BİZ KİMİZ ?
BİZ; Pasif değil, aktif iyiyi gaye edenleriz.
Bunun için de her alanda ''nasıl aktif iyi olunur?'' diye çırpınanlardanız.
Pasif İyi, Aktif Kötünün Teşvikçisidir
Dünyanın her yanında iyiler kıt değil. Aksine iyilerin sayısı küçümsenmeyecek bir yekûn tutar. Zira insan özünde iyi bir varlık.
Fakat asıl kıt olan “aktif iyi”ler. Çünkü iyilerin çoğu “pasif iyi”. Aktif iyiler iyilerin içinde devede kulak değil. Pasif iyileri “kendine iyi” olarak da tanımlayabiliriz. Pasif oldukları için iyiliği yaymak gibi bir dertleri yok. Böyle bir dertleri olmadığı için de iyiliğin çoğalmasına katkıda bulunmuyorlar.
Dahası, kötüler aktif iyilerden rahatsız oldukları halde pasif iyilerden rahatsız olmuyorlar. Hatta bırakın rahatsız olmayı, onlardan hoşnut ve razılar. Çünkü pasif iyiler kötülerin kötülüğüne ses çıkarmıyorlar. Onların kötülüğü yaymalarına aldırmıyorlar. Onların kötü olmasından rahatsızlık duymuyorlar.
Pasif iyilerin göz ardı ettikleri bir gerçek var: İyiliğin pasif olduğu her yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale geliyor. Bu kötülüğün tabiatı icabıdır. Kötülük karanlık gibidir. Bizatihi var değildir. Aydınlığın yokluğu halidir. Demek ki, iyiler sönük veya patlak lamba gibi değil, ışık veren açık bir lamba gibi olmalıdır.
İlk inen vahiylerden olan Müddessir suresi, daha yeni risalet görevini üstlenmiş olan Hz. Peygamber'i inşa eden surelerin başında gelir. Bu surenin giriş ayeti, “bilkuvve/potansiyel” iyiliği “bilfiil/kinatize” hale getirmeyi amaçlar. Onun için de ilk muhatabına yekten seslenir:
“Ey yatan kişi, kalk ve uyar!”
Bunun açılımı şudur:
“Ey yatan iyi! Yatan iyi iyi değildir! Kalk ve uyar! Yani, pasif halden aktif hale geç ve iyiliği yay!
Bu emri alan Hz. Peygamber, emrin gereğini yapmak için kalkmış ve iyiliği de ayağa kaldırma çabasına girişmiştir. İşte ne olmuşsa ondan sonra olmuş, o güne kadar Kureyş'in en güvenilir, en akıllı, en barışçıl insanı, birden bire “yalancı”, “deli”, “bozguncu” oluvermiştir. Önceki hayatında ona ilişmeyi aklından dahi geçirmeyenler, o “aktif iyi” haline gelince varlığını ortadan kaldırmak için sıraya girmişlerdir.
Neden?
Nedeni açıktır. Zira vahiy, pasif iyiyi aktif hale getirmiştir. Yatan iyiyi ayağa kaldırmış, sokağa çıkarmıştır. Sönük lambaya bitimsiz bir enerji vererek, onu bütün bir cihanı aydınlatan güçlü ışık kaynağı kılmıştır.
Dünyanın en munis, en sakin, en kendi halinde, en halim-selim insanını yeniden inşa etmiş, onu insanlığın en büyük iman hamlelerinden birini başlatan bir insanlık önderine dönüştürmüştür.
Bu vahyin en büyük mucizesi, hak sözün gücüdür.
Soruyorum kendi kendime: İyilerin tümünün pasif olduğu bir dünyada iyilik yaşar mıydı?
Cevabım “asla” oluyor. Zira dünyanın en kötüleri bile anasından kötü doğmaz. Fıtrat iyi üzerine formatlanmıştır. Hazreti insan, en iyidir. En iyi bozulunca en kötü olur. Canavarlaşan, dünyayı çirkinleştiren, insanlığın yüz karaları da başında “iyi” idiler.
