Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Önemsediğim içerikleri burada paylaşıyorum

BİZ KİMİZ ?

Biz; bir hayatı yeniden vahiyle inşa edenleriz.

Bunun başarılı olabilmesi için de hayat alanlarının inşa edilmesi lazım. Biz ''Bu alanların inşası için, önce aklın, sonra vicdanın, sonra iradenin inşası gerekir.'' diyenleriz. Bunların inşa edilmeden, bir insanın inşa edilemeyeceğine inananlardanız. Ve bunların önünde tarihsel, geleneksel, kültürel, model her türlü engeli kaldırmak için canhıraş bir biçimde koşanlarız. (Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; İslam binasına Allah'ın açtığı kapıdan girenleriz.

Bu kapı vahyin kapısıdır. Allah rasulü ve sahabe-i kiram İslam binasına bu kapıdan girmişlerdir. Sahabeyi ''eşkiya''iken ''evliya''eden şeyin sırrını sorduğunuzda, karşınızda Kur'an'ı göreceksiniz.

Tarihte İslam binasına kaçak kapılar açılmıştır.'' Tedvin Asrı'' olan hicri 2.yüzyılda bir fıkıh kapısı açılmıştır. Yine hicri 2. yüzyılda bir kelam kapısı, bir hadis kapısı açılmıştır. Hatta altına tünel oyularak bir de tasavvuf kapısı açılmıştır. Ve açılan her yeni kapı bu binayı zayıflatmış, temellerini oynatmış ve sarsmıştır. Allah'ın açtığı kapıya razı olmayanlar, kendine özgü başka kapılar açmaya kalkmışlardır. Hatta bazıları o kadar ileri gitmişler ki; kendi kapılarına yöneltmek için, Allah'ın kapısını duvarla örmeye kalkmışlardır. Kimse vahiy kapısından girmesin istemişlerdir. Onun için de '' Allah'ın kitabı anlaşılmaz!'' diyebilmişlerdir. Kur'an kendisine ''mübin''derken, onlar Kur'an'a ''la-mubin''diyebilmişlerdir.

Biz '' Allah'ın İslam binasına açtığı vahiy kapısından girin.'' daveti yapanlarız. O binaya girdikten sonra seçip beğensin, mizacına göre bir oda bulup otursun. O binanın içinde fıkıh köşesi de var, kelam köşesi de var, hadis köşesi de var, tasavvuf köşesi de var, felsefe köşesi de var. Yani o binanın içinde olmayan yok. Onun için o binanın içine Allah'ın açtığı kapıdan girsin ve formatlansın. Zihni, aklı, iradesi ilahi formattan geçsin. O binaya girdikten sonra çoklu terbiye gereği mizacı nereye istiyorsa oraya gitsin.

İŞTE BİZ BUNU SAVUNANLARDANIZ. (Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Taklit değil, tahkik ehliyiz.

Taklid yulardır. Biz boynumuza yular takıp da onu gerdanlık diye takdim etmeyenlerdeniz. Biz elimize kelepçe vurulup da ''Bu künyedir''diye takdim etmeyenleriz. Biz taklidi sadece zaruri olduğu durumlarda bir geçiş unsuru olarak görürüz. Ve tahkik ehli olduğumuzu beyan ederiz. Onun içindir ki biz, ''niçin?''i ''nasıl?''ın önüne alanlarız. Önce ''niçin?''diye sorarız; çünkü önce illetini, hikmetini, sebebini bilmek isteriz. Biri bizi bir şeye davet ediyorsa, önce ''neden?''diye sorarız.'' nasıl?''ondan sonra gelir. Niçinine ikna olursak -Allah'ın izniyle-''nasıl?''ını arar, bulur, olduğu gibi de yaparız!. (Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Tecdid ehliyiz.

Biliriz ve iman ederiz ki Allah dinini ikmal; nimetini itmam etmiştir.

''Bugün size dininizi ikmal ettim ve nimetimi itmam ettim.''(5/3)

Bir şeyin ikmali; cevherinin ve arazının tamamlanmasıdır. Tamamlanıp sürecin bitmesidir. Ama bir şeyin itmamı; ikmal edilmediğinin göstergesidir. Nimet ikmal edilmemiş sadece itmam edilmiştir. Yani cevheri tamam ama arazı henüz tamamlanmamıştır.

Peki Allah neden dinini ikmal etmişken, nimetini ikmal etmemiştir?

Çünkü dininin üstüne birileri çıkıp da ''Bu dindir!''diye kendilerince uydurma bir şey koymasın diye dinini ikmal etmiştir. Fakat öbür taraftan da nimetinin ikmalinin sürdüğünü ve ''Sen aklını çalıştıramazsın! İçtihat kapısı kapanmıştır!'' Neden?'', ''Niçin?'' soramazsın!'' diyenlere; ''Hayır! nimet itmam edilmiştir ama ikmal edilmemiştir! Nimeti kıyamete kadar gelecek olan mü'minler ikmal edecektir!'' demek için bu ayet nazil olmuştur. Biz işte bunu diyenleriz.

