Volkan Yılmaz
Bundan iki yıl önce, Engelliler.biz forumunun kurucusu Oturanboğa’nın ve sizlerin katkı verdiği bu forumun varlığının verdiği güçle yüksek lisans çalışmamı Boğaziçi Üniversitesi’nde engelliler ve sosyal politika meselesi üzerine bir araştırma ile tamamlamaya karar vermiştim. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu dâhilinde gelir desteği (sosyal yardım/primsiz ödemeler) ve istihdam politikaları üzerinde halihazırda kafa yorduğum bir dönemdi. Ben de bir yıl boyunca bu iki meseleyi birarada düşünmeye çalıştım.
Böyle bir işe giriştiğimi üniversitede eşe dosta açmaya başladıktan sonra yüzüme ilk çarpan soru engelliliğin neresinin siyasî bir mesele olduğu sorusu oldu. Ardından diğerleri geldi: Neydi beni engellilik üzerine çalışmaya iten, “yüce gönüllülüğüm” mü? Bir de AKP engellilere yönelik sosyal politikaları halletmemiş miydi zaten? Araştırmam dâhilinde farklı devlet kurumlarının temsilcileri ile mülakatlar yapmaya başladığımda bu tür sorular daha da ayyuka çıkmıştı. Önemli bir kamu kurumunun engellilere yönelik hizmet veren bir dairesinin başında bulunan üst düzey bir idare amirinin bana büyük bir hayretle sorduğu soruyu hiç unutmadım, beraber gülümseyelim: Gerçekten İstanbul’dan Ankara’ya engelliler ve sosyal politika alanında bir araştırma yapmak için mi gelmiştim? Başka bir amacım yoktu yani? Ne yalan söyleyeyim, insanlar arasında bir ilişki tarzı olarak yüce gönüllülükten pek hazzetmem. Toplumsal eşitliği ideal kabul eden herkes gibi benim de engellilerin ve sorunlarının siyasî alanın dışına itilmeleri ile ciddi bir derdim var. Evet, AKP sosyal politika özelinde bu alanda önemli adımlar atmıştı. Ama tabii ki engelliler ve sosyal politika alanında söylenecek söz bitmemişti; aksine söz söylenecek alan yeni açılmıştı. Bir de tabii, evet, Ankara’ya da sadece araştırmamı yapmak için gitmiştim. Neyse ki engellilere yönelik hizmetleri koordine etmekle görevli ama yaptığım işin İstanbul’dan Ankara’ya gelmeye değmeyecek derecede önemsiz olduğunu düşünen biri de değildim.
Sanıyorum tüm bu sorular ve kuşkular engellilik meselesinin akademide, siyasette ve kamu kurumlarında hâla “yeterince” siyasî ve önemli bir mesele olarak görülmediğine işaret ediyor. Hakkını teslim etmek lâzım, Lokman Ayva sayesinde AKP engellilere yönelik sosyal politikalar alanında kendisinden önceki iktidarlara oranla (bazen de geçmiş iktidarların başlattıkları ama düzgün işletemedikleri istihdam kotası ve 2022 maaşı gibi politikaları işler kılarak) çok önemli adımlar attı. Bunu söylemek, sorunlar bitti, tabii ki AKP’nin bu alanda her attığı adım çok faydalıdır demek değil. Meseleyi şöyle özetlemeye çalışayım. Türkiye’de sosyal politikanın tarihi koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denmesinin tarihidir. Bu durumun AKP ve engellilere yönelik sosyal politikalar için daha da fazla geçerli olduğunu düşünüyorum. Keçiyi bile bulamazken, keçiyle karşılaşınca merhaba Abdurrahman bey demek çok doğaldır. Fakat sizler, bizler ve engelli hareketi AKP’nin engellilere yönelik sosyal politikalarının açtığı alanı daha eşitlikçi bir sosyal politikanın inşası için kullanamazsak, üzgünüm bence koyun hiç gelmeyecek. Üstüne üstlük AKP’nin getirdiği keçi de zamanla kaçabilir.
