Türk Dil Kurumu’nda “din”in anlamı: (1)Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren; (2) Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzen olarak belirtilmiştir. Dinin temel işlevi tarihsel süreç içinde farklılaşarak toplumsal ilişkiler bağlamında irdelendiğinde özel mülkiyete dayalı bir sistemin kendini yeniden aynen üretmesinin dayanağı olmuştur. Tek tanrılı dinler, ilk çıkışında direnme ve başkaldırma olgularını içermesiyle, ezilen-yoksul kesimlerin siyasal ve ekonomik bunalımdan çıkışı için bir kurtuluş yolu olarak görünmekteydi. Fakat günümüzde dinsel ideolojinin siyasal ve ekonomik yapının bir parçası olarak işlev görmesiyle birlikte, başlangıçtaki ‘’insanın kurtuluşuna’’ dair önermesinden, ezilen yoksul halk kitlelerini uysallaştıran mistik idealist felsefesiyle uzaklaşmıştır. Yani köle emeğine sahip olan bir üretim tarzının bağrından çıkan İsacılık, toplumsal artığı sürekli yeniden üreten özelliğiyle siyasal bir örgütlenme yaratarak, toplumsal artığın kontrolünü sağlamıştır. Aşiret, akraba ilişkilerinin hakim olduğu Arap Çöl toprağından İslam dini ortaya çıkmıştır . İslam , daha adil bir yaşam için fetih yoluyla elde edilen ganimetlerin dağıtılmasında ahlaki değerlerin öncelik kazandığı bir yaşam tarzı geliştirmiştir. Belli bir üretim tarzının varlık koşulu, sürekli-düzenli toplumsal artığın yaratılmasına bağlıdır. Fakat çöl topraklarında sürekli bir toplumsal artığın oluşum koşulları olanaksızdır. Çünkü doğa ve yaşam buna uygun değildir. Belli bir üretim tarzına sahip olmayan siyasal örgütlenmesi amorf olan İslamda ise artığın dengeli dağıtımı için akılcı bir adaletin sağlanmasında, din ve siyasetin bir aradalığı sistemin devamlılığında zorunlu bir koşul olmuştur.
Hristiyan ve İslam dinleri çıktıkları toprakların farklı ekonomik ve kültürel yaşam tarzına göre şekillenmişti. Toplumsal ilişkileri belirleyen örgütlenme yapıları tarihte iki değişik birbirine zıt siyasal örgütlenmeler ortaya çıkarmıştır ve böylece tarihsel süreç içinde evrilerek doğu batı ikilemini yaratmıştır. Batıda, Hristiyanlık mülkiyete dayalı sınıflı bir topluma geçişi sağlamıştır . İslam da ise, din siyasal yapıların ayrılmaz bir parçası olarak devletleşti . Bu örgütlenme tarzı askeri-merkezi otoriteye sahip yönetim şekline dönüşmüştür. Hristiyanlığın doğuşuna neden olan ekonomik ve siyasi bunalım, toplumda umarsızlık umut çelişkileri olarak ortaya çıkarken, İslam’da ise belli bir üretim tarzının yokluğu sınıfsal bir çatışmanın yada bunalımım yokluğu anlamına gelir . Bu nedenle toplumda nesnel gerçekliğin yerine manevi değerler geçerlik kazanır. Toplumsal çelişkilerin varlığından doğan Batı Hristiyanlığı, aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan ilerleme düşüncesiyle modernleşmeyi sağlayarak evrensel bir görünüm kazanmıştır. Siyasal örgütlenmesi de üretim tarzlarının değişmesine bağlı olarak gelişmiştir.
Günümüzde kabul gören dinsel öğretilerin dayandıkları bilgi kuramının ideolojik araçları, üretim ilişkilerine göre yeniden kurgulanmaktadır. Bu bilinçlendirme tarzı kapitalizmde insanın eylemliklerini yok saymasına neden olurken aynı zamanda da mitleştirdiği cennet-cehennem kavramlarıyla yalnızlaşan insanı yarattı. Bu yalnızlaşan insanın yaşamında mutlak güvence araması ve ezilen halk kitlelerini peşinden sürükleyen umudun aşılanmasıyla yeni bir dünya dininin kurgulanmasında, ödül ve ceza mekanizması dinin kendini yeniden üretmesinde temel ilke olmuştur. Dinin, başlarda oynadığı ''düzenleyici'' rol, bir süre sonra çalışan kitlelerin karşısında yer alır. Çünkü düzenin, hiçbir şekilde değişmez yargısı : ''Bu bir yasadır'' diye mutlaklaştırılır. İnsanlar din tarafından özel mülkiyete dayalı üretim tarzının (köleci feodal kapitalist) tanrısal bir töz gibi kutsallığına, dokunulmazlığına inandırılır. Bu durum siyasal, üretim tarzını yeniden üreten ideolojik aygıtların, hep dinsel ideolojik aygıt gibi çalışmasından, direnmesinden ileri gelmektedir.
