Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Engellilerin uğradığı şiddetin boyutu nedir? [Tartışma]

kuyucak

Üye
Üyelik
15 Mar 2007
Konular
50
Mesajlar
860
Reaksiyonlar
0
ENGELLİLERE YAPILAN ŞİDDETİN BOYUTU İŞKENCEDİR..

Şiddet neleri içerir?
- Güç ve baskı içerir. Zarar gören kişi mutlaka zararı güç ve baskı sonucu alır.
- Güç ve baskıyı uygulayan birey, toplum yada kurum olabilir..
- Şiddet asla fiziksel şiddetle sınırlı değildir Bunun yanı sıra sözlü şiddet, sınırlayıcı yasaklayıcı şiddet vardır.. Ayrıca ekonomik şiddet, cinsel şiddeti de saymak lazım. Aile içi şiddetin içine epey şey doldurulabilir aslında.. Hayvanlara yönelik şiddet var.
O yüzden şiddeti anlatmak için; canlıya zarar veren her tür fiziksel ve ruhsal baskıya şiddet denir. Burada şiddet canlının gelişimini durdurur, acı verir, yıpratır hatta yok eder..Dışlar şiddet aynı zamanda canlıyı..
-Aynı zamanda düşmanlık belirtileri görülür..

Yukarıda anlattığım şiddet unsurlarını, engellilere tanınan yaşam hakkında bulmak zor değildir.. Afrika’da açlıktan ölen çocukların yaşamlarında da bulmak da zor değildir.. Ancak bunu duyarsızlık gibi başka kavramlarla da açıklamaya çalışmak olayın vahim boyutunu gizlemeye çalışmaktır.. Engellinin kişisel gelişimini engellemek, ruhsal bütünlüğünü bozmak, ekonomik olarak gelişimini engellemek, sınırlamak, ona acı çektirmek için güç ve baskıya maruz kalması kadar, onun için yapılması gerekenleri yapmamakta etkendir..
Aynı Afrika’lı çocuk gibi düşünün.. Yapılması gerekenler yapılmayarak, şiddet uygulanmaktadır.. Şiddet sonucu oluşan sonuçlar fazlasıyla vardır engellilerin yaşamlarında.. Hem de kat kat fazlası.. O zaman şiddet kavramının içine bilerek göz ardı edilmeyi mutlaka yerleştirmek zorundayız bizler.. Üstelik şiddetin yanı sıra işkenceyi bile dile getirebiliriz.. Hani bir çok arkadaşın bilmeden söylediği ‘’bu yaşam bu şekilde işkence, bitsin bu işkece’’ sözlerinin ardındaki gerçek duyguların anlamı da ortaya çıkmış olur..

Şiddetin boyutunu artırmanın adı işkencedir. Zor kullanmak diyelim. İnsan yaratıcılığının yıkıcılıkta uyguladığı yöntemlerin sonu yoktur. İşkencenin sınırları da yoktur. Ancak engellilere uygulanan işkenceler, daha çok çin işkencesi adı altında adlandırılabilir: Tıraş edilen kişi hareket edemeyeceği şekilde bağlanırmış.. Üstünden kafasına soğuk damlalar kısa zaman aralıkları ile verilirmiş. Belli süre sonra o küçük damlalar kişiye balyoz etkisi yapmaya başlar ve kişiyi delirtirmiş.
Engellilere yapılan da aynı aslında. Kapatıldıkları evlerinde akıp giden hayata bakmanın nesi farklı kafaya düşen soğuk su damlalarından?

Bunları niye yazıyorum? Yapılanların adını doğru şekilde koymalıyız diye yazıyorum. Teşhis doğru konmadıkça yapılan hiçbir düzeltme mutlu etmeyecek bizi.
Biz bireye, topluma ve kurumlara şöyle demeliyiz: Şiddetiniz işkenceye dönüştü üstümüzdeki, siz işkencecisiniz! İşkence ve şiddete son verin.
Ayrıca bu argümanlarla dünyanın her mahkemesinde hakkımızı ararız.. Ancak kendi toplumunu ve devletini mahkum ettirmek bize ne kazandırır düşünmek lazım.

İç karartmaca yok. Kavgaya devam. Kavga yaşamdır ve güzeldir
 
Bak! Senin dediklerin aklıma neler getirdi Kuyucak!

Geçen gün Beyoğlu’nda gündüz vakti yürüyorum… Ana bir cadde… İnsanlar gelip geçiyor yanımdan… Çok kalabalık… Birdenbire yanımda bir adam beliriveriyor… Elinde bir cep telefonu var… Karşısındaki kişiye benim topal olmamla ilgili laflar ediyor… Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali! Önce ne yapacağımı şaşırıyorum… Adam sözleriyle beni resmen taciz ediyor… Topallığımı hep yüzüme vuruyor… Hareketlerinden, giyimi ve kuşamından sokakta yaşadığı belli… Kafası kıyak olmalı… En sonunda dayanamıyorum... Adama ağzıma geleni sayıp döküyorum… Ardına baka baka uzaklaşıyor…

Birdenbire sinirlerim zıplıyor… Genç kızken sokakta erkeklerin topallığımla ilgili attığı laflar geliyor aklıma… O zamanlar domates gibi yüzüm kızarırdı. Başımı kaldırıp tek laf edemezdim. İçin için öfke duyardım erkek milletine… Şimdi düşünüyorum da yalnızca acıyorum onlara…

Bu ülkede insanlığını koruyarak yaşamak zor… İnsan kadın olmak daha zor…

Erkekler, engelli kadınları güçsüz görüyorlar… Hınzır gülümsemeler eşliğinde engelli kadını rahatsız ediyorlar… Evet, karşısındaki insanın güçsüz olması(!) onlara dizginsiz gücünü anımsatıyor…

Bugün engellilerin uğradığı şiddetin haddi hesabı yok! Yine kendi geçmişim aklıma geliyor…

Ben pantolon giymek için amirimle mücadele etmiştim… Çünkü, o zamanlar kadın memurlar etek giymek zorundaydı. Ben de cihaz kullandığım için etek giymek istemiyordum. Bu nedenle daha işe girdiğim ilk gün tartışmak zorunda kaldım. Müdüre çıktım. Daha sonraki günlerde bunun ceremesini çektim. Sürgün yedim. Yaşamımda hiç sürgün yiyeceğim aklıma gelmezdi. Onu da yaşadım. Gittiğim yerde bir böcek gibi bakıyorlardı bana… Ben bu dünyayla hiç uyuşamadım sanırım::)))

Yine işyerinde koşullar bana göre yapılmadığı için müdüründen başmüdürüne kadar birçok insanla karşı karşıya geldim. Sicilimle oynadılar. Herkes A alırken ben B aldım. Kimileyin düşünüyorum da “acaba ben çok asi miydim” diyorum. Evet, içimde hep bir asi yan var. Ama nesnel koşullar nedeniyle üstlerimle hep çatışma içinde oldum. Servis güzergahı bana göre değildi. Üstelik bir anneydim. Çocuğumu kreşe götürmek zorundaydım. Bir yıl servis güzergahının değiştirilmesi için mücadele ettim. Asansör bulunduğum katta durmuyordu. Sürekli merdiven inip çıkmak zorunda kalıyordum. Bir süre bunun için mücadele ettim. Daha neler neler… Şimdi düşünüyorum da tüm enerjimi nelere harcamışım! Bunun için mi bilmem benim otoriteye karşı bir alerjim var::)))

Gerçekten de şiddetin çeşitli yönleri var…

Fiziksel şiddet…
Sözel şiddet….
Cinsel şiddet…
Yasaklayıcı şiddet…

Ben en çok engelli kadınların şiddete uğradığını düşünüyorum. Engelli kadınların toplumca kendilerini anlatamayacakları düşünüldüğünden engelli kadın, diğer kadınlara göre daha fazla şiddete uğramaktadır. Çoğunlukla gereksinmelerini karşılamada başkalarına bağlı olan engelli kadınlar, sözel, fiziksel, cinsel saldırıya uğramaktadır. En çok zihinsel engelli kadınlar, tecavüze uğramaktadırlar…

Engelli erkek, yaşamı boyunca kendisine eşlik edebilecek bir kadın bulabilirken, toplumda engelli kadınla evlenilemeyeceğine ilişkin inanç var. Anne ya da baba olmak, akrabalık ilişkilerinde cinsiyete göre rollere bürünmek, toplumsal sistemlerin var ettiği ideolojilerden kaynaklanıyor. Engelli kadının “iyi bir eş”, “iyi bir anne” olamayacağı, kadına yüklenen beklentileri yerine getiremeyeceği anlayışı yaygın. Bu anlayışa göre, kadın doğurgan bir varlık. Kadının çocuk doğurabilmesi onun değerini belirliyor...

Bunun yanı sıra, engelliliğin kalıtsal olup olmadığına bakılmaksızın her engelli kadının engeli olmayan çocuk doğuramayacağına ilişkin değerlendirmeler var. Engelli kadın, karşı cinsle birlikteliğinde en çok dış görünümünden dolayı rededilmektedir.

Engelli kadınlar, değerce eşit olarak kabul edilmemekte, onunla bir ilişki kurulabileceğine inanılmamaktadır. Her bakımdan zayıf bir eş olarak kabul edilmektedir. Engelli kadınların, hemcinsleri gibi normal bir cinsel yaşamlarının olduğu bilinmemektedir. Engelli çocuğu olan ailelerde erkekler, engelli çocuklu kadından ayrılmaktadırlar. Kadın, trafik kazası, doğal afetler gibi nedenlerle sonradan engelli olmuşsa, erkek karısını boşamaktadır.