Biliyorsunuz, keçinin yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığına dair emareler de geliyor. Bu emarelerin en önemlilerinden biri olan özürlülük oranı hesaplamalarında yapılan değişiklik. Bu değişiklikle ne olduğunu kısaca özetlemek gerekirse, özürlülük oranına dair süreç şöyle işledi. AKP döneminden önce de Türkiye’de birinin engellilere sağlanan hak ve muafiyetlerden yararlanabilmesi için bu kişinin yüzde 40 ve üzeri özür derecesini gösterir bir Sağlık Kurulu raporu alması gerekiyordu. AKP’yle beraber Özürlüler Yasası bir yandan engellilere sağlanan hakları genişletirken, bir yandan da kimlerin yasal olarak engelli sayılacağını önemli ölçüde daraltan bir değişikliğe sessizce izin verdi. Önce Özürlüler Yasası içerisinde Fonksiyonlara Göre Uluslararası Sınıflama Sistemi (ICF) kabul edildi ve ardından 2006 yılında “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Raporları Hakkında Yönetmelik”in yayınlandı. Bu değişiklik sonucunda sağlık kurullarında doktorların kullandığı özür derecesi hesaplama formülü değişti. Doktorların bu raporların verilmesinde tek görevleri yönetmelikle kendilerine verilen hesaplama formülünü uygulamak. Dolayısıyla onların da yapacakları pek bir şey yoktu. Böylece, geçmişte yüzde 40 ve üzeri rapor almaya imkân veren sakatlıklar artık bu oranda rapor almaya yetmez oldu. Dolayısıyla hukuken engelli olabilmek ve engellilere sağlanan hak ve muafiyetlere erişmek zorlaştı. Başka bir deyişle, hukukun tanıdığı engellilik, yaşanan engelliliğin daha da dar bir kısmını kapsar hâle geldi. Bunun sonucunda da bir sürü hakkı yenen arkadaş şaşkınlık ve kızgınlıkla söylenmeye başladılar: “Vay be! Meğer engelli değilmişiz!”
Değişikliğin ilk sonucu sağlık raporuna yeni başvuracak engelli arkadaşların yeni özür derecesi hesaplama formülüne tabi olmaları oldu. İşleri geçmişe oranla daha zordu, rapor almak aslanın ağzından midesine çoktan inmişti artık. Değişikliğin ikinci ve Türkiye’ye has sonucu ise tam bir hukuksuzluk örneği oldu. Türkiye’de engelliler yıllardır sakatlıklarında bir değişiklik olabilirmiş gibi her sene ve her yeni başvuracakları hak ve muafiyette yeni bir sağlık raporu almaya yıllardan beri mahkum edilmişlerdi. Bu yönetmelik ise çeşitli kamu kurumlarındaki işgüzâr kamu görevlilerine devletin âli menfaatlerini bir kez daha yurttaşların aleyine korumaya soyunma şansı verdi. 2007 yılında dönemin Maliye Bakanı Unakıtan, aslında eli sıkı olduğunu ama engellilere kesenin ağzını açtıklarını duyurmuştu. Fakat Bakanlığı açılan kesenin ağzını ne kadar kısabileceklerinin hesabına girmişti. Zaten bazı kamu görevlileri de söylenmeye başlamışlardı, “onlardan sağlam adamlar devletten bedavadan maaş alıyordu.” “Gerçek hakedenlere” devletimiz kol kanat gerecekti de, devletin malı da deniz değildi hani, “haksız” para alanlara da bir dur denecekti artık.
Bu bakış açısıyla, çeşitli kamu kurumları yeni yürürlüğe giren özür derecesini hesaplama formülünü engellilerin senelik rapor yenileme maratonunun parçası haline getirdi. Yeni formül hukuksuzca geriye doğru işletilmeye başlatıldı (modern hukukun temellerinden biri: yeni kanun çıkınca, kanunun çıkma tarihinden önce edinilmiş haklara dokunulmaz). Engelli arkadaşlar tarafından Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerden alınan özürlülük raporları, Maliye Bakanlığı’nda kurulan bilimsel (!) komisyonda yeniden değerlendirmeye tabi tutuldu ve bu değerlendirmede bir çok engellinin özür derecesi düşürüldü. Sonuç ise daha önce yüzde 40 ve üzeri özür derecesi gösterir raporları olan engellilerin eski raporlarının iptal edilmesi ve yüzde 40’ın altında sakatlık gösteren raporlarla yenilenmesi oldu. Ez cümle, özür oranı düşürülen bu arkadaşlara devlet “sana 2022 maaşı yok,” “evde bakıma ihtiyacın yok,” “işe girmene yardımcı olamam,” ve “vergi indirimi yapamam” demiş oldu.