Allah Rasulünün; ''Her yüzyılda bu ümmete Allah bir müceddid gönderir.'' hadisinde de buyurulduğu gibi tecdidin gerekliliğine inananlardanız. Bu demek oluyor ki gelen her yüzyılda bozulan, kirlenen bir şeyler var ki, Allah her yüzyılda bir yenileyici göndermiştir. Yani yenileyiciye ihtiyaç duyulması için bir şeylerin eskimesi lazımdır.

Hayatın en değişmez yasası; değişimdir. Çünkü Allah ''Hallak''tır. Yani ''Sürekli yaratandır.''Her yeni an, yeni yaratılandır. Ve iki yaratılış arasındaki fark lehimize olsun diyorsak, Allah'ın yeni yaratışı için bizim Rabbimize yeni bir veri göndermemiz lazım. Biz tercihlerimizi sistemin içine yazarız, Allah yeni yaratışını yazdığımız tercihlerden yola çıkarak yaratır. Biz seçeriz, Rabbimiz seçimimizi bizim için seçer. Bizim seçimimizi seçince, o ''kader''olur. Kur'an'ın şu hükmü bizim için vazgeçilmez bir inançtır;

''Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.''(17/13)

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Ataların ocağından külü değil, közü taşıyanlardanız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
Dostempati selamlar,

Mustafa islamoğlu'nun birbirinden değerli yazılarına burada rastlamak ne güzel... çok memnun oldum... paylaşımların için teşekkür ediyorum.
 
Nuran Hanım,

Ve aleyküm selam ve rahmetullah...

Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Mustafa İslamoğlu hepimiz için büyük bir fırsat. Kur an la gören, Kur an la duyan ve Kur an la yaşamayı dava edinen herkese Mustafa Hoca dan yararlanmalarını tavsiye ederim.

Yüce Rabbim bizleri Kur an dan ayırmasın...amin...
 
Sayın hazaan42 ve Gurbetli...

Güzel dualarınız için teşekkür ederim. Yüce Rabbim hepimize hidayet versin ve doğru yoldan ayırmasın...amin...


BİZ KİMİZ ?

BİZ;''Din dili mutlaka yenilenmeli'' diyenlerdeniz.

Zira din eskimez ama dil eskir. Çünkü dil insan ürünüdür. Dil,insanın bir hakikatten anladıklarını ifade ettiği bir araçtır. Araçlar kutsandığı zaman, amaçlar araç olur. Araçlar amaçlaştığı zaman, amaçlar da araçlaşır. İşte bu cinayettir. Dil bir araçtır. Dilin dinin yerine konması, aracın amaç yerine konmasıdır. Din dili zamanın ruhuna uygun olarak değişir.

Onun içindir ki Rabbimiz bir peygamber yerine binlerce, bir kitap yerine yüzlerce kitap göndermiştir. Onun için bu çağın dili bu çağın dili olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, dedeleri ikna eden dil, torunları ikna etmemektedir. Din dilini değiştirmeyi, dini değiştiriyor gibi çarpıtıp, ahlaksızca saldıranlar, araçla amacı kasıtlı olarak birbirine karıştırıyor demektir. Öbür taraftan eskiyen din dilini, din eskidi zannederek dine mesafe koyanların vebali, din dilini din zanneden bu cahil dindarların üzerinedir.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Niçini, nasılın önüne alanlardanız.

Biz Kur'an'ı mushafın önüne, manayı lafzın önüne, tertili tecvidin önüne alanlarız. Çünkü böyle yapmamızı Kur'an istiyor. Gökten inen yerden bitenden daha mübarektir. Gökten inen Kur'an, yerden biten mushafın sayfalarıdır. Gökten inen mana, yer ehlinin dili ise lafızdır. Gökten inen tertil, yer ehlinin süslemesi ise tecviddir. Dolayısıyla biz, her şeyin hakkını verip, her şeyi yerine koymak isteyenleriz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Allah'ın kitabının üstüne hiçbir kitabı koymayanız.

BİZ; Kur'an'ın muhafızı olmayı, Kur'an'ın hafızı olmaktan önde tutanlarız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Vahdeti farz, tefrikayı haram bilenleriz.

Çünkü Allah böyle ilan etmiştir. Dolayısıyla ayrılıktan ayrılmışız. Onun için kim ki ayırır, bizden değildir! Kim ki birleştirir, biz ondanız, o bizdendir.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Ahlakı akidenin temeline koyanlarız.

Ahlak yoksa akide de yok diyenlerdeniz. Vicdan olmadan iman olmaz diyenleriz. Onun için Kur'an'ın ahlaki ilkeleri neden ibadetin önüne aldığını çok iyi bilenleriz.'' Ahlak dört katlı din binasının temel katıdır.''diyenleriz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ takvayı sorumluluk bilinciyle davrananlar için bir hidayettir; Yani ''Sorumluluk'' ahlakını hidayetin altına, temeline, Kur'an'ın koyduğu yere koyanlarız.

