Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Tıp İnsanlığa yararlı mı yoksa zararlı mı? [Tartışma]

Sevgili bayke sen Hodri meydan diyince Neptünde seni tanımlayınca kapitalist diye yine duramadı muzurluğum. :D Dedim ki içimde ki muzurluğa benim hayranlarım seni döver mantığını küçük bir referandumunu yapalım. Ve bunun üzerine hani şu Pega’nın açtığı meşhur http://www.engelliler.biz/forum/viewtopic.php?t=30224 X hakkında ne düşünüyorsunuz ey cemaat başlığı var ya orada sordum. Bakalım cemaati Müslim ne diyecek bayke hakkında. :wink:
 
Sevgili dostlar,


Madem adımız bir kere ukalaya çıkmış, hakkını verelim değil mi :)
İkincisi madem bazı doslar Bülent Uzun yazıyorsun diye sitem eder dururlar. Onları haksız çıkartmak yakışmaz; uzun yazalım bizde. Dün gece cevap yazmayıp hazırladığım projeden A almanın verdiği hazla biraz gevezelik yapmak istediğimden biraz da gerçekten yanlış anlaşılmaktan hoşlanmadığımdan olacak meramımı iyice anlatmak istiyorum. anlaşıldıktan sonra reddeilsem de valla boynum kıldan incedir.

Bu yüzden şöyle evden çıkıp biraz uzun sürecek bir yolculuğa davet ediyorum sizi. Ama önce bir kaç küçük serzenişte bulunmam gerekecek sanırım.

Ben bu siteye kurulduğu yıl yani 2003 yılında üye olduğumda o zamanlar buralar henüz dutluktu. Dedim ki ilerde buralar değerlenir şurada bir parsa da ben alayım. :D Öyle işte üyeliğimi yaptım ve gerçekten parsa değerlendi. Bu arsadan çok şey kazandım. ,Çünkü buradan çok şey öğrendim. Çok farklı üslupta insanların hepsine sığlık ve art niyet yoksa saygımızı gösterdik.

Ha hatalarımız olmadı mı? Tabiî ki oldu. Kızmamız gereken yerde kızdığımız, söylenmemesi gerekenleri söylediğimiz olmuştur. Ama hiçbir zaman burada belli bir kompleksi dışa vurmak için konuşmadık. Anlattıklarımızı bu siteyle kıyaslanamayacak ortamlarda dile getirme şansına Allaha şükür ki sahibiz. Burada ukalalık yapmamızın sebebi burada çok ama çok sevdiğimiz dostlarımızın olması. Yoksa burada birilerinden takdir görmek inanın çok da umurumuzda değil.

Tabi bunu söylerken insanız ve saygı görmek istiyorsak göstermek gerektiğini de biliyoruz. Aslında eğitimini aldığım ve zaman zaman profesyonel hayatta uyguladığım tekniklerin hiçbirisini ben bugüne kadar bu sitede ortaya koymadım diyebilirim. Yani iletişim sanatlarına içkin ikna yöntemleri, propaganda sanatının incelikleri, duygusal çağrışımlar yapacak kelimeler kullanmak, hedef kitle bölümlemesi yaparak bunların duyarlılıklarını besleyecek söylemler kodlamak vb.. Bunları yaparak emin olun sitenin en sevilen kişisi olabiliriz. Tabi eğer nihai amacımız kendimizi sevdirmek olsaydı. Peki, neden bu profesyonelliği bir kenara bırakıp içimizden geldiği gibi konuşurken birbirimizi “birilerine bir şeyler göstermek için bu şekilde konuşmakla” suçluyoruz? İşte bunu anlamak zor gerçekten. Aksine benim yazdıklarımın tam aksi şekilde suçlanması gerekirdi sanırım.

Her neyse, bu eleştirileri iki yönden kabul etmiyorum. Birincisi illa da halkın diline inilmeli düşüncesine katılmıyorum. Halk üçyüz kelimeyle hayatını devam ettiriyorsa düşünce üretirken onların seviyesine inmenin bir alemi yok. Halkı eğitmek ve belli standartları yakalatmaktır görevimiz. Ha tabi halka ısrarla inmek, çok derin konuları onların anlayabileceği şekilde anlatmak da gerekebilir. Bunu da siyasetçiler, akademisyenler yapsın. Biz iletişimciler gerek reklâmlarda gerekse uyguladığımız halkla ilişkiler etkinliklerinde hedef kitlemizin anlayacağı mesaj kodlama yöntemlerini biliyoruz ama burada ben hedef kitle bölümlemesi yapmak değil içimden geldiğince konumsak istiyorum. Çünkü burada nihai amacım; daha çok kişilerce anlaşılmaktan ziyade meramımı en etkin şekilde ve gerçeği en iyi sarmalayacak bir tutarlılıkla anlatmaktır. İkincisi ve gerçekten şaşırdığım nokta ise yazılanları ısrarla 4 yıllık üniversite bitiren arkadaşların anlamadıklarını iddia etmeleridir. Şimdi buna güleyim mi sinirleneyim mi şaşırıyorum. Çünkü şu ana kadar kullandığım kelimeleri anlayamamış arkadaşlarımız varsa bana anlamadıkları kelimelerden örnekler vermelerini rica edeceğim. Gerçekten dört yıllık uni mezunu arkadaşlarımızın hangi cümleleri anlamadıkları anlaşılırsa o zaman bu tartışmada bizler gerçekten anlaşılmaz bir dil mi kullanıyoruz yoksa bu eleştiri tamamen asılsız ve boş bir ifadeden mi ibarettir anlaşılır. Ben ısrarla burada kullanılan dilin asla iddia edilen şekilde ağır olmadığını savunuyorum.

Ancak bunu söylerken bir noktayı ifade etmek gerek. Bakınız bazı konular vardır ki ne kadar basit kelimeler ve cümleler kullanırsanız kullanın o konuları anlamak için gerçekten o alanda belli meseleler üzerinde kafa yormuş olmanız gerekir. Benim üstteki yazılarımda dile getirdiğim ve sanırım eleştirilere konu olan kelimelerden birisi olan “diyalektik” konusu böyle bir şeydir. Marks ın, Hegel in düşüncelerine çok ucundan bile girseniz, bunları olabilecek en basit şekilde de anlatsanız anlaşılması gerçekten zordur. Bunu kabul ediyorum. Ama bu zor diye tartışmanın özünü temsil eden ve kısaca “sistem” diye anlatmak için yazıp durduğumuz meseleye nasıl dikkat çekeceğiz? Her ne kadar birileri bunu anlamasa da işin ucunda böyle bir üst konunun olduğunu vurgulamanın kime ne zararı olabilir? Biz burada “diyalektiği paradoksal mantığın derinlemesine çözümlenmesi” tartışmasına taşımadık. Sadece böyle bir şey var dedik. Bunu da alan alır, merak eder, gidip okur. Ha yok almıyorsa da alabileceğini alır ve geçer. Ben de herkes gibi her gün okuduğum onlarca yazıda her şeyi anlamıyorum. Ama bunun için adama küfretmiyorum da. En fazla keşke anlayabileceğim örnekler verseydi de şu önemli konuyu kavrasaydım diye hayıflanıyorum. Ki bizde burada bunu yapmaya çalışıyoruz her fırsatta. Bakın yazılarımızda ısrarla örnekler veriyoruz. Ama bilmeliyiz ki buna rağmen belli şeyler birileri tarafından hiç anlaşılmayacaktır. Üniversite hayatı boyunca ders kitapları dışsında kendine yatırım yapmayan arkadaşların anlamamasına ise hiç şaşırmıyorum. O diplomaları almak yerine örneğin bizim oturanboğa gibi genel kültürlerine asgari yatırımı yapmış olsalardı eleştirilerinin odak noktası “anlamamak” dan “yanlışlamaya” kayabilecekti.

Burada kimi zaman herkes gibi konusalım, espri yapalım dediğimizde anında ve belki de haklı olarak uyarılıyoruz. Hemen kullandığımız kelimeleri üslubumuza yakıştıramayan söylemlerle itham ediliyor basımızı öne eğiyoruz. Garip olan şey ise bizi eleştirenler aslında cümle aralarına serpiştirdikleri kelimelerle çok daha ağır ifadelerde bulunabiliyorlar. Üstelik eleştirilerini bizim gibi örnekler vererek temellendirmedikleri halde.

Şimdi ben sosyalist arkadaşlarımızın düşüncelerini temellendirdikleri kolektivist anlayışı çok iyi bildiklerini varsayarak onlara vakit ayırıp (Ki gerçekten az vaktim olduğu halde) cevap yazıyorum. Sitemizi bir düşünce ve tartımsa platformu haline getirmek istediğimiz için yapıyoruz bunu. Yoksa valla billa kimseyle kişisel bir derdimiz yok. Aha bakın arkadaşımıza kendimden görüp “hırt” dediğim için alınmış diye yeri geldi kendisinden af da diledik. Bu arkadaşımızla “halk dilinden” konuşsak ne olurdu acaba. Malum bizim halkımızın dili öyle pek dikiş tutan cinsten değil… Neyse deyip gececeğiz ama sevgili dostumuz yazısında bizim söylemlerimizi mantıksal boyutuyla çürütmektense yine “romantizme” yakışır çıkarımlarda bulunmuş.

Şimdi onlara cevap vereyim. Ama önce beni halk diliyle halkın anlayacağı konuları konuşmadığım için eleştiren bu arkadaşımızın yazılarını “halkın anlayabileceği şekil” kıstasından geçireceğimizi ifade edeyim.  Şu ana kadar kullanılan terminoloji açısından benden pek de aşağı kalır yanı olmayan bu dostumuzun öte yandan beni suçlaması öğretici tabi. Bundan sonra yazılan her şey hem beni ikna etmeli hem de yurdum insanını. Bakkal Ökkeş emmi de anlamalı yazılanları, üst kattaki Asiye hala da…Benim şu ana kadar yazdıklarımı anlamayan bir halk varsa kendisi benden uzak dursun. Bu durumda valla billa halka uzak düşmüş biri olmayı yadsımam. Ha kendime hiçbir zaman aydın da demediğim için söylemlerimin aydın söylemi olarak değerlendirilmemesini de rica edeceğim. Ben kendi çapında hayatı, insanları, evreni anlamaya çalışan bir yurdum genciyim. Hepsi bu…

Bu sayfayı tıp tartışmasından daha da ileriye bir sistem sorununa taşımamız kaçınılmazdı. Çünkü burası bir “halk kahvesi” değil. Bir kahvehane de olsaydık (Burada bir parantez açıp bazı kahvehanelerin üniversite kampuslarını aratmayacak tartışmalara sahne olabileceği gerçeğini de not edelim) belki tartışmayı “he ya bu şerefsiz doktorlar bizim garıyı az daha gebertiyordu, bunların alayı gavat be birader” şeklinde derin analizlerde bulunabilirdik. Ancak istedik ki meseleyi biraz daha yükselip tüm ayrıntılarıyla görelim. Bazı arkadaşlarımız olaylara çok yükselmeden ayrıntılardan yola çıkarak bakmak isteyebilirler bu da normaldir. Ama bu tartışma içerik itibariyle tamamen bir sistem sorunu olduğundan bu yaklaşım kaçınılmaz diyoruz.