Peki devletle engelli bireyler arasında ve engelli bireylerin kendi arasında bu kadar merkezî bir yer tutan özür oranı ne menem bir şeydir? Nereden çıkmıştır? “Sakat Devlet” (The Disabled State) kitabının yazarı siyaset bilimi profesörü Deborah Stone, özür oranın ve hukukî bir engelli tanımının ortaya çıkışını II. Dünya Savaşı sonrasında büyük oranda Batı Avrupa’da ortaya çıkan (kapitalist) refah devletlerinin (bugün sosyal devlet olarak da bildiğimiz) gelişimine bağlıyor. Kapitalizm en genel anlamıyla toplumun menkule ve gayrimenkule sahip olmayan çoğunluğuna “çalışmayana ekmek yok” dendiği bir iktisadî ve toplumsal sistem. Örneğin, kapitalist Nazi Almanyası “işe yaramadıkları” ve “Aryan ırkını kirlettikleri” için engellileri eşcinseller, sosyalistler ve Yahudilerle birlikte toplu kıyımlara maruz bırakmışlardı. Profesör Stone’un hukukî engellilik tanımının ortaya çıktığını belirttiği refah devletleri dönemi ise kapitalizmin kanlı tarihindeki belki de tek insanî bir yaşamın tesis edildiği söyleyebileceğimiz bir dönem. Bu dönemde dâhi, refah devletleri engellileri “bedensel ve ruhsal eksiklikleri” dolayısıyla çalışamayacak durumda olan ve korunması gereken bir toplumsal kesim olarak kabul ettiler. “Engelliliğin” hukukî bir tanımı yapıldı. Bu tanım içerisine giren bireyler ise devlet tarafından aktif olarak “koruma” altına alınmaya başlandılar. Yani engellilik bireylere belirli yurttaşlık sorumluluklarından muafiyet (örn. vergi ya da askerlik) ve diğer yurttaşlardan farklı belirli haklara erişim (örn. gelir desteği) sağlayan bir statü haline dönüştü. Bu statünün en olumlu yanı şu oldu, engellilere yönelik gelir desteği programları başlatıldı. Asgari ücrete yakın kimi zaman asgari ücret düzeyinde olan bu maaşlar sayesinde, engelliler toplumun çoğunluğundan farklı olarak çalışmak zorunda olmadan asgari ihtiyaçlarına erişebilmeye başladılar. Tabii ki, çalışmak zorunda olmadan, temel ihtiyaçlarına erişebilmek sakatların bu dönemde istihdama katılmak istedikleri durumda ciddi bir ayrımcılığa maruz kalmadıkları anlamına gelmiyor. Ama gelir desteği politikaları ile birlikte, engelliler arasındaki yaygın gelir yoksulluğu giderilmeye başlandı.
Fakat işin içine “çalışmadan alınan” bir para girmişti bir kere. Daha önce söylediğim gibi, kapitalizm “çalışmayana ekmek yok” sistemidir. Sosyal devlet ise basbayağı çalışmayana ekmek dağıtmaya başlamıştı. İşte bu noktada bugün hayatımızın parçası olan “özür oranı,” çalışamayacak durumda olanla (“gerçek” engelli ve ihtiyaç sahibi kastediliyor) aslında çalışabilecek durumda olan ama maaş almaya çalışan insanları (“beleşçi” vb. kastediliyor) ayırt etmek için icat olundu. “Sapla samanı” ayırt etme görevi ise doktorların üzerine yıkıldı. Profesör Stone dönemin hekim örgütlerinin böyle bir ayrımın bilimsel temeli olmadığını ve doktorların bu işi nasıl yapacaklarını bilmediklerini ısrarla söylediklerini anlatıyor. Ama ne oldu? Olmayan bir şeyi tarihte kırk defa söylerseniz gerçek olur. Özür oranı “gerçek” oldu. Tıp doktorları Sağlık Kurullarında kamu maliyesini bekler oldular ve hak dağıtımı musluğunun başına oturtuldular. Yaşamlarını idame ettirmeleri için haklarını arayan engelli bireyler ise özür oranlarını Can Evren’in dediği gibi “merhaba” gibi kullanmaya başladılar (bkz: http://www.engelliler.biz/forum/ayr...lletme-dusu-ya-da-dus-kirikligi-tartisma.html). Oranları düşürülünce doktorları baş suçlu olarak görür oldular.
