Sevgili dostlar,
Madem adımız bir kere ukalaya çıkmış, hakkını verelim değil mi
İkincisi madem bazı doslar Bülent Uzun yazıyorsun diye sitem eder dururlar. Onları haksız çıkartmak yakışmaz; uzun yazalım bizde. Dün gece cevap yazmayıp hazırladığım projeden A almanın verdiği hazla biraz gevezelik yapmak istediğimden biraz da gerçekten yanlış anlaşılmaktan hoşlanmadığımdan olacak meramımı iyice anlatmak istiyorum. anlaşıldıktan sonra reddeilsem de valla boynum kıldan incedir.
Bu yüzden şöyle evden çıkıp biraz uzun sürecek bir yolculuğa davet ediyorum sizi. Ama önce bir kaç küçük serzenişte bulunmam gerekecek sanırım.
Ben bu siteye kurulduğu yıl yani 2003 yılında üye olduğumda o zamanlar buralar henüz dutluktu. Dedim ki ilerde buralar değerlenir şurada bir parsa da ben alayım.
Öyle işte üyeliğimi yaptım ve gerçekten parsa değerlendi. Bu arsadan çok şey kazandım. ,Çünkü buradan çok şey öğrendim. Çok farklı üslupta insanların hepsine sığlık ve art niyet yoksa saygımızı gösterdik.
Ha hatalarımız olmadı mı? Tabiî ki oldu. Kızmamız gereken yerde kızdığımız, söylenmemesi gerekenleri söylediğimiz olmuştur. Ama hiçbir zaman burada belli bir kompleksi dışa vurmak için konuşmadık. Anlattıklarımızı bu siteyle kıyaslanamayacak ortamlarda dile getirme şansına Allaha şükür ki sahibiz. Burada ukalalık yapmamızın sebebi burada çok ama çok sevdiğimiz dostlarımızın olması. Yoksa burada birilerinden takdir görmek inanın çok da umurumuzda değil.
Tabi bunu söylerken insanız ve saygı görmek istiyorsak göstermek gerektiğini de biliyoruz. Aslında eğitimini aldığım ve zaman zaman profesyonel hayatta uyguladığım tekniklerin hiçbirisini ben bugüne kadar bu sitede ortaya koymadım diyebilirim. Yani iletişim sanatlarına içkin ikna yöntemleri, propaganda sanatının incelikleri, duygusal çağrışımlar yapacak kelimeler kullanmak, hedef kitle bölümlemesi yaparak bunların duyarlılıklarını besleyecek söylemler kodlamak vb.. Bunları yaparak emin olun sitenin en sevilen kişisi olabiliriz. Tabi eğer nihai amacımız kendimizi sevdirmek olsaydı. Peki, neden bu profesyonelliği bir kenara bırakıp içimizden geldiği gibi konuşurken birbirimizi “birilerine bir şeyler göstermek için bu şekilde konuşmakla” suçluyoruz? İşte bunu anlamak zor gerçekten. Aksine benim yazdıklarımın tam aksi şekilde suçlanması gerekirdi sanırım.
Her neyse, bu eleştirileri iki yönden kabul etmiyorum. Birincisi illa da halkın diline inilmeli düşüncesine katılmıyorum. Halk üçyüz kelimeyle hayatını devam ettiriyorsa düşünce üretirken onların seviyesine inmenin bir alemi yok. Halkı eğitmek ve belli standartları yakalatmaktır görevimiz. Ha tabi halka ısrarla inmek, çok derin konuları onların anlayabileceği şekilde anlatmak da gerekebilir. Bunu da siyasetçiler, akademisyenler yapsın. Biz iletişimciler gerek reklâmlarda gerekse uyguladığımız halkla ilişkiler etkinliklerinde hedef kitlemizin anlayacağı mesaj kodlama yöntemlerini biliyoruz ama burada ben hedef kitle bölümlemesi yapmak değil içimden geldiğince konumsak istiyorum. Çünkü burada nihai amacım; daha çok kişilerce anlaşılmaktan ziyade meramımı en etkin şekilde ve gerçeği en iyi sarmalayacak bir tutarlılıkla anlatmaktır. İkincisi ve gerçekten şaşırdığım nokta ise yazılanları ısrarla 4 yıllık üniversite bitiren arkadaşların anlamadıklarını iddia etmeleridir. Şimdi buna güleyim mi sinirleneyim mi şaşırıyorum. Çünkü şu ana kadar kullandığım kelimeleri anlayamamış arkadaşlarımız varsa bana anlamadıkları kelimelerden örnekler vermelerini rica edeceğim. Gerçekten dört yıllık uni mezunu arkadaşlarımızın hangi cümleleri anlamadıkları anlaşılırsa o zaman bu tartışmada bizler gerçekten anlaşılmaz bir dil mi kullanıyoruz yoksa bu eleştiri tamamen asılsız ve boş bir ifadeden mi ibarettir anlaşılır. Ben ısrarla burada kullanılan dilin asla iddia edilen şekilde ağır olmadığını savunuyorum.