Felsefeye ucundan girenler bilir. Çok eski çağlardan beri bilgiye ulaşmanın iki yolundan bahsedilir. Birisi deduktif yöntemdir yani tümdengelim. Diğeri de endüktif, yani tümevarım. Birincisi tümel bir bilgiden yola çıkıp ayrıntıları açıklamaya, ikincisi de bir ayrıntıdan yola çıkıp tümel bilgiyi anlamaya dayanır. İkinci yöntem aslında bilim adamlarının yöntemidir. Bilim adamları küçük bilgileri teyit ede ede tümel bilgiye ulaşmaya çalışırlar. Ama bu yöntem sosyal bilimlere gelince sorunlara yol açabilmekte. İşte bu yüzden sosyal bilimler çeşitli kuramlar geliştirerek hayatın ayrıntılarını (Bu tartışmada tıp kurumunu diyelim) bu kuramlar üzerinden açıklamaya çalışır. Açınız sosyal bilimler kitaplarını istemediğiniz kadar kuramla karşılaşırsınız. Bunların hepsi doğru olmayabilir ama sosyal bilimlerde gerçeği yakalamanın doğa bilimlerindeki gibi nesnel yöntemleri yok. ( şimdi bu paragrafı tüm basitliğine rağmen anlamayacak arkadaşlarımız var mıdır? Eminim ki vardır. Ama biz o arkadaşlarımızı sitemizin forumlarında bolca bulunan geyik başlıklarında da misafir edebiliriz. Kendileri orda sıkılmayacak, bunalmayacak, dahası 4 yıllık üniversite bitirmelerine rağmen nasıl olup ta her şeyi anlamadıkları için üzülmeyeceklerdir…)

İşte bu yüzdendir ki dostlar tamamen sosyal bir olaydan bahsettiğimiz için konu ister istemez o sosyal olayın dayandığı ana meseleye gelmek zorunda. Tartışmayı tek tek hangi doktor hangi hastaya nasıl davranmış, ne yapmış boyutunda bırakacaksak zaten burası bir tartışma platformu olmazdı değil mi? Bu yüzden kaçınılmaz olarak konu sistem tartışmasına gelmeli. Buraya gelince de bazılarımızı rahatsız eden ve anlamadıkları terminolojileri kullanmamıza yol açan şeyin konuya içkin mecburiyet olduğunu da belirtelim. Çünkü insanlık tarihinde iki temel büyük sosyal sistem belirmiştir. Bunlar kolektivist ve kapitalist sistemlerdir. Bu sistemlere varabilmek için çeşitli rejimler üretilmiştir. Sosyalizm, liberal rejimler ya da her ikisinin karması olan karma sistemler böyle çıkmıştır ortaya.

Şimdi mesele böyle ortaya konulunca bu sistemleri anlamak için ister istemez felsefeye girmek zorundasınızdır. Çünkü felsefe düşünme sanatıdır. Ya da düşünmek işidir. Şu ana kadar fazla düşünmeden var olanları aktararak yola devam edebilirdiniz ama şu andan itibaren düşünmek, yorumlamak, anlamak zorundasınızdır. Kolay sanabilirsiniz ama hiç kolay degildir. Bildiginizi sandıgınız şeyler sürekli degişebilir, eksik kalabilir vb.

Sistemleri anlayabilmek için sosyal bilimciler çaresiz bu sistemleri ortaya çıkartan insanlara dönmek zorunda kalmışlardır. Ve bireye dönülünce iki gerçekle karşılaşılır. Birincisi bireyin davranışlarının kökenindeki psişik temel, diğeriyse bireyin hangi sosyal ve maddi koşullarda yaşadıgı gerçeğidir. Bu iki etmen davranışın kökenini belirler. Bunlara işin tarihi boyutunu da ekleyebiliriz tabi. Ama o zaman iş çok karmaşık bir hal alacağı için bizler sadece insan davranışını bireyden kaynaklanan ve bireyin içinde bulunduğu sosyal ve maddi koşulların etkisiyle ele alalım.

İşte Karl Marks insanı sadece bireyi içinde bulunduğu koşullar balgamında ele aldığı için romantiktir. Çünkü o bireyi sadece o bireyin içinde yetiştiği bilince indirgemiştir. Ona göre kişi içinde yetiştiği toplumsal bilinçten bağımsız düşünemez. Kapitalizm ise tam tersini yapmış, bireyi içinde bulunduğu sosyal bilinçten bağımsız olarak ele almıştır. Ona göre de toplumsal bilinç bir hiçtir önemli olan bireyin kişisel duygu ve düşünceleridir. Sistem tamamen bu bireyin üzerine kurulacaktır. Birey ihtiyaçları sonsuz olan bir türdür. O hissetmekte, tüketmekte özgürdür. Yeter ki diğer bireyin sınırlarını ihlal etmesin. İşte bu bir baskasının sınırlarıyla sınırlandırılmış bireylerin kendi bireyselliklerini sonsuz bir şekilde yasayabilecekleri iddiası kapitalizmin özüdür ancak bu sistemin nihai noktada yine belli kişilere hizmet ettiği görülmektedir. Bu sistemde birey özgür ama bazı bireyler daha özgürdür. İşte bu yüzden tıpkı bireyi kolektif bilinç içinde yok eden kolektivist sistem gibi kapitalist sistem de tüm etkinliğine ve başarısına rağmen ihtiyaçlara ve “olması gerekene” hizmet edememektedir.

Kolektivist sistemin kapitalist sistem karsısındaki en büyük romantizmi ise şudur; Kolektivist sistem bireyin özgürleştirilmesi sonucunda “iyi” olacağını varsaymaktadır. Oysa insanın gerçekten iyi olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Tarihe baktığımızda barış zamanlarının savaş zamanlarıyla kıyaslandığında neredeyse yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Kaldı ki barış diye nitelendirdiğimiz dönemler bile aslında ekonomik savaşların, yok olmaların, köleliklerin barış adı altında çok daha vahşi şekilde sürüp gittiği tecrübelerdir. Şimdi denilebilir ki “bu durum kapitalizmin bir sonucudur”. Bu tez romantik sosyalist arkadaşlarımızdan da önce sanırım ilk kez Fransız düşünür Rousseau tarafından dile getirilmişti. Ona göre insanlar medenileştikçe mutsuz oluyorlardı. Çünkü medenileşme bir insanın diğerine tahakkümünü getiriyordu. Oysa insan ilkel çağlara dönse daha mutlu olurdu. Bu tez çok daha ilerlemiş şekliyle anarşizmin de özünü oluşturur. Ancak tarihi incelediğimizde tarihte yöneten ve yönetilen ilişkisinin olmadığı bir toplum yok. Her ne kadar bazı ilkel kabilelerde kolektif mülkiyet esas alınmışsa da orada içlerinden birinin diğerlerine haksızlık yapmasını önleyecek bir otorite her daim olmuştur. Yani bizim oturan ın çok sevdiği adamı Foucault un deyimiyle hayatın özü iktidar ilişkileridir ve bu toplumsal yapının özüdür.

Diyeceksiniz ki iyi ama sosyalist denemeler oldu. Paris komünü, SSCB ve diğer denemeler. Sormak lazım dostlar denendi de ne oldu. Batıdaki mülkiyetin adaletsiz dağılımı sorunu oralarda “gücün adaletsiz dağılımı” sorununa döndü. Belli bir bürokratik elit oluştu ve romantik hayallerin yerini tez zamanda Stalinist bir vahşet alıverdi. (Buna rağmen ben gerçek anlamda Marksizmin henüz dünya yüzünde denenmediğini de bilmiyor değilim) Evet başarılamadı çünkü maalesef insan dediğimiz canlı Marks babanın sandığı gibi eylemiyor.

Bunun sebebi de çok basit aslında. Biraz sonra değineceğim varoluşçuluk akımına uygun şekilde “bireye uygun fırsat verilirse en güzel şekilde düşünür ve eyler” önermesi maalesef tüm insanların eşit bilinç düzeyinde düşünebilmesi esas alınırsa mantıklı olabilir. Oysa maalesef “ eşit” kabul ettiğimiz insanlar en azından bilimsel olarak zekâda eşit değildirler. İnsanların sadece % 10 luk bir kesimi kolektivist sistemlerin kendilerine vaat ettiği hayata gidecek yolda gereken fedakârlığı ve sorumluluğu ortaya koyabilmektedir. Geride kalan büyük çoğunluk, siz ister iyi olmadıgından isterse yeterince zeki olmadığından deyin, bu büyük ütopyanın peşinden gitmektense kendi gündelik çıkarlarının peşinden gitmektedir. İşte bu yüzden dostlar dünya yüzünde yapılan ve yoksulları savunduğu iddia edilen tüm devrimleri burjuvalar yapmıştır. Fransız devrimi bir köylü değil burjuva devrimiydi. Rus devrimini Fransızların etkisiyle rus toprak ağaları ve soyluların desteğini alan elit kesim yapmıştı. Bakın Türk devrimi bile jakoben yani tepeden inme bir devrimdir. Halk dediğimiz çoğunluk ne mi yapar? Bu sorunun cevabı dikkatli gözler için bugün Pakistan’da verilmektedir aslında. Pakistan da şu anda inanılmaz öğretici şeyler yaşanıyor. Çoğunluğu oluşturan halk dinci bir rejim istemekte ve bu dinci rejimle Yahudileri, Hıristiyanları ve hatta kendi gibi düşünmeyen Müslümanları hizaya getirme hayalleri kurmaktadır. Ama şükür ki orda Pervez müşerref gibi bir “darbeci general” var da demokrasi dediğimiz şeyin aslında ne kadar abuk sabuk bir olay olabileceğini ispatlama pahasına darbe yapıp bu azgın çoğunluğun iktidara gelmesini önleyebiliyor. Demek ki halk halk diye gözyaşları döken sosyalist kardeşlerimizin sandığı gibi olmuyor olaylar. Halkın büyük çoğunluğu gündelik korkularıyla hareklet etmektedir. Bu korkular dini temli olabilir. Ölümün soğuğu karşısında dinden ve yalanlardan örülen giysiler kimin elindeyse geniş halk kitleleri o kişilerin peşinden gider dostlar. Sosyalistlerin değil. İşte bu yüzden benim sevgili kardeşim oturan boğa sürekli halk halk demesine karşın halk onun desteklediği partiye her seferinde yüzde 00. bilmem kaç oydan fazlasını vermemektedir. Buna karşın Allah Kitap Peygamber diyenler bu ülkede iktidara oturmuş ve bırakacak gibi de görünmemektedir. H eğer sosyalizmi tüm felsefi bağlamından koparıp dinci bir söylemle anlatırsanız halk sizi de destekler tabi. İşte sevgili dostlar alın size bir halka inme yolu. Bana burada bu kadar atıp tutan arkadaşlarımız halka inme adına eminim sosyalizmi İslam dinine de uyarlayabilecek, hatta “Hz Muhammet’inde aslında bir komünist olduğunu” ileri sürebilecektir. Gülmeyin bunlar bu ülkede yapılmadı değil. Madem halka iniyorsunuz sevgili dostlar siz bu seçeneği de düşünmelisiniz.