Biz takvayı,''Bu kitap sorumluluk bilinciyle davrananlar için bir hidayettir.'' diye anlarız. ''Hidayete ermişler için bir takvadır.''diye anlamayız. Yani sorumluluk ahlakını hidayetin altına, temeline yani Kur'an'ın ''koy''dediği yere koyanlarız. Sorumsuz biri hidayete erse nolur! Hidayete erseydi sorumlu olurdu. Dolayısıyla biz Allah'ın ''Gör!''dediği yerden görenlerdeniz, bunu için de canını dişine katanlardanız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; ''Takva'' sorumluluk ahlakıdır diyenleriz ve takvayı sorumluluk olarak tarif edenleriz.

''Sorumsuzlar müttaki olamazlar!'' diyenleriz. Onun için de sorumluluk bizi titretir. Emanet bizi titretir. Akıl, vicdan, irade sahibi olduğumuz için titreriz. Üzerine de titreriz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Kendisini mezhebiyle, meşrebiyle tanımlamayanlardanız. Biz kendimizi Allah'ın isimlendirdiği gibi isimlendirenlerdeniz.

''O sizi müslüman diye isimlendirdi.''diyen Allah'ın isimlerine boynumuzu bükeriz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Pasif değil, aktif iyiyi gaye edenleriz.
Bunun için de her alanda ''nasıl aktif iyi olunur?'' diye çırpınanlardanız.


Pasif İyi, Aktif Kötünün Teşvikçisidir

Dünyanın her yanında iyiler kıt değil. Aksine iyilerin sayısı küçümsenmeyecek bir yekûn tutar. Zira insan özünde iyi bir varlık.

Fakat asıl kıt olan “aktif iyi”ler. Çünkü iyilerin çoğu “pasif iyi”. Aktif iyiler iyilerin içinde devede kulak değil. Pasif iyileri “kendine iyi” olarak da tanımlayabiliriz. Pasif oldukları için iyiliği yaymak gibi bir dertleri yok. Böyle bir dertleri olmadığı için de iyiliğin çoğalmasına katkıda bulunmuyorlar.

Dahası, kötüler aktif iyilerden rahatsız oldukları halde pasif iyilerden rahatsız olmuyorlar. Hatta bırakın rahatsız olmayı, onlardan hoşnut ve razılar. Çünkü pasif iyiler kötülerin kötülüğüne ses çıkarmıyorlar. Onların kötülüğü yaymalarına aldırmıyorlar. Onların kötü olmasından rahatsızlık duymuyorlar.

Pasif iyilerin göz ardı ettikleri bir gerçek var: İyiliğin pasif olduğu her yerde, kötülük kendiliğinden aktif hale geliyor. Bu kötülüğün tabiatı icabıdır. Kötülük karanlık gibidir. Bizatihi var değildir. Aydınlığın yokluğu halidir. Demek ki, iyiler sönük veya patlak lamba gibi değil, ışık veren açık bir lamba gibi olmalıdır.

İlk inen vahiylerden olan Müddessir suresi, daha yeni risalet görevini üstlenmiş olan Hz. Peygamber'i inşa eden surelerin başında gelir. Bu surenin giriş ayeti, “bilkuvve/potansiyel” iyiliği “bilfiil/kinatize” hale getirmeyi amaçlar. Onun için de ilk muhatabına yekten seslenir:

“Ey yatan kişi, kalk ve uyar!”

Bunun açılımı şudur:

“Ey yatan iyi! Yatan iyi iyi değildir! Kalk ve uyar! Yani, pasif halden aktif hale geç ve iyiliği yay!

Bu emri alan Hz. Peygamber, emrin gereğini yapmak için kalkmış ve iyiliği de ayağa kaldırma çabasına girişmiştir. İşte ne olmuşsa ondan sonra olmuş, o güne kadar Kureyş'in en güvenilir, en akıllı, en barışçıl insanı, birden bire “yalancı”, “deli”, “bozguncu” oluvermiştir. Önceki hayatında ona ilişmeyi aklından dahi geçirmeyenler, o “aktif iyi” haline gelince varlığını ortadan kaldırmak için sıraya girmişlerdir.

Neden?

Nedeni açıktır. Zira vahiy, pasif iyiyi aktif hale getirmiştir. Yatan iyiyi ayağa kaldırmış, sokağa çıkarmıştır. Sönük lambaya bitimsiz bir enerji vererek, onu bütün bir cihanı aydınlatan güçlü ışık kaynağı kılmıştır.

Dünyanın en munis, en sakin, en kendi halinde, en halim-selim insanını yeniden inşa etmiş, onu insanlığın en büyük iman hamlelerinden birini başlatan bir insanlık önderine dönüştürmüştür.

Bu vahyin en büyük mucizesi, hak sözün gücüdür.

Soruyorum kendi kendime: İyilerin tümünün pasif olduğu bir dünyada iyilik yaşar mıydı?

Cevabım “asla” oluyor. Zira dünyanın en kötüleri bile anasından kötü doğmaz. Fıtrat iyi üzerine formatlanmıştır. Hazreti insan, en iyidir. En iyi bozulunca en kötü olur. Canavarlaşan, dünyayı çirkinleştiren, insanlığın yüz karaları da başında “iyi” idiler.

