.

Çok ilginç bir ressama değinmişsin yine.

"Tanrı daha yolunun başlangıcında, herşeyden bana önce sahip oldu...Dağlar yerleşmeden, tepeler oluşmadan önce yaratıldım ben...Gökleri hazırlarken ben ordaydım. Karanlıkları kumpasla ölçerken: Üstte bulutları yerleştirirken: derinliklerdeki su kaynaklarını güçlendirirken." (Süleyman meselleri, vii:22-27)

Kutsal kitabındaki bu pasajdan etkilenmeseydi William Blake yukarda karanlıkların içinden elindeki garip pergelle dünyayı ölçen Tanrıyı belkide hiç çizmeyecekti. Bu figure dikkatli bakınca Michalengelo nun Ademin eline dokunarak ona hayat veren meşhur Baba tanrı resmi akla geliyor. (Gombrich)

Resmi görünce Sanatın Öyküsü adlı kitabı açtım. Düşündüğüm gibi orada bekliyordu. Ardından kitabın yazarı Gombrich in yukardaki sözcüklerini görünce ekleyeyim dedim. Birde bizler peygamberin resmi yapıldı diye ortalığı ateşe verirken adamların yüzyıllardır bırakın peygamberlerini Tanrıyı bile bunca garip şekillerde resmettiklerini hatırlatmış olalım.
 
Evet sevgili pegasus,

Gerçekten benim için de oldukça ilginç ressamlardan biri hiç şüphe yok ki William Blake...

Bu adamdaki, bir çok özelliği seviyorum, resim sanatı adına.

Herşeyden öce Mistizim adına örnekler vermiş sanatçıların başında geliyor. Herkesin kolaylıkla ele alabileceği bir konu değil açıkcası bu. Sadece bizim ülkemizde değil bir çok Avrupa ülkesinde de bir çok özgürlük var gibi gözükse de bizden kalır tarafları yoktur Avrupalıların da yanlış yorumlamak, dışarda bırakmak, ciddiye almamak vb.... konularda.

Özellikle o yıllarda bu tarz resim yapmak ta pek kolay değildi. İşin en komik taraflarından biri de Blake oldukça dindar biriydi. Gerçekten... :D

Ama o hayal gücüyle yarattığı figürleri çiziyordu. Aykırı bir şey yaptığına inandığını sanmıyorum.Seninde fark ettiğin gibi kendi dünyasının tanrısı olarak yorumladığı Urizen 'i çizdiğinde tanrıya ihanet etmek gibi bir amacı da yoktu.

İç gözünün gördüklerini çizmekten başka bir şey yapmadı. Resimlerine bakarsanız bu iç gözüyle gördüklerinde hep anlatılan korkuları görmek mümkün. O sadece bunları tuale yansıttı.

Bir de ressamların büyük bir kısmı hatasız bir şeyler yapmaya çalışırlar. Ama Blake için böyle bir kavram yoktu. Hatta hatasız çizmeye hiç önem vermediği bile söylenebilir.
 
Aramıza hoşgeldin kurgu,

Çoğaldıkça artan bir mutluluğumuz vardır bizim.

Geçen akşam yine William Blake in hayatını anlatan filmi bir kez daha izledim, ısrarla sizlerinde izlemenizi istiyorum arkadaşlar.

Bu sefer ise yine benim için önemli bir ressamdan söz etmek istiyorum.

Francisco Goya

Bana soracak olursanız modern resmin çıkmasında en büyük payı olan ressamlardan biri.

Gerçekçilikten ödün veren ressamların başında geliyor o zamanlar için.Figürlerine baktığınız zaman diğer klasik ressamlar gibi ince detaylar yok tam tersine basitleştirilmiş bir figür anlayışı var.

Ancak bu basitleştirme yapılırken abartı da katılmış.Mitolojik ve fantastik ögeleri görmek mümkün resimlerinde.Açıkcası benim için büyüleyici bir ressam sizler ne düşünürsünüz bilemem.....