Varoluşçuluk, bireyin kendi hayatının iplerini kendi eline almasını ve kendi varolusunu kendi isteğiyle anlamlandırmasını esas alan bir düşünce akımıdır. Kirgegard gibi dincisi de vardır bu akımın Satre gibi sosyalisti de. Ama ben size bu akımın önemli isimlerinden Albert Camus un Nazilere verdiği inanılmaz cevabı anımsatmak istiyorum. Çok kısa ifade etmek gerekirse Camus, doğa bilimleriyle dinin anlamsızlığı ortaya çıkınca insanlığın bir anlamsızlık denizine düştüğünü, bu anlamsızlık içinde Naziler gibi artık güçlünün her istediğini yapma hakkı olduğunu savunan düşüncelerin belirdiğini söyleyip ekliyordu. Evet diyordu bir gerçeği anladık ki, insan bu evrende yapayalnız ve tanrı da yok. Ama bu ortak gerçeğimizden siz hayvani bir sonuç çıkarttınız. Biz ise kendi varolusumuzu kendimiz gerçekleştirmek ve dünya barısını tesis etmemiz gerektigini anladık, diyordu. Yani ona göre ortak bir tespitten Naziler farklı Camus ise farklı bir sonuç çıkartmıştı. Naziler madem tanrı yok her şey mubah, derken (Bu sözü Dostoyevski bile söyleyebilmiştir) varoluşçular ise madem tanrı yok o zaman gelin kendi varolusumuzu kendi ellerimizle inşa edelim ve barış dolu bir dünya yaratalım, demiştir. Onun bu dedikleri varolusculugun özüdür ve Satre da bu oluşumun sosyalizmle gerçekleşebileceğini ileri sürüyordu öte yandan.

Angel senin sözlerini bu varoluşçu söylemle ele almamın sebebi. Yine varolusculugun öncülerinden Niçe nin “üst insan” söylemine yaptığın vurgu nedeniyle. Niçe nin o söyledikleri aslında Nazilerin çıkış noktası olmuştu. Niçe üst insanı yaratın deyince o üst insan için insan haraları bile kurdu Naziler. Ama Nazilerden öte Niçe nin kendisi bile bir yandan aynı kitabında insanlara zavallılar derken birkaç sayfa ötede insanlara kardeşlerim diyebilmektedir. Onun yazdıklarını kendi samimiyetinden taşarak değerlendirsek bile kendini üst insan olarak konumlandırıp gereğini yapacak insanların sosyalizme yönelebileceği iddiası son derece dayanaksızdır. Gördüğün gibi Nazizme de yönelebiliyor.

İşte romantizm diye ısrarla vurguladığım tavrınızın sebebi mahiyeti budur. Bilmem yine içinde Niçe, Üst insan, varoluşçuluk, Satre, Camus, sosyalizm, kolektivizm, demokrasi, liberalizm, Nazizm, Jakobenlik gibi kelimelerin geçtiği bu metni halkımız anlar mı? Dedim ya bilemiyorum. Hadi halkımız anlamadı 4 yıllık üniversiteli arkadaşlarımız da dudaklarına bir memnuniyetsizlik kıvrımı yerleştirip surat buruşturmanın hazzına sığınır mı? Cevabı ben vereyim, olabilir. Çünkü yukarda dediğim gibi toplumun yüzde doksanının bu konularla gerçekten alakası yoktur. Ve sosyalizmin hep tökezlemesinin ve vahşi kapitalizmin hep kazanacak olmasının sebebi de budur.


Sıkılmayıp buraya kadar okuyan herkese teşekkürler.

Sevgiyle.
 
Bu tartışmada beni bir parça rahatsız eden bir konu var ve bunu yazmadan geçemeyeceğim.

Aslına bakarsanız pegasus son derece güzel bir şekilde ifade etmiş ama bende 25 yıllık bir eğitimci gözüyle beni rahatsız eden konuyu gündeme getireceğim.

Şu halk dili ve halkın seviyesine inme düşüncesi.

Mantık olarak bunu halkın anladığı biçimde benimsemiş olsaydım inanın bu 25 yıl benim açımdan son derece anlamsız bir şekilde geçerdi.

Biraz hayal edin tüm yaşamı büyük şehirlerde , hatta bunun yedi yıl yurt dışında geçmiş, müzik eğitimi almış bir genç kız herşeyi bir kenara bırakarak asla hayal bile edemeyeceği bir yere öğretmen olarak gidiyor.

Van a....

Yaşantısı boyunca soba yakmak nedir bilmeyen bu genç kız dama çıkıp kar küremek için sabahın ayazında van lı kadınlarla damını süpürüyor. Yaşantılarında Mozartları, Beethovenları hiç duymamış kadınlarla birlikte türküler söylüyor.Kısa bir süre de değil, tam yedi yıl....

Beni ben yapan özellikleri asla ama asla bir kenara bırakmadan, diğer insanların da yaşantısına bir şeyler katabilmek için halkın dilini kullanmayı, halkla birlikte olmayı, yok saymadan, halkı yukarıya çekmek gibi bir düşünceye sahip olmasaydım bu 25 yıl boşa gitmiş demek olurdu benim için.

Eğer anlatmaya çalışacaklarımı sadece ve sadece onların anlayışlarına yada algılarına göre yapmış olsaydım , beni görevini yerine getirmeyen biri olarak mahkum etmenize hiç ses çıkartmayabilirdim.Gönüllü olarak mahkum ederdim kendimi emin olun.

Bilgim; senin alayabildiğin kadardır der Mevlana.... Son derece güzel ve müthiş bir söz. Öyleyse ben aslında halkı yukarıya çıkartabilmek için onun bilgisini ve ufkunu açabilmek gibi bir görevi kendime veriyorsam halkın sınırında dolanarak yapamam bu işi.

Zaten amacım halkı bir parça yukarıya çekebilmektir. Ve bunu yaparken kullanacağım yöntem ve teknikler aslında kendi adıma değildir. Bunu gözden kaçırıyorsunuz. Ve bu da bir solukta alınabilecek bir yol değildir. Uzun solukludur.

Bu uzun soluklu yolda, kendi adıma kendime düşen görevleri yerine getirmiş bir insan olarak yeri ve zamanı geldiğinde bu halkı sorgularım.

Eleştirilmesi gerekiyorsa, eleştiririm. Kızmam gerekiyorsa kızarım da, kimse bu hakkı elimden alamaz. Çünkü ben birey olarak topluma olan sorumluğumu ve görevlerimi yerine getirdim. Hala da getirmeye çalışıyorum.

Pekii ya siz diye sorarım halka... Siz getiriyormusunuz? Getirmediğini gördüğüm yerde de siz kimsiniz diye hesap sorarım. Bunu halkı küçümsemek yada yok saymak gibi gören gözlere, böyle algılayan beyinlere ise verilecek cevabım yoktur.

Mevlananın bu güzel sözününü bir kez daha ele almak istiyorum.

Bilgim; senin anlayabildiğin kadardır.

Öyleyse bilgimin değerli olmasını sağlayacak bir şeyler yapmak ta zorundasın.Anlamaya çalışacaksın, anlamıyorsan araştıracaksın, yine anlamadıysan soracaksın, irdeleyeceksin ve sende birey olacaksın herşeyden önce.

İnsanların birey olmasının önününe geçilmişken, birey olmadan bireyci olmaları sağlanmışken, o halkı ciddiye almak nereye kadar doğrudur?

Sistem, sistem evet sistem. Hep söylediğimiz şey bu. Hiç mi bizim suçumuz yok pekii diyorum ben. O halk, peganın dediği gibi 300 kelimeyle konuşmayı sürdürüyorsa ister istemez mevlananın sözündeki bilgimi yerin dibine batırmıyor mu zaten? Hangi hakla yapabilir bunu pekii?

Pekii ben manyakmıydım gecemi gündüzüme katıp 24 saat yetmez 25. saate ihtiyacım var diye inleyip bilgilenmek ve bu bilgimi paylaşmak isterken ? Çünkü bilgi paylaşıldığı sürece anlam ifade eder. Pekii benim haklarım yok mu bu anlamda? :D
 
Bülentçim, hepsine katılıyorum da 3. maddeyi accuk daha tartışalım diyorum.. ;)

OturanBoğa' Alıntı:

3- Eğer bugün hala x süre önce durduğum yerdeysem, bilirim ki mutlaka bir yerlerde yanlış yapıyorumdur. Her an her şeyin değiştiği bir yaşamda, X kişinin X süre önce söylediğ/olduğu yerde kalmak, yaşamamak, hiç varolmamak demektir benim için.

12 Eylülün ertesi günü, İlhan Selçuk köşesinde; "İşçinin emeklediği yerde koşan aydının bacaklarını keserler" mealinde bişeyler yazmıştı. "Netekim", öyle bir kestiler ki, sancısı 27 yıldır hâlâ azalmadı. Artıyor bile.. :( Türkiye aydınının görünümü sitenin konseptine tam uydu yani. :D

"Aydın"ın adı üzerinde yahu karanlığa ışık tutmak, karanlıkta olanın yolunu aydınlatmak durumundadır/zorundadır! Bunu yapamayana, çeşitli bahanelerle kaytarmaya uğraşanlara, karanlıkta olanı "niye karanlıktasın" diye küçümseyen, suçlayan, küsenlere ben "aydın" demem ki.. Onun böyle bir lüksü yoktur çünkü! Karanlıkta olanı, karanlıktan kurtarmak için kendi üzerlerine düşeni yapmışlar mıdır? Önce kendilerini bi sorgulasınlar bakiim. ;) Buna hiç ama hiç kimse olumlu cevap veremez!! Çünkü "Aydının kendi üzerine düşen bu kadardır. Bundan fazlasını yapmasına gerek yoktur" diye bir şey duymadım, okumadım, kabul etmiyorum ben..

(Sanemcim, bu konuda üzülerek katılmıyorum sana. :( Çünkü sen de bir bireysin ve ancak bireyi yargılayabilirsin. Toplumu yargıladığın zaman senin de sevmediğin "genelleştirme"ye gitmiş olursun.)



Bir de öyle bir şey var ki: Yukarıda sözünü ettiğim değirmen/beyin hikayesi.. Bir kez çalışmaya başladığında durduramıyorsun, hep yeni yeni bilgiler öğrenmek ve öğretmek durumundasın.. O yüzden hiçbir zaman olduğun yerde kalmamaya mahkûmsun! O yüzden ben ara sıra "okuma-yazmayı unutturacak bir kurs arıyorum" diye geyik yaparım. :p "Yaşasın ot gibi yaşayıp, odun gibi ölmek!!!" :twisted:



angel'm' Alıntı:
Aydın kavramının yarısı, bütünü olmaz. Bir kişi ya aydındır. Ya da değildir.

Her şey gibi "aydın"ın da tamı, yarımı, hatta çeyreği olabilir. Niye olmasın? :?: Hatta hatta "az gelişmiş ülkenin az gelişmiş aydını" da olur.. Dahası, burjuva aydını vardır, proletarya aydını vardır, aydınımsılar vardır, alacakaranlıktakiler vardır.. Çünkü, aydının, çevresine verdiği ışığın büyüklüğü hem nicel, hem nitel bir büyüklüktür! Diyelim ki, Marks'la Baben'i, angel'm'i, Pagasus'u, Hegel'i, Adam Smith'i, Hıncal Uluç'u birbirleriyle karşılaştırırken ne kullanacağız? "Hepsi de aydındır, hepsi de aynı ölçüde karanlığı aydınlatmışlardır" mı diyeceğiz?



Sevgili Kuyucak, çığlığında haklısın haklı olmasına da, maalesef kağıt üzerinde.. Ve eksik kalıyor biraz.. Ve ifade ediş biçimin yanlış, bana göre.. ;)

Kirlenmemiş sektör kaldı mı ki? :( Düşmedik kale kaldı mı ki? :( Hem de çeyrek yüz yıldır parça parça düşüyor kaleler. :(

Al "eğitim" sektörü.. Andante anlatsın.. Sadece bi giriş yapayım: Bugün AB öyle istiyor diye kalitesiz eğitimle, sınıfta kalmadan, zorlanmadan, okuma-yazmayı bile zor sökerek liseyi bitiren elemanlar, 20-25 yıl sonra ülkeyi yönetecek!!!