Bugün Türkiye’deki özür oranı tartışmasının temelinde geçim derdi yatıyor. Kimin devletten düzenli bir maaş alacağını tartışıyoruz. Bu tartışma süregiderken, hep birlikte yapabileceğimiz en büyük aptallığın birbirimize düşmek olduğunu düşünüyorum. Koskoca engelli örgütlerinin temsilcilerinden bile ileri derecede şeker ya da kanser hastası olanların aslında “engelli olmadıklarını” duyar olduk. Bir “gerçek” engelli arayışıdır aldı başını gitti. Şimdi bacağı ampüte engelliyle ağır kanser hastasını mı karşı karşıya getirip kim “gerçek” engelli diye mi soracağız? Devletin bütçesini korumak Maliye Bakanlığı’ndan sonra bizlere ve engelli örgütlerine de mi düşmeye başladı? Devletin yeterli kaynağı var. Bu kaynağın adil dağıtılması için, engelliliği dolayısıyla karşı karşıya kaldığı iktisadî dezavantajları yaşamında hisseden herkesi hukukî engellilik tanımın içine yeniden sokmak için uğraşmalıyız. Maaşa ulaşma sürecinin işkence olmaktan çıkması için çalışmalıyız. İnsanca yaşama imkân verecek düzenli bir geliri önce işsizliğe ve ayrımcılığa daha çok maruz kalan tüm engelliler için, sonra herkes için sağlanmasını savunmalıyız. Keçileri hep beraber kaçırmamak için.
Bundan iki yıl önce, Engelliler.biz forumunun kurucusu Oturanboğa’nın ve sizlerin katkı verdiği bu forumun varlığının verdiği güçle yüksek lisans çalışmamı Boğaziçi Üniversitesi’nde engelliler ve sosyal politika meselesi üzerine bir araştırma ile tamamlamaya karar vermiştim. Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu dâhilinde gelir desteği (sosyal yardım/primsiz ödemeler) ve istihdam politikaları üzerinde halihazırda kafa yorduğum bir dönemdi. Ben de bir yıl boyunca bu iki meseleyi birarada düşünmeye çalıştım.
Böyle bir işe giriştiğimi üniversitede eşe dosta açmaya başladıktan sonra yüzüme ilk çarpan soru engelliliğin neresinin siyasî bir mesele olduğu sorusu oldu. Ardından diğerleri geldi: Neydi beni engellilik üzerine çalışmaya iten, “yüce gönüllülüğüm” mü? Bir de AKP engellilere yönelik sosyal politikaları halletmemiş miydi zaten? Araştırmam dâhilinde farklı devlet kurumlarının temsilcileri ile mülakatlar yapmaya başladığımda bu tür sorular daha da ayyuka çıkmıştı. Önemli bir kamu kurumunun engellilere yönelik hizmet veren bir dairesinin başında bulunan üst düzey bir idare amirinin bana büyük bir hayretle sorduğu soruyu hiç unutmadım, beraber gülümseyelim: Gerçekten İstanbul’dan Ankara’ya engelliler ve sosyal politika alanında bir araştırma yapmak için mi gelmiştim? Başka bir amacım yoktu yani? Ne yalan söyleyeyim, insanlar arasında bir ilişki tarzı olarak yüce gönüllülükten pek hazzetmem. Toplumsal eşitliği ideal kabul eden herkes gibi benim de engellilerin ve sorunlarının siyasî alanın dışına itilmeleri ile ciddi bir derdim var. Evet, AKP sosyal politika özelinde bu alanda önemli adımlar atmıştı. Ama tabii ki engelliler ve sosyal politika alanında söylenecek söz bitmemişti; aksine söz söylenecek alan yeni açılmıştı. Bir de tabii, evet, Ankara’ya da sadece araştırmamı yapmak için gitmiştim. Neyse ki engellilere yönelik hizmetleri koordine etmekle görevli ama yaptığım işin İstanbul’dan Ankara’ya gelmeye değmeyecek derecede önemsiz olduğunu düşünen biri de değildim.