İşte bu yüzden iyilerin tümünün pasif olduğu bir dünya kötülerin dünyası olurdu. Her çağda Allah'ın rahmet ve merhametinin bir eseri olan aktif iyiler olmasaydı, öylesi bir dünyada kötülük iyiliğe yer bırakmaz, pasif iyiler pasifliklerinin cezasını aktif kötülerin elleriyle yok edilerek çekerlerdi.

Tüm peygamberler peygamber olmadan önce en azından pasif iyi idiler. Allah peygamberlik kurumunu, insanlığın fıtratına yerleştirdiği bilkuvve iyiliği bilfiil hale getirmek için ihdas etti. İki hal arasındaki farkı bu müessese ve insanlığın ufuk şahsiyetleri olan peygamberler eliyle gösterdi. Fetret dönemlerine de, iyilerin pasif olduğu bir dünyada insanın nasıl ıslah edici olmaktan çıkıp ifsat edici olduğunu görmemiz için izin verdi.

Kur'an, el-Emr bi'l-ma'ruf ve'n-nehy ani'l-münker'i (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü önlemeye çalışmak) işte bunun için farz kıldı.

İşbu nedenle, aktif iyilerin olmadığı bir dünyanın geleceği korkunç noktayı hayal bile edemiyorum. Böyle bir dünya gerçekten yaşanılabilir bir dünya olmazdı. Böyle bir dünyada iyilik Zümrüdüanka olur Kaf dağına giderdi. Böyle bir dünya kendi kendini imha eden bir dünya olurdu.

Sözün özü şu: Yatan iyi olmak yetmez. Pasif iyi iyi değildir. Zira her pasif iyi, aktif kötünün teşvikçisidir. Kötüleri kötülüğe yüreklendiren kendileri gibilerden daha çok, pasif iyilerdir. Onlar iyiliği özneleştirmeyip nesneleştirmenin cezasını, bir müddet sonra sessiz kaldıkları kötüler tarafından yok edilmekle çekerler. Bu yok edilme varlıklarını ortadan kaldırma biçiminde değil, onlardaki zaten pasif duran iyiliği de kurutma biçiminde olur.

En yaman çelişkilerden biri de ne, biliyor musunuz: Pasif iyilerin aktif kötülerden şikayet etmeye kalkması?

Onlara birileri “Sayenizde beyim” demeli.

Aktif İyi Olmak İçin Sorumluluk Ahlâkı

Doğrudur: Pasif iyi aktif kötünün teşvikçisidir. Bu da şu demektir: Pasif iyilerin varlığından iyilikten daha çok kötülük kazançlı çıkmaktadır. Yani pasif iyiler, istemeden de olsa, aktif kötülerin teşvik primi olmaktadırlar. Sonuçta pasif iyinin varlığı iyiliği çoğaltacağı yerde, dolaylı yoldan kötülüğü çoğaltmaktadır. Bunu önlemenin en iyi yolu pasif iyiyi aktif iyi haline getirmektir.

Soru şu: Peki, pasif iyiyi aktif iyi haline getirmenin yolu nedir?

Cevap kısa: Sorumluluk ahlakı.

Buradan şu sonuç çıkmakta: İyilerin pasifliği, sorumluluk bilincinin yetersizliğinden veya yokluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bir tür sorumsuzluktur. Demek ki pasif iyiyi “sorumsuz iyi” olarak da niteleyebiliriz. İyi birinden bahsedildiğinde “İyi, ama iyiliği kendine” demekle, “İyi, ama sorumsuz” demek aynı kapıya çıkmaktadır.

İnsan sorumlulukla doğar. Pavlusyen Hıristiyanlık'ta, sorumluluğun yerini “orijinal günah” almıştır. Bu da “hasbi ahlak”ın yerini “hesaplı ahlak”ın almasına neden olmuştur. Bu, sömürgecilik, soykırım, asimilasyon, ötekini şeytanlaştırma gibi kötülüklerin neden Batı'da ortaya çıktığını açıklayabilir.

İnsanlığın değişmez değerlerinin öbür adı olan İslam, insanlığın son çevriminde Kur'an vahyinde tezahür etmiştir. Kur'an vahyinin en temel kavramlarından biri de “takva”dır.

Takva'nın tam olarak ne demeye geldiğini anlamak için, ilahi vahyin kullandığı dilin kavramlarına ne muamele yaptığını bilmek lazım.

Kur'an vahyi, kendini ifşa ettiği Arap dilinin kelime ve kavramları üzerinde üç tür tasarrufta bulunmuştur. Birincisi, kelimeyi mevcut anlamından tamamen soyutlayarak onun içini yeniden doldurmuştur. Bu türden tasarruf yaptığı kelimeleri genellikle kavramlaştırmıştır. İkincisi, kelimeyi mütedavel anlamından tamamen koparmadan onun anlamını daraltmış veya genişletmiştir. Üçüncüsü, kelimeyi aynen kullanmıştır. Bu üçüncü türe genellikle kavramlaşmamış olan sıradan kelimeler girmektedirler.