Marks Baba, özetinin özetini, ünlü Manifestosunda iki cümleyle vermiştir bence: "Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!" Köylünün kaybedeceği iki dönüm de olsa toprağı vardır.. O yüzden olmazlanır! Esnafın mesleği, dükkânı vardır. O yüzden muhaliftir! Öğrencinin okulunu bitirdikten sonra alacağı diploması, hayal ettiği dünyası vardır. O yüzden çoğunlukla (okul bitene kadar)-biraz da aklı daha duruysa- "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri" olmayanların yanında yer alır. Vb. vb.

Ama ülke/ler nüfusu içerisinde bu, "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri" olanlar olmayanlardan sayısal olarak çok daha fazladır. Ve egemen sınıf/lar, ellerindeki diğer enstrümanlarla birlikte bu olguyu da zorlanmadan kullanabilmektedir istediği gibi.. Bu nedenle "Marks yanıldı!" diye işin içinden çıkmak hem temelsiz bir düşünce olur, hem de çok şey ifade etmez bana, Pegacım ;)
 
benim bilgilerim epey küflü ve tazelemeyi, şöyle bi havalandırmayı da düşünmüyorum. ukalalık olsun diye değil, gerçekden sağlam yorumcu olduklarına inandığım arkadaşlardan aydına değişik bakışın yorumunu bekliyorum.
mao ve polpot'da marks'ı okuyup yorumlamıştı.
ve çin'de bi kültür devrimi yapıldı. her pohluğun her karmaşanın altında aydınların olduğu söylenerek milyonlarca aydın -öğretmenler dahil- katledildi, sürüldü kamplara atıldı. hatta işi öyle abarttılar ki gözlük takan herkes tutuklandı.
12 aylül öncesi marksist, leninist örgütlerin nerdeyse yarısı aydınların öncülüğünü reddeder. onların güvenilmez oportinistler olduğunu söyleyerek devrimin aydınların değil işçi ve köylülerin öncülüğünde olacağını söylerlerdi. aydınları muhatap bile almazlardı. işin garibi bu örgütlerin çoğuda üniversiteliler tarafından kurulmuştu.

--------------
bu da oya hanıma :)

ön şartlanmalı yorumlara gerek yok ki?
haftanın konuğu bölümüne bakmak yeter.
9 ayda rekor görüntüleme rekor cevap
daaa nossun..?
daaa nossun..?
benim açtığım başlıkların altındaki güzel yorumları arşivlemeye
megabaytlar yetmez :)
bence ring orası olsun ;)
hay ulu manitu sen büyüksün yaaa affet bu kulunu galba poposu tempralaştı :)
 
Kuyucak demiş ki;

"İnsan tam olarak kendini çözüp değiştiremiyor daha…Yani bilincine vardığı nesnelliğini, oluşturamıyor…
Bilmek ayrı bir şey, değiştirebilmek, dönüştürebilmek ayrı bir şey…Bu bir süreç…Okuyarak, görerek,
deneyerek, nesnel gerçeğin oluşturduğu bilinci yaşamak ayrı bir şey…"


Yani teori ile pratik arasında her zaman bir açıklık vardır. İnsan ne kadar okusa da, bilse de bildiklerini yaşama geçirmesi zordur. Aslında bunlar bireysel sorunlarımız değil. Hepimiz yaşıyoruz bunları. Hangimizin kendi kendine çelişkileri yok ki! Hangimiz yeri geldiğinde kendimizle yüzleşmeyi becerebiliyoruz. Hangimiz gerçek anlamda kendimizi tanıyoruz. Bildiğimizi bilirken belki de bilmediklerimizi göz ardı ediyoruz. Neyi, nereye kadar bilebiliyoruz. Öyleyse insanda çelik gibi bir irade olması gerekiyor.

Ne güzel yazmışsınız.

Bilmek ayrı bir şey ... Bildiğin insan olmak ayrı bir şey…

İşte bu noktada önce insan kendine dönüp aynaya bakmalı… Önce ben kimim diye başlamalı işe. Zayıflıklarını, korkularını, beklentilerini kısacası artı ya da eksi yönlerini tartarak kendini çözümlemeli. Sonra da doğru yerde, doğru zamanda, doğru eylemde bulunmalı. İnsan değişebilen bir varlıktır. Eğer isterse kendini istediği yönde değiştirebilir diye düşünüyorum. Evet, bu sistemin değer yargıları kişiliğimizi çepeçevre kuşatıyor. Ama inanın, bu sistemin değer yargılarına meydan okuyabilen, kendi değerlerini savunarak başları dimdik duran, ilkeleri doğrultusunda yaşayan insanlar tanıyorum. Ben onları tanıdıkça mutlu oluyorum. Her zaman kendime o insanları model alıyorum. İnsanlık, her zaman dümdüz giden bir çizgi değildir. Kimileyin sapaklara da girebilir. Ama insanlık bu zincirlerden kendini kurtaracaktır diyorum.

Ben halka inmeli derken bu forumlara yazan bireyleri kastetmedim aslında. Belki Bayke’nin yazdıkları doğrultusunda ona hak verdiğimi yazdım. Ama bu konuyu kendi kafamda çok daha geniş boyutlarda düşündüm. Çünkü biz de zaman zaman arkadaş kümeleri içinde birbirimizle böyle konuları tartışıyor, çözüm yolları araştırıyoruz. Bana göre bu konu çok daha evrensel bir konu. Yine bulunduğum arkadaş kümeleri içinde aydın kavramını çok tartıştık. Neden kültür, sanat dergileri çok satmıyor? Neden, entelektüel bir yazar okunmuyor da, magazin sütunlarında yazı yazanların yazıları daha çok okunuyor? Acaba halka giden nabzı mı bulamıyorlar? Halka giden yolu nasıl keşfedecekler? Bunun gibi daha bir sürü şey… İşte bu aşamada her birimiz ayrı ayrı düşüncelerimizi söyledik. Tam da bu konuşmaların ardından Bayke’nin yazdıklarıyla karşılaştım. Ona hak verdim.

Ben edebiyata meraklı birisi olarak diyorum ki, Türkçemizi en doğru biçimde kullanmalıyız. Dilimizi arılaştırmalıyız. Dilimize sahip çıkmalıyız. Yabancı sözcükleri dilimizden ayıklamalıyız. Kısa cümleler, uzun cümlelere göre daha anlaşılması kolaydır. İnsanın beynine şak diye oturur. Söylediklerim bu anlamdaydı. İkincisi, insanın felsefeyi anlaması için soyutlama bilincinin olması gerekir. Siz soyutlama bilinci olmayan birine kolay kolay felsefeyi anlatamazsınız. Öyleyse, felsefeyi anlatırken kimileyin somutlayarak anlatmak en iyi çözüm gibi geliyor bana. Benim burada herkes felsefe öğrensin gibi bir iddiam yok zaten. Ama felsefeye ilgisi olan, az çok mürekkep yalamış olan insanlarla böyle bir diyalog kurularak birbirimize katkı yapabiliriz.

Pegasus demiş ki;

İşte Karl Marks insanı sadece bireyi içinde bulunduğu koşullar bağlamında ele aldığı için romantiktir”

Bir insan insanı yalnızca içinde bulunduğu koşullar bağlamında ele aldığı için duygu ve coşkunun aşırı etkisindedir. Buradaki neden-sonuç ilişkisini inanın çözemedim. Örneğin, bir insanda “ağaç” fikri kendi kendine mi oluşur? Marks bunu göremediği için aşırı şekilde kendi duygulanımlarının etkisi altında mıdır? Siz bir çocuğu tek başına ormanda bıraktığınızda o çocuk ne konuşmayı öğrenir, ne de diğer insanlık durumlarını bilir. O yalnızca hayvansal durumları yaşar. Öyleyse insanın duygu ve düşünceleri içinde yaşadığı toplumun değerleriyle direkt ilişkilidir. Kapitalizm, bireyi ön plana çıkarmıştır. Çünkü, sistemin yürümesi için bu gereklidir. Yoksa psikoloji kitaplarında insanın kişiliğinin nasıl oluştuğu ayrıntılarıyla öğretilir.

Hangi özgürlükten söz ediyorsunuz? Fanustaki özgürlükten mi? Paranız yoksa siz bir hiçsiniz. İstediği kadar vitrinlerin yanıp sönen ışıkları sizi alıp başka dünyalara götürsün. Dükkanlar yiyecek, giyecek maddeleriyle dolup taşsın. Siz onlara bakarken istediğiniz kadar ağzınızın suyu aksın. Ne hükmü var bunların. Paranız yoksa siz bir hiçsiniz. Özgürlükmüş. T.B.M.M.’de halkı kim temsil ediyor? Para babaları… Niye o mecliste bir çiftçi yok? Niye küçük esnaf yok? Demokrasinin nimetleri olsa gerek bunlar… Özgürlükmüş. Kime özgürlük? Lüküs hayat içinde yüzenlere… Özgürlük deyince cinler tepeme geliyor!

İnsanı kötü yapan nedir? Önce bunu bir temellendirelim. Bilgisizlik, kötü eğitim, kötü yönetim insanı kötü yapar. Bir yanda yoksulluk, öte yanda zenginlik. Herkes bunun yüzünden birbirinin kuyusunu kazar. Herkes birbirine baka baka, birbirine özene özene çoğunluğu da kendilerine benzetirler. Kazanç hırsı arttıkça artar. Paraya değer verildikçe insan nesneleşir. Mevki, makam peşinden koşarlar. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Demek ki, bir insanın iyi ya da kötü olması doğuştan değildir. O yine içinde yaşadığı koşullar ile ilgilidir.

Russo’ya söz yok :D :D Çok severim kendisini…

Her devrimde birileri ölür, birileri gelir. Çünkü öyle olmazsa karşı devrim olmaz zaten.

Paris Komünü’nde yapılan çok hatalar var. Şimdi onun ayrıntılarına girmeyeceğim. Diğer yazdıklarınıza da belki yarın zamanım olursa yanıt vereceğim. Ya da daha sonra…
 
Sevgili bayke ben zaten birşey demedim buna. Sadece böyle bir reytingin gerçek nedenlerine bakalım dedim o yüzden de minik bir test yapalım diye X başlığına taşıdım. :wink: Ey cemaati Müslim ne düşünürsünüzle yola çıktım. Hani kaleminiz mi yoksa ....lardan mı diye. :D Öyle kötü bir niyetim yok yani. :wink: Neptün kapitalist diyince öyle aklıma geldi. :wink: Muzurluk başa bela ne yapayım. Bu arada fazla tempralaşmasın ne olur ne olmaz. :D :D Ben en iyisi çıkayım aranızdan başlığınıza limon sıkmaya gelmez zaten ufak tefekim aranızda ezilmeyeyim. :wink: X başlığında istatistiksel değerlendirmelere devam edeyim. Bir ara gelir raporumu sunarım sizlere. :D :D
 
Bayke üstadım buyurmuş, bize uymak düşer…

Aydın kimdir? Bu sorunun üzerinde o kadar tartışıldı ve yazıldı ki, o da anlamını yitirdi bir çok kafada...
Bence bu soruya Türk Aydını nedir diye sormalıyız...Aydın kavramına kısaca toplum düşünce yapısını
ve pratiğini olumlu anlamda aşmış ve toplumu da o yeni düşünce ve yaşam pratiğine davet eden kişi/ler
olarak görürsek;

Öncelikle aydın yerelmidir, evrenselmidir? Evrensel olmalı diyenler, yerel olmayı bir türlü içine
sindiremediği için hep kibirli görünmüşlerdir...Evrensel değerlere bir şekilde ulaşanlar, ondan etkilenenler
Batının yüzlerce yıl önce aştığı sorunları, yeniden, yeniden tartışmaktan sıkılmaktadırlar...Onlar günü
yaşamak, topluma batıyı örnek göstermekle görevlerini yaptığını düşünmektedirler. Haklı/haksız tartışması
bir yana, feodal kafalara, batının post modern toplumundan, düşüncelerinden örnek vermek o aydınlarımızı
halktan koparmaktadır. Batıya göre kodlanmış, yani kendi yaşam pratiğinden değil, ''öğrenilmiş'' bilgilerle
Ülkemiz yaşam pratiğini ve düşünce yapısını eleştirmek çok kolaydır...Aksine o kadar da nefret
çekebilmektedir. Evrensel yaşam pratiğinden ve düşün yapısından etkilenen arkadaşlara da şu yönden
hak veririm hep; Amerikayı yeniden yeniden keşfetmek, keşfettiğini sanmak ta, kendini kandırmak değilmidir?