Ancak bunu söylerken bir noktayı ifade etmek gerek. Bakınız bazı konular vardır ki ne kadar basit kelimeler ve cümleler kullanırsanız kullanın o konuları anlamak için gerçekten o alanda belli meseleler üzerinde kafa yormuş olmanız gerekir. Benim üstteki yazılarımda dile getirdiğim ve sanırım eleştirilere konu olan kelimelerden birisi olan “diyalektik” konusu böyle bir şeydir. Marks ın, Hegel in düşüncelerine çok ucundan bile girseniz, bunları olabilecek en basit şekilde de anlatsanız anlaşılması gerçekten zordur. Bunu kabul ediyorum. Ama bu zor diye tartışmanın özünü temsil eden ve kısaca “sistem” diye anlatmak için yazıp durduğumuz meseleye nasıl dikkat çekeceğiz? Her ne kadar birileri bunu anlamasa da işin ucunda böyle bir üst konunun olduğunu vurgulamanın kime ne zararı olabilir? Biz burada “diyalektiği paradoksal mantığın derinlemesine çözümlenmesi” tartışmasına taşımadık. Sadece böyle bir şey var dedik. Bunu da alan alır, merak eder, gidip okur. Ha yok almıyorsa da alabileceğini alır ve geçer. Ben de herkes gibi her gün okuduğum onlarca yazıda her şeyi anlamıyorum. Ama bunun için adama küfretmiyorum da. En fazla keşke anlayabileceğim örnekler verseydi de şu önemli konuyu kavrasaydım diye hayıflanıyorum. Ki bizde burada bunu yapmaya çalışıyoruz her fırsatta. Bakın yazılarımızda ısrarla örnekler veriyoruz. Ama bilmeliyiz ki buna rağmen belli şeyler birileri tarafından hiç anlaşılmayacaktır. Üniversite hayatı boyunca ders kitapları dışsında kendine yatırım yapmayan arkadaşların anlamamasına ise hiç şaşırmıyorum. O diplomaları almak yerine örneğin bizim oturanboğa gibi genel kültürlerine asgari yatırımı yapmış olsalardı eleştirilerinin odak noktası “anlamamak” dan “yanlışlamaya” kayabilecekti.
Burada kimi zaman herkes gibi konusalım, espri yapalım dediğimizde anında ve belki de haklı olarak uyarılıyoruz. Hemen kullandığımız kelimeleri üslubumuza yakıştıramayan söylemlerle itham ediliyor basımızı öne eğiyoruz. Garip olan şey ise bizi eleştirenler aslında cümle aralarına serpiştirdikleri kelimelerle çok daha ağır ifadelerde bulunabiliyorlar. Üstelik eleştirilerini bizim gibi örnekler vererek temellendirmedikleri halde.
Şimdi ben sosyalist arkadaşlarımızın düşüncelerini temellendirdikleri kolektivist anlayışı çok iyi bildiklerini varsayarak onlara vakit ayırıp (Ki gerçekten az vaktim olduğu halde) cevap yazıyorum. Sitemizi bir düşünce ve tartımsa platformu haline getirmek istediğimiz için yapıyoruz bunu. Yoksa valla billa kimseyle kişisel bir derdimiz yok. Aha bakın arkadaşımıza kendimden görüp “hırt” dediğim için alınmış diye yeri geldi kendisinden af da diledik. Bu arkadaşımızla “halk dilinden” konuşsak ne olurdu acaba. Malum bizim halkımızın dili öyle pek dikiş tutan cinsten değil… Neyse deyip gececeğiz ama sevgili dostumuz yazısında bizim söylemlerimizi mantıksal boyutuyla çürütmektense yine “romantizme” yakışır çıkarımlarda bulunmuş.