Üff! Tüm bu sorunlar canımı acıtıyor… Nasıl baş edebilirim diye soruyorum kendi kendime…

Yazarak… yazarak… Başka silahım yok…
 
Bizler büyüyoruz ama! Ne garip! Bazı paradigmalar hiç değişmiyor... Elbet, değişecek bir gün engellilere yönelik olumsuz bakış açıları! Belki erken belki geç!

En önemlisi de acılar büyütür insanı... Acı çekmeyen insan kendini değiştiremez... Bu yüzden de, ne zaman yalnız başına bir engelli görsem, onu kendime yakın hissederim... Kendimi görürüm onda... Ortak yaşanmış duygular birbirine yaklaştırır insanı... İşte senin de yazdıklarında Vaveyla kendimi gördüm...

Birgün, şiddetin ve zorbalığın ezen gücünü parçalayacak insan...

Kavgaya devam Kuyucak'ın dediği gibi...
 
kuyucak,
tam onikiden vurdu yazınız.
engellilere uygulanan şiddet ,belkide söylenemeyen tek şiddet türü.
engellileri hayatın içinde istemediklerinin belirtisini bu şekilde anlatıyorlar.
ben anlıyorum artık ,duyarsızlıklardan,yapılması gerekeni yapmayışlarından vs..
kavga etmiycem sıkıldım,matruşka gibi kavga ettikçe ben de küçülüyorum.
zaten yazıda düzelme yok mutlu olmuycaz yazmışsınız.
içimi kararttınız kavgaya devam ama yaşam ve bu kavga güzel değil bıktırdı.:(
 
hayatım bir film şeridi şeklinde gözüm önünden geçince hakikatten yaşatılanlar bize işkence.
 
Bugün çok üzgünüm. Hocaların hocası, iletişimcilerin duayeni Ünsal Oskay’ı ebedi yolculuğuna uğurladık.

İletişim Fakültesi’nin dağ gibi merdivenlerini teker teker inip çıktığımda onun söyledikleri belleğimden bir bir geçerdi. Her söylediğinde yaşama ait gerçeklikler vardı. Çünkü o yaşamın içindeydi. Teoriyle pratiği birleştirmeyi başaran ender insanlardan biriydi.

Hocamın söyledikleri hep kulağıma küpe olmuştu. O şöyle derdi.

“ Yaşamın nesnesi değil, öznesi olun”

Bu vesileyle o değerli insanı anarken onun sözleri yaşamımı aydınlatmaya devam ediyor.

“ Yaşamın nesnesi değil, öznesi olmalıyız”

İşte o zaman azgın akan suları tersine çevireceğiz. Sular berrak ve ışıl ışıl akacak… Buna inanıyorum… Ne zaman yılgınlığa düşsem, kimi kez bana rehberlik eden hocalarımın, kimi kez, tarihe yön veren bilginlerin, felsefecilerin, kimi kez, mitolojinin gizemli havasından çıkıp gelerek yüreğime dokunanlara kulak veriyorum…

Prometheuslar hep olacak… Zincire vurulsak da… Karaciğerimizi kartallar yese de… Bizleri küçük düşürseler de… Kendi gücünün ayrımına varan insan, köleliği yenecektir…

Kavgaya devam...
 
Haklısın Monalisa..
Çok içim acıdı Ünsal Hoca'ya..
Sonra Nazım'ın bir sözü geldi aklıma; Gerektiğinde kendin fişek olacaksın mavzerde benzeri bir sözdü galiba..Bu insanların ortak özelliği görünmeyenleri görünür hale getirmek..Onurlu yaşamak ve yaşatmak değilmiydi zaten? Şiddet insan onuruna yaraşan bir şey değil zaten..Elbet kalkacak.. Ama Ünsal Hoca'nın bir lafı hep durur kulaklarımda;Öncüler acı çeker..Sonrakiler rahat eder..
 
Şiddet dedim ya aslında engellilere yapılanlar .. Burada yazılanlardan bazıları içimi acıttı.. Silip atmak geldi bir an içimden hepsini.. Bazen dedim bilmeden yaşamak daha iyi galiba.. Bilmeyeceksin, görmeyeceksin, mutluluk oyunu oynayacaksın.. Bilip öğrenmeye, anlamaya çalışmayacaksın.. Kaç gündür sessizliğim ondan..Sonra yeniden içimde yükselmeye başladı kavga.. Dedim ki kendime Ey Kuyucak; Sen bunları bilmez misin, nasıl şimdi oynayacaksın bilmemenin mutluluk oyununu?
Aile içinde istenmediğimizi, ehveni şer kabul edildiğimizi, ‘’Keşke….. ‘’ iç çekişlerinin ne anlama geldiğini bilirsiniz.. Her ailede olmayabilir.. Ancak yük olduğunuzu her zaman duyumsatırlar size..
Eğitime zorla kabul edilirsiniz..
İşe devlet zoruyla kabul edilirsiniz.. Damat yada gelin olarak açıkça istenmediğiniz çok kere özellikle suratınıza vurulmuştur.. Eğlence yerlerinden, parklardan, sahillerden havuzlardan çok kovulmuşsunuzdur insanların bakışları ile.. Bu haliyle burada ne işi var çok denmiştir size suratlardaki ifadelerle.. Maçlarda, tiyatrolarda,sinemalarda, bela hissettirmişlerdir sizi kendinize.. Uzatabiliriz bunları.. Dediğim gibi bizler kendi vatanımızda, kendi şehrimizde, kendi toplumumuzda mülteciyiz aslında.. Kovulmuşuz insanların gönüllerinden.. Yaptığımız iş arsızlığa vurup, şirin gözükerek, vicdanlara seslenerek kendimizin de insan olduğunu anlatmaya çalışarak, kabul görmek..
Kabul görmeye çabalamak iğrenç bi şey bana göre.. Kendi ülkemizde, kendi şehrimizde, kendi toplumumuzda mülteci olup, kabul görmeye çalışmak kadar acı bi şey yoktur..
Çok altınıza etmek zorunda kalmışsınızdır sokaklarda..
Bunlar şiddetin ağababası değil mi eyyyy … Eyyyyy kim?
Gene biziz .. Bizler yaşanası yaşamı, yaşamak için işkencelere uğruyoruz.. Değer diyorum ben.. Vallahide billahi de değer..
 
Bu konunun bam teli aslında, "sakatlık" denen şeyin toplumsal bir olgu olduğu.
Sakatlığı kişisel olarak değersizleştiren mekanizma, aynı zamanda toplumsal olarak sakatlığı ve onun üzerindeki tüm ezici mekanizmayı da yaratan ve yaşatan mekanizma. Yani aslında kendi içinde hiç bir sorunu olmayan sakatlık, "sakat" kavramıyla tasniflendirilerek değersiz olarak kodlanıyor ve yoksayma-yoketme mekanizmasıyla mağdur hale getiriliyor.
Yani, aslında sorun sakatların sakat olmayanlar gözünde değersiz olarak kabul edilmesi, ve daha da vahimi, bu değersizliğin sakatlar tarafından önkabul olarak içselleştirilmesi ya da esas değerin sakat-olmamak olduğunun veri alınmasıdır.
Bir kez bu çukura düşüldü mü, artık ondan sonra orada değersiz-mahlukları nelerin beklediği ise malum...

Bu şekilde bakınca, esas sorunun işkence değil, "toplumsal değer kodları" olduğunun altını iyice bir çizmek gerek sanırım. Çünkü bu kodlar işkenceyi doğuruyor...
 
çok doğru bir konuya değinmişsiniz..
Ülkemizde ne yazıkkı engelli bayanlar çok sayıda şiddete,tacize hatta tecavüze maruz kalmakta.Bunu yapan insanlıktan nasibini almamış insan müsvettelerinin nasıl bir VİCDANa sahip olduklarını çok merak ediyorum.Git gide yok olan dünyada insanlıkta yok olmakta.İster engelli olsun ister olmasın bir insana şiddette.tacizde bulunmak affedilemez bir hata büyük ayıp.
 
Bulunduğum topluluklarda, kümelerde elimden geldiğince Türkiye’de engelli olmanın getirdiği olumsuz sonuçları anlatmaya çalışıyorum. Bu forumlarda yazdıklarımı, kendi yaşadıklarımı oralarda da gündeme getiriyorum.

Ama engelli olmayanlardan şöyle bir tepkiyle karşılaşıyorum.

Örneğin, bu kişiler kadınsalar, kadınların uğradığı ayrımcılıktan söz ediyorlar. Ya da erkekseler, yukarıda anlattığım gibi sokakta sözel saldırıya uğradığımı anlattığımda kendilerinin de farklı bir biçimde kişisel saldırılara uğradıklarından söz ediyorlar. Sonra da şöyle bir izlenim ortaya çıkıyor. Sen sakatların yaşadığı sorunları çok büyütüyorsun. Yaşamda herkesin bir biçimde sorunu var… Her şey toz pembe değil. Bizler de farklı biçimlerde, sözel, fiziksel, yasaklayıcı şiddetle karşı karşıya kalıyoruz diyorlar. Hatta kendilerinin bana karşı herhangi bir ayrımcılık yapıp yapmadıklarını soruyorlar. Ben de gerçeği söylüyor, yapmadıklarını yanıtını veriyorum. O zaman yaşamda hep olumsuzu değil, olumluyu da görmek gerektiğini söylüyorlar.