Neyse, Batı değerlerinden etkilenip, evrensel değerleri yakalayan, orada olsa sıradan insan olacak nice
''aydınımız'' sayesinde, herkes kendini aydın olarak görebilmektedir ülkemizde...

Bence biraz da yerel olmalıdır aydınımız...Yerelden etkilenmelidir, yerel olanla bağ kurmalı, yerel olanı
etkilemeye, değiştirmeye çalışmalıdır...Batının post modren yaşam tarzı/düşüncesini yurdum insanına
dayatmak, pek akıllıca olmadı bu güne kadar...Yurdum insanı, var olan yaşantısına ve düşünce yapısına
daha bir sıkı sarıldı, yeni sunulanlardan korktuğu için...

Aydın ile yurdum insanı arasında hep iletişim sorunu olduğu bir gerçektir...Aydınlarımız en basit tartışmaları
bile emprori (doğruluğu önceden kabul görmüş) terimlerle anlatır, örnekleri kendinden yıldızlar kadar uzak
insanların yaşamından kanıtlarla süslerlerse olacağı budur...Ben aydın deyince, elinde çanta taşıyan
ne sorarsan sor, o çantasını karıştırıp, sana bir şeyler anlatan, yani ansiklopedik bilgili bir adam düşünürüm...

Olması gereken aydın tanımım da ise ; Halka inmek/çıkmak gibi saçmalıklar olmaz...Bilgiyi içselleştiren,
karşısında duran bireyi/kitleyi anında çözen, esas temel sorunun onu etkilemek, değiştirmek, ona ulaşmak
olduğunu anlayan ve ona göre dil seçen kişidir. Bilgi içselleşirse, kişinin kendi egosundan kurtulur... Egodan kurtulan her bilginin anlatılabileceğine
inanırım...Buna, enerji = kütle x ışık hızının karesi, dahil...Haaa, şunuda söyleyeyim, ben böyleyim, isteyen beni
anlasın, onlar beni çözsün demekte herkes özgür...O zaman derim ki sen her yerde, her alanda, herkesle, aynı
biçimde konuşmaya devam et...Kötü olduğundan değil, eksik olduğundan değil, ama anlatamazsın kardeşim duygularını,düşüncelerini...

Fazıl Say, Mevlana ve Aşık Veysel hangisi aydın derseniz üçü de derim ben. Fazıl Say Evrensel olandan
Yerel olana ulaşmaya çalıştı…Diğerlerini zaten biliyorsunuz…

Oturan Boğaya açık mesajımdır; Bu yazıyı buradan kes ve Türk aydını Türk halkına yararlımı Zararlımı diye bir tartışma aç…. .
 
Heheh başlık sabotesinde tavan yapayım. :twisted:

Pegasus' Alıntı:
… Halk dediğimiz çoğunluk ne mi yapar? Bu sorunun cevabı dikkatli gözler için bugün Pakistan’da verilmektedir aslında. Pakistan da şu anda inanılmaz öğretici şeyler yaşanıyor. Çoğunluğu oluşturan halk dinci bir rejim istemekte ve bu dinci rejimle Yahudileri, Hıristiyanları ve hatta kendi gibi düşünmeyen Müslümanları hizaya getirme hayalleri kurmaktadır. Ama şükür ki orda Pervez müşerref gibi bir “darbeci general” var da demokrasi dediğimiz şeyin aslında ne kadar abuk sabuk bir olay olabileceğini ispatlama pahasına darbe yapıp bu azgın çoğunluğun iktidara gelmesini önleyebiliyor. Demek ki halk halk diye gözyaşları döken sosyalist kardeşlerimizin sandığı gibi olmuyor olaylar...

Pegacım, Pakistan'daki isyancıların "halk" olduğunu kim söyledi sana yav?
Her isyancıya ya da her çoğunluğa "halk" diyeceksek işimiz var! ;)

Bak yukarda iki kez tekrar ettim. Bir daha yazayım:
modern toplumda tepki, ancak ve ancak bilinçli + örgütlü olduğunda geçerli, etkili ve kalıcı olur.

Hadi diyelim Pakistan'daki isyancılarda örgüt var. Peki "bilinç" ? O nerede? Feodalitenin dayanılmaz ağırlığından kurtulamayan bir toplumda bilinçten söz etme bana!!

Pakistan'ı yeterince gözlemlemiş değilim ama bir haber grubunda bir arkadaşın şöyle bir mesajı vardı:
Butto'nun öldürülmesinin temel nedeni "radikal islam" ya da "dini sebeplere"
dayanmamaktadır.Asıl neden Butto'nun Pakistan'da yapmak istediği
reformlardır.Butto,Pakistan'daki feodal sistemi ortadan kaldırmak ve bizdeki
ağalık sistemine benzeyen Pencap bölgesi'ndeki Zengin Toprak sahiplerinin
feodalitesini yıkmak istiyordu

Yani olaylara sınıfsal bazda bakmayınca doğru tahliller yapılamıyor. :(






Sevgili bayke, sevgili kuyucak,

RTE'leştirmeyin beni de yaaa.. :p:(

"Şimdi gemi var, gemicik vaaar" der gibi "Şimdi 'aydın' var, 'aydıncık' vaaaar," demeyim yani. ;)
 
Sevgili dostlar valla vaktim yok. Kısaca bir kaç şeye cevap vereyim.

Babür abi pakistanda ki halk tabiki halktır. Halkı örgütlü olup olmamasıyla ayıracaksan ordakilere ne dicez buğday başağı mı mısır sapı mı?

Senin dediğin ideal halktır ve öyle bir halk da yeryüzünde yoktur.

Bir ara Sovyetlerde Lenin profesyonel bir devrimci ekipten bahsediyordu. Onlar halkı örgütleyecek ve devrimci proleterler haline getirecekti. Yemedi tabi...

Kısaca halkın bizzat çogunluga mal olmuş bir özelliğini ısrarla gözardı ediyorsunuz. Abicim halk sandıgınız gibi masum, romantik, dürüst falan değil. Aksine son derece kurnaz, çıkarcı ve bencil olabilmektedir.

Bizim oturandan bir kitap yürütmüştüm. Yazarı milliyet gazetesinde devrimcilik yapan Ece Temelkuran. Gitmiş kızımız Venezuella ya ve orda adına devrim denen şeyin öncülerinden bir kadınla konusuyor. İçeri girerken bakmıs kapının zillerini bile çalmış hırsızlar. İçeri girip kadına bunu söyleyince kadında o hırsıza hiç kızmadıgını çünkü eğer hırsızlık yapmayacak bir düzen kurulsaydı o adamın o zilleri çalmayacagını söylemişti. İşte romantizmin salaklık boyutuna vardıgı noktadır burası. Yukarda bahsettiğim arzu toplumunu kavrayamamanın sonucudur bu laf. Adam aç diye hırsızlık yapıyor diyor. Öyle ya hani insanlar kötü degil ya onları kötü yapan koşullar. İşte romantizmin dikalası budur.

Yav buarada yazan sosyalist dostlara verecek o kadar cevap varki hangi birini yazssam diye şaşırdım şimdi. Vaktim de yok. en kısa zamanda dönecem ve umarım size olayların sandıgınız gibi olmadıgını anlatabilirim.

Bir de Hasan abi demişsin ki bu topluma postmodern batı değerleri giydirilemez. Abicim bu senin bu tartışmada ortaya koydugun ,ikinci büyük yanılgı. Halkı tanımaktan onlara gerceği göstermekten bahsederken halkın geldigi noktayı ısrarla görmezden geliyorsunuz.

Sevgili abicim bugun türkiye de kadınların en güvendiği isim kim biliyor musun? Yapılan anketlerde senin aklına gelen isimlerin hiçbirisi % ! bile oy alamaz. Abicim düşünme fazla diyeyim sana. Seda Sayan...İşte seni,n yemiyor dediğin postmodernizmin TR deki son dansıdır bu. Bu ülkede "ben izlemiyorum" diyenlerde dahil olmak üzere halk bal gibi bu programları izliyor. Size göre halkı birileri zorluyor bu seçiğme ama yok öyle bir şey. Birisi sorsa "ben belgesel severim" diyenler de dahil kimse izlemiyor adam gibi programları. Çünkü sizin dahi halkınız düşünmek, sorgulamak yorumlamak istemiyor.

İnsanlar bu dünyaya yaşamak için geldik ve bir daha gelmeyecegiz diye düşünüyor. Öteki tarafa en çok vurgu yapan dinciler bile dünya malı için bin takla atabiliyor. Çünkü herkes bir daha yaşamayacagını içten içe biliyor ve buna göre eyliyor. siz de tutun hala insanlar iyidir onları eğitmek gerekir falan deyip durun. Kimsenin eğitilmek şeyinde değil abicim..Millet yaşamanın derdinde...Hatta başkalarının sırtına basma pahasına.

Ha ben bu sistemi benimsiyor muyum. İlk yazılarımda da görüleceği üzere hayır. Ve ben diyorum ki bu doğru değil. Ama doğru olmayan bu olgu taş gibi de gerçek aynı zamanda. Yani doğru ve gerçek ayrımını yapalım.

İnsanların bencilliği doğru değilse de taş gibi gerçektir. Doğru olmadıgı yönündeki sosyalizmin tespitine katılıyor ama bunun düzeltilebileceğine hem de bahsedilen yöntemlerle başarılabileceğine inanmıyorum.

Bak kısa kesecem dedim yine uzatıyorum. İşim çok sonra devam ederiz...
 
ÖzeLLikLe istanßuLdaki hastaneLerde tıp insanLıqa zararLı :lol:
 
Pegasus' Alıntı:
...

Babür abi pakistanda ki halk tabiki halktır. Halkı örgütlü olup olmamasıyla ayıracaksan ordakilere ne dicez buğday başağı mı mısır sapı mı?

Senin dediğin ideal halktır ve öyle bir halk da yeryüzünde yoktur.


Kısaca halkın bizzat çogunluga mal olmuş bir özelliğini ısrarla gözardı ediyorsunuz. Abicim halk sandıgınız gibi masum, romantik, dürüst falan değil. Aksine son derece kurnaz, çıkarcı ve bencil olabilmektedir.

...

Pakistan'da şu anda korkunç bir kaos var. Ne olduğu, ne olmadığı tam belli değil! Senin benim bilmediğimiz çok şeyler var. Uluslar arası bişeyler de dönüyor gibi.. O nedenle orayı örneklemeyi de, tartışmayı da başka bir zamana bırakalım istersen.