Takva, vahyin birinci türden tasarrufta bulunduğu kelimeler arasına girmektedir.

Takva, Muhammedi davet öncesinde “maddi” bir nitelik arz etmektedir. Erdemlerle alakalı bir bağlamda kullanılmamaktadır. Hatta lafzi anlamda kullanıldığı bir rivayete rastlamaktayız. Sözün sahibi sahabi, savaşlarda Rasulullah'ın ardına sığınarak korunduklarını ifade sadedinde “İttekayna bi-rasulillah” demektedir.

Kur'an vahyinin inşa ettiği dünyada takva kavramının işgal ettiği merkezi yeri cahiliyye döneminde “muruet” (mürüvvet) kavramı işgal ediyordu. Takva'ya “kişinin korktuğundan korunması” anlamı yüklemek kavramı tam karşılamıyor. Kavramı semantik bir tahlile tabi tutan Japon alimi Toshihiko İzutsu, bu kavram için “Sorumluluk bilinci” karşılığını öneriyordu. Benzer anlamı daha sonra Fazlur Rahman da önerecekti. Ne ki bu anlam Türkiye'de merhum Muhammed Esed'le yaygınlık kazandığı için hep ona mal edildi.

Merhum İzutsu, işin hakkını vererek yaptığı semantik tahliller sonucu tam isabet kaydetmişti. Takva, gerçekten de “sorumluluk bilinci” anlamına kullanılıyordu.

Neye karşı sorumluluk bilinci?

Tüm varlığa. Sorumluluğun en büyüğü varlığın zirvesi Allah'a karşı duyulan sorumluluk bilinciydi. Kur'an kavramı asıl bu anlamda kullanıyordu. Zira insan sorumluluk ahlakıyla hareket edecekse, bu ahlakın aşkın bir referansı olmalıydı. Bu da Allah idi. Diğer tüm varlıklara karşı duyulan sorumluluk, temelde Allah'a karşı duyulan sorumluluğun uzantısıydı.

İnsan, bizzat var oluşu dâhil, sahip olduğu her şeyi Allah'a borçlu olarak doğar. Zaten “borç” anlamındaki “deyn”den türetilen din ve dindarlık da borçluluk bilincinden başkası değildir. Allah'a borçlu olmanın bilincine varmanın sonucu, O'na bu borcu ödemek değildir. Zira bu mümkün değildir. Zaten O da kullarından bunu beklememektedir. Beklediği “emanete sadakat”tir. Emanete sadakat ise, sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi gerekli kılar.

Bakara suresinin girişindeki “Kaynağı hakkında hiçbir şüpheye mahal bulunmayan bu kitap muttakiler için bir hidayettir” ayeti, takvanın hidayetin temelinde yer aldığını gösterir. Yani, hidayet takvayı değil, takva hidayeti getirir.

Biliyorum soracaksınız; hidayetten önceki takva da ne ola ki?

O ahlaktır; “sorumluluk ahlakı”. Tıpkı “sen bundan önce kitap nedir iman nedir bilmezdin” denilen Hz. Peygamber'e “sen muhteşem bir ahlaka sahipsin” denilmesi gibi. İbadet, iman, teslimiyet hep hidayetten sonraki kavramlar. Ama takva hidayetten öncesini de kapsıyor. Yani sorumluluk kişiyi iman dairesine yaklaştırırken, sorumsuzluk kişiyi o daireden çıkarabiliyor.

İşte bunun için iyi olmak yetmiyor. Eğer aktif iyi değilse, iyi olmanın sorumluluğunu kuşanmamış demektir.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Umut kervanıyız.

Kimsenin umudunu kırmamaya riayet ettiğimiz gibi, kimsenin de bizim umudumuzu kırmasına izin vermeyenlerdeniz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Yürek devleti diyenleriz.

Yeryüzünün en uzun ömürlü devletleri yüreklerde kurulur. İmparatorluklar, cihan devletleri yıkılır; ama yürek devleti baki kalır. Onun için de yüreklerde devlet kurmak için yola çıkmış iman kervanıyız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Yürek fethini savunanlarız.

''Bir adem bir alem'' diyenleriz. Fetih deyince aklımıza; coğrafyaların silahla ele alınması gelmez. Fetih deyince aklımıza; gönül fethi gelir. Kaç gönlü fethetmişseniz, o kadar fatihsiniz.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Sultanlardan değil, İmamlardan yana tavrımızı koyanlardanız.

Zira tarih iki çizgide gider; Biri imamlar, diğeri sultanlardır. İmamlar nübüvvet çizgisidir; sultanlar zulüm çizgisidir. Biz zulüm çizgisi karşısında, adalet çizgisinin yanında olanlardanız. Zulmü asla savunmayız. Zalim babamız dahi olsa karşısında bizi bulur. Mazlum kim olursa olsun arkasındayız, kimliğini sormayız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
BİZ KİMİZ ?

BİZ; Piramid değil, saf siyaseti savunanlardanız.

Saf siyeseti; namazdaki saflar gibi, kimsenin kimseye yükselmek için zulmetmediği bir duruştur.

