Kimse tutmasın otuz yaş bunalımına girecem...
Biliyorum şimdi yaşı büyük olanların dudaklarında memnuniyetsiz bir kıvrıma, kaşların anlamlı bir çatılışına sebep olacağım.
Ama anlamam, haklı sebeplerim var ve bu bunalıma girecemmm... Girdim.
Geçtiğimiz günlerde zyaret ettiğim asker arkadaşım artık iyice dökülen saçlarını ve pırıl pırıl parlayan kel kafasını gösterip "olum nasıl girmeyeyim otuz yaş bunalımına" demişti. Ben de yanlardan hafif açılsada henüz ahenkle dans etme modundaki saçlarımı ellerimle okşayıp "ya saçmalama, otuz yaş bunalımı da neymişkine" diye umursamaz bir tavır çekmiştim.
Gerçi, otuz yaşına kadar "biz gençler" derken ondan sonra "siz gençler" demeye başlamanın dayanılmaz ağırlığı kendini hissetttirmeye başlamamış değildi. Ama yinede ucu ucuna tutturmayı başardığım bahanelerimle zamanın usulca çizgiler attığı yüzümü henüz beyazlaşmaya yüz tutmamış saçlarımla kandırabiliyordum.
Ama işte buraya kadarmış, artık hiç br güç bu otuz yaş bunalımının sancılarını hissetmemi engelleyemez.
Yirmi altı kış, yirmi altı yaz, bir o kadarda sonbahar ve bahar geçmişti sakatlığa adımımı attığımda. yoğun bakımda kendime bir söz vermiştim. Beni sevenlerin yüzünde bir hüzne yol açacaksa somurtuşlarım, anlamı yoktu boşvermenin ve savaşılacaktı.
Öyleyse yapılmadık şeyler yapılmalıydı. Yani bu sakatlık bir avantaja dönüştürülmeli ve daha önce fırsat bulunmamış işler için açılmış bir fırsat kapısı haline dönüştürülmeliydi.
İşte bunun için vakit kaybetmeden hedefimi belirlemiş ve ilk sınavda üniversiteyi kazanmıştım. Özel bir üniversitede OSS başarı bursuyla okuyacak ve yılar önce yapma fırsatı bulamadığım eksik kalmış bir işi gerçekleştirmiş olacaktım. Kazadan sonra okuma fırsatı bulduğum yüzlerce kitapın verdiği zevkle öğrenmenin hazzını geç de olsa yaşıyordum.
Öğrencilerin çoğundan büyüktüm. Hani zaman zaman yaşça oldukça büyük olduğum bu arkadaşlarımın arasında ne yaptığımı sorguladığım olmamış da değildir. Fakat gerek kendi fakültemde gerekse diğer fakültelerde yaşı 35 hatta 40 küsür olan bir çok öğrenciyi tanıyınca "okumanın yaşı yok" şeklindeki ünlü deyişe burun kıvırmaz olmuştum...
İki yıl derslerim bölümümdeki en iyi rakamları içerince okuduğum fakülte dekanlığı okulumuzun anlaşmalı olduğu bir Amerikan üniversitesinde bir dönem yada bir yıl okumamı teklif etti. Sağolsunlar okula para vermemenin dışında kalacak yer ve yemek gibi masraflarımında karşılanacağını söylediler.
Ben de tamam dedim ve 'kadınların tanrılar tarafından sırf erkeklere kötülük yapması için yaratıldığını iddia edilen' eski Yunan Pandora mitolojisini haklı çıkaracak kadar enterasan iki bayan yurtdışı eğitim görevlisinin gerekli işlemleri yapması için onay verdim.
Bu arkadaşların durumumu tam anlatamamasından mıdır nedir -tam emin değilim- amerikadaki okul şöyle bir cevap vermiş. "Bu başarılı öğrenciyi memnuniyetle kabul ederiz ancak kurallarımız gereği 25 yaşından büyük öğrencilerin öğrenci yurtlarından yararlanması yasaktır. Bu nedenle öğrenci gelince kendisine kalacak yer bulmak zorundadır".
Bu kuralın daha başvuru yapılırken ilgili ofis tarafından öğrenilip tarafıma bildirilmesi gerekirken tüm hazırlıklar yapıldıktan osnra söylenmesinin verdiği 'delirme hali' bir yana bu kadar aleni bir şekilde sırf yaşım nedeniyle yurda kabul edilmemem, benim üzeri tozlanmış ama yepyeni kullanılmamış şekilde garajda hazır bekleyen bir harley davidson motoru gibi otuz yaş bunalımımı ortaya çıkarması kaçınılmaz oldu.