Bir müzik eğitimcisi olarak bunu eklemeden olmaz değil mi? :D



 
Merhaba kurgu. Hoşgeldin. Umarız, ilginç diyarlara doğru yola koyulduğumuz bu gezimizde bize katılırsın.

Goya denince akla ne gelir? Hakkında yazılacak şeylerin bence en önemlisi onun İspanya kralını nasıl resmettiği hakkında söylenebilir. Daha önce bir çok ressam portrelerini yaptığı kralları oldukları gibi göstermeye cesaret edebilmişlerdir. Fakat ne o dönemden önce nede sonraki hiçbir tarihte resmettiği insanı tüm aptallıkları ve çirkinlikleriyle resmetmeye Goya kadar cesaret edebilmiş tek bir saray ressamı yoktur. Bu resimde kralın suratına bir bakın. Hiç ihtişam var mı? Sanki mahalledeki bakkalın salak oğlu:) Bugün için basit gelebilir ; ama o dönemlerde böyle bir şey yapabilmek hiçde kolay değildi. Bu arada hala resmi direk buraya almayı beceremedim :)



İspanyol ressamları içinde Goyanın özel bir yeri vardır. Ne kutsal kitaptan, ne tarihten nede günlük yaşamdan almadığı konuları esrarengiz hayaletlerin fantastik görüntülerinden oluşur çoğu zaman. Ünlü "Dev" resmi bunlardan biridir. Dünyanın tepesine oturmuş çıplak bir devin resmi insanı şok eder. O dönemde daha fazla şok ediciydi. Çünkü ilk kez daha önceleri sadece şairlerin yaptığı gibi hayaller de artık resmin konusu yapılmaya başlanmıştı. İşte size Goya yı özel yapan bir diğer özellik daha. Sanatçı bunu İspanyadaki gericiliğe bir tepki olarak yapıyordu. Resmin ön planında nokta halinde küçücük kiliseler görülüyor. İşte bir önceki ressam şair William Blake nin yaptıklarıda aynı şeydi. Ve o Bu konuda Goya dan da ileri gitmişti. Evet Andante Urizen onun hayalinde kurduğu bir masalsı tanrıydı. Kimbilir Goya nın deviyle ortak yanları da vardır. Ama maalesef buradaki resimde kiliseler pek seçilmiyor. Artık yapacak bir şey yok.

 
Canım pegasus,

Eklediğin resimleri görülebilecek duruma sokarken atldığım oldu mu bana haber verirsen kendimi daha iyi hissedeceğim.

Goya deyip geçmemek lazım, gerçekten büyük bir ressam bu arada hazır başlamışken onun başka resimlerini de eklemeye devam edeyim ben.

Çünkü bu adamı seviyorum :D



 
Ah hemde ne güzel oldu Andante :)

Bu arada Goya nın bazı resimlerinde dikkati çeken karikarustik özelliğe rağmen anlatılmak isteneni anlatmakta en küçük bir basiretsizlik yok. Demekki resim yaparken insanların öne çıkan özelliklerini vurgulamak da onları anlatmaya yetiyor. Tam gerçekçi figuratif betimlemelere gerek duymadan bir kaç çizgiyle bir insanın öne çıkan özelliklerini verebiliyorsunuz. Bu konuda bizim Abidin Dino yuda örnek verebiliriz.
 
Evet sanırım uzun zamandır ihmal ettiğimiz bir köşe oldu burası ve bu da bana biraz hüzün veriyor.

Bir ressamla devam edeyim;

Mstislav Dobuzhinsky





 
güzel resimler. ama bana sanki biraz karamsamlık var gibi geldi. :wink:
 
[size=6]Vincent Van Gogh (1853 - 1890) [/size]

[size=4]Vincent Van Gogh, bir papazın oğlu olarak 1853 yılında Hollanda’nın güneyinde bir köyde dünya’ya geldi. 19.yüzyılın yazgısı en trajik sanatçılarından biri olan Van Gogh, içinde sürekli bunaltılar yaşar ve hiçbir işe yaramadığına olan inancı, bir şeyler yapma, bir çıkış bulma isteğidir bunaltılarının nedeni. Acı çeker, mutsuzdur, huzursuzdur ve yalnızdır ama resimleriyle neşe ve sevinç uyandırmak istemiş, acıları sevince, hüzünleri neşeye ve yalnızlığı birlikteliğe döndürmeye çalışmıştır.