İslam ve Hristiyanlığın tarihsel gelişim evrelerini yukarıda ele aldık. Tek tanrılı dinlerin toplumsal ilişkilerde düzenleyeci rolünü ve etkilerini sakatlar açısından incelersek; dinin egemenliği altında toplumsal yaşamı belirleyen geleneklerin, adetlerin geçerliliğinin sınandığı sakatlık alanının dışında, dinin bu kadar etkili olduğu başka bir alan azdır.
Devletin ideolojik aygıtı olan din alanı, sakatlıkla ilgili bütün kavramların çıkış kaynağıdır. Ve genellikle de olumlu imgelerin oluşmasını ortadan kaldıran kuralları insanlara kurtuluş yolu olarak sunar. Kutsal kitapların ima ettiği dinsel önermelerin mutlak olma özelliği toplum üzerinde kesin ve asla değişmeyecek bir yargı oluşmasına neden olmuştur. Dinsel öğretilerin yazılı olmayan ahlak kuralları içinde mutlak, mistik ve bilinmeyen olguları içermesi bu alanı sürekli ve kesintisiz kılmaktadır. Dinin biteviye kendi var oluşu dışında diğer unsurları kabul etmeyen olmuş bitmiş bir olayın bir daha asla değişmeyeceği üzerine kurmuş olduğu öğretisi ile toplum üzerinde büyülü olmasının ötesinde yüce bir etkisi olmaktadır. Temel felsefesini ya da sloganını insan kardeşliği/birliği ve farklılıkların reddi üzerine kurguladığı halde, toplumu fark temelli inanan-inanmayan, iyi-doğru, güzel-çirkin gibi kavramlar üzerinden sınıflandırarak böler. Bu kavramsallaştırmalar kader ya da yazgıya boyun eğme noktasında hayat bulur. Sakat, dinsel öğelerin kavramlarıyla erdemli olmayan, korunmaya ve yardıma muhtaç bir kişi olarak tanımlanır. Dini bir “ibadet” olan yardımseverlik ise bireysel haz almayı sağlayan bir araç olarak kullanılır. "Sevgiye ulaşmak, Tanrı'ya yaklaşmak" gibi imgeler, özellikle "iyi-kötü’’ gibi karşıtlıklar içinde tanımlanıp bir arınma (içsel temizlik) problemi olarak ortaya konulduklarında, mutlak bir biçimde, egemen toplumsal ilişkilerinin düzenleyici mekanizmaları bağlamına oturmaktadır.
Ortaçağ boyunca Avrupa’da Hıristiyanlığın egemenlik kavgasında insan karşıtı bir din modeli gelişmiş, insanların engizisyon mahkemelerinde yargılanarak aldıkları ceza nedeniyle toplumda sakat bireylerin sayısı artmıştır. Katolik ve Protestan kiliseleri arasındaki egemenlik mücadelesinde insanları kazanabilmek amacıyla her iki kilise de bir hayırseverlik anlayışı geliştirmiş ve bu tutumlarını zamanla yaygınlaştırmışlardır. 15. yüzyıla kadar olan dönemde sakatlara yardım edilmesi dinsel bir görev olarak kabullenilip, bu alan, işlenen günahlardan dolayı ölümden sonra Tanrının insanlara vereceği cezalardan kurtulmanın yolu olarak istismara açılmış ve hayırseverlik işlerinden kilise ve loncalar sorumlu tutulmuştur. Kilisenin ve dini kurumların toplumsal yaşam üzerindeki etkisi sakatlar için özel koruma alanları kurulmasına yol açmıştır. Hıristiyanlığın dinsel olarak yanındakine yardım anlayışı, sosyal yardım ilişkilerinde insanları karşı karşıya getirmiştir. Bu ise, özellikle sadaka adı altında yapılan bağışların sakatlara verilmesini, dilenciliğin kurumsallaşmasını sağlamıştır ve böylece sakatlar doğal dilenciler olarak toplumsal yaşamda kendileri için açılan yere konumlanmışlardır.