Sanıyorum tüm bu sorular ve kuşkular engellilik meselesinin akademide, siyasette ve kamu kurumlarında hâla “yeterince” siyasî ve önemli bir mesele olarak görülmediğine işaret ediyor. Hakkını teslim etmek lâzım, Lokman Ayva sayesinde AKP engellilere yönelik sosyal politikalar alanında kendisinden önceki iktidarlara oranla (bazen de geçmiş iktidarların başlattıkları ama düzgün işletemedikleri istihdam kotası ve 2022 maaşı gibi politikaları işler kılarak) çok önemli adımlar attı. Bunu söylemek, sorunlar bitti, tabii ki AKP’nin bu alanda her attığı adım çok faydalıdır demek değil. Meseleyi şöyle özetlemeye çalışayım. Türkiye’de sosyal politikanın tarihi koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi denmesinin tarihidir. Bu durumun AKP ve engellilere yönelik sosyal politikalar için daha da fazla geçerli olduğunu düşünüyorum. Keçiyi bile bulamazken, keçiyle karşılaşınca merhaba Abdurrahman bey demek çok doğaldır. Fakat sizler, bizler ve engelli hareketi AKP’nin engellilere yönelik sosyal politikalarının açtığı alanı daha eşitlikçi bir sosyal politikanın inşası için kullanamazsak, üzgünüm bence koyun hiç gelmeyecek. Üstüne üstlük AKP’nin getirdiği keçi de zamanla kaçabilir.
Biliyorsunuz, keçinin yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığına dair emareler de geliyor. Bu emarelerin en önemlilerinden biri olan özürlülük oranı hesaplamalarında yapılan değişiklik. Bu değişiklikle ne olduğunu kısaca özetlemek gerekirse, özürlülük oranına dair süreç şöyle işledi. AKP döneminden önce de Türkiye’de birinin engellilere sağlanan hak ve muafiyetlerden yararlanabilmesi için bu kişinin yüzde 40 ve üzeri özür derecesini gösterir bir Sağlık Kurulu raporu alması gerekiyordu. AKP’yle beraber Özürlüler Yasası bir yandan engellilere sağlanan hakları genişletirken, bir yandan da kimlerin yasal olarak engelli sayılacağını önemli ölçüde daraltan bir değişikliğe sessizce izin verdi. Önce Özürlüler Yasası içerisinde Fonksiyonlara Göre Uluslararası Sınıflama Sistemi (ICF) kabul edildi ve ardından 2006 yılında “Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Raporları Hakkında Yönetmelik”in yayınlandı. Bu değişiklik sonucunda sağlık kurullarında doktorların kullandığı özür derecesi hesaplama formülü değişti. Doktorların bu raporların verilmesinde tek görevleri yönetmelikle kendilerine verilen hesaplama formülünü uygulamak. Dolayısıyla onların da yapacakları pek bir şey yoktu. Böylece, geçmişte yüzde 40 ve üzeri rapor almaya imkân veren sakatlıklar artık bu oranda rapor almaya yetmez oldu. Dolayısıyla hukuken engelli olabilmek ve engellilere sağlanan hak ve muafiyetlere erişmek zorlaştı. Başka bir deyişle, hukukun tanıdığı engellilik, yaşanan engelliliğin daha da dar bir kısmını kapsar hâle geldi. Bunun sonucunda da bir sürü hakkı yenen arkadaş şaşkınlık ve kızgınlıkla söylenmeye başladılar: “Vay be! Meğer engelli değilmişiz!”