İnsanların yalnızlık, hüzün ve acı içindeki hallerinden etkilenip bunları da resimlerinde yansıtmıştır. Acı çekenlere ilgi duymuştur; içinde yaşadığı dünyada kendisini uyumsuz hisseden bütün melankolikler gibi. Mutsuz olması yalnızlığındandır. Hiçbir zaman hiçbir şeyi başaramayacağına olan inancı, kendisinden kuşku duyması, trajik yazgısı, yaşamına son vermesidir onu melankolik yapan.

Dünyada kendisini alçalmış, sevgilerden uzaklaşmış görmüştür Van Gogh. Yararsızlığının kendi elinde olmadığını, yazgının çizdiği olaylar dizisi sonucu bir kafese tıkıldığını, bir şeyler yapmak istediğini ama bunun yolunu bulamadığını yazar Theo'ya mektuplarında. Daha sonra yapacağı işi bulmuş ve kendini tamamıyla ona adamıştır büyük bir coşkuyla.

"Acı duymak gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini arıtır. İnsanları diri diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde duvarlar örenin ne olduğu bilinmez ama yine de bir takım duvarların, tel örgülerin, demir parmaklıkların varlığı hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu, bir hayal midir? Sanmıyorum. Ve insan kendi kendine sorar; Tanrım bu uzun süreli mi, temelli ve herkes için geçerli olan bir ebediyet midir?"

İlk dönem karakalem çalışmalarında maden işçilerini, köylüleri ele almış, patates yığınları, dokuma tezgahı gibi konuları işlemiş bir yandan da kasvetli gökler ve koyu renklerle iç karartıcı manzaralar resmetmiştir. Patates Yiyenler tablosu bu kasvetli ve iç karartıcı dönemini simgeler ( Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). 1885 tarihli resimde iç mekanda günlük yaşam konu edinilmiştir.

İşçiler kendi ektikleri patatesleri paylaşarak yerken gösterilmişlerdir. Tek ışık kaynağı yukarıdan sarkan bir lambadır. Lambanın ışığı patatesleri aydınlatır. Resmin genelinde aynı renk ve tonlar hakimdir. Yeşilin ve kahverenginin koyu tonları. Patatesin tozlu rengini elde etmeye çalışıyordu. Bütün resme hakim olan renk yabani patates rengiydi. Resmin kasvetli ve karanlık görünümü ve insanların yüzleri, yoksulluğu melankolik bir atmosfer yaratıyor.

Bu tür insanları gözlemleyen Van Gogh da yoksulluğun ne demek olduğunu biliyordu Bu dönemlerde kardeşine yazdığı bir mektupta " Böyle devam ederse hedefime varamayacağım. Bu kadar uzun zaman aç kalmasaydım bünyem daha kuvvetli olurdu. Fakat her seferinde daha az çalışmak ya da aç kalmak şıklarından birini seçmem gerektiğinde ben hep aç kalmayı tercih ettim. Bir insan buna nasıl dayanabilir? Açlığın etkisini resimlerimde öylesine görebiliyorum ki geleceğim için kaygılanıyorum".

1882 tarihli Hüzün adlı taşbaskısında oturan çıplak bir kadın tasvir edilmiştir (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Kadının başı dizine doğru eğilmiştir ve kolları arasında kalmıştır. Koyu renk uzun saçları çıplak sırtından aşağıya dökülmektedir. Saçlar ten rengiyle kontrast oluşturur. Figürün dış hatları belirginleştirilmiştir. Kolları arasında kalan yüzü görülmez ama büyük ihtimalle ağlamaktadır ya da üzgün bir ifade içindedir. Tek başına bırakılmış, çaresiz bir durumu vardır. Kederleriyle birlikte yapayalnızdır, itilmiştir. Kederin dokunaklı bir ifadesine tanık oluyoruz. Buradaki kadın Van Gogh'un birlikte yaşadığı alkolik, gebe ve fahişe Sien'dir. Bu resmin bir de karakalemle yapılmış deseni vardır.