Tarihsel süreç, dinsel alanın sakatlar üzerinde feodal dönemde görülen etkisini değiştirmeden günümüze kadar taşımıştır. Kapitalizmde refah dönemi olarak adlandırdığımız, Keynesyen ekonomik politikaların uygulandığı sosyal devlet anlayışında , sosyal eşitsizliklerin giderilmesinde devlet müdahalesi altında, piyasadaki aktörler kontrol edilmekteydi Fakat günümüzde devletin sosyal yardım alanındaki etkisinin azalmasıyla küresel uygulamalar, sakatları da kapsayan sosyal politikaları sosyal sorumluluk projeleriyle bağdaştırarak ahlaki bir görünümle sosyal hakları hayırseverlik olarak belirlemiştir. Sakatların enformel piyasada çalışmaları gerekçesiyle sosyal haklardan faydalanamamaları sadaka kültürüne yoğun bir şekilde maruz kalmalarına yol açmaktadır. E. Yıldızoğlu hayırseverlik ve sadaka olgusunu şu tümceleriyle çarpıcı bir şekilde vermektedir : “… Gelir politikaları, ahlaki bir gereksinim olarak görülür ve devlet tarafından görev edinilirse, piyasaya müdahale anlamına geleceği için, yoksulları destekleme ve yaşatma, sıkıntılarını azaltma işlevini özel hayır derneklerine, piyasadaki ekonomik öznelerin kendi tercihine, uygun görecekleri bağışlara bırakmak en iyisidir.”
Ülkemizde ise AKP hükümetinin uygulamış olduğu sosyal politikalarla dinsel ideolojinin şekillendirdiği sosyal haklar, iktisadi alanda sadaka olgusuyla ikame edilmektedir. Örneğin; bir hükümet yetkilisinin, süreğen hastalığı olan bir hastaya sorunlarını çözmek yerine cebinden para çıkarıp vermesi gibi. “Sadaka”nın sosyal hakların yerine geçmesi, toplumsal ilişkilerde değerler alanını öznel yaşamın içine konumlandırması, sakatların çaresizliğe düşmesine, kurtuluşu manevi değerlerde aramasına ve kendilerine yabancılaşmalarına yol açar. Son dönemlerde ülkemizde uygulanan sosyal politikalar, sakatların aşağılanmasına neden olmakta ve sakatlığından dolayı kendisinden utanma duygusunu ön plana çıkarmaktadır. Örneğin yetkililerin evde bakım yardımı için kullandığı sözler “bu yardımlar aracılığıyla adam yerine kondunuz” son derece çarpıcıdır. Yine taşeronlaşmaya karşı kör bir işçinin tepkisini, yetkililer, “körsün sana iş verdik daha ne istiyorsun” vb. söylemler toplum tarafından da genel geçer olarak kabul görmektedir. 2000’li yılların başında Isparta’da kör bir öğretmenin veliler tarafından çocuklarına eğitim verilmesinin istenmemesi ve bu konuda eylem yapmaları da egemen düşüncenin dışa vurum göstergesidir.
Sonuç; Kutsal metinlerde bir kurtarıcı kimliğine sahip olan kişilerin mucizeler yaratarak insanlar üzerinde etkin bir gücünün açığa çıkması sakatlar üzerinden verilmektedir. Kutsal metinlerde körlerin, sağır dilsizlerin, yürüyemeyen kişilerin ilahi bir güce sahip olan "peygamberler" aracılığıyla iyileştirildikleri yazılmaktadır. Bu ilahi güç aracılığıyla iyileşen sakatlar yaşamlarında sürekli bu umutlar altında kendileri için bir kurtarıcı beklemekte ve bütün umutlarını bu kurtarıcıya bağlamaktadırlar. Yaşam zorluklarını kendisinden kaynaklı olduğunu içselleştirerek, problem çözmeyi ilahi güçlere havale etmektedirler. Genellikle de sakatların büyük bir bölümü nesnel koşulların getirmiş olduğu sorunları çözmede çaresizlik içinde dini kurumlara başvurmuştur. Sakatlıklarını kader olarak görmekte ve böylelikle çileci bir yaşamı dinin yaptırımları altında sürdürmektedirler. Kısaca dinsel öğreti; dışlanan toplumsal kesimlere “Her şey yolundadır ve iyidir, kötü olan sensin. Sistem içindeki yerini kabullenmeli ve uyum sağlamalısın. Ancak böylece huzura kavuşabilirsin’’ i vaaz eder. Bu anlayış dinin öngörülerini içselleştirmeye neden olur.