İşte bu yüzden iyilerin tümünün pasif olduğu bir dünya kötülerin dünyası olurdu. Her çağda Allah'ın rahmet ve merhametinin bir eseri olan aktif iyiler olmasaydı, öylesi bir dünyada kötülük iyiliğe yer bırakmaz, pasif iyiler pasifliklerinin cezasını aktif kötülerin elleriyle yok edilerek çekerlerdi.
Tüm peygamberler peygamber olmadan önce en azından pasif iyi idiler. Allah peygamberlik kurumunu, insanlığın fıtratına yerleştirdiği bilkuvve iyiliği bilfiil hale getirmek için ihdas etti. İki hal arasındaki farkı bu müessese ve insanlığın ufuk şahsiyetleri olan peygamberler eliyle gösterdi. Fetret dönemlerine de, iyilerin pasif olduğu bir dünyada insanın nasıl ıslah edici olmaktan çıkıp ifsat edici olduğunu görmemiz için izin verdi.
Kur'an, el-Emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy ani'l-münker'i (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü önlemeye çalışmak) işte bunun için farz kıldı.
İşbu nedenle, aktif iyilerin olmadığı bir dünyanın geleceği korkunç noktayı hayal bile edemiyorum. Böyle bir dünya gerçekten yaşanılabilir bir dünya olmazdı. Böyle bir dünyada iyilik Zümrüdüanka olur Kaf dağına giderdi. Böyle bir dünya kendi kendini imha eden bir dünya olurdu.
Sözün özü şu: Yatan iyi olmak yetmez. Pasif iyi iyi değildir. Zira her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir. Kötüleri kötülüğe yüreklendiren kendileri gibilerden daha çok, pasif iyilerdir. Onlar iyiliği özneleştirmeyip nesneleştirmenin cezasını, bir müddet sonra sessiz kaldıkları kötüler tarafından yok edilmekle çekerler. Bu yok edilme varlıklarını ortadan kaldırma biçiminde değil, onlardaki zaten pasif duran iyiliği de kurutma biçiminde olur.
En yaman çelişkilerden biri de ne, biliyor musunuz: Pasif iyilerin aktif kötülerden şikayet etmeye kalkması?
Onlara birileri “Sayenizde beyim” demeli.
Aktif İyi Olmak İçin Sorumluluk Ahlâkı
Doğrudur: Pasif iyi aktif kötünün teşvikçisidir. Bu da şu demektir: Pasif iyilerin varlığından iyilikten daha çok kötülük kazançlı çıkmaktadır. Yani pasif iyiler, istemeden de olsa, aktif kötülerin teşvik primi olmaktadırlar. Sonuçta pasif iyinin varlığı iyiliği çoğaltacağı yerde, dolaylı yoldan kötülüğü çoğaltmaktadır. Bunu önlemenin en iyi yolu pasif iyiyi aktif iyi haline getirmektir.
Soru şu: Peki, pasif iyiyi aktif iyi haline getirmenin yolu nedir?
Cevap kısa: Sorumluluk ahlakı.
Buradan şu sonuç çıkmakta: İyilerin pasifliği, sorumluluk bilincinin yetersizliğinden veya yokluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bir tür sorumsuzluktur. Demek ki pasif iyiyi “sorumsuz iyi” olarak da niteleyebiliriz. İyi birinden bahsedildiğinde “İyi, ama iyiliği kendine” demekle, “İyi, ama sorumsuz” demek aynı kapıya çıkmaktadır.
İnsan sorumlulukla doğar. Pavlusyen Hıristiyanlık'ta, sorumluluğun yerini “orijinal günah” almıştır. Bu da “hasbi ahlak”ın yerini “hesaplı ahlak”ın almasına neden olmuştur. Bu, sömürgecilik, soykırım, asimilasyon, ötekini şeytanlaştırma gibi kötülüklerin neden Batı'da ortaya çıktığını açıklayabilir.
İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam, insanlığın son çevriminde Kur'an vahyinde tezahür etmiştir. Kur'an vahyinin en temel kavramlarından biri de “takva”dır.
Takva'nın tam olarak ne demeye geldiğini anlamak için, ilahi vahyin kullandığı dilin kavramlarına ne muamele yaptığını bilmek lazım.