Van Gogh'un 1890 yılında Sonsuzluğun Eşiğinde - 1890- adlı resminde de yine kederler içindeki bir insanın tasviri vardır (Rijksmuseum Kröller Muller, Otterlo ). Resimde sandalye üzerinde oturan mavi pantolon ve gömlekli yaşlı bir adamın derin acısı yansıtılmıştır. Yaşlı adam yumruk yaptığı elleriyle yüzünü kapamış, dirseklerini bacaklarının üzerine dayamış ve öne doğru eğilmiştir. Gözleri ve yüzü görünmüyor ama o da ağlamaklı ve yıkılmış bir durumdadır. Yine aynı yıl yaptığı Doktor Gachet'in Portresi -1890- adlı resimde de masaya dirseğini dayamış oturan bir adam görülür (Musee du Jeu de Pavme,Paris).

Beyaz kasketli figürün yumruğu yanağında başını destekler. Düşünceli ve kederli görünümlü Doktor Gachet'in kendisine sinirli olduğu kadar hasta göründüğünü de belirtir Van Gogh. Figürün yüzünde melankoli, hüzün, çaresizlik ve umutsuzluk hakimdir. Bu hüzün resmin her yanına yayılır. Bütün renkler ve çizgiler bu melankolik atmosfere uyar. Figürün çizgileri kasvetli görünümü izler ve bu duygusal ruh halini açığa vurur. Üzerindeki lacivert ceket ve arka planın koyu mavi rengi ve yüzün solgunluğu ifadeyi güçlendirir.

Van Gogh resimde kendini yaşamdan koparıp alacak yolu arıyordu. Coşkusunu, içinde kopan fırtınaları, hüzünleri, aşırı hislerini portrelerine yansıtan ikinci bir ressam daha yoktur. Kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasının eline bakmaktan dolayı sürekli ezik ve hassas olan ama gittiği, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresindekiler tarafından anlaşılamamış bir Van Gogh.

Acılarıyla, mutsuzluğuyla, huzursuzluğuyla, arayışları, hırsı, coşkusu, sonsuz yalnızlığı, sevgiye açlığı, yoksulluğu, yaptığına duyduğu saygı, kısa yaşantısına sığdırdığı onca yapıtı, erkek kardeşi Theo'ya yazdığı mektuplar, hastalığı, krizleri, bir tas çorba ile boya tüpü arasındaki seçimleri onu Van Gogh yapanlar. "Çoğu zaman 30 yaşında olduğuma inanamıyorum. Çok daha yaşlı hissediyorum kendimi. En çok beni tanıyanların çoğunun bana 'rante' gözüyle baktıklarını düşündüğümde ve bazı şeyler değişmezse belki de haklı çıkacaklarına inandığımda içim kararıyor, sanki bu şimdiden gerçekleşmişçesine bir umutsuzluğa kapılıyorum"

Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece -1888- adlı manzarasında yıldızlı gecenin tasviri göz kamaştırıcıdır. Işık saçan yıldızlar, kıyıdan denize vuran yapay ışıklar ve lacivertle mavi tonları resmin bütününe yayılır. Ön planda yürüyen bir çift görülür. Buradaki ve başka resimlerinde görülen çiftlerden erkek olanı kızıl saçlı olarak tasvir edilmiştir. Hayatı boyunca yalnız olan ressam gerçek hayatta asla bulamadığı eşini resimlerinde hep yanında çizmiştir. Figürler manzarada çok küçüktür ve yüzleri seyredene dönüktür. Bir mektubunda " Gece manzaralarını ve gece ortamının özelliklerini, gecenin gerçek karanlığı içinde ve yerinde tuvale aktarma sorunu beni her taraftan kuşatmakta" diye yazmıştı. Gökyüzündeki yıldızlara gitmek için ölümün bir araç olduğunu belirtir. Ölümle ulaşılan yıldızların erişilir olabileceğini düşünüyordu. Gece karanlıktır, korkudur, ölümdür, uykudur, yalnızlıktır, hüzündür.