Şimdi onlara cevap vereyim. Ama önce beni halk diliyle halkın anlayacağı konuları konuşmadığım için eleştiren bu arkadaşımızın yazılarını “halkın anlayabileceği şekil” kıstasından geçireceğimizi ifade edeyim. Şu ana kadar kullanılan terminoloji açısından benden pek de aşağı kalır yanı olmayan bu dostumuzun öte yandan beni suçlaması öğretici tabi. Bundan sonra yazılan her şey hem beni ikna etmeli hem de yurdum insanını. Bakkal Ökkeş emmi de anlamalı yazılanları, üst kattaki Asiye hala da…Benim şu ana kadar yazdıklarımı anlamayan bir halk varsa kendisi benden uzak dursun. Bu durumda valla billa halka uzak düşmüş biri olmayı yadsımam. Ha kendime hiçbir zaman aydın da demediğim için söylemlerimin aydın söylemi olarak değerlendirilmemesini de rica edeceğim. Ben kendi çapında hayatı, insanları, evreni anlamaya çalışan bir yurdum genciyim. Hepsi bu…
Bu sayfayı tıp tartışmasından daha da ileriye bir sistem sorununa taşımamız kaçınılmazdı. Çünkü burası bir “halk kahvesi” değil. Bir kahvehane de olsaydık (Burada bir parantez açıp bazı kahvehanelerin üniversite kampuslarını aratmayacak tartışmalara sahne olabileceği gerçeğini de not edelim) belki tartışmayı “he ya bu şerefsiz doktorlar bizim garıyı az daha gebertiyordu, bunların alayı gavat be birader” şeklinde derin analizlerde bulunabilirdik. Ancak istedik ki meseleyi biraz daha yükselip tüm ayrıntılarıyla görelim. Bazı arkadaşlarımız olaylara çok yükselmeden ayrıntılardan yola çıkarak bakmak isteyebilirler bu da normaldir. Ama bu tartışma içerik itibariyle tamamen bir sistem sorunu olduğundan bu yaklaşım kaçınılmaz diyoruz.
Felsefeye ucundan girenler bilir. Çok eski çağlardan beri bilgiye ulaşmanın iki yolundan bahsedilir. Birisi deduktif yöntemdir yani tümdengelim. Diğeri de endüktif, yani tümevarım. Birincisi tümel bir bilgiden yola çıkıp ayrıntıları açıklamaya, ikincisi de bir ayrıntıdan yola çıkıp tümel bilgiyi anlamaya dayanır. İkinci yöntem aslında bilim adamlarının yöntemidir. Bilim adamları küçük bilgileri teyit ede ede tümel bilgiye ulaşmaya çalışırlar. Ama bu yöntem sosyal bilimlere gelince sorunlara yol açabilmekte. İşte bu yüzden sosyal bilimler çeşitli kuramlar geliştirerek hayatın ayrıntılarını (Bu tartışmada tıp kurumunu diyelim) bu kuramlar üzerinden açıklamaya çalışır. Açınız sosyal bilimler kitaplarını istemediğiniz kadar kuramla karşılaşırsınız. Bunların hepsi doğru olmayabilir ama sosyal bilimlerde gerçeği yakalamanın doğa bilimlerindeki gibi nesnel yöntemleri yok. ( şimdi bu paragrafı tüm basitliğine rağmen anlamayacak arkadaşlarımız var mıdır? Eminim ki vardır. Ama biz o arkadaşlarımızı sitemizin forumlarında bolca bulunan geyik başlıklarında da misafir edebiliriz. Kendileri orda sıkılmayacak, bunalmayacak, dahası 4 yıllık üniversite bitirmelerine rağmen nasıl olup ta her şeyi anlamadıkları için üzülmeyeceklerdir…)
İşte bu yüzdendir ki dostlar tamamen sosyal bir olaydan bahsettiğimiz için konu ister istemez o sosyal olayın dayandığı ana meseleye gelmek zorunda. Tartışmayı tek tek hangi doktor hangi hastaya nasıl davranmış, ne yapmış boyutunda bırakacaksak zaten burası bir tartışma platformu olmazdı değil mi? Bu yüzden kaçınılmaz olarak konu sistem tartışmasına gelmeli. Buraya gelince de bazılarımızı rahatsız eden ve anlamadıkları terminolojileri kullanmamıza yol açan şeyin konuya içkin mecburiyet olduğunu da belirtelim. Çünkü insanlık tarihinde iki temel büyük sosyal sistem belirmiştir. Bunlar kolektivist ve kapitalist sistemlerdir. Bu sistemlere varabilmek için çeşitli rejimler üretilmiştir. Sosyalizm, liberal rejimler ya da her ikisinin karması olan karma sistemler böyle çıkmıştır ortaya.