Değişikliğin ilk sonucu sağlık raporuna yeni başvuracak engelli arkadaşların yeni özür derecesi hesaplama formülüne tabi olmaları oldu. İşleri geçmişe oranla daha zordu, rapor almak aslanın ağzından midesine çoktan inmişti artık. Değişikliğin ikinci ve Türkiye’ye has sonucu ise tam bir hukuksuzluk örneği oldu. Türkiye’de engelliler yıllardır sakatlıklarında bir değişiklik olabilirmiş gibi her sene ve her yeni başvuracakları hak ve muafiyette yeni bir sağlık raporu almaya yıllardan beri mahkum edilmişlerdi. Bu yönetmelik ise çeşitli kamu kurumlarındaki işgüzâr kamu görevlilerine devletin âli menfaatlerini bir kez daha yurttaşların aleyine korumaya soyunma şansı verdi. 2007 yılında dönemin Maliye Bakanı Unakıtan, aslında eli sıkı olduğunu ama engellilere kesenin ağzını açtıklarını duyurmuştu. Fakat Bakanlığı açılan kesenin ağzını ne kadar kısabileceklerinin hesabına girmişti. Zaten bazı kamu görevlileri de söylenmeye başlamışlardı, “onlardan sağlam adamlar devletten bedavadan maaş alıyordu.” “Gerçek hakedenlere” devletimiz kol kanat gerecekti de, devletin malı da deniz değildi hani, “haksız” para alanlara da bir dur denecekti artık.
Bu bakış açısıyla, çeşitli kamu kurumları yeni yürürlüğe giren özür derecesini hesaplama formülünü engellilerin senelik rapor yenileme maratonunun parçası haline getirdi. Yeni formül hukuksuzca geriye doğru işletilmeye başlatıldı (modern hukukun temellerinden biri: yeni kanun çıkınca, kanunun çıkma tarihinden önce edinilmiş haklara dokunulmaz). Engelli arkadaşlar tarafından Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerden alınan özürlülük raporları, Maliye Bakanlığı’nda kurulan bilimsel (!) komisyonda yeniden değerlendirmeye tabi tutuldu ve bu değerlendirmede bir çok engellinin özür derecesi düşürüldü. Sonuç ise daha önce yüzde 40 ve üzeri özür derecesi gösterir raporları olan engellilerin eski raporlarının iptal edilmesi ve yüzde 40’ın altında sakatlık gösteren raporlarla yenilenmesi oldu. Ez cümle, özür oranı düşürülen bu arkadaşlara devlet “sana 2022 maaşı yok,” “evde bakıma ihtiyacın yok,” “işe girmene yardımcı olamam,” ve “vergi indirimi yapamam” demiş oldu.
Peki devletle engelli bireyler arasında ve engelli bireylerin kendi arasında bu kadar merkezî bir yer tutan özür oranı ne menem bir şeydir? Nereden çıkmıştır? “Sakat Devlet” (The Disabled State) kitabının yazarı siyaset bilimi profesörü Deborah Stone, özür oranın ve hukukî bir engelli tanımının ortaya çıkışını II. Dünya Savaşı sonrasında büyük oranda Batı Avrupa’da ortaya çıkan (kapitalist) refah devletlerinin (bugün sosyal devlet olarak da bildiğimiz) gelişimine bağlıyor. Kapitalizm en genel anlamıyla toplumun menkule ve gayrimenkule sahip olmayan çoğunluğuna “çalışmayana ekmek yok” dendiği bir iktisadî ve toplumsal sistem. Örneğin, kapitalist Nazi Almanyası “işe yaramadıkları” ve “Aryan ırkını kirlettikleri” için engellileri eşcinseller, sosyalistler ve Yahudilerle birlikte toplu kıyımlara maruz bırakmışlardı. Profesör Stone’un hukukî engellilik tanımının ortaya çıktığını belirttiği refah devletleri dönemi ise kapitalizmin kanlı tarihindeki belki de tek insanî bir yaşamın tesis edildiği söyleyebileceğimiz bir dönem. Bu dönemde dâhi, refah devletleri engellileri “bedensel ve ruhsal eksiklikleri” dolayısıyla çalışamayacak durumda olan ve korunması gereken bir toplumsal kesim olarak kabul ettiler. “Engelliliğin” hukukî bir tanımı yapıldı. Bu tanım içerisine giren bireyler ise devlet tarafından aktif olarak “koruma” altına alınmaya başlandılar. Yani engellilik bireylere belirli yurttaşlık sorumluluklarından muafiyet (örn. vergi ya da askerlik) ve diğer yurttaşlardan farklı belirli haklara erişim (örn. gelir desteği) sağlayan bir statü haline dönüştü. Bu statünün en olumlu yanı şu oldu, engellilere yönelik gelir desteği programları başlatıldı. Asgari ücrete yakın kimi zaman asgari ücret düzeyinde olan bu maaşlar sayesinde, engelliler toplumun çoğunluğundan farklı olarak çalışmak zorunda olmadan asgari ihtiyaçlarına erişebilmeye başladılar. Tabii ki, çalışmak zorunda olmadan, temel ihtiyaçlarına erişebilmek sakatların bu dönemde istihdama katılmak istedikleri durumda ciddi bir ayrımcılığa maruz kalmadıkları anlamına gelmiyor. Ama gelir desteği politikaları ile birlikte, engelliler arasındaki yaygın gelir yoksulluğu giderilmeye başlandı.