Amerika da tekerlekli sandalyemle gidip kendime kalacak yer aramamın zorluğu bir yana, bu yerden okula ulaşım gibi bir çok olası sıkıntı nedeniyle bu eğitim macerasını iptal etmek zorunda kaldım. Ancak beni asıl üzen bu iptali yaşımın gerekçe gösterildiği bir açmaz nedeniyle gerçekleştirmek zorunda kalmak.
Artık bir amok koşucusu gibi etrafı yakıp yıkabilirim. Çünkü aynadaki yüzüm birden bire daha da yaşlanmış görünmeye başladı. Saçlarımında sandığım kadar siyah olmadığını farkettim. Ustaca gizlenmiş üç beş beyaz saçın farkına vardım. Meğer artık yaşlı, yorgun ve bitik bir insanmışım. Üstelik göbeğimde varmış. Özellikle oturup brkin bir halde öne doğru eğilince az da olsa ortaya çıkıp bana umursamaz bir şekilde arzı endam eyleyebiliyor.
İyice sinirlendim. Biraz önce gidip bir duş almak istedim. Birden ne göreyim! Omuzlarımın üzerinde üç tane kıl. Yaşlanınca kıllanırmış ya insanlar. Hemen şiddetle kopardım bu üç hainin kellesini! Yüzümde zafer kazanmış bir komutan edasıyla aynaya dönüp bir zafer sırıtışı fırlatacaktımki birden gözlerimin kenarlarındaki çizgileri farkettim. Nasılda farketmemişim bugüne kadar...Yıkılmış br durumda duştan çıkıp kitaplığımın yanına geldim.
Zekamın kıvraklığına olan aptalca güvenle anlayabileceğimi sanarak okuduğum felsefe kitaplarına burun kıvırıp beni öteki aleme hazırlayacak uhrevi bir eser aradım boşuna. Yoktu!
Çaresiz içimde birden bire beliren internete girip kendim gibi yaşlı ve yorgun insanlarla bir araya gelme isteğine boyun eğiyorum.
Ey yaşlı insanlar, kader arkadaşlarım nerdesiniz?
Biliyorum şimdi yaşı büyük olanların dudaklarında memnuniyetsiz bir kıvrıma, kaşların anlamlı bir çatılışına sebep olacağım.
Ama anlamam, haklı sebeplerim var ve bu bunalıma girecemmm... Girdim.
Geçtiğimiz günlerde zyaret ettiğim asker arkadaşım artık iyice dökülen saçlarını ve pırıl pırıl parlayan kel kafasını gösterip "olum nasıl girmeyeyim otuz yaş bunalımına" demişti. Ben de yanlardan hafif açılsada henüz ahenkle dans etme modundaki saçlarımı ellerimle okşayıp "ya saçmalama, otuz yaş bunalımı da neymişkine" diye umursamaz bir tavır çekmiştim.
Gerçi, otuz yaşına kadar "biz gençler" derken ondan sonra "siz gençler" demeye başlamanın dayanılmaz ağırlığı kendini hissetttirmeye başlamamış değildi. Ama yinede ucu ucuna tutturmayı başardığım bahanelerimle zamanın usulca çizgiler attığı yüzümü henüz beyazlaşmaya yüz tutmamış saçlarımla kandırabiliyordum.
Ama işte buraya kadarmış, artık hiç br güç bu otuz yaş bunalımının sancılarını hissetmemi engelleyemez.
Yirmi altı kış, yirmi altı yaz, bir o kadarda sonbahar ve bahar geçmişti sakatlığa adımımı attığımda. yoğun bakımda kendime bir söz vermiştim. Beni sevenlerin yüzünde bir hüzne yol açacaksa somurtuşlarım, anlamı yoktu boşvermenin ve savaşılacaktı.
Öyleyse yapılmadık şeyler yapılmalıydı. Yani bu sakatlık bir avantaja dönüştürülmeli ve daha önce fırsat bulunmamış işler için açılmış bir fırsat kapısı haline dönüştürülmeliydi.
İşte bunun için vakit kaybetmeden hedefimi belirlemiş ve ilk sınavda üniversiteyi kazanmıştım. Özel bir üniversitede OSS başarı bursuyla okuyacak ve yılar önce yapma fırsatı bulamadığım eksik kalmış bir işi gerçekleştirmiş olacaktım. Kazadan sonra okuma fırsatı bulduğum yüzlerce kitapın verdiği zevkle öğrenmenin hazzını geç de olsa yaşıyordum.