Sakatın kendi sakatlığından dolayı çevreye, doğaya ve topluma karşı yabancılaşması aslında toplumsal çelişkilerin sakatlığı üzerindeki bir yansımasıdır. Çünkü bu çelişkilerin kaynağında bunalım ve krizler vardır. Bu bunalımdan çıkış ancak başkaldırma ve direnme yoluyla olur. Çileci bir yaşam çelişkilerin ve bunalımların olmadığı anlamına gelir. Oysa ki sakatlık iç kavgası olan, başlıbaşına bunalımları içinde barındıran bir olgudur. Sakatlığı aşmak dinsel anlayışın getirdiği düşünceleri aşmakla gerçekleşir.
Mağdule Demircioğlu
Hristiyan ve İslam dinleri çıktıkları toprakların farklı ekonomik ve kültürel yaşam tarzına göre şekillenmişti. Toplumsal ilişkileri belirleyen örgütlenme yapıları tarihte iki değişik birbirine zıt siyasal örgütlenmeler ortaya çıkarmıştır ve böylece tarihsel süreç içinde evrilerek doğu batı ikilemini yaratmıştır. Batıda, Hristiyanlık mülkiyete dayalı sınıflı bir topluma geçişi sağlamıştır . İslam da ise, din siyasal yapıların ayrılmaz bir parçası olarak devletleşti . Bu örgütlenme tarzı askeri-merkezi otoriteye sahip yönetim şekline dönüşmüştür. Hristiyanlığın doğuşuna neden olan ekonomik ve siyasi bunalım, toplumda umarsızlık umut çelişkileri olarak ortaya çıkarken, İslam’da ise belli bir üretim tarzının yokluğu sınıfsal bir çatışmanın yada bunalımım yokluğu anlamına gelir . Bu nedenle toplumda nesnel gerçekliğin yerine manevi değerler geçerlik kazanır. Toplumsal çelişkilerin varlığından doğan Batı Hristiyanlığı, aydınlanma felsefesinin bir ürünü olan ilerleme düşüncesiyle modernleşmeyi sağlayarak evrensel bir görünüm kazanmıştır. Siyasal örgütlenmesi de üretim tarzlarının değişmesine bağlı olarak gelişmiştir.
Günümüzde kabul gören dinsel öğretilerin dayandıkları bilgi kuramının ideolojik araçları, üretim ilişkilerine göre yeniden kurgulanmaktadır. Bu bilinçlendirme tarzı kapitalizmde insanın eylemliklerini yok saymasına neden olurken aynı zamanda da mitleştirdiği cennet-cehennem kavramlarıyla yalnızlaşan insanı yarattı. Bu yalnızlaşan insanın yaşamında mutlak güvence araması ve ezilen halk kitlelerini peşinden sürükleyen umudun aşılanmasıyla yeni bir dünya dininin kurgulanmasında, ödül ve ceza mekanizması dinin kendini yeniden üretmesinde temel ilke olmuştur. Dinin, başlarda oynadığı ''düzenleyici'' rol, bir süre sonra çalışan kitlelerin karşısında yer alır. Çünkü düzenin, hiçbir şekilde değişmez yargısı : ''Bu bir yasadır'' diye mutlaklaştırılır. İnsanlar din tarafından özel mülkiyete dayalı üretim tarzının (köleci feodal kapitalist) tanrısal bir töz gibi kutsallığına, dokunulmazlığına inandırılır. Bu durum siyasal, üretim tarzını yeniden üreten ideolojik aygıtların, hep dinsel ideolojik aygıt gibi çalışmasından, direnmesinden ileri gelmektedir.
İslam ve Hristiyanlığın tarihsel gelişim evrelerini yukarıda ele aldık. Tek tanrılı dinlerin toplumsal ilişkilerde düzenleyeci rolünü ve etkilerini sakatlar açısından incelersek; dinin egemenliği altında toplumsal yaşamı belirleyen geleneklerin, adetlerin geçerliliğinin sınandığı sakatlık alanının dışında, dinin bu kadar etkili olduğu başka bir alan azdır.