Şimdi mesele böyle ortaya konulunca bu sistemleri anlamak için ister istemez felsefeye girmek zorundasınızdır. Çünkü felsefe düşünme sanatıdır. Ya da düşünmek işidir. Şu ana kadar fazla düşünmeden var olanları aktararak yola devam edebilirdiniz ama şu andan itibaren düşünmek, yorumlamak, anlamak zorundasınızdır. Kolay sanabilirsiniz ama hiç kolay degildir. Bildiginizi sandıgınız şeyler sürekli degişebilir, eksik kalabilir vb.
Sistemleri anlayabilmek için sosyal bilimciler çaresiz bu sistemleri ortaya çıkartan insanlara dönmek zorunda kalmışlardır. Ve bireye dönülünce iki gerçekle karşılaşılır. Birincisi bireyin davranışlarının kökenindeki psişik temel, diğeriyse bireyin hangi sosyal ve maddi koşullarda yaşadıgı gerçeğidir. Bu iki etmen davranışın kökenini belirler. Bunlara işin tarihi boyutunu da ekleyebiliriz tabi. Ama o zaman iş çok karmaşık bir hal alacağı için bizler sadece insan davranışını bireyden kaynaklanan ve bireyin içinde bulunduğu sosyal ve maddi koşulların etkisiyle ele alalım.
İşte Karl Marks insanı sadece bireyi içinde bulunduğu koşullar balgamında ele aldığı için romantiktir. Çünkü o bireyi sadece o bireyin içinde yetiştiği bilince indirgemiştir. Ona göre kişi içinde yetiştiği toplumsal bilinçten bağımsız düşünemez. Kapitalizm ise tam tersini yapmış, bireyi içinde bulunduğu sosyal bilinçten bağımsız olarak ele almıştır. Ona göre de toplumsal bilinç bir hiçtir önemli olan bireyin kişisel duygu ve düşünceleridir. Sistem tamamen bu bireyin üzerine kurulacaktır. Birey ihtiyaçları sonsuz olan bir türdür. O hissetmekte, tüketmekte özgürdür. Yeter ki diğer bireyin sınırlarını ihlal etmesin. İşte bu bir baskasının sınırlarıyla sınırlandırılmış bireylerin kendi bireyselliklerini sonsuz bir şekilde yasayabilecekleri iddiası kapitalizmin özüdür ancak bu sistemin nihai noktada yine belli kişilere hizmet ettiği görülmektedir. Bu sistemde birey özgür ama bazı bireyler daha özgürdür. İşte bu yüzden tıpkı bireyi kolektif bilinç içinde yok eden kolektivist sistem gibi kapitalist sistem de tüm etkinliğine ve başarısına rağmen ihtiyaçlara ve “olması gerekene” hizmet edememektedir.
Kolektivist sistemin kapitalist sistem karsısındaki en büyük romantizmi ise şudur; Kolektivist sistem bireyin özgürleştirilmesi sonucunda “iyi” olacağını varsaymaktadır. Oysa insanın gerçekten iyi olduğuna dair elimizde bir kanıt yok. Tarihe baktığımızda barış zamanlarının savaş zamanlarıyla kıyaslandığında neredeyse yok denecek kadar az olduğunu görüyoruz. Kaldı ki barış diye nitelendirdiğimiz dönemler bile aslında ekonomik savaşların, yok olmaların, köleliklerin barış adı altında çok daha vahşi şekilde sürüp gittiği tecrübelerdir. Şimdi denilebilir ki “bu durum kapitalizmin bir sonucudur”. Bu tez romantik sosyalist arkadaşlarımızdan da önce sanırım ilk kez Fransız düşünür Rousseau tarafından dile getirilmişti. Ona göre insanlar medenileştikçe mutsuz oluyorlardı. Çünkü medenileşme bir insanın diğerine tahakkümünü getiriyordu. Oysa insan ilkel çağlara dönse daha mutlu olurdu. Bu tez çok daha ilerlemiş şekliyle anarşizmin de özünü oluşturur. Ancak tarihi incelediğimizde tarihte yöneten ve yönetilen ilişkisinin olmadığı bir toplum yok. Her ne kadar bazı ilkel kabilelerde kolektif mülkiyet esas alınmışsa da orada içlerinden birinin diğerlerine haksızlık yapmasını önleyecek bir otorite her daim olmuştur. Yani bizim oturan ın çok sevdiği adamı Foucault un deyimiyle hayatın özü iktidar ilişkileridir ve bu toplumsal yapının özüdür.