Bulutlu Göğün Altındaki Buğday Tarlası -1890-resmi için "bunlar kasvetli gökyüzünün altında uzanan uçsuz bucaksız buğday tarlaları...derin kederi ve sonsuz yalnızlığı ifade etmekte zorlanmadım" diye yazar Theo'ya mektubunda. (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Ancak ona göre üzüntü ve üzgün yine de iyileştiricidir ve neşelidir. Resmin yarısından çoğunu kaplayan koyu mavi tonların hakim olduğu gökyüzü altında sarılar ve yeşiller beyazlarla ışıklandırılmış tarlalar uzanmaktadır. Önde birkaç küçük gelincik başı vardır. "Kanımca somurtkan yeşil renkler toprak rengi tonlarıyla iyi bir uyum içinde; bunda sağlıklı ve bu yüzden itici bulmadığım bir üzüntü havası var"

Buğday Tarlası ve Kargalar ' da -1890-yine kasvetli ve karanlık bir gökyüzü tasviri vardır (Vincent Van Gogh Museum, Amsterdam). Van Gogh bu resimle de yine kederini ve aşırı yalnızlığını iletmeye çalışmıştır. Geniş tarladan üç ayrı yol ayrılır. Seyreden resmin köşesinde veya tarlada patikanın sonunun ve ufkun nerede olduğunun bilinmezliğiyle sarsılır. Geniş açık tarlaların normal perspektif kurgusu tersine dönmüştür. Çizgiler resmin önünde buluşmak için ufuktan kaçar. Vincent bu resmi yaparken önünde malzemeleriyle ufka doğru yükselen iki yolun böldüğü buğday tarlasının - üçüncü yol resmin sağ alt köşesinde kalmıştır- karşısında yere çökmüş ve önce sola sonra sağa iki kez ateş etmişti.

Kara kuşlar ölümü çağrıştırır. Fırtınalı alçak gökyüzünde uçuşan kargalar ve gökyüzünde belirgin mor fırça vuruşları izleyende yalnızlık ve keder duygularını uyandırır. 29 temmuz 1890 da kendini vuran Van Gogh iki gün sonra ölmüştür. Ölümünden sonra üzerinde bulunan kardeşine yazdığı ama göndermediği mektupta " kısaca sanat uğruna hayatımı tehlikeye atıyorum ve bu yüzden aklımın yarısını yitirdim" diye yazmıştır.[/size]

Kaynak









 
andante bunu çok güzel resimlerin bizimle paylastıgın için tesekkürler
 
Bugün okulumuzun ilköğretiminde okuyan çocukları 23 nisan çocuk bayramından dolayı okula gelmedikleri için ilköğretim binası bomboştu.

Bende lisede görev yaptığımdan ister istemez okula gitmek zorundaydım.Bölümümüzde benden başka kimsenin olmayacağını bildiğimden hazırlıklı gittim.

Yanıma Baudelaire in bir şiir kitabını aldım, ve bölümdeki müzik arşivinden de bir cd seçerek müzik dinlemeye ve şiir okumaya başladım. Gariptir, seçtiğim müzisyen Paganiniydi. Birden müziktede şiirdede en karışık duygulara sahip, yalnızlığı kendine en büyük düşman olarak görmüş, kendisiyle barışık olmayan daha öz bir deyişle melankolikliği kendine rehber seçmiş sanatçıları seçtiğimi fark ettim.

Birden aklıma buraya eklediğim Van Gogh geldi... Etti üç dedim kendi kendime... :D

19.yüzyılın sonunda izlenimci sanatçıların bol ışıklı, aydınlık ve neşe içindeki yansımalarından sonra düşlerin, hayallerin,yalnızlığın,gizli sembolleriyle ortaya çıkmış sembolizm etkisi beni de mi sardı diye Van Gogh resimlerine bir kez daha baktım.