O zaman kendi kendime soruyorum. Gerçekten ben sakatların sorunlarını kafamda mı büyütüyorum? Yoksa onlar mı anlamak istemiyorlar? Sonra da hemen şunun ayrımına varıyorum. Türkiye’deki birçok sorundan biri engellilik sorunu… Bunu ben değil, istatistikler söylüyor… O zaman doğru yoldayım. Ben hangi atmosferde bulunursam bulunayım engellilerin sorunlarını dile getirmeyi sürdüreceğim.

Oturan Boğa’nın şu sözüne takıldım.

Sakatlığın kendi içinde bir sorunu yok ama sakat kavramıyla tasniflendirilerek değersiz olarak kodlanıyor…

Sakatlık bir durum. Neyi niteliyor? Bir insanın bedeninin hasta ya da eksik olan bir yanını nitelendiriyor.
Bu anlamda sakat olma durumunun kendisi bir sorun zaten. Kendisi sorun olan bir şey nasıl kendisi olmayan bir başka şey olur?

Biz çevremizdeki varlıkları, olguları bir isimle adlandırırken o varlıklara, nesnelere bakarak karar veririz. Yine o varlıklara, olgulara çeşitli nitelendirmeler yaparız. Bedeni sağlıklı olanlarla olmayanları bir kavramla açıklayamayacağız da neyle açıklayacağız? Ya da nasıl kategorize edeceğiz? Yoksa kavramların bir idesi yok.

Asıl sorun şu. Bu yalnızca sağlamlarda değil sakatlarda da var. Biz bir insana bir anlam yüklerken o insanın görünüşüne, konumuna, mesleğine, ideolojisine göre bir anlam yüklüyoruz. Böylece belleğimizde çeşitli şablonlar oluşuyor. Ya da önyargılar oluşuyor. Sonra da o insanın başka özelliklerine bakmadan yargıda bulunuyoruz. Sakatlar işe yaramaz diyoruz. Ya da tüm erkekler aldatır diyoruz. Veya tüm çingeneler hırsız diyoruz. Ya da tüm kadınlar dırdırcıdır diyoruz.

Eğer bir işveren bir sakatı işe almak istemiyorsa, ceza ödemeyi yeğliyorsa, çevre koşullarını sakatlara göre düzenlemeyen devletin sorumluluğu olduğu kadar, kendi becerilerini geliştiremeyen, insanlarla iletişim kuramayan engellilerinde o kadar sorumluluğu var.

Biraz da kendimizi eleştirelim dedim bu kez::):)
 
Hiç sevmediğim halde kendimi sık sık tekrarlıyorum. :eek: Eski arkadaşlar bağışlasın beni.. Görece yeni arkadaşlar yüzünden oluyor bu.. :p

Başlıktaki "boyut"tan sonra toplumsal ya da kişisel "değer"lerden de söz edilince şu karikatür aklıma geliyor hep:

[SPOILER="Gülümseyin!"] [/SPOILER]


Tee 12 yıl önce yazdığım şu makalemsi yazımda demişim ki:
Hemen hemen doğadaki tüm canlıların kendisinden güçsüz canlılara karşı takındığı tavır şu atasözüyle özetlenmiştir: ‘Büyük balık küçük balığı yutar.’ Bu sözün doğruluğu kültürel gelişmişlikle ters orantılıdır. Yani, insanlar kendilerini, kültürel olarak ne denli geliştirmişlerse, ilkel duygu ve düşüncelerinden ne denli arınmışlarsa bu söz geçerliliğini o kadar yitirir. Ve insanlık, kendinden güçsüz olanı ezip yok etmek yerine; kendinde olanı ‘paylaşma’yı öğrendiğinde onurunu kazanır.

E.. İnsan, "balık" değil ya.. Onun kendinden güçsüzü "yutması" da, öldürmek, fiziksel ya da psikolojik olarak işkence etmek, psikolojik olarak ezmek yöntemleriyle oluyor.. Olay: Bi şekilde "egemen" olmak, egemenliğini çevreye hissettirmektir.. Balıkların yaptığı da budur! (Yalnız insanınkinde 7000 yıl önce bir nitel sıçrama olmuştur.. "Sömürü" kavramı devreye girmiştir.. Yani hayvanlar, bu tür eylemleri içgüdüyle/doğal olarak yaparken, insan, farklı olarak, ekonomik üstünlüğünü kanıtlamak/sürdürebilmek için de yapar..)


Sevgili monalisa,

İstatistik ders kitaplarımızın başında yazıyordu: (Garip bir ironidir aslında) "İstatistik, doğru rakamlarla yalan söyleme sanatıdır." Bir de şöyle derlerdi: "Üç türlü yalan vardır: Yalan, kuyruklu yalan, istatistik! O nedenle (zaman zaman ben de yaptığım halde) istatistiği şahit göstermeye her zaman bıyık altından gülümserim..:rolleyes:

Bir de, OturanBoğa'nın sözünü şöyle yorumladım ben: 'Sakatlık' kişisel bir sorundur.. Ama ne zaman ki "engellilik" hâline gelir, o an toplumsal sorun olur.. Yani sakatla engelli aynı şey değildir.

Ayrıca, "kendi becerilerini geliştir"mek için de "insanlarla iletişim kur"mak için de başlangıçta bir eğitim-öğrenim aşaması var..Hani bir büyük Türk büyüğümüzün sözüdür: "Petrol vaadı da biz mi içtik?" Onun gibi: "Sakatların kendilerini geliştirtmeleri için, okullar yapıldı da gitmediler mi?"

İstatistiği seviyorsun, söyleyeyim: Türkiye'deki sakatların %39'u okuma yazma bilmiyormuş.. Okuma yazma bilmeyen bir insandan da ne kendini geliştirmesini, ne de başka insanlarla doğru düzgün iletişim kurabilmesini bekleyebiliriz! :( -Yine o yukarıdaki bTb'nin çok kullandığı bir deyimle- "abesle iştigal" olur!;)
 
Seninle temel noktalarda birleşiyoruz Baben…

Ama beni öyle zayıf noktalardan vurmuşsun ki, bu zayıf noktaları önceden benim görüp kapatmak gerekirdi belki:):) Yani, kapıları açık bırakan benim:):)

Ama o kadar uzun yazmaya zamanım yoktu.

Eğer senin yazdıklarını yanlış olarak algılamıyorsam, bulunduğum çevrede arkadaşlarım bana psikolojik baskı falan yapmıyorlar… Yalnızca benim öznelimi eleştiriyorlar… Çünkü, bir zamanlar ben hep engellilerle ilgili denemeler yazardım. Onlar bunu yanlış algılamışlar. Engelliliği içselleştirdiğimi düşünmüşler. Oysa ben engellilerin uğradığı ayrımcılığı insanların yüzlerine vurmak istiyordum. Bunu onlara açıkladım.

Ama yine de yukarda yazdığım gibi kimileyin kimi tereddütlerim olmuyor değil… Çünkü, yaşamımda hep öznelimle nesneli ayırt etmek istiyorum. Bir makale yazarken o makalenin belli temellere oturtulması gerektiğini düşünürüm. Yani, temellendirilmesi… Eğer, temellendirmiyorsam o yazı inandırıcılığını yitirir. Bu aşamada istatistik işimize yarayabilir. Bugün Türkiye’deki engellilerin durumları çeşitli istatistiklerle belirlenmiş. Bunları yok sayamayız. Evet, senin dediğin gibi istatistikler, kapitalist sistemde insanları birçok şeye inandırmak için kullanılmaktadır. Bunu yadsımıyorum. Ancak, engelliliğin bireysel değil toplumsal bir sorun olduğuyla ilgili verilere de gereksinmemiz vardır. O veriler gerçeklikle örtüşüyorsa sorun yoktur. Belki bu istatistikler o gerçeklikle birebir örtüşmüyor olabilir. İstatistiklerde belli bir yanılma payı olduğunu hepimiz biliyoruz.

Ben Oturan Boğa’nın sözünden senin dediklerini çıkarmadım. Bunu da açıkça yazdım.

Ben şunu demek istiyorum. Bir insan, sakat, özürlü, engelli ne derseniz deyin o olabilir. Ya da bir insan, kısa boylu, çirkin, kara derili olabilir. O insanın fiziksel görünüşü, o insanı insan yapan özellikler değildir. İnsanı insan yapan özelliği onun özüdür. Yani, kendinin kurucu ayrımlardır. İşte biz bireyler olarak hep bunu gözümüzden kaçırıyoruz.

Yapma be Baben::):) Herhalde ben engelli insanın kişisel becerilerini geliştirmesinden, insanlarla iletişim kurmasından söz ederken okuma yazma bilmeyenleri ya da eğitim alamayanları kastetmiyorum. Ha! Evet. Bunu belki açık açık yazmamışım. Ama çok uzun zamandır bu sitedeyim. Hep aynı şeyleri yinelemek istemediğim için…

Eğitim almış engellilerde sütten çıkmış ak kaşık değil! Çevremde görüyorum. O işi beğenmiyor. Bu işi beğenmiyor. Ya burnu çok havada! Veya bir işle ilgili olarak yeterli niteliklere sahip değil. Ama o niteliklere sahip olmak için yeterli çaba göstermiyor. Yani, çok edilgen... Benim kastettiğim bu tür karaktere sahip olan kişiler…

Evet, engellilerin birçok sorunu var… Evet, engelliler, ayrımcılığa uğruyorlar… Ama ne yazık ki, ayrımcılığa uğrayan bizler, kendi içimizde bile ayrımcılık geliştiriyoruz. Bizler, bir ötekini ne kadar anlayabiliyoruz?

Biraz da sağlamları canavar varlık ilan etmeden önce kendimize bir dönüp bakmamız gerekmiyor mu?