Piramit siyaseti ise; Yükselmek için başkalarının başına basmanın gerektiği bir zulüm siyasetidir. Biz hayırda ilerde olma yarışı yaparız. Başa basma yarışı yapmayız.

(Mustafa İslamoğlu)
 
NAMAZ

Türkçe konuşanlar salât’a “namaz” derler. Namaz, Farsça “ibadet” manasındaki nemaz’dan Türkçe’ye geçmiştir. Zira ilk Müslüman olan Türkler’in İslâmi kavramları öğrendikleri ortam, Fars dilinin etkin olduğu bir kültür evrenidir. Namaz’ın Kur’an’daki karşılığı salât’tır.

Salât, gerçek birçok-anlamlı kelimedir. Hem dildeki kullanımı hem de Kur’an’daki kullanımı çok-anlamlıdır. Salât kelimesinin dilde 18 kadar anlamı tesbit edilmiştir. Dilde çok-anlamlı olması doğaldır. Zira salât kelimesi, zaman içindeki yolcuğunun her durağında farklı anlamlar kazanmıştır. Bizce, otoritelerin kelimenin kökenini tesbitte ittifak edememelerinin sebebi de budur. Salât, ilk bakışta birbiriyle alakasız gibi duran kök anlamlara nisbet edilmiştir. Fakat eldeki dilsel malzeme yeniden bir tahlile tâbi tutulup yorumlandığında, birbiriyle alakasız gibi görünen tüm kök anlam tahminleri, “destek” ortak anlamında buluşmaktadır. Dua ve istiğfar eden, esasen “destek” talebinde bulunmuştur. İbadet, kişinin dinine ve imanına verdiği “destek”tir.

Kelime Kur’an’da da farklı vurgular ve farklı anlamlarda kullanılmıştır. En çok kullanıldığı anlam hiç şüphesiz şer’î namaz manasıdır. Bunun dışında, Kur’an’da “dua ve istiğfar” (Tevbe 9/84, 103), “ibadet” (Ma’ûn 107/4), “ibadethane” (Hac 22/40), “destek” (Tâhâ 20/14; Ahzab 33/43, 56; Maide 5/12), “din ve dindarlık” (Maide 5/58), “davet” (Hûd 11/87; Maide 5/106), “kulluk” (Lokman 31/31), “yaratılış amacına uygun hareket” (Nur 24/41) anlamlarında kullanılır.

İnsanın dinini desteklediği için namaza da “salât” denmiştir. Efendimiz’in “Namaz dinin direğidir, onu doğrultan dini doğrultmuş olur, onu yıkan dini yıkmış olur” hadisinde salât’ın kök anlamına da bir atıf vardır. Hadisteki “direk” manasına gelen imâd ile salât’ın manalarından biri olan ve “omurga” anlamına da gelen ‘amud arasındaki akrabalık dikkat çekicidir.

Kur’an’da her görüldüğü yerde salât’a “şer’î namaz” karşılığının verilmesi, birçok anlama problemine sebep olmuştur ve olması da mukadderdir. Zira salât
Kur’an’da Allah’a, meleklere, insana, mümine, kâfire, kuşlar da dâhil bütün varlıklara isnad edilmiştir. Allah, melekler ve müminleri tek fiilin (yusallûne) failleri olarak zikreden Ahzab 56. âyetteki bir tek salâta üç farklı anlam verilmiştir. Bir tek fiile faillerinin farklılığından yola çıkarak üç farklı anlam vermek garip karşılanmamıştır da, farklı âyetlerde, farklı zaman, mekân ve faillere isnad edilen salât terimlerinin farklı anlamlar ve vurgular taşıyabileceği ihtimali es geçilmiştir. Mesela, müşriklerden söz eden Ma’ûn 4’teki salâtın, yine Müslüman olmayanlardan söz eden Maide 106’daki salâtın şer’î salât olup olmadığı önemli bir problemdir. Nur 41’deki kuşların salâtı nasıl anlaşılmalıdır? Bu çerçevede Hz.Şuayb’ın ortak iyiyi “emreden” salâtı nedir? Kanaatimiz o ki, bu ve buna benzer soru ve sorunların içinden, ancak salât teriminin Kur’an’da çok anlamlı olarak kullanıldığı kabul edildiğinde çıkılabilir.

Mustafa İslamoğlu
 
okurken bile buram buram M. İslamoglu kokan bir yazı.... adamın Arapça dil bilgisi konusundaki dağarcıgına hayranım yaaaa..... paylaşım için tesekkurler....
 
Sayın Aysen84 değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Mustafa İslamoğlu Allah ın davası için çalışan gönül erlerindendir. Allah ın davasını dava edinenlere Allah yardım eder. Allah ın yardım ettiği kulun da diğerlerinden mutlaka bir farkı vardır.

Yüce Rabbim Allah ın davasını dava edinenlerden razı olsun...amin...
 
