@osmangazi,
“Din sorgulanmaz, sorgularsan dinden çıkarsın” ifadesi doğru bir ifade değil.
İman iki türlüdür:
Atalardan görülen ve hiç sorgulanmadan onlardan öğrenilerek elde edilen iman, ki buna “taklid-i iman” denir. Yani ana-baba-dededen görerek, onları dinleyerek veya onların zoru ile elde edilen iman.
Bir de kişinin araştıra araştıra, kafasına takılan sualleri sora sora imana kavuşması vardır ki buna da “tetkik-i iman” denir. Asıl makbul olan iman tam da budur. Ve bu şekilde hidayete erip doğru yolu bulanların imanı son derece sağlamdır diğerlerine göre.
Sorun, araştırın, yeryüzünü, yıldızları, kuruyan otların yeniden yeşermesini, bir damla sudan insanın oluşumunu. Tabii ki bütün bunların bir sebebi vardır, hayatta hiçbir şey sebepsiz değildir, önemli olan o sebepleri kimin yarattığını anlayabilmek. Denizlerin yarılması veya ölülerin diriltilmesi gibi sebepsiz oluşumlar peygamberlere mahsus mucizeler. İlim ve din birbirinin zıttı değildir. Ama kimileri dini bir afyon olarak nitelerken Bülent Bey kardeşimiz o kadar ileri gitmeyerek daha iyi niyetli bir bakış açısı ile arzu eden insanı huzura götürecek bir ödül olarak değerlendiriyor.
Hastalık konusuna dönersek her şey inanca dayanıyor. Kadere ve ahiret inancına. İnancınız varsa Kur’an ve Sünnet rehberinizdir. İnançta da sabır ve şükür en önemli iki unsurdur.
Her hastalık, ayağa batan bir diken veya kıymık bile bir musibettir, önemsemezseniz ayağın kaybına kadar yolu vardır. Diken değil de benim gibi ayakta bir felç durumunu ele alalım. İnancınız yok veya zayıf ise ölünceye kadar mutsuz yaşarsınız, ”neden ben? sorusunu sormadığınız ne bir gün vardır, ne de bir saat. Asla mutlu değilsinizdir, mutsuzluğunuzu gizlemek veya yok etmek için çoğu kimse ya alkole başvurur ya da uyuşturucuya. Kötü alışkanlığı olmayan nispeten azdır. Hz.Musa ile Hızır’ın karşılaşmasındaki enteresan olayları anlatan Kehf Suresini okumamış iseniz “iki aylık bir bebeğin canını neden Allah almış olabilir ki, hayır bunun neresinde?” diyebilirsiniz.
Ama inancınız sağlam ise başımıza gelen, hastalıklar dâhil, her musibet bizler için aslında büyük bir lütuftur. Çünkü hem Yüce Allah’ın mukaddes kitabında, hem de Sahih Hadislerde bu dünyanın sadece bir oyun alanı olduğu belirtilmemekte, musibetlerin de birer imtihan vesilesi olduğunu bildirilmektedir.
İnsanın en büyük düşmanı nefistir. Her nefis kötülüğü emreder insana. İster ki insan dinimizin “kötü” olarak nitelediği işleri yapsın. Mesela içki içsin, dedikodu yapsın, zina yapsın, rüşvet alsın, torpile başvursun, kul hakkı yesin, katil olsun, hırsızlık yapsın vs vs. Ama yüceler yücesi ve merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ımız bu dünyada bizlere musallat ettiği musibetlerle, çeşit çeşit hastalıklarla aslında öteye taşıyacağımız günahlarımızdan veya bir kısmından bizleri arındırmak/temizlemek istiyor. Şehitlik sıradan bir Müslümanın ulaşabileceği en büyük makamdır. Deprem, imanlı olarak toprak altında kalarak ölen kimse için şehitlik makamı demektir. Ahirete tertemiz göçmek demektir. İster miyiz toprak altında kalıp can çekişe çekişe ölmeyi? Hiç birimiz elbette istemeyiz ama direksiyon bizde değil, bir saniyesine bile hükmedemediğimiz bu dünya hayatında bir saniye sonra başımıza ne geleceğini, neden geleceğini, gelecek olanın iyi mi kötü mü olacağını biz bilemiyoruz. Ama bir bilen var.
Gözümüzün önünde Müslüman katliamı yaşanıyor ama Müslüman’dan ses çıkmıyor. Yanılmıyorsam Şuara suresinde bir ayetti. Mealen der ki “başınıza gelen her şey kendi kazandıklarınızdandır (yaptıklarınızdandır)” Filistinlilerin başına geleni farklı farklı açıklayabiliriz. Belki o güne kadar İslam’a uygun bir yaşantı sürmemiş olmalarının bir cezasıdır. Belki de Yüceler Yücesi Allah, onları böyle bir imtihana tabi tutarak sabırlarına göre onları cennete sokmayı murad etmiştir. Biz bilemiyoruz sadece düşünüyoruz. Filistin soykırımına ses çıkartmayan özellikle zengin körfez ülkeleri de sessizlikleri ile cezaya tabi tutulacaklardır. Sessiz kalanların imtihanları da o şekildir. Çünkü haksızlığa sessiz kalıp da hiçbir şey yapmayanın imanı en zayıf imandır.
Konuya sübjektif bir katkı vermek için şunu söyleyebilirim. Kendimi bildim bileli son derece inançlı - imanlı bir insan olmama rağmen, iblisin vesveselerine kanarak, benim de “neden ben? sualini sormak gibi hadsizlik yaptığım dönemler oldu, özellikle de gençlik yıllarımda. Ancak dinimi daha iyi tanıdıkça, aklımı kullandıkça, okudukça, okudukça, okudukça hastalığım için Yüce Rabbime, bana lütfetmiş olduğu bu güzel hediye için şükür etmeye başladım. Şükür ve Hamd etmeden geçen bir tek günüm yoktur. Kafam dağınık değil, çok şükür keyfim yerindedir.
Tek arzum sonsuz olan gerçek âleme imanlı bir şekilde göç etmektir.
Osmangazi kardeşim Esed biz ehli sünnet inancına göre makbul bir insan değildir. Din dışı itikadi görüşleri vardır. Araştırmanı önerim.
Konu uzun ve çok dallı. Her yazılan cümleden yeni bir konu doğuyor. Tıpkı soyağacı gibi.
Burada keseyim Sanırım maksat hâsıl olmuştur.
Selametle..