Diyeceksiniz ki iyi ama sosyalist denemeler oldu. Paris komünü, SSCB ve diğer denemeler. Sormak lazım dostlar denendi de ne oldu. Batıdaki mülkiyetin adaletsiz dağılımı sorunu oralarda “gücün adaletsiz dağılımı” sorununa döndü. Belli bir bürokratik elit oluştu ve romantik hayallerin yerini tez zamanda Stalinist bir vahşet alıverdi. (Buna rağmen ben gerçek anlamda Marksizmin henüz dünya yüzünde denenmediğini de bilmiyor değilim) Evet başarılamadı çünkü maalesef insan dediğimiz canlı Marks babanın sandığı gibi eylemiyor.
Bunun sebebi de çok basit aslında. Biraz sonra değineceğim varoluşçuluk akımına uygun şekilde “bireye uygun fırsat verilirse en güzel şekilde düşünür ve eyler” önermesi maalesef tüm insanların eşit bilinç düzeyinde düşünebilmesi esas alınırsa mantıklı olabilir. Oysa maalesef “ eşit” kabul ettiğimiz insanlar en azından bilimsel olarak zekâda eşit değildirler. İnsanların sadece % 10 luk bir kesimi kolektivist sistemlerin kendilerine vaat ettiği hayata gidecek yolda gereken fedakârlığı ve sorumluluğu ortaya koyabilmektedir. Geride kalan büyük çoğunluk, siz ister iyi olmadıgından isterse yeterince zeki olmadığından deyin, bu büyük ütopyanın peşinden gitmektense kendi gündelik çıkarlarının peşinden gitmektedir. İşte bu yüzden dostlar dünya yüzünde yapılan ve yoksulları savunduğu iddia edilen tüm devrimleri burjuvalar yapmıştır. Fransız devrimi bir köylü değil burjuva devrimiydi. Rus devrimini Fransızların etkisiyle rus toprak ağaları ve soyluların desteğini alan elit kesim yapmıştı. Bakın Türk devrimi bile jakoben yani tepeden inme bir devrimdir. Halk dediğimiz çoğunluk ne mi yapar? Bu sorunun cevabı dikkatli gözler için bugün Pakistan’da verilmektedir aslında. Pakistan da şu anda inanılmaz öğretici şeyler yaşanıyor. Çoğunluğu oluşturan halk dinci bir rejim istemekte ve bu dinci rejimle Yahudileri, Hıristiyanları ve hatta kendi gibi düşünmeyen Müslümanları hizaya getirme hayalleri kurmaktadır. Ama şükür ki orda Pervez müşerref gibi bir “darbeci general” var da demokrasi dediğimiz şeyin aslında ne kadar abuk sabuk bir olay olabileceğini ispatlama pahasına darbe yapıp bu azgın çoğunluğun iktidara gelmesini önleyebiliyor. Demek ki halk halk diye gözyaşları döken sosyalist kardeşlerimizin sandığı gibi olmuyor olaylar. Halkın büyük çoğunluğu gündelik korkularıyla hareklet etmektedir. Bu korkular dini temli olabilir. Ölümün soğuğu karşısında dinden ve yalanlardan örülen giysiler kimin elindeyse geniş halk kitleleri o kişilerin peşinden gider dostlar. Sosyalistlerin değil. İşte bu yüzden benim sevgili kardeşim oturan boğa sürekli halk halk demesine karşın halk onun desteklediği partiye her seferinde yüzde 00. bilmem kaç oydan fazlasını vermemektedir. Buna karşın Allah Kitap Peygamber diyenler bu ülkede iktidara oturmuş ve bırakacak gibi de görünmemektedir. H eğer sosyalizmi tüm felsefi bağlamından koparıp dinci bir söylemle anlatırsanız halk sizi de destekler tabi. İşte sevgili dostlar alın size bir halka inme yolu. Bana burada bu kadar atıp tutan arkadaşlarımız halka inme adına eminim sosyalizmi İslam dinine de uyarlayabilecek, hatta “Hz Muhammet’inde aslında bir komünist olduğunu” ileri sürebilecektir. Gülmeyin bunlar bu ülkede yapılmadı değil. Madem halka iniyorsunuz sevgili dostlar siz bu seçeneği de düşünmelisiniz.