Önce ben… Önce ben kendimi değiştirip geliştirmeliyim… Önce kendimden başlamayım… Yoksa, sorumluluğu bir başkasına atarak hiçbir sorunun altından kalkamayız diye düşünüyorum. Burada engellilerin bir kahraman olması gerektiğinden tabii ki, söz etmiyorum. Ama koşullar olanak sağladığı sürece, o koşulların gerektirdiği biçimde kendini yenilemeden söz ediyorum.
 
Yok.. Oradaki "psikolojik baskı" sana değildi. Geneleydi.. Kimlere yapılmıyor ki.. Özellikle çocukların "pisikolocisi bozuldu!" :p kavramı oradan çıkmıştır. "Mahalle baskısı" bir tür psikolojik baskıdır örneğin.. "Yassah hemşerim" deyimi de öyle.. Bütün ötekiler yaşamlarının belli bir (ya da bir çok) anında psikolojik baskı görmüşlerdir.. Buna bireysel olarak karşı koyup koymamak da o kadar önemli değildir. (Yanlış anlaşılmasın birey açısından bakınca önemlidir! Ama genelde yaygın olmayınca "tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış" oluyor..




Elbette.. "İstatistik" kavramını tamamen yadsımak diye bir şey olamaz.. Ama onun içerisinde tuzaklar o kadar boldur ki, yanılmamak için o tuzaklara düşmemek gerekir. Belli argümanlarla desteklemedikçe ve niceliğe ait verilerin her zaman eksik/yanlış olabileceğini vurgulamadan "ben demiyorum, istatistikler diyor" söyleminin doğru olmadığını söylemek istedim orada.



:) O zaman OturanBoğa'ya soralım onu.. Ne demek istemiş.. Daha net yazsın..



Güzel yurdumun eğitim politikasından başlatma şimdi.. :p

Sağlamların eğitimi dört dörtlük mü ki, engellilerin olsun.. :mad:

"Burjuva eğitim sistemi" bile diyemeyeceğim. :( Ondan da kötü..

"Çakma" bi sistem işte..:p Oradan buradan gördükleri sistemlerin en janjanlı yanlarını alıyorlar, "adamlar yapmışşşşş ağbi" diyerek yamamaya çalışıyorlar.. Oradan "eğitilmiş" dediğimiz eleman da "sünger beyinli" bir varlık olarak aramıza katılıyor..

Hangi okulda "sorgulama, tartışma, yargılama" gerçekten öğretilmesi gibi öğretiliyor?

Hangi okulda "eleştiri, özeleştiri, ikna" yöntemi diye bir kavramın varlığından söz ediliyor?

Bütün bunları hakkıyla yapabilmek için "diyalektik düşünme yöntemi" okullarda öğretiliyor mu?

Kim biliyor ki, öğretsin?

Bir avuç bireyin kendi çabalarıyla kendine bir şey katması ve kendinde olanı başkalarıyla paylaşması çok şey değiştirmiyor.. :(

Genelde yaygın olarak özümsenmedikçe işimiz zor!

Olmasın demiyorum elbette olsun da.. Bir-iki kıvılcım görünce de hemen heyecanlanmamak gerekiyor.. Buz dağının görünmeyen yanı görünen yanından çoooooook büyük..:(

Yanlış anlama, burada yazdıklarımın hepsi sana değil.. Düşüncelerinin çoğuna ben de katılıyorum. Bi kaç yerde daha yazmıştım.. "Başka İstanbul yok!!" Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz.. Sakatı da, sağlamı da..

"Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" hesabı, aslında "genel"le aramızdaki beyin fırtınasından sen de payını alıyosun. :D

"Bu sistemde 'yaşıyorum'" dediğin an "işkence" çektiğini/şiddet gördüğünü beyan ediyorsun, demektir! İster sakat ol ister sağlam! Çok bi fark yok aralarında.. ;)
 
Sonuna kadar söylediklerine katılıyorum. Bugün eğitim sistemi bireyi kendine yabancılaştırıyor. Sorgulamak, düşünme yöntemleri öğrencilere öğretilmiyor. Popüler kültür almış başını gidiyor. Ben de senin dediklerini bulunduğum çevrelerde gündeme getiriyorum. Ya da bu konuları tartışıyoruz. Birey farkın farkındalığına nasıl varacak? İşte bir sorun daha ::))
 
Yaşadığım tacizleri!!! -var mı diye- düşündüm, aklıma evvela hiçbir şey gelmedi. Sanıyorum, canımız yanınca en kolay telafi mekanizmasını işletip unutuyoruz. Daha bir gerilere gidip eskiyi kurcalayayım derken, daha dün bana bir müvekkilin anlattıklarını anımsadım.

Kendisi 25 yaşlarında sakat ve roman. Başından geçenleri anlatırken, toplumda açıkça dillendirilmeyen ayrımcılığı öyle bir hissettim ki, hem büyük bir utanç hem de çaresizlik içinde kalakaldım.

Bana başka bir şey sorarken, konu iş ve çalışmasına geldi. Türkiye İş ve İşçi Bulma Kurumuna başvurmuş bir süre önce, engelli kontenjanından iş bulunmuş kendisine, işe başlamış. İşyerinin mutfak kısmındaymış işi ilk başta, ancak “o çingene; onun elinin değdiğini biz yemeyiz” demeye başlamış diğer çalışanlar. Ve böylece onu temizlik işine kaydırmışlar; fakat sakatlığı sebebiyle bir süre sonra çalışamayacak kadar kötü şekilde rahatsızlanmış. Bunun üzerine gidip gitmediğini sordum. Gitmemiş, gidememişti. Ekonomik zorluklar, sonuç alamama kaygısı ile kendisine yapılanın haksız hatta suç olduğunu ve şikayet hakkının olduğunu bile bilmemek. Daha birçok sebebi vardır hakkını aramamasının, ben de fazla üstelemedim. Belli ki canı yanmış, utanmış ve konuşmak istemiyor.

Onu düşündüm, sakatlığı sebebiyle toplumun romanlara uygun gördüğü “hamallık, ağır işçilik, seyyar satıcılık vb.” sınırlı sayıda işi becerememekte. Devletin mekanizmasını işletip iş bulmak amaçlı başvurduğunda ise somut kıstasları değerlendirip işi yapma becerisi dikkate alınmadan sırf etnik farklılığı nedeniyle damgalanıyor, ayrımcılığa uğruyor. Ve sonuç olarak –yeniden- sakatlığı sebebiyle işsiz kalıyor.

Sakat olarak yaşadıklarımız ve dışlanmamamız yeterince kötü iken, bunun yanında etnik farklılık sebebiyle bazılarımız, zaten var olan bir damgalamanın baskısı altında daha da güçsüz ve tacize açık hale geliyor. Evet kadın olmak, dışlanmış bir etnik gruba dahil olmak, yoksul olmak, eşcinsel olmak ülkemizde ve dünyada zor ama bir de bunlara sakat olmak eklendiğinde katmerli bir zorlukla yüz yüze geliyor insan. Dış kapının mandalı misali, “yokluklarına katlanılabilir bir kesim.”
 
Bu yazımı lütfen cevap diye algılamayın..

Monalisa sen, senin gibi, benim gibi olanlar engelliler için ölçüt kabul edilmez.. Ölçüt olursa tüm sistem aklanır.. Bence ülke ortalamasının ilk yüzde otuzuna girecek yaşamların temelinde belki engelle mücadele vardır, başarı vardır ancak ölçü olmamalı yinede.. Başarmak aklanır o zaman, bak onlar başardı, başaran başarıyor olur o zaman.. Oysa başarmanın adı kaf dağındaki canavarı öldürüp getirmek değildir, deveye hendek atlatmak da değildir ..Başaran engelliler bunları ‘’başarıyor’’ şimdilik.. Oysa sağlam birinden istenmiyor bunlar..

-Bazı şeylerin temeline neyi koysanız koyun ,varacağınız yer aynıdır.. O yüzden sorunların temeline şunu koyarsan merkezin o olur düşüncesine şiddetle karşıyım..
Sağlık sistemini, işsizliği,eğitimi, demokratik hakları, dernekler kanunu ele alın varacağınız yer aynıdır..Hatta böyle kutsal, büyük kurumlar yerine ufak şeylerden çıkın yola. Hayvan haklarından, çevre sorunlarından, erezyondan, turizmden, mahalle baskısından, sansürden hatta cinsel açlıktan.. Hep varacağınız yer aynıdır..Varacağınız yer hepsinin temelinde sistem ve sistemi besleyen üst yapı kurumları vardır. Yani sistemi kuranlar onu böyle kurmuştur, çözüm için değildir hiçbiri. Mutlaka sömürüye hizmet eder, doğrudan sömürüye hizmet olmasa bile amaç halkın sorununa doğrudan çözüm değildir, ucuzcudur, o hizmeti, işi yapanların hegomanyasındadır.Halkın sırtında yüktür, iyi niyetli olsa bile sonradan bozulmuştur.. Çünkü amaç sömürü düzenini oluşturmak, kurmak,sürdürmek ve pekiştirmek olduğu için devletin diğer kurumları da çürümeye mahkumdur.. Çürüyen her kurum diğerini de çürütür.. O yüzden hangi olayı ele alırsanız alın sizi götüreceği yer aynıdır..
O yere vardığınızda da göreceğiniz şey; Toptan kurtuluştur..Bir şeyi düzeltmeyi başarmak, başlatmak,istemek inanın her şeyi düzeltmenin bir parçasıdır..Hangisinden başlarsanız başlayın topu düzeltilmek zorundadır..