Namazın kodları

Tüm ibadetlerin ser-tacı olan namaz, semboller manzumesidir. Namazın sembolleri üzerine söylenecek sözün nihayeti yoktur. Biz yine de, namazın rükünleri üzerinden, namazın sembolize ettiği hakikatlere usul sesli birkaç atıf yapmayı deneyelim:

1. Başlangıç tekbiri: Allahu Ekber kelimesinde ifadesini bulan tekbir, Allah’ı her türlü nisbetten arî olarak büyük, en büyük, tek büyük, mutlak büyük bilmektir. İnsan tekbir getirirken dünyasını ellerinin üzerine koyup ardına atar. Önünde sadece Rabb’ine uzanan yol kalır. O yol sırat-ı müstakim’dir.

2. Kıyam: Allah’a duyulan saygıyı sembolize eder. Kıyam, ayakta durmak, ayağa kalkmak, doğrulmaktır. Kıyam, kelime-i tevhidin ilk yarısıdır. Lâ ilâhe illâllah’ın “kulluk edilmeye layık hiçbir varlık yoktur” anlamına gelen lâ ilâhe’sini temsil eder. Bu şirke, küfre, isyana, tuğyana başkaldırıdır. Namazın her kıyamı da öyledir. Mümin kıyamda dağları temsil eder. Dağlar tepelerinden beslenirler. Onları besleyen rahmet buluttan iner.

3. Kıraat: Kur’an’ın namaza taşınmasıdır. Namaz vahyin bedenidir, vahiy namazın ruhudur. Kıraati tilavetten ayıran şey “anlam”dır. Okuyanın anlama cehdi tilaveti kıraate çevirir. Maksat yaşamaktır. Anlamadan yaşanmaz. Kıraatin kalbi Fatiha’dır. Fatiha, Rasulullah’ın hadisinde de geçtiği gibi “Allah ile kulun diyalogunu temsil eder”. Yani Fatiha, namazı Allah’la kul arasındaki sohbete dönüştürür. Bunun için “Fatihasız namaz, namaz olmaz.” Kıyam nasıl dağları temsil ederse, kıraat de, müminin yüreğini besleyen rahmet bulutunu temsil eder. Zira vahiy rahmettir. Vahiy aynı zamanda kıyamın bildirisidir (beyyinat).

4. Rükû: Saygıdan dolayı boyun eğmeyi ifade eder. Kıyamdaki saygının bir sonraki aşamasıdır. Rükû tek başına ictimai teslimiyeti, secde ise şahsi teslimiyeti ifade eder. Zira “Rükû edenlerle birlikte rükû edin!” âyeti vardır, fakat “Secde edenlerle birlikte secde edin!” âyeti yoktur. Rükû, kıyam ile secde arasında bir duraktır. Rükûda kul tüm dört ayak üzerinde yürüyen canlıları temsil eder. Bu yönüyle namaz, insanın varlığı temsilen Allah’ın huzuruna çıkarak verdiği bir “halifelik tekmili”dir. Rükû secde ile birlikte lâ ilâhe illâllah’ın ikinci yarısı olan “kulluk edilmeye layık sadece Allah vardır” anlamındaki illâllah’ı temsil eder. Rükû hamd’in beden diline yansımasıdır. Onun için rükûdan doğrulan kul, “Allah hamd edeni işitir” der. Allah Rasulü cemaate namaz kıldırırken bu cümleyi söylemiş, bunun üzerine Rasulullah’ın ardında ilk kez namaza duran bir bedevi, “Madem işitir, ben de hamd edeyim o zaman” mantığıyla, “En güzel, sonsuz, en mübarek hamd O’na olsun; gökler ve yerler dolusu hamd O’na olsun!..” diye yüksek sesle hamd etmeye başlamış. Allah Rasulü namazdan sonra “Kardeşinizin sözlerini yere düşürmemek için semadan meleklerin hücum ettiğini gördüm” buyurmuş ve o bedevinin hamd sözlerini kendisi de namazlarına taşımıştır.

5. Secde: Saygının nihai noktasını ve zirvesini temsil eder. Huşû duyan kalp önce sahibini ayağa kaldırır, sonra boyun eğdirir, en sonunda secdeye vardırır. Secde insanın Allah karşısındaki mahviyet ve kulluğunu temsil eder. Secde insanın insanlığını Allah’ın huzurunda yere koymasıdır. 20. yüzyılın başında Almanya’da yaşanan bir olay ne dediğimizi daha iyi açıklar: Bir Alman demiryolu işçisinin tam alın bölgesini (frontal lobe ve frontal korteks), hareket halindeki bir trenin fırlattığı taş koparıp almıştır. İşçinin o kazadan sonra tüm insani vasıfları yok olmuş, hayatını bir biyolojik varlık olarak sürdürmüştür. İnsanlığımızı temsil eden alnımızı Allah’ın huzurunda yere koymamız, insanlığımızı borçlu olduğumuz Rabb’e şükür nişanesidir. Secde Allah’a kurban olmaktır. “Secde et ve yaklaş” (‘Alak 96/19) âyeti bunu ifade eder. Secde anne karnındaki saf hale dönüştür. O nedenle secdedeki duruş ceninin anne karnındaki duruşuna benzer.