Varoluşçuluk, bireyin kendi hayatının iplerini kendi eline almasını ve kendi varolusunu kendi isteğiyle anlamlandırmasını esas alan bir düşünce akımıdır. Kirgegard gibi dincisi de vardır bu akımın Satre gibi sosyalisti de. Ama ben size bu akımın önemli isimlerinden Albert Camus un Nazilere verdiği inanılmaz cevabı anımsatmak istiyorum. Çok kısa ifade etmek gerekirse Camus, doğa bilimleriyle dinin anlamsızlığı ortaya çıkınca insanlığın bir anlamsızlık denizine düştüğünü, bu anlamsızlık içinde Naziler gibi artık güçlünün her istediğini yapma hakkı olduğunu savunan düşüncelerin belirdiğini söyleyip ekliyordu. Evet diyordu bir gerçeği anladık ki, insan bu evrende yapayalnız ve tanrı da yok. Ama bu ortak gerçeğimizden siz hayvani bir sonuç çıkarttınız. Biz ise kendi varolusumuzu kendimiz gerçekleştirmek ve dünya barısını tesis etmemiz gerektigini anladık, diyordu. Yani ona göre ortak bir tespitten Naziler farklı Camus ise farklı bir sonuç çıkartmıştı. Naziler madem tanrı yok her şey mubah, derken (Bu sözü Dostoyevski bile söyleyebilmiştir) varoluşçular ise madem tanrı yok o zaman gelin kendi varolusumuzu kendi ellerimizle inşa edelim ve barış dolu bir dünya yaratalım, demiştir. Onun bu dedikleri varolusculugun özüdür ve Satre da bu oluşumun sosyalizmle gerçekleşebileceğini ileri sürüyordu öte yandan.
Angel senin sözlerini bu varoluşçu söylemle ele almamın sebebi. Yine varolusculugun öncülerinden Niçe nin “üst insan” söylemine yaptığın vurgu nedeniyle. Niçe nin o söyledikleri aslında Nazilerin çıkış noktası olmuştu. Niçe üst insanı yaratın deyince o üst insan için insan haraları bile kurdu Naziler. Ama Nazilerden öte Niçe nin kendisi bile bir yandan aynı kitabında insanlara zavallılar derken birkaç sayfa ötede insanlara kardeşlerim diyebilmektedir. Onun yazdıklarını kendi samimiyetinden taşarak değerlendirsek bile kendini üst insan olarak konumlandırıp gereğini yapacak insanların sosyalizme yönelebileceği iddiası son derece dayanaksızdır. Gördüğün gibi Nazizme de yönelebiliyor.
İşte romantizm diye ısrarla vurguladığım tavrınızın sebebi mahiyeti budur. Bilmem yine içinde Niçe, Üst insan, varoluşçuluk, Satre, Camus, sosyalizm, kolektivizm, demokrasi, liberalizm, Nazizm, Jakobenlik gibi kelimelerin geçtiği bu metni halkımız anlar mı? Dedim ya bilemiyorum. Hadi halkımız anlamadı 4 yıllık üniversiteli arkadaşlarımız da dudaklarına bir memnuniyetsizlik kıvrımı yerleştirip surat buruşturmanın hazzına sığınır mı? Cevabı ben vereyim, olabilir. Çünkü yukarda dediğim gibi toplumun yüzde doksanının bu konularla gerçekten alakası yoktur. Ve sosyalizmin hep tökezlemesinin ve vahşi kapitalizmin hep kazanacak olmasının sebebi de budur.
Sıkılmayıp buraya kadar okuyan herkese teşekkürler.
Sevgiyle.