Kur'an vahyi, kendini ifşa ettiği Arap dilinin kelime ve kavramları üzerinde üç tür tasarrufta bulunmuştur. Birincisi, kelimeyi mevcut anlamından tamamen soyutlayarak onun içini yeniden doldurmuştur. Bu türden tasarruf yaptığı kelimeleri genellikle kavramlaştırmıştır. İkincisi, kelimeyi mütedavel anlamından tamamen koparmadan onun anlamını daraltmış veya genişletmiştir. Üçüncüsü, kelimeyi aynen kullanmıştır. Bu üçüncü türe genellikle kavramlaşmamış olan sıradan kelimeler girmektedirler.
Takva, vahyin birinci türden tasarrufta bulunduğu kelimeler arasına girmektedir.
Takva, Muhammedi davet öncesinde “maddi” bir nitelik arz etmektedir. Erdemlerle alakalı bir bağlamda kullanılmamaktadır. Hatta lafzi anlamda kullanıldığı bir rivayete rastlamaktayız. Sözün sahibi sahabi, savaşlarda Rasulullah'ın ardına sığınarak korunduklarını ifade sadedinde “İttekayna bi-rasulillah” demektedir.
Kur'an vahyinin inşa ettiği dünyada takva kavramının işgal ettiği merkezi yeri cahiliyye döneminde “muruet” (mürüvvet) kavramı işgal ediyordu. Takva'ya “kişinin korktuğundan korunması” anlamı yüklemek kavramı tam karşılamıyor. Kavramı semantik bir tahlile tabi tutan Japon alimi Toshihiko İzutsu, bu kavram için “Sorumluluk bilinci” karşılığını öneriyordu. Benzer anlamı daha sonra Fazlur Rahman da önerecekti. Ne ki bu anlam Türkiye'de merhum Muhammed Esed'le yaygınlık kazandığı için hep ona mal edildi.
Merhum İzutsu, işin hakkını vererek yaptığı semantik tahliller sonucu tam isabet kaydetmişti. Takva, gerçekten de “sorumluluk bilinci” anlamına kullanılıyordu.
Neye karşı sorumluluk bilinci?
Tüm varlığa. Sorumluluğun en büyüğü varlığın zirvesi Allah'a karşı duyulan sorumluluk bilinciydi. Kur'an kavramı asıl bu anlamda kullanıyordu. Zira insan sorumluluk ahlakıyla hareket edecekse, bu ahlakın aşkın bir referansı olmalıydı. Bu da Allah idi. Diğer tüm varlıklara karşı duyulan sorumluluk, temelde Allah'a karşı duyulan sorumluluğun uzantısıydı.
İnsan, bizzat var oluşu dâhil, sahip olduğu her şeyi Allah'a borçlu olarak doğar. Zaten “borç” anlamındaki “deyn”den türetilen din ve dindarlık da borçluluk bilincinden başkası değildir. Allah'a borçlu olmanın bilincine varmanın sonucu, O'na bu borcu ödemek değildir. Zira bu mümkün değildir. Zaten O da kullarından bunu beklememektedir. Beklediği “emanete sadakat”tir. Emanete sadakat ise, sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi gerekli kılar.
Bakara suresinin girişindeki “Kaynağı hakkında hiçbir şüpheye mahal bulunmayan bu kitap muttakiler için bir hidayettir” ayeti, takvanın hidayetin temelinde yer aldığını gösterir. Yani, hidayet takvayı değil, takva hidayeti getirir.
Biliyorum soracaksınız; hidayetten önceki takva da ne ola ki?
O ahlaktır; “sorumluluk ahlakı”. Tıpkı “sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin” denilen Hz. Peygamber'e “sen muhteşem bir ahlaka sahipsin” denilmesi gibi. İbadet, iman, teslimiyet hep hidayetten sonraki kavramlar. Ama takva hidayetten öncesini de kapsıyor. Yani sorumluluk kişiyi iman dairesine yaklaştırırken, sorumsuzluk kişiyi o daireden çıkarabiliyor.
İşte bunun için iyi olmak yetmiyor. Eğer aktif iyi değilse, iyi olmanın sorumluluğunu kuşanmamış demektir.
(Mustafa İslamoğlu)