Örgütsüz halk köle halktır! Karanlıktadır. Eğer "aydın"ım diyorsan, onu karanlıktan, kölelikten kurtarmak zorundasındır! Yoksa aydınlığın ne işe yarar?

Sol jargonda bir de "Devrim Cephesi-Karşı Devrim Cephesi" kavramları vardır. Eğer halkı sen (solcu aydınlar diyelim) örgütleyemezsen Karşı Devrim Cephesine geçer. -İşte senin takıldığın nokta burada..- O zaman da aklının alamayacağı kadar gaddarlaşır! Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta örneği görüldü.. :( Ben hiiiiç "masum, romantik, dürüst" falan sanmıyorum ama sapla samanı ayırt edebiliyorum.. ;)

Ol nedenle, şapkasını önüne koyup "biz nerede hata yaptık" diye kendini sorgulamadan; halkı aşağılamayı, ona küfretmeyi görev edinenlere acayip kıl kapıyorum. :p
 
Bende sanırım o bahsettiğiniz halkın içindenim ^^ bu başlık altındaki ve "Ayrımcılıkla Mücadele, İnsan, Toplum, Siyaset, Bugün-Yarın" bölümündeki tartışmarı zaman buldukça takip ediyorum ve bahsettiğiniz gibi halkın anlamıyacağı kadar ağır bir dil içerdiğini düşünmüyorum ben o bahsettiğiniz 4 senelik üniversite bitirmiş gençlerdende değilim yaşım yirmibir lise mezunuyum şuanda ve yazıları anlamakta pekte güçlük çekmiyorum tamam yazıların içinde felsefi yaklaşımlar bazı bilinmeyen kelimeler olabilir ama bunların yazıya güzellik katan betimlemelerden olduğunu düşünüyorum çünkü gerçek bi okuyucu bilmediği birşey olduğunda konuyla gerçekten ilgiliyse bunun anlamını bulacaktır ki kimse annesinin karnından herşeyi bilerek çıkmıyor biyerde görecek ilgisini çekicekki araştırma/öğrenme isteği uyansın!...


şunuda belirtmeliyimki pegasusa büyük ölçüde katılıyorum ,düşünüş biçimlerimizin benzer olduğunu yazılarında görüyor ve destekliyorum :wink:
 
Aslında birçok şey yazacaktım ama zaman darlığından yazamamıştım. Sonuçta benim söylemek istediklerimi Baben bir cümlede belirtmiş. Hiçbir temeli olmayan bir düşünce beni de bağlamıyor.

Madem aydın kavramı üzerinde düşünceler yoğunlaşmış. Ben de birkaç öğeye parmak basarak düşüncelerimi belirtmek istiyorum.

Aydın ile okumuş olan birbirine karıştırılıyor. Böylece bir kavram kargaşası doğuyor. Bir insan okumuş olur da aydın olmayabilir. Ya da gerçekten kafası aydınlatılmış olmayabilir. Veya nesnel gerçekliği görmeden kendi öznelliği içinde psikolojisizm yapabilir.

Aydın bir bireyi işaret ettiği gibi bir kümeyi de işaret eder. Bu küme, okumuş özelliğinden öte, geniş özellikleri olan, toplumun çoğunluğundan ayrılan kişiler topluluğudur. Aydının bir misyonu vardır. Toplum içinde aktif olan, otoriteden koparak ona karşı olan, zorluklar karşısında yılgınlığa kapılmayan, ben yoruldum artık diyerek ilkelerinden vazgeçmeyen, herhangi bir statü meraklısı olmayan, hem kendisini hem de çevresini aydınlatmak için teorik ve pratik olarak mücadele veren bireydir.

Bana göre, aydının içinde bulunduğu çıkmazlara bakıldığında bu sorun bir evrensellik kazanır. Ama Türk aydını da ayrı bir başlık altında incelenebilir. Çünkü aydın kavramı çok girifttir.

Şimdi batıda aydın kavramının ortaya çıkmasını bir kenara bırakıyorum. Az gelişmiş ülkelerdeki aydının durumunu incelediğimizde kimi tipik özelliklerden söz edebiliriz. Nedir bunlar?

Bu toplumlarda gelişim aşamasında iki durum vardır. Bir yandan modern eğitim kurumları açılmaktadır. Sonra da halk tabakalarından oluşan genç kuşaklar, eğitim sırasında modern düşünce, modern bilimler, modern sanatlarla tanışmaktadır. Öte yandan okuryazarlık oranı hala sınırlıdır. İşte bu aşamada okumuş kuşaklarla, halk ve köylü arasında bir uçurum meydana gelmektedir. Okumuşlar kendilerini aydınlatılmış görmelerine karşın halk yığınları rasyonel düşüncelere kapalı, dinin ve geleneklerin etkisinde olduğunu görür. İlk kırılma burada başlar. Ne olur peki? Aydın kafasında bir ikilik oluşur.

Bir başka özellik ise, eğitim alan okumuşlar toplumda bir görev dolayısıyla kendi sınıfından kopar. Bu ise, çeşitli biçimlerle kendini gösterir. Kimi bir tür sınıf köksüzlüğü ya da toplum boşluğu içinde bulunur. Kimi kendini sınıflar dışı veya üstü görme eğilimine girer. Bu konuda daha birçok özellik söyleyebiliriz.

Aydın konusunda başka söylemek istediğim şey ise, aydının meslekleşmesi ve memurlaşmasıdır. Binlerce okumuş eğitim aldıktan sonra meslek sahibi olur. Kimi doktordur. Kimi avukat v.s. v.s. Bu meslekleşmenin sonucu olarak politik yaşama kapalı kalırlar. Kendi mesleklerinin sorunlarıyla uğraşmaktan toplumun sorunlarına uzak kalırlar. Böylece ekonomik konularda hiç bilgisi olmayan doktorlar, sağlık konusunda bilgisiz hakimler ortaya çıkar. Sonra da mesleğim herşeyden üstün diyerek altın bileziğin kendini zengin edeceği ortamı bulanlar, başka ülkelere savuştular.

Okumuş kitlenin bir başka kesimi ise, devletin türlü kadrolarında türlü görevler aldılar. Orada da başka bir çelişki göze çarpar. İlk fırsatta politikaya dalan doktorlar, maliyeciler, hukukçular v.s. v.s. bir zaman geldi ki, bakan olma ya da milletvekili olma yarışına girdiler.

İşte bu gelişmeler aydın kitlesine tüketici ve yıpratıcı etki yaptı. Bunlar ise, birincisi para ve politikadır. Aydın çuvalının içini boşalttı. Sonra da aydın ile halk kitlelerinin arasını açtı. Ama öbür yandan da halk kitlelerinin okumuşa karşı güvensizliğini ve şüpheciliğini derinleştirdi. Bunları Türkiye tarihine baktığımızda görebiliriz. 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin çok ezici bir güçle iktidara gelmesi bir örnektir. Burjuva sınıfına katılan okumuşların teknik bilgileri vardı. Halk istismarı yapmayı öğrenmişlerdi. Sonra ne mi oldu? Türk okumuşunun toplumdan kopmuş, ona karşı ilgisiz, kendi çıkarları uğruna toplum çıkarlarını çiğneyen türden burjuva bir kitle ortaya çıktı. Madem ki, edebiyat bir toplumun aynasıdır. Bunu gerçekçi romanlarda görebiliriz.
 
Bana da soracak olursanız aydın ın tam bir tanımını yapamayız diyenlerdenim. Hele bizim ülkemizde...

Her şeye rağmen tanımlanmış biçimiyle aydınlara bakacak olursak bir kaç konunun altını çizmemiz gerekiyor;

1) Hemen hemen hiç kimsenin itiraz etmeyeceği tek şey, aydın olmanın yolunun sorgulamadan geçeceğidir. Var olanla yetinmeyip daha başka ufuklar görebilen gözlere, duyabilen kulaklara sahip olabilmelidir aydın denilen kişinin.

2) Başkalarını yada olayları sorgulamak çok kolaydır aslına bakarsanız. Benim için gerçek aydın önce kendini sorgular. Bildiklerini sorgular. Bilecekleri için; kendisini ve bildiklerini bile sorgulamak zorundadır. Aydın hiç bitmeyen bir şekilde daima öğrenmek zorunda olan kişidir.

Bu açıdan baktığımızda hiç birimiz aydın bir kimliğe sahip olmadığı görülüyor değil mi? :D Hayırlarımız o kadar çok ki kendi iç dünyamızdaki evetlerimizle. Vallahi çok komiğiz. :D :D :D

3) Herhangi bir ideolojiye sahip olması gerektiğini düşünenlerdenim. Ne olduğu önemli değil, inandığı ideoloji doğrultusunda var olan gelişmeleri eleştiren eleştirmekle kalmayan bu eleştirilerine bir cevap arayan ve bulmak zorunda olandır.

Ama bana soracak olursanız en büyük eleştiriyi yeri ve zamanı geldiğinde özeleştiriye ve hatta kendi ideolojisine bile yapabilecek olandır. O putlarla değil, daima ve daima gerçeklerle yolunu bulmaya çalışandır.

4) Aydın kesinlikle muhaliftir.Yada muhalif tavırlıdır diyelim. Sancılı bir kişiliktir aslına bakarsanız. :D Ama bu muhalifliği bizim alıştığımız şekilde her şeye maydanoz, hayırr o öyle değil şeklinde yapmayıp,varoluşun ve belki de insan benliğinin doyumu şeklinde yapar.

5) Toplumu, toplumun özelliklerini, anlayabilendir. Dikkat edin, kabul edendir demiyorum.

6) Tabikii özgürlükten yanadır. Özgür olabildiği ölçüde aydın kimliğini yaşatabilecektir. Ve bu özgürlüğü aynı zamanda en büyük kabusudur. Çünkü özgürlük beraberinde büyük bir sorumluluğu getirir ki biz bu sorumluluğu bilmeyen kişileriz. Türk aydınının da en büyük sorunlarından biri budur işte. Bu yüzden çoğunlukla alacakaranlıktır.

7) Aydın bence mutlakaaaaaaa ama mutlaka farklı düşünen ve inanan aydınlarla el ele olmak zorundadır. Ve kuşkusuz gerçek karşısında aptal bir romantik durumunda olmayandır.

8 ) Bence aydın ın kesinlikle onu takip eden bir kitlesi olmak zorundadır. Kitlesi olmayan aydın olabilir mi? Ve aydın bu kitleyi oluşturmak zorunda olandır.

9) Aydın; 10. 11... ve sonsuza kadar gidendir. :D
 
bayke' Alıntı:
aydına değişik bakışın yorumunu bekliyorum.
mao ve polpot'da marks'ı okuyup yorumlamıştı.