-Makro hedefleri insanın önüne koyup, mikro hedeflerle (onlara göre mikro) uğraşanları küçümsemek onların (baştan her şey bilenler) zaten temel hatalarıdır.. Halktan kopmalarının temel nedeni budur. Halka ulaşamamalarının nedeni budur.. Onların çok işleri vardır..
Onlar zaten her şeyi bilirler, formüle etmişlerdir..Ayrı ayrı olaylarla uğraşmak yerine makro düşüncelerden, tümden gelirler her mikro dedikleri yaşam biçimlerine.. Her defasında çıkmaz sokaklara düşer yolları.. Ve yemin etmeye başlarlar burası çıkmaz sokak değildi, sonradan bizi engellemek için yapılmış diye..Burjuvazinin oyunu bunlar diye salya sümük ağlarlar..
Sanki burjuvazi onlara yardım etmekle yükümlüymüş gibi.. Bizim salaklığımız halktan kopukluğumuz deseler işin yarısını çözecekler oysa..

İki resim gelir hep gözümün önüne:
-Gaddar bir aile, kalabalık üstelik..Acıma ve şefkatten yoksunlukla içlerinden birini kış günü evden atıyorlar tekme tokat.. O kişi yağmurda çamurda, aç açıkta ..çıplak, gideceği yer yok..yoksul ve yalnız..Şiddet budur işte bence..Suç sorgulanmaz burada..
-Bir toplum düşünün, sakat olanları adım başı tuzaklarla engelliyor..Kedinin fareyle oynadığı gibi hem de.. Ulaşımdan dışlıyor, caddelerden dışlıyor.. Eğitimden, üretimden dışlıyor.. Eğlenceden, kültürden, sanattan dışlıyor..Gözleriyle sokaktan dışlıyor.. Zorla, tekme tokat olmasa da, ondan daha ağır biçimde evlere hapsediyor.. Müebbet olarak hem de.. Suçu ne sakatın? Sakat olmak.. Bilmeden işlenen bir suç! Cezası müebbet.. Şiddetin daniskası değil mi bu? Suç sorgulanmaz burada..
Benim gördüğüm bu..Gördüğüme de şiddet diyorum, hatta boyutu işkenceye varmaya başlayan bir şiddet.. Taciz kelimesi ise çok hafif kalıyor..
 
Evet, sakatlık kendi başına hiç de sorun değildir. Yani tekerlekli sandalye kullanmak, kör olmak, işaret dili kullanmak, spastik olmak, topal olmak uygun (toplumsal ve mimari) koşullar olduğunda sakat olmamaya göre hiç de sevimsiz veya çekilmeyesi bir şey değildir. Sakat biri sakat olduğu için değersiz değildir. Bilakis, ben en önde gelen kimliğim olarak sakatlığımı sayıyorum ve sakat olmak benim açımdan hiç de sorun değil. 1973'de doğdum, yürüdüm-koştum, bugün 2009, tekerlekli sandalyedeyim. Adım hala Bülent, hala Bülent diye sesleniyorlar arkamdan! Değerliyim. Herşeyimle değerliyim. Sakatlık negatiflik ima eden bir durum değil benim açımdan. Adım Bülent. Keyif aldığım, nefret ettiğim şeyler var, politik tavırlarım var, sakatlık üzerine düşünmeyi ve yazmayı seviyorum, sakat birini gördüğüm zaman onu kendime yakın hissediyorum, yaşamın bıyıklı-penisli-zengin-güçlü-atletik-modaya uygun insanlara göre düzenlenmesine karşı mücadele etmeyi seviyorum, bıyıksız-penissiz-fakir-sakat-tekerlekli sandalyeli-güçsüz olmaktan gocunmuyorum, tüm bu negatiflik yüklenen hal'leri sahiplenmeyi ve onlarla mutlu olmayı politik tavır olarak benimsiyorum.

Böyleyken, bana/sakatlara şiddet uygulayan mekanizmalara karşı sorun çıkarmazsam, bıdı-bıdı edip deşifre etmezsem onları, "negatiflik sakatlık değil sizin bu saçma sapan düzeniniz" demezsem, olur mu hiç!? "Koşmak, yürümek, görmek, duymak, konuşmak, anlamak, başarı, güç, haz... bunlar hiç de sandığınız gibi değil, yaşam onlara benim verdiğim anlamlarla şekilleniyor, bıyıklıların verdiği anlamlarla değil" diye diye meseleyi ortaya koymazsam olur mu hiç?
 
Şu şekilde de söyleyebilirim: eşcinsel olmanın, kadın olmanın, çingene olmanın, siyah olmanın, mülteci olmanın, ateist olmanın, başörtülü olmanın... kendi başına bir sorun veya negatiflik ima eden kimlik özelliği olmaması gibi, sakatlık da negatiflik veya değersizlik ima etmez.
Malum, eskiden çocuklarının eşcinsel olduğunu öğrenen aileler hasta/eşcinsel olan çocuklarının iyileştirilmesi için (!) soluğu psikologların yanında alıyorlardı. Psikologlar da ciddi ciddi bu "hastaları" iyileştirmek için "terapi" uyguluyorlardı :) Sonra baktılar ki, yok, hasta olan eşcinsel çocuk değilmiş, eşcinselliği bir hastalık olarak gören anne-baba ve psikologlarmış! Başladılar onlara terapi uygulamaya :)
Sakatlık da aynı süreçten geçiyor. Ya gönül rızasıyla ya da zorla toplumdan temizlenecek sakatlar...

İkibuçuk yıl önce şunları yazmışım: http://www.engelliler.biz/forum/ayr...r-seydirin-sorunsallastirilmasi-tartisma.html
O günden bu güne düşüncelerim daha bir oturmaya başladı kafamda. Evet, sorunun temeli sakatlığın negatiflik içerdiğine dair önkabuldür. Bence cepheden karşı durmamız, deşifre etmemiz ve çözmemiz gereken en temel çelişki de budur!
 
Ben kesinlikle bireyciliği savunmuyorum. Ancak, toplumu oluşturan bireyler olduğuna göre, önce insan kavramı üzerinde çok duruyorum. Bundan da insanın kendini araştırması gerektiğini kastediyorum. İnsanın kendini araştırması, kendi dünyasını oluşturmasıdır. Önce kendini bilen insan, hem kendini hem toplumu sorgular. Bu da bir ömür boyu sürer. İnsan, insanlığını ancak kendi kişiliğinde bulabilir. Böylece, üstündeki tüm kimlikleri çıkarır. O diğer insanlarla kendini eşit görür. İnsanların acılarına üzülür ya da sevinir.

En büyük güç insandır. Bireyin kendi çabalarıyla kendini geliştirmesi insanın özgürleşmesidir. Özgür bir dünya, özgür bilinçlerle kurulabilir.

Evet, belki kısa bir süreç içinde birey tek başına hiçbirşeydir. Ancak, insanın tarihsel gelişimine baktığımızda, bu gelişmenin de uzun bir süreç olduğunu görürüz. Önce ben kendimi geliştirip çevremi değiştireceğim. Sonra toplumu… Çünkü, bilgi güçtür.

Sevgili Kuyucak!

Kişi olmak, ölçütü olmak demektir. Benim ölçütlerim var. Ama sizin dediğiniz anlamda, tabii ki, kendimi ya da bir başkasını engellilerin sorunlarını anlatırken ölçüt kabul edemem. Bu bencillik olurdu.

Evet, kimi şeylerin değil, herşeyin temelinin sağlam olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu ister bir düşünce, bir kavram, bir sorun ne olursa olsun hiç ayrım yapmıyorum. Bugün, kapitalizm insanı nesneleştiriyor. Peki bu gerçeğin kaç kişi ayrımında acaba?

Halk ile aydınlar arasındaki uçuruma hiç girmeyeceğim. Bu konuları çok önceleri tartışmıştık.

Ben Oturan Boğa’ya katılmıyorum. Sakatlık başlı başına bir sorundur. Ben yeniden dünyaya gelseydim, toplumsal koşullar bana göre düzenlenseydi, sakat olmayı yeğlemezdim. Bu benim öznel düşüncem.

Ama sakat olmayı ben tercih etmedim. Ülkemin geri kalmış koşulları nedeniyle sakat kaldım. Şunun ayrımındayım. Önce insanım. Sakat olmak benim bir kimliğim değil. Sakatlık, benim değerimi belirlemiyor. Bu anlamda, her türlü şiddete karşı olduğum gibi, baskılara, haksızlıklara, zulümlere de karşıyım. Çünkü, insan her zaman daha iyisine layıktır.
 
"Ben yeniden dünyaya gelseydim sakat olmayı yeğlemezdim" veya "yeniden dünyaya gelseydiniz sakat olmak ister miydiniz" benzeri önerme ve soruların meşru olmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani yok öyle bir şey...
Böylesi sorular sakatlığı değersizleştirmek için çok ölümcül bir yolu aralıyor: "Tercih etmediğine göre sakatlık kötü" ve oradan hareketle "değersiz/sin/iz".
Çok sıradan bir mantık yürütmeyle herkesin bu sonucu çıkardığı konusunda hemfikir olabiliriz sanırım? Onun için bence bu dil/felsefe tuzağına düşmemek gerek.

Yukarıdaki mantığa meşruiyet kazandırmamak için ve aslında kendimizi sevmek için, şu şekilde kestirip atmak gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde "değersiz/sin/iz"den şiddet dahil her türlü baskı çıkıyor:
Ben Bülent'im ve şu anda neysem oyum, olduğum halimle değerliyim.
 