6. Ka’de: Oturuş, yolculuğun sonunu temsil eder. Salât içinde duanın en yoğun olduğu bölümdür. Dua sadece “ibadetlerin beyni” değil, namazın da beynidir. Selâm miraç yolculuğunun sonunu temsil eder. Sağınız ve solunuzdaki tüm varlığı selâmlayarak, varlığı temsilen bu miracı yaptığınızı söylemiş olursunuz. Namaz teslimiyetinizin alameti, selâm ve selâmet teslimiyetinizin ödülü, teslimiyetiniz İslâm’ınızın alametidir. Selâm vermekle, teslimiyetinizin ödülünü bütün bir varlıkla paylaşmış olursunuz.

Mustafa İslamoğlu
 
Salât insanlıkla yaşıttır

İslâm, insanlığın değişmez değerlerinin öbür adıdır. Bu manada İslâm insanlıkla yaşıttır. Nasıl ki İslâm, tüm zamanların hak dini olan “teslimiyet yolu”nun adı ise, salât da tüm zamanlarda geçerli olan ibadetin adıdır. Sadece salât değil, zekât da, oruç da, hac da, kurban da böyledir. Salât terimiyle ifade edilen hakikat, farklı zamanlarda farklı tecelli etmiş, farklı suretlere bürünmüş olabilir. Fakat kıldığımız namazda salât adını almayı hak eden her ibadet, aynı maksada hizmet eder.

Salât önceki vahiylerin mensuplarına da emredilmiştir (Beyyine 98/5). Bu âyette daha çok “ibadet” vurgusuyla öne çıkmaktadır. Salât tüm peygamberlere emredilmiştir (Enbiya 21/73). Hz. İsmail, ev halkına salâtı emretmiştir (Meryem 55). Salât, İsrailoğulları’ndan alınan beş sözden biridir (Bakara 2/83). Hz. Musa’ya, tevhidden sonra salât emredilmiştir (Tâhâ 20/14). Lokman, oğluna salâtı öğütlemiştir (Lokman 31/17). Hz. İsa’ya emredilen iki ilkeden biri salâttır (Meryem 19/31).

Müşrikler salâtı anlam ve amacından çıkarmış, bir oyun ve eğlenceye dönüştürmüşlerdir (Enfal 8/35). Secdeyi onur kırıcı bulmuşlar, taptıklarına secde etme yerine yerden toprak alıp alınlarına koyma yöntemini benimsemişlerdir. Sahte peygamber Esved el-Ansi, “Allah sizin kaba etlerinizi havaya dikmenizi emretmez” diyerek namazdan secdeyi kaldırmıştır.

Mustafa İslamoğlu
 
Salât kuldan Allah’a duadır

Salâtın bir manası da duadır. Dua “yardım ve destek” talebidir. Dua kelimesinin kendisi de Arapça olmasına rağmen salât’ın dua yerine kullanılması, “desteğin ikame edilmesi”, yani “desteğin ayağa kaldırılması” ile alakalı olmasındandır. Fiile dönüşen dua, salâta dönüşen duadır. “Onların mallarından sadaka al; bu sayede onları temizle ve arındır ve onlara salât et; zira senin salâtın onlar için bir gönül ferahlığıdır” (Tevbe 9/103). Onların verdiği sadaka, Peygamber’in duasını kendileri için salâta çeviren unsurdur. Zira onlar duayı fiil ile “desteklemişlerdir”.

Kul, başına bir iş geldiğinde Allah’tan sabır ve salât ile yardım ister (Bakara 2/45, 153). Sabır ile yardımı anlıyoruz. Sabır direniştir. Peki, salât ile nasıl yardım istenir? Duayı salâta çevirerek, Allah’a karşı esas duruşu bozmayarak istenir. Zaten namaz da bu duruşu temsil ettiği kadar namaz değil midir? Salât zulüm altında inleyen ve “Bittik ya Rabbi!” diyen İsrailoğulları’nın da “sabır taşı” idi (Yunus 10/87). Rabb’imiz onları salât ile direnişe çağırıyordu. Salât Mekke’de ölüm-kalım mücadelesi veren müminlerin de sabır taşı idi (Nisa 4/77). Salâtın insanı dik ve diri tutan bu yanını bilen biri, nesli için Allah’tan ne ister? Tabii ki Hz. İbrahim gibi salât ister (İbrahim 14/37, 40).

Dua salâta dönüştüğü zaman, namaz da miraca dönüşür. Zira namaz müminin miracı olmalıdır. Her miraç bir nüzule medar olur. Her nüzul bin miraca yakıt olur. Miraç olan namazın nazil olan vahiyle buluşmasının şart olması, işte bu yüzdendir.


Mustafa İslamoğlu
 
Dostempati kardesim.Birşeye dikkat lütfen.Allahın davası diyorsun.Allahın hiç birşeye,ihtiyacı yoktur biliyorsun.Cümleyi düzelterek kullanmak lazım.Dikkat lütfen.
 
Mümkünse kaynak rica edeyim. Allah ın davası olmaz sözünü neye dayanarak söylüyorsunuz? Siz kaynağınızı, delilinizi belirtin ben de yanlışım varsa düzeltirim.
 
Üst Alt