çin'de ki kültür devriminde milyonlarca aydının yok edildiğini çalışma
kamplarına sürüldüğünü konu ederek böyle bir soru sormuştum.
küflü bilgilerimi biraz deşeleyip o dönemin şu savlarına ulaştım.
belki bu aydın katliamının gerekçelerini merak eden vardır.
özetle maocular:
aydınlar asalaktır.
onların varlığının halka hiç bir faydası yoktur.
madenlerde çalışamazlar,
tarlada çalışamazlar,
fabrikada çalışamazlar.
üretim çarkının hiçbir kademesinde onlara ihtiyaç yoktur
sadece laf üretip birbirlerini yerler.
emekçi (proleter) halkın kafasını karıştırıp onları birbirine düşürmekten başka bir işe yaramazlar.
bu ülkenin (çin)lafa değil işe ve aşa ihtiyacı vardır.
...diyorlardı.
belki de çin'in ABD ye kafa tutup rakip olabilecek düzeye gelmesinin temelinde
bu aydın katliamı yatıyordur ne dersiniz ? :) :)

---------
BİRAZ DA AYDIN GEYİĞİ:

eskiden bağazın iki yakasında sandallarla yolcu taşınırmış..
beşiktaş'dan sandala okumuş ya da aydın her neyse bir yolcu binmiş.
yol uzun, kol gücüyle geçiliyor tabii karşıya.
aydın kişinin canı sıkılmış hadi demiş şu sandalcıyla laflayayım vakit geçsin.
konuşacak konu arayışıyla:
sen demiş; felsefe bilir misin?
hayır demiş ihtiyar sandalcı.
- gitti ömrünün dörtte biri
- peki sen hendese bilir misin?
- hayır..!
- gitti ömrünün yarısı
..
..
uzun bi suskunluk süreci..
birden fırtına çıkmış sandal ceviz kabuğu gibi sallanmaya başlamış battı batacak.
bu sefer kayıkçı sormuş adama
- sen yüzme bilir misin?
- hayır.
- gitti ömrünün tamamı :)
 
Konu nerelerden nerelere gelmiş bende cemaate :) :) uyayım bari tıbbı tartışırken yumuşak bir kayış yaparak aydın ın tartışmasına geçeyim.. :) :)

Aydınların halkın üzerindeki etkisin en tipik örneğini Fransız devriminde görebiliriz o dönemin Fransa sında Devrimin öncüleri diye adlandırılan Monteskiyo,Volter,Dalamber,Jan Jak Russo gibi Fransız aydınları yazdıkları eserlerde Fransa nın rejimini eleştirerek halkı krallık rejime karşı kışkırtarak Fransız ihtilalini hazırladıkları söylenir.

Bugünün Dünyasın da halk üzerinde yazdığı eserlerle bu ölçüde etkili olabilecek bir aydın kesiminden söz edebilirmiyiz? Bu tartışılır işte
 
Son günlerde çok şaşırdığım bir şey oldu ; Elektronik sigara yasaklandı…Hem de sağlık Bakanlığı
tarafından.. Sigarayla mücadele çalışmalarına engel oluyormuş.(!) Ve de e.sigara da bağımlılık
yapıyormuş…

-Sağlık bakanlığının elinde buna benzer yetkiler varsa, bunu ‘’asıl düşmanlara’’ karşı niye kullanmaz
o zaman? Asıl düşman sigara ise, elinizde de yetki varsa, (olduğu anlaşılıyor) ona karşı niye kullanmıyorsunuz bu yetkileri, doğrudan…Öyle yan yollardan değil, ‘’mücadele ediyoruz’’ laflarıyla
değil, doğrudan niye saldırmıyorsunuz? Biliyorsunuz ki, hangi zammı yapsanız, hangi reklam kampanyası
ile uğraşsanız, hangi geriletici yasak koysanız, onun gerileyeceği, % 04 kadardır…Onu da nüfus artışından kapatır..Bence olayı perdeliyorsunuz…Asla ondan kurtulmak değil amacınız…Devletin
vergi sistemi içinde çok ciddi bir yeri var sigaranın…Sağlık sistemi içinde sigaranın zararlarından beslenen
ilaç sanayi, asıl sigaraya bağımlı durumda…Bence e.sigarayı yasaklayarak, ona rakip çıkmasına bile
tahammülünüzün olmadığını gösteriyorsunuz…

Sağlık sistemlerine şu soruları açıktan sormak lazım bence…Bu güne kadar aşağıdaki maddelerden
hangileri, insanoğlunu hasta/sakat bırakmıştır….Hangileri insanoğlunun geleceğini tehdit eder hale
gelmiştir…kabaca, hangisin kaç leşi vardır, kaç leşi olacaktır? Bunların mutlaka cevabı vardır elinizde…

Sıralayalım: Tarım sektöründe kullanılan hormonlar, vücut ısısında erimeyen donmuş yağlar, tekrar
Kullanıma sunulan kullanılmış kızartma yağları, hız canavarına dönüşmüş otomobil/motosikletler,
hiçbir denetime tabi olmayan silah sanayi (hadi sivil kısmı diyelim),gazlı içecek sanayi, sigara sanayi,
alkol sanayi,eroin, esrar, kokain…Sıralasınlar bakalım hangisinin kaç leşi var, kaç leşi olacak?

Bütün mesele bence, sömürü…En kolay sömürü…Bu sömürünün artık milli olması, uluslar arası olması
önemli filan değil…Bu sömürüden herkes kendi payını alıyor…Buna bütün sistemler dahil….Günlük
iki paket sigaranın, 35 yıl içilse o kişiye maliyetini bir hesaplayın…
 
İşte anlatmak istediğim çoğu şeyi tek bir haberle anlatan başlık; Tüketim-Tüketıp-Medya...Yani şeytan üçgeni...

Yeterki tüketin, gerisini biz hallederiz çığırtkanlığı yani...


  • Mucize hap

    İsrailli bilim adamlarının geliştirdiği hapla hamburger, gibi yiyeceklerdeki yağlar kanda çözülmeden vücuttan atılıyor.

    İsrailli bilimadamları yemeklerdeki yağların vücutta depolanması yerine dışarı atılmasını sağlayan bir hap geliştirdi. Hapın yaratıcısı Dr. Joseph Kanner, şarap ve taze meyvede bulunan polifenol adlı maddeyi içeren hapın, hamburger ya da kızarmış patates gibi besinlerde bulunan yağların kanda çözülmesini engellediğini söyledi. Yemekten hemen önce alınan hap, vücudun yağları atık olarak algılayıp dışarı atmasını sağlıyor. Vücuttaki yağ oranının azalmasıyla kalp hastalıkları ve kanser gibi rahatsızlıklarda da düşüş yaşanacağını belirten Kanner, “Bazı insanlar yedikleriyle yeterli miktarda polifenol alıyor. Ancak bazıları bunun için hapa ihtiyaç duyuyor. Bu hap aslında sağlığımız için kötü olan şeylerin zararını azaltıyor” dedi.

    Hapın birçok sıkı testin ardından gelecek yıl İngiltere’de piyasaya çıkması bekleniyor. Üretici bir firmayla görüşmeleri sürdürdüğünü belirten Kanner, “Bu ilaç vitaminler gibi tedavi amaçlı değil, destekleyici ilaç olarak satışa sunulacak. Ancak biz yine de insanlara bu ilaçlar yerine taze sebze meyve yemelerini öneriyoruz” dedi.
 
Michael Moore adını çoğunuz duymuşsunuzdur. Bu topikle oldukça yakından ilgili bir belgeseli var:


sicko_l200706261531.jpg



Bu aykırı yönetmen, liberalizm, kapitalizm hatta sosyalizm ile örnekleyerek tıp sektörünü ve insanlarla olan ilişkisini çok güzel yansıtmış. Amerika, liberalizmin beşiği Fransa, birçok Avrupa ülkesi, bunların yanında Küba bile sağlık sistemleri ile hastalara getirdiği fayda ve zararları yönünden yansıtılmış. İzlemenizi kuvvetle öneririm; özellikle örnek verdiğiniz Amerika'daki "müthiş" hasta haklarından, kapitalist Avrupa'da insanların tıp sektörü tarafından sömürülmesine kadar kafanızda yer etmiş birçok düşüncenizi yeniden yargılayabilirsiniz. :)

Eğer izlerseniz daha sonra hem filmi ve düşündürdüklerini hem de topikte birçok yazıda yansıyan "bilgi edinmeden fikir edinme" yaklaşımını tartışabiliriz.

Herkese selamlar. :)


Not : Filmin linki: http://www.imdb.com/title/tt0386032/
Not2: Film afişinin en üstündeki yazının anlamı: "bu biraz acıtabilir"
 
Sevgili Neptün ilk defa bir yazıya cevap verip vermemekte tereddüt ettim… Çünkü öyle bir yerden girmişin ki konuya pek fazla yapacak seçeneğim kalmadı… Bir kere o filmi inceleyebileceğim dil bilgim yok… İkincisi de yazında kime hakaret, kime yol gösterme, kime sataşma, belki de övgü var yazında… Bilmiyorum yani, çünkü verdiğin örneği inceleyebilecek biri değilim…

Ama bir şeyi iyi bilirim; Zeki adamı/kadını … Adım atışından, bıyık altı gülüşünden, mevzuuya girişinden amacının alt etmek olduğunu anlarım… Bunlar olaya karşı bakış getirirken, sen ekonomik girmişsen karşı görüş hukuksal olur… Hukuksal girmişsen, ahlaksal karşı görüş olur… Ahlaksal girsen, tarihsel tarihsel girsen sosyolojik bakış açısı ile karşılaşırsın… Neyse illa zayıf bir nokta, ek yeri aranır…

Aslında Neptün bu sitede saysam ilk beşe girer, karşısındakini anlayabilme yetisi olarak…

Fakat nedense bu konuda bırakın anlamayı, alt etmeyi görev saydı.. Benim görüşlerimde değişiklik Olmadı… Hala insanoğlunun yirminci yüzyılda hak etmediği, hazır olmadığı, bir tüketim çılgınlığı yaşadığına inanıyorum… Bu tüketim, hız ve çılgınlık sayılabilecek şeyleri de TIP denilen neredeyse ideoloji sayılabilecek oluşturulmuş bilince güvenerek yapmaktadır diyorum… Tıp bile bu güvene hazır değildir diyorum… Bunun sonuçları da yavaş yavaş ortaya çıkacak diyorum.. On yıl içinde yirmi milyon Türkiyeli kanserden ölecekse, bunun sorumlularından biriside Tıp ve ona duyulan güvendir… Tıp’bı anlamaya çalışmak, kanserin nedenlerini sıralamak aslında bu olayı MEŞRULAŞTIRMAKTIR diyorum…
Görev onun ve o görevini eksik gedik, hatta şikeli bir biçimde yapmaktadır diyorum…
 
tıbbı sağlık sektörünün içinde düşünürsek tabiki dünyadaki sağlık politikaları ile birlikte değerlendiririz..

ama bence bilim ve teknoloji ayrı şeylerdir...
teknoloji her ne kadar bilimsel ilerlemenin bir gereği olsa da bilim bilinmeyenleri keşfeder.. teknoloji ise o bilinmeyenleri insan hayatında kullanıma sunar...

bu anlamda ben tıp bilimini sağlık sektörünün (teknolojinin) dışında tutuyorum...

tıp biliminde tek amaç vardır o da insan sağlığıdır...

ha tıp bilimindeki ilerlemeler sağlık sektöründe farklı amaçlara hizmet eder, o ayrı bir konudur..

sadece bunu düşünerek "tıp bilimi yararlı ya da zararlı mı" diye tartışmak yanlıştır bana göre..
 
anti oksidan

Bende bu ağabeye bir dereceye kadar katılıyorum.Ama sağlık sektörü artık tıp bilimiyle içiçe geçti,tıp bilimini sağlık sektörü finanse ediyor.Bence bu konu herşeyin bir bileşimidir,bir bakıma herşey tıpta bitiyor gıda sektörü,ulaşım sektörü bizleri zehirleyip sağlık sektörüne yolluyor.Tıp bilimi ne kadar ilerlesede başta gıda sektörü olmak üzere diğer sektörlerin gelişmeleri ile at başı gidemiyor.
 