Şiddetin işkencenin ,baskının hertürlüsü genel olarak kötüdür bunu sakatlara yapılan veya sağlamlara yapılan diye ayıramazsınız .''Sen yanmazsan ben yanmazsam ,bizler yanmazsak karanlıklar nasıl aydınlanacak'' diye hatırlıyorum ben Nazımın sözünü
 
monalisa: "Ben Oturan Boğa’ya katılmıyorum. Sakatlık başlı başına bir sorundur."

katilmiorum...

yani oturanboga'ya katiliorum... "şu anda neysem oyum, olduğum halimle değerliyim" demekte cok cok hakli tabii ki - kendimizi sevmek icin iyi bir yol, evet... ama kendisine katilmamin tek sebebi bu degil... sakatlik sadece bir durumdur... durumlar kendi icinde ne olumludur ne de olumsuz... ancak bir kontekst icinde bakilirsa ya da bashka durumlarla karshilashtirilirsa olumlu veya olumsuz olarak degerlendirilir bana göre... cünkü bir kontekst icinde gayet olumlu olan bir durum, bashka bir kontekst icinde - bi de bakmishin ki - olumsuz oluvermish... sorun oluvermish... tipki tersinin de olabildigi gibi...

ve hatta senin bashli bahina bir sorundur dedigin saktlik, bashka birinin cani gönülden arzuladigi bir durum bile olabilir... ve oluyor da!... ölüm ve sakatlik arasinda secmek zorunda kalip da sakatligi arzulayanlardan bahsetmiorum sadece! - sapasaglamken sakatligi arzulayan insanlar da var... biliorum, pek sevilmeyen, üzerinde konushulmasi pek istenilmeyen tabu konulardan biri ama ben gözlerimi kapamak istemiorum buna... iki bacaginin birini kestirince daha mutlu olacagindan emin olan insanlar var... ve hatta ya kendi bashina ya da yasalara aykiri hareket eden bi doktor yardimiyla bu arzusunu gercekleshtirdikten sonra kendini cok daha mutlu hisseden insanlar var... ve tabii ki "sakatlik sorundur! nokta!!!" diyen insanlar, "sakatligi arzulamak da bir sorundur, arzulayanlar ise sorunludur! nokta!!!" diceklerdir... bundan eminim... ama öyle bi noktayi koyarken o kadar emin olabilmek mümkün mü, ishte bundan emin deglim!... bu yüzden de bashkalarinin "pis-kaka-kötü"sünü kopyala yapishtir misali beynime yerleshtirip kabullenmeden önce sorgulamak istiorum...

nasil oluyor da 'mutlak mutsuzluk kaynagi olmasi gereken' sakatlik bazi insanlari mutlu edebilior?... nasil oluyor da saglam bedeninden nefret edip uzuvlarindan birini kestirmek veya ishlevsiz hale getirmek isteyen birine cok gönül rahatligiyla, "o hastadir, kishilik bozuklugu yashior" diyebilen insanlar, sakat bedeninden nefret edip üzerinden binbir ceshit ameliyat gecirten, üc adimcik yerine besh adimcik atabilmek icin envai ceshit ishkencelere katlanan insanlari "normaldir canim! tabii ki pes etmicek, sonuna kadar savashicak!" diyerek alkishlayabiliorlar?...

hadi sakatligi arzulayan insanlara "hasta!" diyelim "manyak!" dielim de rahatliyp gecelim bi kenara; bu forumlarda, daha önce saglam olan bazi arkadashlarin "iyi ki sakatlandim, bu sayede 'yanlish' degerler peshinde koshturup mutsuz olmaktan kurtuldum, shimdi artik kendime ve hayata daha cok deger veriorum, daha mutlu olabiliorum" mealinde yazilarini okudugumu hatirliorum... "iyi ki sakatim!" diyen insanlari okudugumu hatirliorum... onlara "hö, ama bi dakka?! bi yanlishlik var burda! sen shimdi buna üzülmen gerekiodu, mutsuz olman gerekiodu, sakatligindan nefret edip onu sana unutturucak ugrashlar icinde kaybolarak mutlu olmaya calishman gerekiodu ama 'iyidir böyle!' diosan kendini kandiriosundur - tamam buldum, kendini kandiriosun sen!" mealinde devalüe edici cevaplar verildigini hatirliom...

hadi sakatliktan memnun olan insanlara "kendini kandiriosun, enayi polyanna!" dielim de rahatliyp gecelim bi kenara; nasil oluyor da tek kolu, bacagi, gözü veya kulagi olmadan dünyaya gelen bir bebek mutsuzluktan kahrolmasi gerekirken saglam bir bebekle ayni oranda mutlu olabilior - o da mi kendisini kandirior - kolunun/bacaginin/gözünün/kulaginin olup olmamasi hic umrunda bile olmuyor?... ta ki büyüyüp toplumsal yashamdan payini almaya yavash yavash bashladigi zamana kadar!... neye üzülüp neye sevinmesi gerektigi bi güzelce ögretilio kendisine...



bu gibi düshünceleri göz önünde bulundurunca "sakatlik kendi icinde, bashli bashina bir sorundur!" gibi bi iddia havada kalio benim icin... ikna olabilicem aciklamalarla karshilashamadim shimdiye kadar... ya da hershey ayan beyan ortada da ben hepten kafayi yedigim icin bi türlü göremiom :)... ya da kendimi kandiriom :D...



selamlar, sevgiler :)...
 
Az duu bakalım Bülentçim..:p

"Sakatlık" somut bir nesne midir kı "değerli-değersiz" diye yaftalayalım?
Soyut ve göreceli bir kavram.. Somut olan: Sakattır, "Sakatlık" değil!
"Değer" denilince 30 küsur yıl önce, Lise mantık dersinde, Aristo mantığının yanlışlığını vurgulamak için yapılan örnekleme aklıma gelir:
Az bulunan şeyler değerlidir!
"Kör at" da az bulunur..
O halde "kör at" da değerlidir.. gibi abuk bir sonuç çıkartırdık.. :p

Ayrıca, "değer" kavramına yukarıdaki karikatürle bi noktalı virgül eklemiştim:

[SPOILER="Gülümseyin"] [/SPOILER]
"Değerli" olan sensin! Sakatlığın değil!

O sadece bir katalizör olmuştur! Sakatlık/engellilik konusuna daha derinlemesine ve daha hızlı giriş/gelişme yapmana yardımcı olmuş, sende varolan (hani bi zamanlar bunu da tartışmıştık) ilgili genlerinin uyanmasını sağlamış, zamanının ve paranın önemli bir bölümünü o genlere yeni genler ekleyerek donanımını artırmanı ve böylelikle "değerli" olmana yardımcı olmuş..

Ama bir başkasında o sakatlık, tam tersi etki gösterebilir, varolan değerleri kısmen ya da tamamen yok edebilir.. Hele küçük yaşta oluşan sakatlıklara, bencileyin genetik yamukluğu olanlara hiç girmeyim.. Küfürü yeriz sonra:D

Sözün kısası, sakatlık sorun değildir! Olsa olsa sorunlu olabilir! Ama değerli-değersiz olarak nitelemek de yanlıştır!! Çünkü soyut ve göreceli bir kavramdır..

"Neye göre, kime göre kardeşim??:p"


[SIZE=1]Rekucum, ben yazarken sen de yazmışsın.. Sana diil cevabım.. Ama sen de tartışmada taraf olduğuna göre ikna olmadıysan söyle.. Biraz daha açayım..:eek:[/SIZE]
 
Ben ne demişim. Sakatlık başlı başına bir sorundur demişim. Ben yeniden dünyaya gelseydim, toplumsal koşullar bana göre düzenlenseydi, sakat olmayı yeğlemezdim demişim. Hala aynı düşüncedeyim.

Burada ne bir dil tuzağı var. Ne de bir değersizleştirme…

Yalnızca sakatlık kavramını inceliyoruz. Sakatlık eğer sakat olma durumunu nitelendiriyorsa, yani, bedenindeki bir eksikliğe ya da hastalığa işaret ediyorsa, (ki öyle) her kategori yani bir nitelik, tanımından ya da anlamından farklı olamaz. O neyse odur. Zaten biz de nitelikleri, bir şey bilinemez olduğunda bilinebilir kılmak için ya da o özneye ait bir şeyi yüklemek için kullanırız.

Niteliklerde bir karşıtlık olabilir. Örneğin, siyah beyaza karşıttır. Bir öznenin sözkonusu karşıtlığı kaybetmesi ya da kazanması söz konusu olabildiği gibi (örneğin, erdem erdemsizliğe karşıttır) bir başka anlamda, bir öznenin bir şey sahip olması ya da yoksun olması da söz konusu olabilir. Örneğin, görme ve körlük böyledir.

Şimdi eğer, benim bir niteliğe doğal olarak sahip olmam gerekiyorsa, bu zamanda ona sahip değilsem, burada bir yoksunluk sözkonusudur.

Buna da örnek olarak körlüğü, sağırlığı ya da herhangi bir organ eksikliğini örnek verebiliriz. Demek ki, burada ne ben bir niteliğe sahip olmayan birisine ne bir değer yüklüyorum ne de kendini sevme ya da sevmeme hakkı olduğunu söylüyorum. Ya da bu durumdan mutsuz olması ya da mutsuz olmaması gibi bir sonuç çıkarıyorum.

Yalnızca “ sakatlık bir sorundur” derken doğal anlamda kendi doğası gereği bir şeye sahip olması gereken şeyin olmamasından söz ediyorum. Bir yoksunluktan…

Ancak, benim ne ayağımın topal olması, ne saçımın rengi, ne konumum v.b. benim kişiliğimi/değerimi belirlemiyor. Oturan Boğa’yla burada aynı düşünüyorum.