Fakat işin içine “çalışmadan alınan” bir para girmişti bir kere. Daha önce söylediğim gibi, kapitalizm “çalışmayana ekmek yok” sistemidir. Sosyal devlet ise basbayağı çalışmayana ekmek dağıtmaya başlamıştı. İşte bu noktada bugün hayatımızın parçası olan “özür oranı,” çalışamayacak durumda olanla (“gerçek” engelli ve ihtiyaç sahibi kastediliyor) aslında çalışabilecek durumda olan ama maaş almaya çalışan insanları (“beleşçi” vb. kastediliyor) ayırt etmek için icat olundu. “Sapla samanı” ayırt etme görevi ise doktorların üzerine yıkıldı. Profesör Stone dönemin hekim örgütlerinin böyle bir ayrımın bilimsel temeli olmadığını ve doktorların bu işi nasıl yapacaklarını bilmediklerini ısrarla söylediklerini anlatıyor. Ama ne oldu? Olmayan bir şeyi tarihte kırk defa söylerseniz gerçek olur. Özür oranı “gerçek” oldu. Tıp doktorları Sağlık Kurullarında kamu maliyesini bekler oldular ve hak dağıtımı musluğunun başına oturtuldular. Yaşamlarını idame ettirmeleri için haklarını arayan engelli bireyler ise özür oranlarını Can Evren’in dediği gibi “merhaba” gibi kullanmaya başladılar (bkz: http://www.engelliler.biz/forum/ayr...lletme-dusu-ya-da-dus-kirikligi-tartisma.html). Oranları düşürülünce doktorları baş suçlu olarak görür oldular.
Bugün Türkiye’deki özür oranı tartışmasının temelinde geçim derdi yatıyor. Kimin devletten düzenli bir maaş alacağını tartışıyoruz. Bu tartışma süregiderken, hep birlikte yapabileceğimiz en büyük aptallığın birbirimize düşmek olduğunu düşünüyorum. Koskoca engelli örgütlerinin temsilcilerinden bile ileri derecede şeker ya da kanser hastası olanların aslında “engelli olmadıklarını” duyar olduk. Bir “gerçek” engelli arayışıdır aldı başını gitti. Şimdi bacağı ampüte engelliyle ağır kanser hastasını mı karşı karşıya getirip kim “gerçek” engelli diye mi soracağız? Devletin bütçesini korumak Maliye Bakanlığı’ndan sonra bizlere ve engelli örgütlerine de mi düşmeye başladı? Devletin yeterli kaynağı var. Bu kaynağın adil dağıtılması için, engelliliği dolayısıyla karşı karşıya kaldığı iktisadî dezavantajları yaşamında hisseden herkesi hukukî engellilik tanımın içine yeniden sokmak için uğraşmalıyız. Maaşa ulaşma sürecinin işkence olmaktan çıkması için çalışmalıyız. İnsanca yaşama imkân verecek düzenli bir geliri önce işsizliğe ve ayrımcılığa daha çok maruz kalan tüm engelliler için, sonra herkes için sağlanmasını savunmalıyız. Keçileri hep beraber kaçırmamak için.