Bu konuyu açtığımdan beri ilginç tepkiler alıyorum…Eşim bile ‘’frene bas artık, hekim arkadaşların
bu yazıları okusa senle konuşmazlar. Ayrıca onlara bir şey yapılsa kendini suçlu hissedersin’’
gibi laflar edebildi…Sanki hekim düşmanlığı yapıyormuşum gibi…

Bazı kişiler ise özel mesajla destek veriyorlar, sağ olsunlar…Bunlar alttan güreşmeyi severler nedense.
En yakından tanıdığım bir insan ‘’Risk almazlarsa tıp ilerleyemez’’ dedi, haklı olabilir…

Ama Narziss’in yazdıklarından etkilendim…Biraz bir yerlerim acıdı…Bana destek vermek için mi,
yada bizim ona söylediklerimizden mi bilinmez ama biraz buruldum…O dializ hastası…Yani tıp
sayesinde yaşamını sürdürebiliyor…

Ancak oda tıpba olan güvencinden, bir dializ hastası nasıl yaşamaz derseniz, o öyle yaşar…Olsun
yinede narziss tıp sayesinde ayakta durabiliyor…Her kırksekiz saatte bir elini öpüyor…
 
narzıss neden dıalız hastası olmustur bence buyuk bır kısmının sebebı tıptır
doktora gıderız dayarlar ılacları dayarlar rontgenı ınceleme adına emar dıye radyasyonun bını bır para
 
Mail kutuma gelen ''Onurunu Mesajından'' alan bir ses..
Haydi Türkiye'nin tüm tıp adamları, iki günlük eylem yapın şu iş için..İş bırakın, iş yavaşlatın..Şu işi gündeme bi taşıyalım..Bak artık herkes kral çıplak diyor..
Yoksa siz hala siz kanser olun biz iyileştiririz mi diyorsunuz? Yakında insan içine çıkmakta zorlanacaksınız..Gelin bu işlere siz önderlik edin..Bu iş sizin.. Bu iş size yakışıyor..Benim görevim değil demekten vazgeçin artık..

Bakın artık aksini iddia edenler çoğalmaya başladı ;

Tuz Kokuyor !!!
Artık tuz yemeyin yedirmeyin ! Nedenine gelince aşağıdaki yazıyı okuyun. Neden yememeniz gerektiğini anlayacaksınız.

  • TUZ GÖLÜ

    Aşağıdaki bilgiler maalesef doğru...

    Sonra; Türkiye neden kanserden kırılıyor..'diye soruyoruz..!?
    Tuz Golü, Van Gölü'nden sonra ülkemizdeki ikinci büyük golüdür... Uzunluğu 80 km olan Tuz Gölü'nün genişliği 48 kilometreyi bulur... Geniş bir alanı kapsamasına karşılık çok sığ bir göldür... Dünyanın en tuzlu gollerinden biridir... Litresinde 329 gram gibi çok yüksek oranda tuz ihtiva etmektedir... Gölün bu özelliğini değerlendirerek tuz elde etmek amacıyla kıyılarında çok sayıda tuzla kurulmuştur... Bu tuzlalardan elde edilen tuz Türkiye'nin gereksinimi olan tuzun büyük
    bölümünü karşılamaktadır...
    Türkiye'nin oldukça kurak bir yerinde yer alması nedeni ile bu sığ bölgelerde çok yoğun bir şekilde buharlaşma görülür... Doğu kısmındaki körfez dışında tümüyle kuruyan Gölün tabanında, kalınlığı yer yer 30 cm.'yi bulan mevsimlik bir tuz katmanı oluşmaktadır... Tuz Gölü'nün en derin yeri sadece 2 m.'dir. Öteki kesimlerin derinliği sadece santimetrelerle ölçülebilmektedir.
    Göle dökülen en önemli akarsular? Peçeneközu deresi' ile Melendiz çayı'dır. Coğrafya bilgileri aynen böyle diyor. Coğrafya bilgilerine girmemiş aci gerçek ise şudur:

    Tuz Gölüne dökülen en büyük akarsu Konya' nın şehir kanalizasyonudur... Çumra yönüne verilen kanalizasyon bu doğrultu üzerinden maalesef herhangi bir arıtmaya tabi tutulmadan doğrudan Tuz Gölü'ne akıtılmaktadır...

    Bir milyonu gecen şehir nüfusunun sanayi artıklarını da taşıyan şehir kanalizasyonu bizlere iyotlu ya da iyotsuz tuz olarak geri dönmektedir...

    Bu faciaya dur demek ve tuzun kokmasına fırsat vermemek için her sorumlu vatandaşın üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiği inancı ile bu mesajı ulaşabileceğimiz her kişiye gönderelim ve ilgilileri göreve davet edelim... Yoksa hepimizin yemeğinde Konya'lıların katkısı olmaya devam edecek.'

    Yrd. Doc. Dr. MUSTAFA DURAN
    PAMUKKALE UNIVERSITESİ
    FEN-EDEBIYAT FAK. BIYOLOJI BOL. 20017
    DENIZLI
    TEL:+90 258 2134030-1178
    CEP:05334361297
    FAX:+90 258 2125546
 
kuyucak' Alıntı:
Yrd. Doc. Dr. MUSTAFA DURAN
PAMUKKALE UNIVERSITESİ
FEN-EDEBIYAT FAK. BIYOLOJI BOL. 20017
DENIZLI
TEL:+90 258 2134030-1178
CEP:05334361297
FAX:+90 258 2125546

Yrd. Doc. Dr. MUSTAFA DURAN' Alıntı:
İnternet'te adıma dolaşan Tuz Gölü ile ilgili e-mail ile bir ilgim bulunmamaktadır. ... Yrd. Doç. Dr. Mustafa DURAN Biyoloji Bölüm Başkan Yardımcısı ...
Kaynak:http://biyoloji.pamukkale.edu.tr/mduran/index.htm

Sevgili kuyucak, bilgi edinmeden fikir edinmenin bir başka örneğini daha vermişsin. :) Bu topiğin birçok yerinde de göründüğü gibi hayata kendi önyargılarımızın penceresinden bakıp,-iki dakika bile sorgulamadan- uyan verileri doğru, uymayanları yanlış kabul ediyoruz. Akılla değil duyguyla yaşıyoruz. İsteklerimiz bile duygusal; hijyeninin, temel sağlık hizmetlerinin sorumlu olanlarca yani kamu kurumları ya da düzenlemeleri ile sağlandığı bir şehir değil de; neler istiyoruz bak: :) :)

kuyucak' Alıntı:
TIP DEDE’ler lazım diyorum.


Not: Bu TIP DEDE'nin beyaz bir sakalı ile elinde de bir asası olacak mı? :)
 
Bu mesaj Turkquad'dan yayıldı..Bildiğim kadarıylada bu mesaj ağı şimdiye
kadar asparagas hiç bir işe el atmadı..Büyük ihtimal bu kişinin bulgularını
başka biri yayınlamıştır..En kötü olasılık budur..

Bence önemli olan bu bulguların doğruluğu yada yanlışlığıdır..Bu yayınlanan
bilgiler doğru mu yanlış mı o konuda da bir araştırmanız varmı acaba?

Madem bu kadar hızlı bir şekilde Mustafa Beyin tekzibini buldunuz, bakın ben hala nasıl ve nerden diye sorma gereği duymuyorum, çünkü anlayabiliyorum nedenini.
Bu bilgiler de yanlış mı doğru mu birde onu öğrenseniz..Bak bunu bende araştıracağım..

Siz hala bunların sorumlusu biz değiliz diye bağırın..Şimdiye kadar ücretlerimiz
düşük diye, çalışma koşullarımız kötü diye onlarca eylem yaptınız..Bir şekilde
bu insancıklar sizleri hep el üstünde taşıdı..Yemedi yedirdi sizlere..Sıra sizde..

Bir kerede sizin sağlığınızın düşmanı işte bunlar diye eylem yapın..İnsancıklara
düşmanı olanları işaret edin..O işaret edilenler bir hoplasınlar o koltuklarında..
Bakalım rahat oturabilecekler mi o koltuklarında?

Onlarla ORTAK olmadığınızı görmek istemem çokmu yanlış neptün? Öyle fısıldayarak değil, sessiz değil, saman altından değil..Alenen o insanlık
düşmanları ile ortak olmadığınızı görmek istemem çokmu komik?
 
Galiba ''TIP DEDEYİ'' buLdum ; PROF.DR. ZEKİ KILIÇASLAN..

Sabah ''Dobra dobra'' proğramında seyrettim..Tekstil işçilerinin özellikle de kot beyazlatma işinde çalışanların içinde
bulundukları durumu anlatıyordu..Daha otuzuna varmamış gencecik insanların ciğerlerinin nasıl iflas ettiğini ve kaçınılmaz
sonlarını, bir belgeselci titizliği ile anlatıyordu..

Ciğerlere yapışan kimyasalların ve tozların ciğerleri nasıl iflas ettirdiğini ve tıp adına yapılacak şimdilik bir şey
olmadığını anlattı..Bu hastalık bilinen bir hastalıkmış..Daha çok maden, tünel işçilerinde görülürmüş..Ancak 2006 yılından
sonra az gelişmiş ülkelerdeki tekstil sanayinde de görülmeye başlanmış..2006 yılına kadar ve hala bu hastalıktan yatan
hastalara yanlışlıkla verem tedavisi uygulanmış ve uygulanmaktaymış..Gelelim asıl üzerinde durmak istediğim konuya..

Bu bilim adamı elinden gelse bu işi yapanların başlarına dünyayı yıkacak..Ben onu gördüm..Bireyleri suçlayan tavır yerine
doğrudan sistemin işleyişinİ suçluyordu ..Devletin bu işyerlerine ruhsat vermekle doğrudan sorumlu olduğunu, ruhsat
olmadan çalışan işyerlerini bulmamak, denetlememek ise sosyal/hukuk devleti olduğunu iddia eden devletimizin daha büyük
ayıbı olduğunu iddia ediyordu..Vahşi kapitalizm dönemlerinin kölelerine benzettiği insanlarımızı korumanın devlete düştüğünü
ancak sistemin işlemediğini anlattı..Özel sektör temsilcilerinin de ''ihracattan gelen dövizin büyüklüğü'' adına ondan
''anlayışlı olması'' gerektiğini beklediklerini anlattı..

Devlet görmüyor, denetlemiyor..Özel sektör kar hırsı, döviz hırsı içinde, yapılanı görme diyor..Tıp çaresiz hatta 2006 yılına
kadar bu sektörde görmediği düşmanla başa çıkamıyor..İnsanlar sapır sapır dökülüyor, sakat kalıyor...Ölüyorlar..

Fakat Zeki Hocam orda durmuyor işte..Benden bu kadar, bundan sonrası başkalarının işi demiyor..Başlıyor bütün tv kanallarını
gezmeye..Elindekilerini ve bildiklerini paylaşıyor..Kamu oyu yaratıyor..İnsanları uyandırıyor...Kimse onu, böyle bir bela var
ne dersiniz diye aramıyor..Aksine o herkese, böyle bir bela var dikkatli olun diyor..Kocaman yüreğiyle, bu belayla başa
çıkamayanları, çalıştığa kuruma, Çapa göğüs hastalıkları bölümüne çağırıyor..Güvenceli güvencesiz neyse ney diyor, gelin
ben halldeceğim diyor...

Haaaa..Benim övünç kaynağımda şu olsun; Çok etkilemişliğimiz var birbirimizi..Gerçi on beş yıldır gözden ırağız ama hiç
gönülden ırak olmadığımızı aynı yerler de olduğumuzdan anladım..
 
Üst Alt