Baben’e şu noktada katılmıyorum. Nitelikleri bir nesneden, bir varlıktan ayrı düşünemeyiz. Evet, tanım bakımından nitelikleri tanımlayabiliriz. Kafamızda çeşitli anlamlar olabilir. Ama onları yine bir nesneyle birlikte kullanırız. Örneğin, biz insanları birbirinden ayırırken iyi ya da kötü deriz. Ya da nicelikleri de bir şeyi bir şeyden niceliksel bakımdan ayırmak için kullanırız. Ya da benim yeşil gözlü olmam, gaga burunlu olmam benim bir ilineğim (bedenimin bir parçası) benim ayrılamaz ayrımlarımdır. Benim bu ayrımlarım, beni diğerinden ayırır. Ama, benim böyle olmam beni nitelik yönünden değiştirmez. Beni ben yapan ayrımlar başkadır. Bu anlamda, ayağımın olmaması, kör/sağır v.b. olmam beni diğerlerinden değerce ( ait olma, birey olma, kabul görme, ayrımcılığa uğrama, saldırıya uğrama, fırsat eşitliği v.b. anlamında) değersiz kılmaz.

Bu anlamda, sakatlık gibi yüklemler ve dolayısıyla tüm yüklemler, bir nesneden yola çıkılarak ya da bir özneden yola çıkılarak kullanılır. Örneğin, gezmek, sağlıklı olmak, sakat olmak gibi şeylerin kendi kendine yeten bir varlığı yoktur. Tersine, ortada, gezen, sağlıklı olan, sakat olan bir şey varsa, o kavramı ya da terimi kullanırız.

Ben şimdilik böyle düşünüyorum... Ama yarın ne düşünürüm bilmem:):) Çünkü, her gün değişiyorum:):)
 
Burada haklısın mona :eek: Bi an için benzeri bir durumla karşılaştıramadım ve değerlendirilemeyeceği yanılgısına düştüm..

Ama, "sakatlık" kavramı o kadar geniş ve soyut bir kavram ki, normal-lik-le bile karşılaştırılması çok çok güç..

Ayrıca, OturanBoğa'yı, Monayı, Reku'yu, Baben'i değerli ya da değersiz kılan onların salt sakatlığı değil ki.. Dediğim gibi; sakatlıkları bir katalizör olmuştur, ya da yönlendirmiştir onları.. Benzer durumda olan bir başkası onlar gibi değerli ya da değersiz olamıyor.. Her canlı varlık için bu böyle aslında..
 
[FONT=Verdana]Reku harikasın..[/FONT]

[FONT=Verdana]‘’hadi sakatliktan memnun olan insanlara "kendini kandiriosun, enayi polyanna!" dielim de rahatliyp gecelim bi kenara; nasil oluyor da tek kolu, bacagi, gözü veya kulagi olmadan dünyaya gelen bir bebek mutsuzluktan kahrolmasi gerekirken saglam bir bebekle ayni oranda mutlu olabilior - o da mi kendisini kandirior - kolunun/bacaginin/gözünün/kulaginin olup olmamasi hic umrunda bile olmuyor?... ta ki büyüyüp toplumsal yashamdan payini almaya yavash yavash bashladigi zamana kadar!... neye üzülüp neye sevinmesi gerektigi bi güzelce ögretilio kendisine... ‘’[/FONT]

[FONT=Verdana]Sakatlığı çok önceden tadanların durumunu öyle güzel özetlemişsin ki. Aslında sakatlığı sonradan tadanların durumu da farklı değil.. Onların ki saf değiştirmek.. Kendi bakışlarıyla, eski bakışlarıyla kavganın duş etkisi.. Gardiyanın aynı mahpushaneye mahkum olarak düşmesi gibi bi şey.. Başına gelecekleri çok iyi biliyor çünkü..[/FONT]

[FONT=Verdana]Ben kırsal kesimde geçirdim çocukluğumu.. Hiç ayağa kalkamadığım halde futbol oyunlarına bile katılırdım..Tek kızdığım şeyse hep kaleci olurdum.. Ayrıca her sağlam çocuk kadar eşeğe bindim, bostan çaldım ve kiraz yedim ağaç tepelerinde.. Hiç kimseden daha az mutsuz değildim.. [/FONT]
[FONT=Verdana]Olanlar daha sonra olmaya başladı.. Beni de adam etmek için çok uğraştı toplum/sistem..[/FONT]
[FONT=Verdana]İşte neye ne kadar sevinmemiz, üzülmemiz gerektiği konusunu öğretirken bize şiddet uyguluyor toplum/sistem.. O öğretiler kara yüzlü öğreticiler tarafından ruhlarımız örselenerek yapıldı hep..Bizler hep acı çektik öğrenirken.. Oysa öğrenmek mutlu olmanın başlangıcı olmalıydı. Şiddetin dik alası dediğim buydu işte..[/FONT]
[FONT=Verdana]Ne kadar adam olduk bilmiyorum ama o kara yüzlü öğreticiyi nefretle andığımız kesin[/FONT]
 
[SIZE=2]:) evet ben de sakatligimin cok kötü bishi oldugunu, ondan kurtulmam gerektigini kücükken yattigim hastanelerde örenmeye bashladim en cok... beni o hastanelere yatirarak iyileshtirmeye calishan ailemden de ögrendim tabe... sonra da ardi arkasi gelmedi, ögretenlerin ve ögretilenlerin... bir yila yakin yattigim hastenede en yakin arkadashim olan barbara'nin kollari da bacaklari da yoktu... ondan cok daha iyi durumda oldugumu, sevinmem gerektigini de ögrettiler bana... oysa beni sevindiren, ilgilendiren ondan daha az sakat olmam degil, birlikte yaptigimiz yaramazliklardi... bayiliodum o kiza, gözleri piril piril, fildir fildirdi - yüzünden yaramazlik akiodu - hala gözümün önünde yüzü... yerlerde yuvarlanarak ilerliodu... yuvarlanmasina da bayiliodum :)... terapilerden, ortopedik aletleri denemekten vs. zaman kaldiginda birlikte cok severek oynadigimiz bi oyunumuz vardi; o bi kösheye saklaniodu, biri geldiginde ben ona haber veriodum, yuvarlanarak atiodu kendini insanlarin önüne, ödünü koparioduk insanlarin - gülmekten ölüoduk :)... beni ziarete geldiginde annemi de korkutmushtuk bikac defa öyle :)... hala konushuruz bazen annemle barbara'yi, o da cok sevmishti onu :)... en cok da bana sahip ciktigi icin seviodu galiba annem, kolsuz bacaksiz barbara, kollu bacakli beni koruyodu, makinali tüfek gibi diliyle... almancayi da ondan örendim zaten en cok =)... [/SIZE]


***


insanlari kategorilere ayirarak "sen kendini degerli görüceksin, sen ise görmiceksin; sen kendini seviceksin, sen ise sevmiceksin; sen mutlu olman gerekio, sen ise mutsuz olman gerekio" gibi komutlar dagitip kumanda etmeye calishtigini düshünmedim de söylemek istemedim de, sevgili monalisa... eger yazdiklarim öyle anlashiliorsa cok özür dilerim gercekten :eek:...

Yalnızca “ sakatlık bir sorundur” derken doğal anlamda kendi doğası gereği bir şeye sahip olması gereken şeyin olmamasından söz ediyorum. Bir yoksunluktan…

bedenimizin ceshitli yerlerinden tüyler bitmesi cok dogaldir... ama bircok ülkelerde toplum cogulu bu tüylerin olmamasinin daha estetik daha hijyenik olduguna karar vermish (almanlar arasinda bile epey yayildi bu düshünce :))... dolayisiyla o tüylerin eksikligi sorun olarak görülmüyor... tam aksine varligi gereksiz bir fazlalik olarak degerlendirilior... hatta [SIZE=2]sürekli yeniden gelmesi de sorun olarak görülüyor olucak ki onlardan kurtulmanin yeni yeni yollari cikio habire... yok kremdi, yok lazerdi - bi dünya para harcamaya, olmicak acilara katlanmaya razi oluor insanlar...[/SIZE]

[SIZE=2]öte yandan da kafadaki tüyleri (saclari yane :)) kaybetmemek icin cirpiniolar... kim kellige care bulursa, o kösheyi dönücek kesin :)... oysa belli bir yashtan sonra erkeklerin kel olmasi gayet dogaldir... ama yine de ellerinde olsa o saclari mezara kadar götürmek istiolar... bunun icin careler ariolar...[/SIZE]

[SIZE=2]neden??... tüyse, ikisi de tüy!... dogalsa, ikisi de dogal!... neden birinin eksikligi, digerinin ise varligi arzulanabilior veya tersi sorun olarak görülebilior?... demek ki eksiklik ve olumsuzluk o kadar da birbirine bagli olmayan kavramlar [SIZE=2](olsa olsa tek yönlü bir bag olabilir, iki yönlü degil - "eksiklik eshittir olumsuzluk" olsaydi, olumsuzlugun eksikligi olumlu olamazdi bikere :p)[/SIZE]... hatta söz konusu eksikligin dogal olup olmamasi bile olumlu-olumsuz acisindan degerlendirilirken [/SIZE][SIZE=2]durumlara, kishilere, toplumlara, kontekstlere göre önemsizleshebilio...[/SIZE]