Sahi ya bu adamın resim yaptığı yılları toplayacak olursak yaklaşık 10 yıl resim yapmış. Ve bu yıllarda da melankolikliği ve kendini işe yaramaz görmesiyle delililk ve dahilik arasında gidip gelmiş, bir ressamın tablolarına internet ortamında bir kez daha baktım.

Bu arada Paganini dinlemeye devam ediyordum. Ya bir insan keman için bu denli zor şeyler besteleyebilirmi.? Bugün bile en baba yiğit kemancılar onun tüm eserlerini çalamıyorlar. Kemikli yüz yapısı ve biraz da çirkinliğiyle şeytan olarak isimlenen Paganini çalmaya devam ediyordu.

Paganini de bir şekilde intihar etti diyebiliriz. İçki kumar hatta kemanını bile kumarda kaybedecek kadar kötü durumlarda yaşam savaşı verirken gırtlak kanserinden öldüğünde kimse ölüsünü toğrağına gömmesine izin bile vermedi. Ordan oraya taşınan bir cenazesi oldu garibimin.

Van Gogh ta bildiğiniz gibi intihar etti ama hemen değil iki gün sonra öldü intiharından.

Ve ben bu adamları çok seviyorum. :D

Fotoğraflarına baktığımda her rengi görmek mümkün Van Gogh ta. Kırmızıdan mor a yeşilden maviye hemen hemen her renk. Ve niyese ben o resimlerde karamsarlığı değil tam tersine umudu görüyorum. Aynı şekilde Paganini dinlerkende yaşama daha sıkı tutunmak için aldığım hız gibi.

Garip,... diğer resimlerini buraya eklemeliyim sanırım. :D
 
Bayramdan bayrama hatırlıyormuşuz gibi olmuş.. :oops:

Vincent Van Gogh'a devam.. ;)































15 tane de haftaya ;)
 
Muhteşem bunlar Babür Abi...
Ellerine sağlık abicim..
Sevgilerimle...
 
çok güzeller....

ellerinize sağlık......
 
çok güseller yaa ellerine sağlık devamı da gelsin :)
 
ellerine sağlık babür abim. ama sevemedim ben Van Gogh'u bir türlü.

tablolarında itici gelen birşeyler var bende...
 
Evet sanırım Van Gogh u buraya almakla çok iyi ettik. Bir çok ressam için hep aynı şeyler söylenebilir ama Van Gogh için o çalkantılı yaşantısına rağmen dışa vurum olarak ele aldığımız eserlerine baktığımızda iyimserliği görebilmek mümkün.

Hatta eserlerinde konu aldığı insanlara yaklaşımı da oldukça sevecendir.

Onun kullandığı renklerin çeşitliği bir çokları için deliliğinin bir parçası olarak görülse de izlenimci akımdan oldukça etkilendiğinin de bir kanıtıdır.Ancak diğer izlenimci ressamlardan ayrılan en önemli özelliği renklerin anlatımcı özelliğine olan inancıdır.

Sevgili Van Gogh un fırçalarındaki renkler bir çok duyguyu kendi duygusunu aktarmakla birlikte yine de bana göre en sevecen ve umut aşılayan renklerdir.
 
Tek kelimeyle mükemmel resimler. Van Gogh değerli bir ressam kardeşimizdir.:) Kendisi Türkiyeye gelirse tanışmak isterim tabi.. Tabi.. tabi..:)
 
Andante bu arada Avni Arbaş zamanı gelmedi mi artık? Yoksa önce klasik ressamlarımızdan mı baslamalı??? Yani dicegim o ki bizim uşaklarada tutsak şu prejoktörü ara sıra hı ne dersin?
 
Sevgili pegasus,

Tabikii bizim ressamlarımızda harika eserler üretmişler. Açıkcası burada bir sıra takip etmek gibi bir niyet taşımıyorum.

Avni Arbaş mı dedin ???? Neden olmasın derim bende !!!!!