Devletin ideolojik aygıtı olan din alanı, sakatlıkla ilgili bütün kavramların çıkış kaynağıdır. Ve genellikle de olumlu imgelerin oluşmasını ortadan kaldıran kuralları insanlara kurtuluş yolu olarak sunar. Kutsal kitapların ima ettiği dinsel önermelerin mutlak olma özelliği toplum üzerinde kesin ve asla değişmeyecek bir yargı oluşmasına neden olmuştur. Dinsel öğretilerin yazılı olmayan ahlak kuralları içinde mutlak, mistik ve bilinmeyen olguları içermesi bu alanı sürekli ve kesintisiz kılmaktadır. Dinin biteviye kendi var oluşu dışında diğer unsurları kabul etmeyen olmuş bitmiş bir olayın bir daha asla değişmeyeceği üzerine kurmuş olduğu öğretisi ile toplum üzerinde büyülü olmasının ötesinde yüce bir etkisi olmaktadır. Temel felsefesini ya da sloganını insan kardeşliği/birliği ve farklılıkların reddi üzerine kurguladığı halde, toplumu fark temelli inanan-inanmayan, iyi-doğru, güzel-çirkin gibi kavramlar üzerinden sınıflandırarak böler. Bu kavramsallaştırmalar kader ya da yazgıya boyun eğme noktasında hayat bulur. Sakat, dinsel öğelerin kavramlarıyla erdemli olmayan, korunmaya ve yardıma muhtaç bir kişi olarak tanımlanır. Dini bir “ibadet” olan yardımseverlik ise bireysel haz almayı sağlayan bir araç olarak kullanılır. "Sevgiye ulaşmak, Tanrı'ya yaklaşmak" gibi imgeler, özellikle "iyi-kötü’’ gibi karşıtlıklar içinde tanımlanıp bir arınma (içsel temizlik) problemi olarak ortaya konulduklarında, mutlak bir biçimde, egemen toplumsal ilişkilerinin düzenleyici mekanizmaları bağlamına oturmaktadır.
Ortaçağ boyunca Avrupa’da Hıristiyanlığın egemenlik kavgasında insan karşıtı bir din modeli gelişmiş, insanların engizisyon mahkemelerinde yargılanarak aldıkları ceza nedeniyle toplumda sakat bireylerin sayısı artmıştır. Katolik ve Protestan kiliseleri arasındaki egemenlik mücadelesinde insanları kazanabilmek amacıyla her iki kilise de bir hayırseverlik anlayışı geliştirmiş ve bu tutumlarını zamanla yaygınlaştırmışlardır. 15. yüzyıla kadar olan dönemde sakatlara yardım edilmesi dinsel bir görev olarak kabullenilip, bu alan, işlenen günahlardan dolayı ölümden sonra Tanrının insanlara vereceği cezalardan kurtulmanın yolu olarak istismara açılmış ve hayırseverlik işlerinden kilise ve loncalar sorumlu tutulmuştur. Kilisenin ve dini kurumların toplumsal yaşam üzerindeki etkisi sakatlar için özel koruma alanları kurulmasına yol açmıştır. Hıristiyanlığın dinsel olarak yanındakine yardım anlayışı, sosyal yardım ilişkilerinde insanları karşı karşıya getirmiştir. Bu ise, özellikle sadaka adı altında yapılan bağışların sakatlara verilmesini, dilenciliğin kurumsallaşmasını sağlamıştır ve böylece sakatlar doğal dilenciler olarak toplumsal yaşamda kendileri için açılan yere konumlanmışlardır.
Tarihsel süreç, dinsel alanın sakatlar üzerinde feodal dönemde görülen etkisini değiştirmeden günümüze kadar taşımıştır. Kapitalizmde refah dönemi olarak adlandırdığımız, Keynesyen ekonomik politikaların uygulandığı sosyal devlet anlayışında , sosyal eşitsizliklerin giderilmesinde devlet müdahalesi altında, piyasadaki aktörler kontrol edilmekteydi Fakat günümüzde devletin sosyal yardım alanındaki etkisinin azalmasıyla küresel uygulamalar, sakatları da kapsayan sosyal politikaları sosyal sorumluluk projeleriyle bağdaştırarak ahlaki bir görünümle sosyal hakları hayırseverlik olarak belirlemiştir. Sakatların enformel piyasada çalışmaları gerekçesiyle sosyal haklardan faydalanamamaları sadaka kültürüne yoğun bir şekilde maruz kalmalarına yol açmaktadır. E. Yıldızoğlu hayırseverlik ve sadaka olgusunu şu tümceleriyle çarpıcı bir şekilde vermektedir : “… Gelir politikaları, ahlaki bir gereksinim olarak görülür ve devlet tarafından görev edinilirse, piyasaya müdahale anlamına geleceği için, yoksulları destekleme ve yaşatma, sıkıntılarını azaltma işlevini özel hayır derneklerine, piyasadaki ekonomik öznelerin kendi tercihine, uygun görecekleri bağışlara bırakmak en iyisidir.”