[SIZE=2]"ilahi reku! saclarin, tüylerin eksikligi ile kollarin, bacaklarin eksikligi birbiriyle karshilashtirilir mi hic!!!" dedigini duyar gibiyim :)... itiraf ediym, ilk bakishta "tabii ki karshilashtirilamaz!" diesim gelio... ama neden?... neden karshilashtirilamasin? :)... erken yashta saclari dökülen bir insan da sakattir aslinda - sac kökleri sakat, ishlevsiz ya da eksik... "yeteri kadar cocugum var, aman bi daha hamile kalirim malirim, mazallah!" dierek yumurtaliklarini ishlevsiz hale getirten kadin da sakattir... daha rahat seks yapabilmek icin kendini sterilize ettiren bi erkek de sakattir... neden kimse onlara sakat demio?... cünkü bogambogam'in demesiyle, beyinlerde "sakatlik = sorun" kodlanmish... oysa bahsettigim kishilerin sakatligini sorun olarak göremiolar, hatta faydali, olumlu görüolar o yüzden de sakat demek akillarina bile gelmio... birakalim faydayi, olumluyu, olumsuzu, gözle görülüp görülmedigine göre bagliyabiliolar; kemik kanseri yüzünden tek bacagi kesilmish bi kadina herkes hic tereddüt etmeden sakat diebilioken, rahim kanseri yüzünden rahimini aldiran bi kadina sakat demek pek gelmio insanlarin aklina (rahiminin eksik oldugunu bilenlerden bahsediom tabe, bilmeyenler ne bilsin zaten :p)...[/SIZE]

[SIZE=2]durumlar böyleyken beyinlerdeki o kodun ne kadari dogal, ne kadari "elimizde" oldugunu sorarim elbette... bicilen (ve ögretilen) degerlere, cevredeki shartlara, olaylara, vs. hic bagli degil mi shimdi bu kodlar?... sakatliklarin bazilari sorun olarak algilanirken, bazilarinin da algilanmamasi ve hatta olumlu olabileceginin genel kabul görebilmesi (ki görebilmish görebildigim kadariyla) "sakatlik (kendi icinde) bashli bashina bir sorundur" demek pek dogru gelmio bana... [/SIZE][SIZE=2]bacaginin birini ishlevsiz hale getirmek isteyen bi adama "kishilik bozuklugun, beden bütünlügü sorunun var, acilen tedavi etmemiz lazim seni" denirken, [/SIZE][SIZE=2]üc cocugu olduktan sonra kendini kisirlashtiran kadinlara/erkeklere neden kimse bishi demio, hak bile verio, memnunietle karshilanio bu karari?... sorun, sakatligin kendi icinde mi, yoksa kishinin/toplumun/cevrenin gözettigi cikarlara bagli olabilio mu? ;)...[/SIZE]

[SIZE=2]degersizlige gelince; sakatlik sorunsa sakatligi olan insanlar da sorunludur... sorun ve sorunlular olumsuzdur, istenilmeyen bisheydir, degersizdir... boshuna, sakatligi olan cocuklara sorunlu cocuklar denilmio :)... [/SIZE][SIZE=2]almanca'da bundan bikac yil öncesine kadar daha da bi ciplaklikla "problemkinder" = "sorun cocuklari", "sorgenkinder" = "dert cocuklari" deniliodu bebish sakatlara... sonradan ayip edioz demishler de degishtirmishler... [/SIZE][SIZE=2]shimdilerde ise ashiri agresif olan, cevreye uyum saglamayi "basharamayan", sosyalleshemeyen cocuklara kullanilio ayni kavram... kendisine "sorun cocugu" denilen bir cocuk kendisini ne kadar sevebilir?... kendisini sevemeyen ise etrafini nasil sevebilir?... neyse, cok uzattim gene... susiym da babebinjim'in "kime göre, neye göre" karikatürüne bikez daha bakip bikez daha gülümsiym :)... [/SIZE]


[SIZE=2](bu arada unutmadan; gardiyan benzetmesini cok sevdim, kuyucak - o, bashina gelecekleri cok iyi bilio, ehuehehhe :))[/SIZE]


[SIZE=2]herkese selamlar, sevgiler :)...[/SIZE]
 
monalisa:
"Şimdi eğer, benim bir niteliğe doğal olarak sahip olmam gerekiyorsa, bu zamanda ona sahip değilsem, burada bir yoksunluk sözkonusudur.
"Yalnızca “ sakatlık bir sorundur” derken doğal anlamda kendi doğası gereği bir şeye sahip olması gereken şeyin olmamasından söz ediyorum. Bir yoksunluktan…"
Doğal olarak sahip olmak?! :)
Doğal ne demektir? Bir dişinin karnından çıkmaktan daha doğal bir şey olabilir mi; sakat doğan bir çocuk için? Ya da yaşamın bir parçası olan olay ya da hastalık sonucu sakat kalmak "doğal" değil de nedir? Milyonlarca sakat insan "doğal" değilse nedir?
Mesela her biri farklı bedensel özelliklere sahip yüz çocuğu doğduklarında bir adaya kapatsak, ayrımsız-hiyerarşiden uzak ütopik bir düşünceyi tüm yaşamlarına yedirsek, onların bedensel özelliklere verdikleri anlamla bugün toplumda yaratılan anlam bir olabilir mi? Bugün yaratılan değer yargılarına bakıp "bunlar doğal-normal" diyebilir miyiz? Bu coğrafyadaki "doğal"lıkla mesela Amerika'daki "doğa"llık arasındaki farka ne demeli peki? Hangisi doğal?
Fazla da düşünmeden "doğal-normal" diye kabul ettiğimiz özellikler beraberinde o "normal"lerden her sapmayı değersiz hale getirmez mi toplumsal algıda? Doğal-normal olan şeyler insana/canlılara dair gördüğümüz her şey değil mi?

Sakatlık bir yoksunluk değil, bir haldir; saç rengindeki çeşitlilikler gibi, ten rengindeki çeşitlilikler gibi, cinsiyetteki çeşitlilikler gibi, akıl seviyesindeki çeşitlilikler gibi, yeteneklerdeki çeşitlilikler gibi...

Şimdi, bunları böyle yazıyorum ama, aslında senin söylediklerini de anlıyorum. :) Bu yazdıklarıma çok da ters düşünmediğini seziyorum. Amacım sakatlık konusundaki negatif dilin lanetini daha bir görünür kılmak. Çünkü sahiden de bu negatif dilin her sorunun temelini oluşturduğunu düşünüyorum.
Biz sakatların hem bireysel anlamda hem de toplumsal anlamda yeni bir dil yaratılmasında çok önemli aktörler olduğumuzu/olabileceğimizi düşünüyorum. Sakatlar toplumlar için bir turnusol kağıdı... Üzerimizdeki lanetli örtüyü kaldırıp bu sistemin içyüzünü deşifre edebilir, yepyeni bir söylemin oluşması için diğer -tekinsiz bölgeye itilmiş- aktörlerle birlikte mücadele edebiliriz. Ve bence buna iktidar sahiplerinin "doğallık/normallik" kurgularını ve onlardan sapmaya dair kullanılan negatif dili reddetmekle başlamalıyız.
Sakatlık! O da ne!
 
Her canlının bir doğası vardır. Bir buğday tohumundan buğday olur. Ya da ne bileyim bir türe ait canlı başka bir tür olmaz. Bu anlamda bir doğallıktan ya da doğadan söz ediyorum. Yani, insan embriyosundan söz ediyorum. Bu anlamda, insan bedeni bir bütündür. Bu bütünün parçalarından biri eksikse ya da tam çalışmıyorsa o bedeni diğerinden nasıl ayıracağız? Eksik olana tam mı diyeceğiz? Tam olana eksik mi diyeceğiz? Söyler misiniz bana?

Şimdi benim bir kolum, bacağım yoksa, gözlerim görmüyorsa, benim hareketlerim sınırlanmıyor mu? Her fiziksel arıza yaşam alanımı daraltmıyor mu? Tüm bu gerçeklikleri red mi edeceğim? Benim kendi yaşamımı sürdüreceğim bağımsızlığım yoksa, çevreye ya da çeşitli materyallere bağlı yaşıyorsam, gizlilik ve mahremiyet özgürlüğüm yoksa, hareketlerimde kısıtlıysam sakatlığı yüceltecek miyim? Yok, ben almayayım.

Bilim ya da tıp ne kadar gelişirse gelişsin, benim yaşama koşullarım ne kadar düzeltilirse düzeltilsin ben sakat olmayı yeğlemezdim. Yeniden yeniden söylüyorum.

Ben toprağın sıcaklığını duyumsamak isterdim. Sahillerde istediğim gibi koşmak isterdim. Salına salına yürümek isterdim.

Ben derdimi anlatamadım sanırım. Ben toplumdaki kodlamaları olumlamıyorum. Ben yalnızca sakatlığın bir yoksunluk olduğunu söylüyorum. Bu yoksunluk, sana göre, bana göre değişen bir şey değil diyorum. Bunun nesnel bir gerçekliği var diyorum. Bunu da temellendirdiğimi sanıyorum.

Kaldı ki, sakatlığın geniş bir anlamı var. Açık olarak gözle görünen bedensel eksiklik dışında iç organlardaki bozukluk ya da eksikliklerde bugün sakatlık olarak değerlendirilmektedir.

Ayrıca, kellik doğrudan doğruya benim fiziksel yönlerimi kısıtlayan bir şey değil. Olsa olsa estetik kaygılardan dolayı bir sorun olarak görülebilir. Bu da güzellik anlayışına göre değişebilir.

Yoksa, toplumdaki sakatlara karşı geliştirilen önyargılarda benim mücadele alanım. Bu konuda sizlerle hemfikirim.
 
Üst Alt