Avni Arbaş, 1919 da İstanbul’ da doğdu. Resimle ilişkisi çocukluk günlerine, babasının çalışma odasında gördüğü suluboyalara ve babasıyla başladığı ilk resim alıştırmalarına kadar uzanıyor. 1946 yılında Galatasaray’dan mezun olup, kazandığı bursla Fransa’ ya giden sanatçı, sanat yaşamının 30 yılını burada geçirdi.

1951’den bu yana İstanbul, New York, Paris, Ohio gibi sanat merkezlerinde kişisel sergiler gerçekleştiren Avni Arbaş, 1977’de Türkiye’ye döndü. 1970 ve 80’lerde ağırlıklı olarak "Mustafa Kemal" portrelerinin yanı sıra, "İstanbul" ve "Boğaz" konulu yapıtlar üreten Avni Arbaş, yaşamını Foça’da sürdürüyor. Sanatçının yapıtları İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Ankara Resim ve Heykel Müzesi, Musee de Picasso (Antibes), Amman Güzel Sanatlar Müzesi gibi kurumların yanı sıra, Türkiye, Fransa, İtalya, İsviçre ve ABD’deki özel koleksiyonlarda bulunuyor. Sanatçı, 60 yılı aşkın sanat yaşamını bir cümle ile özetliyor: "Kendime hiç ihanet etmedim!"











 
Avni Arbaş ve onun hakkında yazılanlara eserleriyle birlikte devam edelim;

atların, Kuvayi Milliye Atlıları’nın ressamı Avni Arbaş’ı yaşamının son yıllarını geçirdiği Foça’daki Atölye/evinde yitirdik.


Yaz başlarıydı sanıyorum. Bir gazete, satır aralarında geçen bir haberde Avni Arbaş’ın amansız hastalığa yakalandığından söz ediyordu. Piriç Han’daki atölyemde resim çalışırken, Foça’ya gidip bir şekilde kendisiyle tanışmayı, ona yakın olabilmeyi çok istemiştim. Ama, olmadı işte... Kısmet değilmiş. Oysa ki, 1978’de yitirdiğimiz ünlü ressam Orhan Peker’in izini sürebilmek, hayatına-kişiliğine dair bir iki kelime duyabilmek için İnebolu’nun yolunu tutmuştum. Atlar, her ikisinin de vazgeçemediği ortak konuydu. Öyle ki, Ferit Edgü’nün söylediği gibi "Avni’nin atları epik, Orhan’ınkiler ise lirik" idi.


Dörtnala koşulmuş 84 yıllık (1919-2003) uzun soluklu hayatını tamamlamış, resimlerindeki o Kuvayi Milliye Atları’ndan birinin kanatları üzerinde sanat tarihimizdeki yerini almıştı. Sanki, Japonların ünlü ressamı Hokusai ustayı örnek almıştı. Çünkü, Hokusai 80 yaşında harika işler yapmış ve "...bir seksen daha yaşasam ne güzel şeyler yaparım" demişti. Avni Arbaş da Hokusai’e atfen "bu ressam bir seksen yıl daha yaşasa eminim yine aynı şeyleri söylerdi" diyerek resme ve yaşama olan bağlılığını dile getirmişti.


Sanırım 2001 yılıydı. İstanbul’da İş Bankası Kuleler’indeki Kibele sanat galerisinde Avni Arbaş retrospektif* sergisi açılmıştı. Yine hayıflanıyordum İstanbul’da yaşamadığıma. Tesadüf bu ya, sergi bitmeden İstanbul’a görevli gitmiştim. İşlerimi aksatmayacak şekilde, yaklaşık 1,5 saatlik bir kaçamak yaparak Karaköy’den Levent’e koşuşturmuş ve nihayet Sergi salonuna kendimi atmıştım. Hangi yöne bakacağımı, nereden başlayacağımı şaşırmıştım. O anda, dünyanın en zengin insanı, en şanslı kişisi bendim. Çünkü, Zeynep Oral’ın söylediği gibi "Avni Arbaş:Resim ustası, çizgi, desen ustası, renklerin ustası, ışığın ve gölgenin ustası: öyle olmasa, onun portrelerine bakınca, resmettiği insanın görüntüsünden çok, gizli kişiliğini; manzaralarda bir coğrafyadan çok, bir tarihi ya da zamanı; Kuvay-i Milliye Atları’na bakınca Kurtuluş Savaşı’nın destanını ve duygusunu, balıkçılarına bakarken balıkçıdan çok emeği; çocuk portrelerine bakınca coşkuyu, çiçeklerine bakınca umudu görebilir miydik..."