Öğrencilerin çoğundan büyüktüm. Hani zaman zaman yaşça oldukça büyük olduğum bu arkadaşlarımın arasında ne yaptığımı sorguladığım olmamış da değildir. Fakat gerek kendi fakültemde gerekse diğer fakültelerde yaşı 35 hatta 40 küsür olan bir çok öğrenciyi tanıyınca "okumanın yaşı yok" şeklindeki ünlü deyişe burun kıvırmaz olmuştum...
İki yıl derslerim bölümümdeki en iyi rakamları içerince okuduğum fakülte dekanlığı okulumuzun anlaşmalı olduğu bir Amerikan üniversitesinde bir dönem yada bir yıl okumamı teklif etti. Sağolsunlar okula para vermemenin dışında kalacak yer ve yemek gibi masraflarımında karşılanacağını söylediler.
Ben de tamam dedim ve 'kadınların tanrılar tarafından sırf erkeklere kötülük yapması için yaratıldığını iddia edilen' eski Yunan Pandora mitolojisini haklı çıkaracak kadar enterasan iki bayan yurtdışı eğitim görevlisinin gerekli işlemleri yapması için onay verdim.
Bu arkadaşların durumumu tam anlatamamasından mıdır nedir -tam emin değilim- amerikadaki okul şöyle bir cevap vermiş. "Bu başarılı öğrenciyi memnuniyetle kabul ederiz ancak kurallarımız gereği 25 yaşından büyük öğrencilerin öğrenci yurtlarından yararlanması yasaktır. Bu nedenle öğrenci gelince kendisine kalacak yer bulmak zorundadır".
Bu kuralın daha başvuru yapılırken ilgili ofis tarafından öğrenilip tarafıma bildirilmesi gerekirken tüm hazırlıklar yapıldıktan osnra söylenmesinin verdiği 'delirme hali' bir yana bu kadar aleni bir şekilde sırf yaşım nedeniyle yurda kabul edilmemem, benim üzeri tozlanmış ama yepyeni kullanılmamış şekilde garajda hazır bekleyen bir harley davidson motoru gibi otuz yaş bunalımımı ortaya çıkarması kaçınılmaz oldu.
Amerika da tekerlekli sandalyemle gidip kendime kalacak yer aramamın zorluğu bir yana, bu yerden okula ulaşım gibi bir çok olası sıkıntı nedeniyle bu eğitim macerasını iptal etmek zorunda kaldım. Ancak beni asıl üzen bu iptali yaşımın gerekçe gösterildiği bir açmaz nedeniyle gerçekleştirmek zorunda kalmak.
Artık bir amok koşucusu gibi etrafı yakıp yıkabilirim. Çünkü aynadaki yüzüm birden bire daha da yaşlanmış görünmeye başladı. Saçlarımında sandığım kadar siyah olmadığını farkettim. Ustaca gizlenmiş üç beş beyaz saçın farkına vardım. Meğer artık yaşlı, yorgun ve bitik bir insanmışım. Üstelik göbeğimde varmış. Özellikle oturup brkin bir halde öne doğru eğilince az da olsa ortaya çıkıp bana umursamaz bir şekilde arzı endam eyleyebiliyor.
İyice sinirlendim. Biraz önce gidip bir duş almak istedim. Birden ne göreyim! Omuzlarımın üzerinde üç tane kıl. Yaşlanınca kıllanırmış ya insanlar. Hemen şiddetle kopardım bu üç hainin kellesini! Yüzümde zafer kazanmış bir komutan edasıyla aynaya dönüp bir zafer sırıtışı fırlatacaktımki birden gözlerimin kenarlarındaki çizgileri farkettim. Nasılda farketmemişim bugüne kadar...Yıkılmış br durumda duştan çıkıp kitaplığımın yanına geldim.
Zekamın kıvraklığına olan aptalca güvenle anlayabileceğimi sanarak okuduğum felsefe kitaplarına burun kıvırıp beni öteki aleme hazırlayacak uhrevi bir eser aradım boşuna. Yoktu!
Çaresiz içimde birden bire beliren internete girip kendim gibi yaşlı ve yorgun insanlarla bir araya gelme isteğine boyun eğiyorum.
Ey yaşlı insanlar, kader arkadaşlarım nerdesiniz?