Ülkemizde ise AKP hükümetinin uygulamış olduğu sosyal politikalarla dinsel ideolojinin şekillendirdiği sosyal haklar, iktisadi alanda sadaka olgusuyla ikame edilmektedir. Örneğin; bir hükümet yetkilisinin, süreğen hastalığı olan bir hastaya sorunlarını çözmek yerine cebinden para çıkarıp vermesi gibi. “Sadaka”nın sosyal hakların yerine geçmesi, toplumsal ilişkilerde değerler alanını öznel yaşamın içine konumlandırması, sakatların çaresizliğe düşmesine, kurtuluşu manevi değerlerde aramasına ve kendilerine yabancılaşmalarına yol açar. Son dönemlerde ülkemizde uygulanan sosyal politikalar, sakatların aşağılanmasına neden olmakta ve sakatlığından dolayı kendisinden utanma duygusunu ön plana çıkarmaktadır. Örneğin yetkililerin evde bakım yardımı için kullandığı sözler “bu yardımlar aracılığıyla adam yerine kondunuz” son derece çarpıcıdır. Yine taşeronlaşmaya karşı kör bir işçinin tepkisini, yetkililer, “körsün sana iş verdik daha ne istiyorsun” vb. söylemler toplum tarafından da genel geçer olarak kabul görmektedir. 2000’li yılların başında Isparta’da kör bir öğretmenin veliler tarafından çocuklarına eğitim verilmesinin istenmemesi ve bu konuda eylem yapmaları da egemen düşüncenin dışa vurum göstergesidir.
Sonuç; Kutsal metinlerde bir kurtarıcı kimliğine sahip olan kişilerin mucizeler yaratarak insanlar üzerinde etkin bir gücünün açığa çıkması sakatlar üzerinden verilmektedir. Kutsal metinlerde körlerin, sağır dilsizlerin, yürüyemeyen kişilerin ilahi bir güce sahip olan "peygamberler" aracılığıyla iyileştirildikleri yazılmaktadır. Bu ilahi güç aracılığıyla iyileşen sakatlar yaşamlarında sürekli bu umutlar altında kendileri için bir kurtarıcı beklemekte ve bütün umutlarını bu kurtarıcıya bağlamaktadırlar. Yaşam zorluklarını kendisinden kaynaklı olduğunu içselleştirerek, problem çözmeyi ilahi güçlere havale etmektedirler. Genellikle de sakatların büyük bir bölümü nesnel koşulların getirmiş olduğu sorunları çözmede çaresizlik içinde dini kurumlara başvurmuştur. Sakatlıklarını kader olarak görmekte ve böylelikle çileci bir yaşamı dinin yaptırımları altında sürdürmektedirler. Kısaca dinsel öğreti; dışlanan toplumsal kesimlere “Her şey yolundadır ve iyidir, kötü olan sensin. Sistem içindeki yerini kabullenmeli ve uyum sağlamalısın. Ancak böylece huzura kavuşabilirsin’’ i vaaz eder. Bu anlayış dinin öngörülerini içselleştirmeye neden olur.
Sakatın kendi sakatlığından dolayı çevreye, doğaya ve topluma karşı yabancılaşması aslında toplumsal çelişkilerin sakatlığı üzerindeki bir yansımasıdır. Çünkü bu çelişkilerin kaynağında bunalım ve krizler vardır. Bu bunalımdan çıkış ancak başkaldırma ve direnme yoluyla olur. Çileci bir yaşam çelişkilerin ve bunalımların olmadığı anlamına gelir. Oysa ki sakatlık iç kavgası olan, başlıbaşına bunalımları içinde barındıran bir olgudur. Sakatlığı aşmak dinsel anlayışın getirdiği düşünceleri aşmakla gerçekleşir.
Mağdule Demircioğlu