"Bu atlar Avni’nin atları

Kuva-yı Milliye Atları

Kara yamçı altında ak sağrı dolgun

Titrer burun kanatları

Bu atlar Avni’nin atları"


Diye yazmıştı Nazım Hikmet, 1958’de Paris’te Arbaş’ın Kuva-yı Milliye Atlarını gördükten hemen sonra.


1919’da İzmir’in işgal edildiği günlerde dünyaya gelmişti. Babası Kuva-yı Milliye saflarında yer almış bir subaydı. İlk resim derslerini babasından almıştı. 1923’de Muğla’da çekilen bir fotoğrafta giydiği Kuva-yı Milliye kalpağının getirdiği o ruhu hep taşımıştı. Galatasaray Lisesi’nde okumuş, 1937’de girdiği Akademi’de Leopold Levy’nin öğrencisi olmuştu. 1946’da Akademi’deki eğitimini yarıda bırakıp, kazandığı bursla Fransa’ya gitmiş ve adeta resim sanatının içerisine dalmıştı. Ancak, 37 yıl sürecek Fransa serüveninin başlangıcında eşini doğum sırasında kaybetmiş ve kızına eşinin adını vermişti.


İlk sergisini 1951’de İstanbul’da, ardından 1952’de Paris’te Galeri La Rue’da açmıştı. O yıllarda Picasso ile tanıştı. Paris Okulu sanatçıları arasında yer aldı ve 1952’de ünlü "Octobre" sergisine katıldı. Resim çalışmaları nedeniyle, 1954’de çıkarılan vatandaşlık kanunu uyarınca askerlik için başvurmadığından vatandaşlıktan çıkarıldı. 1971’de ölen annesinin cenazesine özel izinle ancak yetişebildi. Kızını uzun yıllar göremedi. 1977’de yurda döndüğünde o bir vatansız ("haymatlos") idi. Çünkü, Fransız vatandaşlığına da geçmemişti! 1981’de Atatürk’ün 100.doğum yılı nedeniyle düzenlenen "Kurtuluş Savaşı ve Devrimler" yarışmasında birincilik ödülünü kazandı.


Abidin Dino, Nazım Hikmet, Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Abdi İpekçi, Aziz Nesin, Yaşar Kemal gibi düşün insanı dostları onun sanat dünyasının ne denli zengin olduğunun bir başka göstergesidir. Öyle ki, Yaşar Kemal’in "İnce Memed" romanının I. ve II. ciltlerinin kapak desenlerini o yapmıştır.


Arbaş, hep kendi resmini yapmış, akımların peşine takılmaktan hep kendini alıkoymuştur. 35 yıl önce, Zeynep Oral’a bir röportaj sırasında "Paris’e ilk gittiğimde, en büyük akıllılığım, belki bir ekole bağlanmamak oldu. Şu ya da bu ekole, şu ya da bu akıma bağlanmak, doğaya karşı gelmek olurdu. Ve kişiliğim buna elverişli değildi. Çünkü, akımların tümü elmanın yarısıysa, diğer yarısı benim kişiliğim ve içimdeki birikimdir" demiştir.


Avni Arbaş "İnsan yaptığı şeyi tanımalı. Eğer söyleyecek sözünüz yoksa o zaman birşey yapamazsınız. İnsanlar hayal etmesini unutmuşlar. Sessizlik yok, her tarafta gürültü var. Düşünmek çok önemli. İnsanlar yavaş yavaş düşünmemeye doğru yönlendiriliyor." demiştir.

kaynak
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt