Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

Benim Adım "AŞK"... ( İslami)

rabbmz.png


sunu1.png


sunua1.png
 
ucankuslar.gif


- Alıntı -
Allahi bulan neyi kaybeder!!!

Nereden Yazdırıldığı: Http://www.nurbahcesi.org
Mesajı Yazan: SAMANYOLU
Konu: Allahi bulan neyi kaybeder!!!

Allahi bulan neyi kaybeder !!!

İster gündüz ,ister gecenin dipsizliğinde sevgiye sarılıp kaygısızca uyur çocuk kalbi,telaş yok...
Bir vardır hep yanı başında;her sızıda,her dertte sarılır ellerine.
Bir başka vardır yumuşacık.Manasını tam bilemez;ama farklı olduğunu bilir.
Bir sığınmadır bu.Sevilen tarafından sarmalanmadır.
Kaybolmak gibi endişe yoktur.Onun için hep huzurun örtüsüdür gözkapakları.
Güvenle kapanır ve güvene açılır.Çocuk semasının üveyliklerdir analar.
Bir ananın sarmadığını kim incitebilir ki!
Annesiyle beraber olan çocuk neden korkar?Aannesini kaybeden çocuk neyi bulur?
Ya Sen"i bulan Allah"ım!Ya Sen"i bulan neyi kaybeder?
Gözlerimi kapadım.Süzülüyorum bilmediğime.
Yüreğimde binlerce duygu titreyişi,kulaklarımda apayrı makam.Açılıyor kapılar...
Bebeler,anne sinesinden rahmeti yudumlar.Ben bu yolculukta rızanı kazanmaya çalışıyorum Allah"ım!
Sözüm,niyetimden filizleniyor.Dar kelimelerimin içinde çaresizim;dudaklarım titriyor haddini aşmaktan.
Sadece diliyorum.Aczimi koydum avuçlarıma;her gün yıkanıyor yüzüm.
Bilmem bir gün ulaşabilir miyim razı olduklarının iklimine?
Topal bir karınca varmış.O da niyetinden almış cesaretini;Mekke yollarına düşmüş...
Bu seyahatin mantığını aşıktan başka kim anlayabilir?
Şaşıranlara cevabı,aşkı kadar gerçekmiş karıncanın:"Uğrunda ölürüm ya..."
Gönül!
İç içe boyutlar gibisin.Her bakışta bir başka görüntün...
Nerden aksediyor benliğime bu aydınlık?Bir göz için mi bunca ışıktan tayflar?
Başka duygular hissediyorum.Çek aramızdaki sun"i sevgiler!
Kör sevdaları tutmak için mi bunca enginliğin?
Deryaya karışan suyun hasretinde sadece ufuk vardır.
Binlerce niymeti bir hayat cümbüşüne veremem gönül!Gölgeleri istemem...
Düşüncelerim Sırat gibi...Düşmekten korkuyorum benlik gayyasına.
Uçurumdan korkar mı Sen"i bilen?İmanın eşiğinden geçen,düşer mi?
Bir kaşık bile değilken deryada aklım,neyi alıp nereye boşaltacağım Allah"ım?
Vicdanım sızlıyor.Nedendir hep"ben...ben...ben"dememiz?
Neden Allah"ım bu şaşkınlığımız?Mesafeler uzun,adımlar aksak.
Tadını almış ya bir kez bu dugunun,yolun başında dev niyetile karınca.
Destek ol Allah"ım!Çünkü benim aksaklığım;gizli noktalarımda.
Aklımdan kalbime kıldan ince bir köprü uzanır...
Gözlerim hayrette;eriyor takatım.Tövbeler tutundum,Kapı"na geliyorum Allah"ım.
Ya emanetini koruyamadımsa!Sen"i bulan,bütün mülke sahip olurmuş.
Kucağında demetlermiş kainat.Çevrede hakikatin sesleri...
Uçuşur bir candan bir cana sevgi...
Şefkatin,rahmetin...
Sen"i bulan,güneşe yakınmış.Yıldızlar dökülürmüş görmeyi bilenlerin avuçlarına.
Ayrı ayrı öğretirmiş her yıldız,Mesafelerin dilini.Sadece vadiler içinmiş derinlikler.
Sen"i sevenin gecesinde mehtap,neden bu kadar parlak?
Gökyüzüne bakıyorum.ilk defa anlamaya çalışıyorum rüzgarla kardeşliğimi.
Süzülerek giden bulutların vazifesi farklı mı benimkinden?
Açtığımızda gözlerimizi,söyliyebilir miyiz bir an dahi yanlız olduğumuzu Allah"ım?
Hep bizimlesin.Endişeyle sindiğimizde bir köşeye,ne zaman görmedik ellerimize uzanan nurdan iplerin?
Tutunamadıksa gafletimizdendir.Vefa,Vefa...Ey Vefalıların En Vefalısı!Vefayı veren sen"sin.
Vefalı da sen...Ya bizde vefa...
Ne gelen vardı,ne giden,Rıhtımlar tenhaydı.Hiç mi kalmadık anaşılamanın yanlızlığında?
Ah,sabırla bekliye bilseydik gönül!Her zaman hazır bulacaktık kıyıdaki yelkenliyi.
Görememişsek,körlüğümüzdendir?
sevgi,sevgi...Ey Sevgilerin En Sevgilisi!Sevgiyi veren sen"sin Allah"ım.
Yaşanmanın tadı Sen"i bulmadaymış.Seven Sen"sin,Sevilen de...
İçimde büydükçe Sen"i bilmenin okyanusu, benliğim çatırdıyor.
Baharı sessizce bekler ya tohum.Kabuğunun çatlaması kemalinden midir?
Kol atıyor sevgi damarları her yerden.Toprak,yedi veren güllerine gebe.
Sana sevdalı yüreğin atışları her daim secdede.Sen"in için bu koşuşturmanın hepsi...
Sen"i bulan neyi kaybeder?Sen"i kaybenden neyi bulur?
Dikenleri bulur,ısırganları...Kabuslar döşenir düşlerine.Her dem yaralanır,yutkunur.
Hırçın uyanışlarında haneler yıkılır.Bir bir dökülür insanlığı,sıırı dökülmüş aynalar gibi.
Yazık!Her şey boz bulanıktır.Sana adanmamışsa;ben ona destan demem.
Sen"sin gönüller tahtındaki;özgeye Sultan demem.
Kalbimi çevirebilsem bir huzur beldesine,her dem sürebillir miyim alnımı Kabe"nin örtüsüne?
Dalları sidre"den yayılan bir gül ağacının gölgesinde dinlenmekse gerçek hayat,
Yarabbi,beni ihlasın toprağına at.
Nefsimde ne varsa gübresi olsun bağlarının.
Kokusu her yanımı sarsın goncaların.
Her yaprak açılan bir eldir sana

-------------
Allah'im, Hakkimda Hayirli Olani Gönlüme Yar Eyle...
Gönlümde Olani Hakkimda Hayirli Eyle...
(Amin)

http://nurbahcesi.org/printer_friendly_posts.asp?TID=6931
 
64189718.png

- Allah Sevgisi -​

Şehvetinin esiri olmuş her bir nefis,​

dizginlerinden boşanmış bir at gibidir.​

Bu atı kırbaçlayıp şaha kaldıran,​

sinsi şeytanın ta kendisidir.​

Dizginleri ele alıp atı durduracak kişi,​

yalnızca atın seyisidir.​

Bunu da her zaman için yaptıracak olan​

yürekten gelen ALLAH SEVGİSİDİR.​


♦♦♦♦​


32896610f76cd96bbd671ea.jpg

- ALLAH SEVGİSİ -​

HZ. İSA (A.S.) ALLAH'TAN (C.C.) ALDIĞI EMİRLE KÖY KÖY, KASABA KASABA TEVHİD İNANCINI ANLATIR.
GİTTİĞİ BİR KÖYDE, DELİKANLININ BİRİ, HZ İSA'DAN DUA İSTER: "EY İSA (A.S.), DUA ET ALLAH BANA SEVGİSİNDEN ZERRE KADAR NASİP ETSİN."​

İSA (A.S.) "O KADAR SEVGİYİ KALDIRAMAZSIN "DER.
DELİKANLI," O ZAMAN DUA ET ZERRENİN YARISI KADARINI NASİP ETSİN" DER.
İSA (A.S.) DUA EDER VE O BELDEDEN AYRILIR.​

HZ. İSA (A.S.) BİR ZAMAN SONRA O BELDEYE TEKRAR UĞRAR.
DELİKANLIYI SORAR ETRAFDAKİLERE.
HALKDAN BİRİ SENDEN SONRA BİR DAHA GÖRMEDİK ONU DAĞLARA ÇIKMIŞ DER.
HZ. İSA (ALEYHİ SELAM) SÖYLENEN YERE DOĞRU GİDER VE DELİKANLIYI ARAR.
ONU BİR KAYANIN ÜSTÜNDE, BİR NOKTAYA BAKIŞLARINI DİKMİŞ SESSİZ SEDASIZ OTURURKEN BULUR.
GENCE EPEYCE SESLENİR AMA GENÇDEN SES SEDA ÇIKMAZ.​

SONRA HZ. İSA (A.S.) KULAĞINA ŞÖYLE BİR SES GELİR ALLAH (CC) TARAFINDAN.​

"EY İSA BİZ BİR KULUMUZA ZERRE NİN YARISI KADAR BİLE OLSA SEVGİMİZİ NASİP EDERSEK, ARTIK O BİZDEN BAŞKA BİR ŞEY GÖREMEZ VE DUYAMAZ OLUR."​

RABBİM TÜM İNSANLARIN GÖNLÜNE SEVGİSİNDEN NASİP ETSİN.

gldediginnedirsenin.png
 
kozluktakoyungudenbirco.jpg

- AŞIK ÇOBAN -​

Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:​

- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki ;sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine; dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...​

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.​

- Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.​

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.​

Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:​

- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih , kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?​

- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.​

İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...​

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:​

- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ...;​

Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam , karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.​

Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...​

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:​

- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.​

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:​

- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.​

- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?​

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.​

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;​

- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.​

Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.​

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.​

- Efendim , diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...​

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.​

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:​

- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.​

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:​

- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?​

Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:​

- A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...​
 
Gel Gör Beni Aşk Neyledi

Ben yürürem yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akılem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
Derde giriftar eyledi

Gah eserim yeller gibi
Gah tozarım yollar gibi
Gah coşarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi
Derde giriftar eyledi

Ben Yunus-i bi-çareyim
Dost elinden avareyim
Baştan aşağa yareyim
Gel gör beni aşk neyledi
Derde giriftar eyledi
 
Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok...

Harika Harika ötesi paylaşımlar teşekkürler emeğinize sağlık...
 
Bir zamanlar bir Prof. Doktorunun insan beyni hakkında yaptığı açıklama hala kulaklarımda çınlıyor :
"İnsan beynini bir ada olarak düşünürsek, bizler onun gizemli dünyasını merak eden ama sadece çevresinde gezinmekle yetinebildiğimiz iç dünyasını ve gizemini çözemediğimiz kişileriz"​

Bende bu aşk hususunda aynı şekilde düşünüyorum. Bizler bu aşkın ( ilahi aşk ),
sadece çevresinde gezinmekle yetinen kişileriz. Onun çekim alanı sınırlarına girmiş, rüzgarının serinliğiyle heyecanlanmış ama bir türlü o girdabın içine kendimizi bırakamamış kişileriz.​

Love, Dostempati, katkılarınızdan dolayı teşekkürler.​


ALLAH (cc) , bizlere bir zerrenin yarısı kadar da olsa muhabbetinden mahrum etmesin,​

Cümlemizi aşkıyla deli olanlardan eylesin. ( En azından şahsım için :) )​
 
Allah ı anan, anılmasına vesile olan, Allah ın zikriyle kalpleri coşan tüm kardeşlerimden Yüce Rabbim razı olsun. Bizim de Allah ın anılmasında bir nebze katkımız olabilmişse ne mutlu bize. Allah ı bulan neyi kaybetmiştir ve Allah ı kaybeden neyi kazanmıştır. Eyvallah...


Bana Seni Gerek Seni

Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni;
Ben yanarım dünü, günü,
Bana seni gerek seni,..

Aşkın, âşıklar öldürür.
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni.

Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leylâ gerek
Bana seni, gerek seni.

Yunus durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni...

Yunus Emre
 
b71807damlalar.jpg


- İKİ DAMLANIN DENİZ HAKKINDAKİ KONUŞMALARI -

1. Damla : "Deniz" diyorlar, nasıl birşeydir acaba ?
2.Damla : Biz ona benziyormuşuz, ama o bize benzemiyormuş!

1. Damla : Anlamadım!
2.Damla :Sanki ben anlamış mıyım?


1. Damla : Peki nasıl gidilir oraya ?
2.Damla :Oraya gidilmez ki, o hep burada.

1. Damla : Nasıl yani ?
2.Damla :Sen nesin, kimsin ?

1. Damla : Yine birşey anlmadım.
2.Damla :Zaten anlamak yok. Onlar gibi olmak var.
Sen ona vardığın zaman, kendin olmadığın için birşey anlamıyorsun.
Buharlaşmanı bir düşün.​
 
Hû hû hû… Tek hece… Aşk tek hece. Allah iki hece. Hû tek hece.
Seller gibi sürükler peşinden, katar da götürür içinin sularını. Nice bin ırmak katılır, çağlar, akar gider… Bir deli sudur aşk. Bir gün seni de katar, seni de yakar.
Aşktan aşka fark var. Aşk dediysek etten, tenden uzak, çok uzak. Hani günümüzde neredeyse adı kalmış. Hani bir gece çok uzaklarda bir yıldız var ya, göz kırpar gibi gülümseyen, ışıldayan, o kadar uzak. Bir o kadar da yakın. Hakkını verene, Hakk’ı bilene. İçinde taşır da, haberi olmaz. Zaten derdi o değil ki bilinsin, adının yanına bir sıfat konulsun, tanınsın. Derdi değil ki…
Çiçek açan ağaç gibi sessiz sedasız, meyve veren ağaç gibi gürler, konuşur ama görev şuuru içinde mütevazı, ille de kendine bir anlam yüklemeye çalışmaz. Her şeyiyle bir şeyler söyler ama ille de göze batmaz, göze batmak için yapmaz. Her mahlûkun fıtrî tesbihatı neyse, onunki de odur. Islanmış, nemlenmiş gözlerini ille de silmek gerekmez.
Ko, kurusun yatağında gözyaşı. Yakışır gözlere. Yanaklara düşen de çiçekteki şebnem olur, dudağına değen de kalbinden diline değen bir ses, bir nefes olur: Hû…
***
Aşk, insanın kalbiyle tanışmasıdır. Nefsinden geçip Allah’la buluşmasıdır. Kim bilir, ne fırtınalar yaşamıştır, ne çıkmaz sokaklara uğramıştır yolu, kim bilir…
Aşk bir levhadır yolun bir kenarında. Altında bir işaret: “Allah’a gider.” Aşk yolu Allah’a çıkar. Aşkın yolu, Allah’a çıkarır. Çıkarmıyorsa şayet, aşkta suç yok, levhanın adresini değiştirmişlerdir. Maharetli eller çok (!) Yol kesen eşkıyadan değil, Allah’la aranı kesenden kork. Aşkın ve kalbin yolunu kesenden kork.
Kıpır kıpır, cıvıl cıvıl uyanan bir duygudur içinde bahar çiçekleri gibi. Ne kadar beyaz, ne kadar da temiz. Ne kadar da yakışır Allah’ın o tertemiz kulunun kalbine, ruhuna. El, el olduğunu anlar; göz, göz olduğunu. Kalbin de bir gözü var. Kalbin gözbebeğinde saklar o iman, o aşk kendini. Böyledir aşk. Damlası ummandan haber verir. Ne zaman, nerede, hangi yaşta, nasıl uyanacağını kim bilir Allah’tan başka?
Ve kalp çaresiz vurulur aşka. Aşk mı vurur kalbi, kalp mi vurur aşkı? Sorma… Orası bir muamma. Yaşayanın içindedir sırrı bu muammanın. O aşk, o muhabbet olmasa, ne her sabah güneş doğar, ne insan yataktan çıkar, o yorgun ruhlar ne de ilk adımını atar…
O nasıl bir enerjidir ki, ölmüş bir bedeni yeniden onarır, hayata çağırır. Kalbin gücü, Allah ile olmakta, aşkın gücü, Allah’ı bulmakta. Allah’a ulaşamayan aşk, sokak ortasında anacığını kaybetmiş feryad-u figân eden bir çocuk. Allah’a ulaşamayan aşk, perişan. Niye kalpler bu kadar üzgün, niye ruhlar bu kadar yorgun, belki bir derece anlayabiliriz.
Yolunu, yönünü kaybeden, ne yapacağını bilmeyen, aşkın sadece adına tutunan, içini, özünü açamayan, Allah’a kavuşamayan bunca insan perişan...
Bu yolda, aradığın, bulduğun değildir; bulacağından bir işarettir sadece o. Daha çok yol var kat edecek.
Kalbin rengi beyazdır, bembeyazdır… Sonradan biz değiştiririz o kalbin rengini. Yaşadıklarımızla, sevdiklerimizle, hayatımıza kattıklarımızla ve o kalbin içine attıklarımızla.
Kalbin rengi beyazdır. Aşk, bu beyaza yakışır. Orada otağ kurar, orada kök salar. Kalbin aşkı, aşkın kalbidir. ‘Allah’ diyenin aşkı beyazdır. Beyazın adı, kalptir.
‘Allah’ diyenin kalbi hep beyazdır.
 
sunu1.png



Hasan (madralı ) arkadaşım, yazını okudum. Gerek yazının içeriği, gerekse zamanlaman çok hoşuma gitti.
Allah (c.c.) senden diğer arkadaşlarımızdan
ve cümlemizden razı olsun.
 
gnahsofrasndandorulmaya.png

♥ ♥ ♥​

Aşık olan kişiler deli olagan olur,
Aşk nedir bilmeyenler ana gülegan olur,
Sakın gülme sen ane, deli değildir sane,
Kişi neye gülerse başa galegan olur,
Aşık Yunus sen dahi, incitme aşıkları,
Aşıkların duası kabul olagan olur...​

1153988x7t0qb6rce.gif


Ayağıma bağlanan aşk zincirlerini yokladım, meğer senin kapına bağlıymış. Bana yine merhamet etmişsin, ayağımı o kapının zincirine bağlamışsın.
Ya RABB, merhamet et çözme... !!!​


1153988x7t0qb6rce.gif
 
Hakiki derviş çorba için tekke beklemez.
Onun için ekmeğe kul olanlara aşk şarabı verilmez.
Cennete can feda edilmedikçe girilmez.
Sakın zannetmeki bu feda da ziyan vardır.
Bilakis faniyi verip baki kalmaktır.

♥ ♥ ♥

Aşık yamalı vücud hırkasını, bir kırık kalbe satar.
Aşk caddesinde ulu orta pek kendi kendine gidilmez, imdadcı lazımdır.

♥ ♥ ♥

İnsanın vücuduna çöreklenmiş olan "nefs" putunu ne kazma kırabilir, nede balta parçalayabilir.
İşte onu ancak aşk ateşi eritebilir.​
 

Ya Rab bu ne derttir derman bulunmaz
Benim garip gönlüm aşktan usanmaz
Aşık ki cana kaldı aşık olmaz
Canın terketmeyen, maşukun bulmaz​

Aşk pazarıdır bu canlar satılır
Satarım canımı kimseler almaz
Aşık, bir kişidir, bu dünya malın
Ahiret korkusun bir pula saymaz​

Bu dünya ol ahiretten içeri
Aşıkın yeri var kimseler bilmez
Yunus öldü diye sela verirler
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.

(Yunus Emre)​
 
- Aşk'a Ulaşmak -​


Sûz-i dilden bî-haberdir sanmayın cânâneyi
Mum gibi arzû eder o şûle-i sûzâneyi
Aşk odu evvel düşer âşıka sonra mâşuka
Şem'i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi​


Bir çoğalmadan ibarettir aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir. Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?​

Sözün var olduğu günden beri, en fazla sarf edildiği alan aşktır. Aşk üzerine söylenmiş sözlerin sınırı yoktur. Belki söylenmemiş söz de yoktur; ama her dönemde başka türlü söylenmekten dolayı çoğalan söz vardır. Söz nötr bir varlıktır, üst derecesi kelam, alt derecesi laftır. Sözün kelam derecesinde konusu aşktır. Söze en güzel manayı aşk verir. Bütün boyutlarıyla sözü aşkla söylediğiniz zaman sözün güzelliğini hissedersiniz. Bir cümleyi aşkla yazın; görün cümle ne kadar güzelleşir. Usulen yazılan cümleden muhatabın alacağı pek bir şey yoktur.​

Hayatın aşktan yoksun olduğu hiçbir zaman gösterilemez ki. Bitkinin hayatı olsun, insanın hayatı olsun, dünyanın hayatı olsun, bütün hayatların her kademede aşka ihtiyaçları vardır.​

Aşkla bakmak; yürekle bakmak demektir. Göz sadece bir fonksiyonu yürütür; ama fonksiyonun içini dolduran, onu sanata dönüştüren gönüldür. Biz gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür. Gönlümüzde aşk varsa, gözün gördüğü güzeldir.​

“Yalnızca bir türlü aşk vardır; ama görüntüleri binlerce türlüdür” der bir bilge. Üç çeşidini söyleyelim: Aşk beşeridir; şakayla baslar, sorumluluk getirir. Gözden girer, gönülde yasar. Surete meyledenler ziyandadır. Aşk platoniktir; sohbetle baslar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar. Siretini süslemeyenler yol şaşırır. Aşk İlahidir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.​

Aşk, Allah-u Tealâ’nın “Bilinmeyi istedim kâinatı yarattım” buyurduğu noktada başlar. Ve oradan bir ırmak gibi birdenbire coşkuyla akar, binlerce yola ayrılır, binlerce ırmak oluşur. Bir baştan binlerce baş oluşur. Onun için bir türlü aşk vardır. Varlığımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinde aşkın bütün çeşitleri mevcut. Bugün dahi mevcut, biz hangi boyutunda yaşıyorsak aşkın, o türlüsünü tadıyoruz demektir.​

Beşeri aşkın (mecazi aşkın) İlahi aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok mutasavvıf İlahi aşk için beşeri aşkı ilk basamak olarak görür. Çünkü Allah güzeldir, güzelliği sever. Mevcudattaki o İlahi kudretin eserine bakarak ancak bir izden asıla gidebilir, görüntüden orijinale geçebilir manasında beşeri aşkı ilk basamak olarak görmüşlerdir ve atlamışlardır oradan.​

İşte; Leyla ile Mecnun. Leyla’nın bir beşer olarak aşkını Kays’ın biriktirmesi… Kays içinde büyüyen o aşkla ileride bir eşikten atlayarak Leyla ile bütünleştirmesi… Buradan da ileri giderek başka boyutlara yol alması… Artık o Hallacın “enel hak” dediği noktadır, o Nesimi’nin cübbemin altında “Allah’tan gayrisi yoktur” dediği noktadır. Gerek baş verirsiniz gerek derinizi yüzerler. Sırları ifşa etmek noktasında aşk biter.​

Salt sırdır aşk. Aşk bir kişilik sırdır, iki kişiye müsaadesi yoktur. Zaten aşk tekildir. Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir. Aşkın içinde seven vardır o kadar. Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan, olması önemli de değildir üstelik. Aşk tekil olduğu için sırları da, kederleri de, acıları da, firkati de, hicranı da, gözyaşı da, ateşi de tekildir. Yani içinde bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar, gözyaşı da bir kişiden akar, ayrılığı bir kişi çeker. Aşkı bunlar çoğaltır, aşkın “eksilmeyen fakat artan” özelliği aynı zamanda buradan beslenir. Gözyaşı aşkı artırır, hicran, hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür, katmerler, yuvarlar bir çığ gibi. Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor. Aşkın bir tarifi de acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk. Onun ötesinde de insanın kabiliyeti. Aşk her gönülde aynı kıvamda var olamaz. Gönül medeniyetindeki gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır, o zaman işin içine sırrı da girer. Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır, daha ötesini kaldıramaz. Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi ilgilendirir.​

Biz aşkı genel kabulümüzde “beşeri aşk” derken bir zaaf olarak algıladık “İlahi aşk”ı da bir hedef olarak gördük. Beşeri aşkın ve İlahi aşkın ikisinin de aynı anda ve aynı bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla mümkündür.​

Ahsen’ül-Kasas buyurulmuş Yusuf Suresi’nde; aşkı anlattığı için bu sure. Mevlana “Zeliha o hale gelmişti ki…” diyor, “… çörek otundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu onun için. Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese; söğüt dalı yeşerdi, dese (…); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese hep ayrı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikâyet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu onun, dileği de…”​

Hiçbir insan bir kadına âşık olmayı veyahut da bir kadının bir erkeğe âşık olmasını, “beşeri aşk” dediğimiz duyguyu yadsıyamaz, ayıplayamaz. Ne din, ne de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah’a aittir çünkü. Gönül ki Allah’ın evidir, aşkın her çeşidine itibar eder.​

Bütün milimetrekarelerinde aynı sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi acep? Bir kuru yakınlaşmayı, ilgiyi, arzuyu aşk sanarak yaşanılan ömür adına vaveyla ve va esefa!.. Bir Cemal’e kul, bir Ahmed’e köle, bir Leyla’ya deli ve bir ışığa pervane olmayanın aşkı mı vardır, ya aklı mı vardır ki? Alem bir aşk için yaratılmış ve “Aşk imiş her ne var alemde!…​

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl
Muhammedisiz muhabbetten ne hâsıl?”​

Sevgi üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüne alınmadır aşk. Aşk acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve ahtır; tazarru ve münacattır. Aşk ölümdür, can vermedir, kurban olmadır. Canların birbirinde kaynayıp erimesidir; canların can özünde yitirilmesi ve aranmamasıdır aşk. Parçalara böldükçe demiri, mıknatısı güçle bütün parçaların yine birbirlerini aramalarıdır. Arama gücünü yitiren, zayıflatan, küçülten parçalar bırakır; ancak birbirini kovalamayı. Tasın içinde saklı olan ateştir aşk; bir kıvılcım çakınca kuşatır bütün evreni. Atom çekirdeği etrafında saniyede iki bin kilometrelik hızla dönen elektronların karıdır bu. Kudretin ve İlahi sanatın özündeki cevherden beşeri estetiğe akıp gelen ilhamdır o. Bir şehre Uşşak, bir köye Âşıklar adını vermektir. Aşk ki şiirde Su Kasidesi, mimaride Selimiye, musikide Ferahfeza’dır. Aşk, haddehanelerden dökülen ateş, manaya gebe sözdür. Aşk, meşktir.​

“Kim âşık olur da iffetini muhafaza eder, halini gizler ve bu yüzden ölürse şehit olarak vefat eder.” diyen bir hadis-i şerif rivayet ediliyor.​

Kalplerimizin incelmesi, yüreklerimizin güzellikleri tatması ve tanıması açısından her insanın aşka ihtiyacı vardır. Bunu yasaklayamazsınız. Fakat gizlilik esastır. Âşık olan insan aşkını herkese ilan edemez, bu ayıp bir şeydir. Çünkü sevgilinin adı onun için kutsaldır. Sevilen insanın eskiden beri adının ulu orta söylenmesi âşık’ı incitir. Âşık olmak değil, aşkı söylemek ayıptır. Çünkü aşk bir sırdır dedik. Aşkı mutlaka kötü yorumlamamak lazımdır. Çünkü aşk olgunlaştırıcıdır. Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur. Aşktan kaçış da yoktur, siz istediğiniz kadar yasaklayın o, kişiye bir gün gelir. Şeyh Galib’in dediği gibi “Birden bire bu aşkı bu tuhfe bulanındır.” (Tuhfe:hediye)​

Önce beşeri aşkın rafine edilmesi lazım, İlahi aşka yükselmesi için. Bir insanın eşine veyahut da bir başkasına beslediği aşk-ı mecazi var. Daha sonra bu insan Aşk-i İlahi‘ye yükseliyor. Bu hal ailesine karşı olan aşkında bir düşme göstermeyecektir. İlahi aşkın içerisinde beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur. İlahi aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır; ama deniz damladan ibaret değildir. Bugün aşkla ibadet edebilen bir insan, yarın ibadet eder gibi aşık olabilir. Bugünkü işini aşkla yapan da, aynı işi yarın aşk ile yapamayabilir.​

Aşk sayesinde insan ebedilik kazanır ve lâ mekân olur. Aşk bir hiçliktir tasavvuf neşvesinde. Fakat o hiçlikte kendinizi “hiç” hissettikçe var olursunuz ve hiçlik büyük bir varlığa sebep olur. Can verirsiniz; ama can verdikten sonra yaşamaya başlarsınız, kendinizi feda edersiniz feda olduktan sonra şöhret olursunuz.​

“Güzelsiz olmazız amma oluruz etsiz ekmeksiz”.​

Beşeri boyutta aşkın mekânı ve zamanı çok kısıtlı, insanlar sadece birisinin gözlerini görebiliyor. “Küçüksu’da gördüm seni, gözlerinden bildim seni” gözlerinden başka bir yerinden de bilmesi mümkün değil zaten. Böyle bir kıyafet, böyle bir toplum yapısı, sokakta olmayan bir kadın… Beşeri aşkın sadece gözyaşı getirdiğini, sadece acı getirdiğini, dolayısıyla bizim şairlerimizin de “sevgili” diye hitap ettikleri insanların ancak kokularını duyabildikleri; saba yeli sevgilinin saçının kokusunu getirdiği zaman, acısının en fazla olduğu, yoldan geçecek diye günlerce yolda beklemek, bir haber gelecek diye bir süzgün bakışına, bir gamzeli bakışına muhatap olurum diye günlerce uykusuz kalmak… Bütün bunlar içerisinde beşeri ilişki ve birliktelik çok sınırlı. Bu sınırlılık aşkın bir gömlek daha yükselmesini sağlayabiliyor. İçinizde büyütüyorsunuz, hasretin çoğalması aşkın da çoğalması demek.​

“Eyitti ol peri bir gün düşüne gireyim bir seb, Sevincimden nice yıllar geçiptir görmedim uyku” : O sevgili bir gün bana dedi ki hadi gönlün olsun rüyana gireceğim bir gece, bu sözü duyduğumdan sonra sevincimden nice yıllar geçiyor hala uyku uyuyamadım. Böyle bir tek söz, bazen bir çift göz ömür boyu süren bir aşkın merkezidir. Böyle bir toplumda o güzellikten, o sözden yola çıkan insan İlahi aşka gidebiliyor.​

Aşkın en büyük özelliği ruh terbiyesine müsait olması… Seven daima niyazda, sevilen daima nazda… Sonuçta insanın yaratılışındaki özü, mutlak suretle hissetmesini sağlayacak bir acı ve kederle kalbi yumuşatmak, mumları eritmektir. Kalp mumlaşıp mum da eriyince ister istemez bir yanış, “Hamdım, pistim, yandım” olur. Yanma son noktadadır. Artık çeşitli tecellileri kabul etmeye hazırız; hoşgörü, affetme, sabır ve hatta bütün ömrünüz boyunca ulaşacağınız duyguları kapsar. Bunu yapmadıkça, kalp çiğ kalır, ister istemez meseleleri de hazmetmek zor olur. Onun için ayrılık vardır, acı ve hasret vardır. Aşkta vuslat yoktur, vuslat olduğu an aşk yoktur. Vuslat aşkın düşmanıdır üstelik.​

Bu günün nişanlılıkları üç ay, evlilikleri iki-üç sene sürüyor. Çünkü aşk diye yaşanılan şeyler riyakârca yürütülen bir oyundan ibaret. Her iki taraf da gerçek yüzlerini gizliyorlar, karşı tarafa hoş gelecek geçici bir hale bürünüyorlar. Oğlan bir simit alıp gelesiye kadar, kız yeni bir sevgili bulabiliyor mu kendine, ona bakmak lazım. Bu kadar vazgeçilebilir duygulara aşk diyebiliyorlarsa onu sorgulasınlar.​

Aşk sorgulanmalıdır; bir ilgi midir, bir sevgi midir, bir tutku mudur? Anormalliktir; ama bu anormalliğe geçiş sürecinde bizim duygularımızı hangi derecede, hangi merhalede tuttuğumuza bağlı. Bir üstünlük, bir ayrıcalık vesilesi yani… Oysa bugün hepsine aşk diyoruz, hatta cinselliğe bile aşk deniyor, aşk yapmak aşk adına çok küçültücü bir şey üstelik. İnsanın bir ilgiyi aşk sanması; onun aşkıdır; fakat aşkın ancak bir nebzesidir. İçinde aşk yok değil mutlaka vardır; ama aşkın ne kadarıdır işte ona bakmak lazımdır. Mutlak aşktan herkes ancak nasibi kadarını alabilir.​

Bir şeyin aşk olabilmesi için tutkulu olması, patolojik olması, anormal olması gerekir. İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa; derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku girmiyorsa gözlere, sen bir mecliste adı anıldığında onun, inziva engin bir boyut kazanıyorsa, hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı, işte odur aşk. O ki, göz kapakları kapandığında karanlıkları son bulmuyorsa, ne cür’et aşktan söz edile!?.​

Eskiler “Ah mine’l-Aşk” yani “Ah aşkın elinden!…” demişler. Galiba biz de “Ah Bine’l-Aşk ” yani “Ah aşka ulaşmak!…” demeliyiz.​

İskender PALA​
 
44153861ju6.gif


- Dervişin Aşkı -​

Her görenin âşık olduğu, aklını kaybettiği bir kız vardı.
Yanağı kafur gibi bembeyaz,
Saçları misk ile simsiyah.
Dudağının lezzetini bilseydi, şeker, erir yok olurdu.​

Bu dilber bahçelerde gezinirken oralardan bir derviş geçti.
Bir ekmekçinin acıyıp verdiği yarım somun tutuyordu elinde.
O ay yüzlüyü görünce ekmeği elinden düşüverdi.
Kız bu hale gülüp geçti.​

Kızın gülüşü dervişin elindeki yarım ekmek gibi bedenindeki yarım canı da yere çaldı.
O andan itibaren ne gecesi, ne gündüzü kaldı.
Tam yedi yıl yanıp yakıldı, ağlayıp inledi.
Kızın mahallesinden hiç ayrılamadı,
Evinin çevresinde dönüp durdu.​

Yoksulun bu hali kızın akrabalarını rahatsız etti ve bir gece sessizce ortadan kaldırmayı düşündüler.
O dilber biraz insaflıydı,
Gizlice yoksul dervişi çağırıp "-Git buralardan," dedi,
"Elde edemeyeceğin bir şey için kapımda bekleme.
Canına kast edecekler,
Durma kaç!"​

O zaman derviş ağladı ve ilk kez içini döktü kıza:
- Bencileyin bin âşıkın canı senin cemaline feda olsun.
Ben canımı seni ilk gördüğüm an kaybetmiştim, şimdi bir can için seni terk eder miyim sanıyorsun.
Yalnız meraktayım,
Madem bana hiç acımayacaktın,
Neden o zaman bana gülmüştün!​

- A ahmak derviş, dedi kız,
A hünersiz zavallı, sen hiç kendine bakıyor musun?
Gerçekten gülünecek bir suratın var,
İnsan sana bakınca elbette gülesi geliyor.​

Derviş bir nara atıp bayıldı.
Kendine geldiğinde ise,
"Aşk sevilen için bir hiç ise de, seven için heptir; Aşkımdan geçecek değilim!"
diyerek yedi gece daha oralarda dolandı,
Sonra onu hiç kimsecikler bir daha görmedi.​

İskender PALA



sunu1.png
 
- Sen Gidince Efendim -​

Sevgili!​

Sen gitmiştin...
Koyup bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gurbetlerine salmıştın bizi.
Yetim kaldık, öksüz kaldık ve ellerimiz kirlendi yokluğunda...​

Sen gitmiştin...
Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyoruz şimdi.
Akşamlar iniyor dağlara ve hasretimiz yankılanıyor yamaçlarda.​

Sevgili!
Nasıl iltica edelim sana ;
huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!.
Ve duyurabilsin mi sesini!?.
Efendim, duyar misin sesimizi?..​

Sevgili!
Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde hilal.
Biz bir bakışının dilencisi,
biz dolunay tutkunları,
biz bayramı gözleyen oruçlar.
Güzellik ordusunun hakanı sen, gam ruzigârinda gedalar biz.
Sen imrenme, biz ayıplanma.
Sen özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında küstah yoksullar.
Sen sabah yıldızlarının ışığı, biz gaflet uykusunda kervancı.
Dert ve keder denizinde çığlık çığlığayız biz,
kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa.
Çığlıklarımızı bestelere karıştırıver efendim,
düşkünlerine, savrulmuşlarına kulak ver.
İtivermezsin elinin tersiyle bizi, değil mi efendim?..​

Sevgili!
Sen gitmiştin...
Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı ve sonra yok eyledik aklımızı da.
Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz mıknatıstan ayrıldı.​

Sen gitmiştin...
Gönüllerimiz billur kadehler gibi çalındı sengsarlara;
ırmaklarımız mecralarında susuzluğa mahkum edildi.​

Sen gitmiştin...
Çelik mermere çarptı, iradeye ateş düştü yokluğunda.
Hasretinden akıllar yitirildi efendim,
gönüller gölgelere düştü.
Kucak kucağa güneşlerimiz söndü,
dudak dudağa denizlerimiz kurudu
ve sen gitmiştin efendim.​

Sen gitmiştin...
Seninle birlikte her şeylerimiz gitti.
Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı senden sonra;
kanlarımız sahralar doldurdu.
Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi,
kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularına...
Hiçbir şey kazanmadık ayrılığında, efendim,
hiç kâr elde edemedik.
Aldandık, hep aldandık.
Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik.
Dillerimiz dilim dilim edildi efendim.
Bize sevmeyi unutturdular ilkin;
sonra sevginin ne olduğunu...
Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardı artık.
Vurgunlar yedik pes pese efendim...
Ve sen gitmiştin.​

Sevgili!
Sen gitmiştin...
Biricik sığınağımız, varlığımızın övüncü, yüz akımızdın.
Hayırları söyleyip gitmiştin,
biz ser işler olduk.
Uzun uzun emellere kapıldık,
kapılanıp kaldık umutların kapısında.
Yolunda yürümekten üzerimize düşen,
baş kaldırdık önce ve sonra yıkılışlar gördük hep efendim.
Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça verilen;
böğrümüzde kaldı ellerimiz.
Hanım idik halayık olduk;
bay idik köle edildik.​

Sen gitmiştin...
Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler çizdiler.
Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercâyî rüzgârlara kapıldılar,
dönüşlerinin ahengini kırdılar.
Bölük bölük kadınlarımız,
grup grup erlerimiz,
demet demet çocuklarımız,
kimi güler, kimi ağlarken yitirdiler kendilerini.
Ve sen gitmiştin efendim...​

Sevgili!
Hani bir aşk idin, bir güzellik idin sen, güzellikle askın kesiştiği
prizmada.
Güzelliğin cihanı gösteren bir ayna;
aşkın o aynanın cilası idi hani.
Güzelliğin olmasa efendim,
aşkı hiç bilmeyecekti cihan;
aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı.
Aşk pazarında mezat hep güzelliğine; güzellik yurdunda yollar hep aşkına
durmuştu efendim...
Ve sen gitmiştin...​

Sevgili!
Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!..
Gönül yurdunda çaresizlerin çaresi, hastaların merhemiydin.
Saadetle yasamış, saadet çağını yaşatmıştın.
Suretleri ve canları iman ile sen şekillendirmiş,
"Lâ" ile "Illa"yi i'câz ile sen dillendirmiştin.
Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü;
Hüdhüdlerimizin mil çekildi gözlerine.
Artık düşmanlarımız dostlar arasında;
dostumuz düşman içinde.
Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda.
Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk...​

Sana muhtacız!..
Sana en fazla muhtacız.
En fazla sana muhtacız.
Uyandır bizi uykumuzdan...​

Gel ey sevgili!​

Bir gelişle gel, bir gülüşle gel.
Doğ ufkumuza, sar dünyamızı, gir gönlümüze yeniden...
Sana muhtacız...​

Sana en fazla muhtacız...​

Prof. Dr. İskender Pala​


sunu1u.png


Ya Rabbi..;​



Bana Dua edenlerin duasını…​


Benden dua bekleyenlerin duasını…​


Benden dua isteyenlerin duasını…​


Ve ;​


Benim dualarımı ;​


Dergâh-i İzzetinde hayırlısı ile kabul eyle…​


(Âmin)!​
 
HAYAT BİR İMTİHANDIR

İnsanın dünyada yaratılış amacı kulluktur.kulluk da intihanla test edilmektedir.bu itibarla bizim için büyük bir sınav,ilahi bir imtihandır.
Rabbimiz hayatın sınav olduğunu 'O, hanginizin daha güğzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.'(Mülk 67/2)ayetiyle en güzel şekilde ifade etmiştir.Bu sınav, ''inandık'' demekle kurtulamayacağımız ''açıkla'', ''korkuyla!'', ''mallardan'' ve ''canlardan'' eksiltmekle deneneceğimiz çetin süreçtir. Bu yolda biz mü'minlerin en büyük azığı ''sabır'',
''namaz '', ''güzel ahlak'' ve ''takva''dır.
Öyleyse ''herkes yarın için hazırladığına bir baksın'' çağrısına kulak vererek,yaratıcımızı hoşnut edecek ''güzel amellere'' hemen yönelmeliyiz.
 
eygnl.png

RÛH ve CESED
(Pâdişâh ve Câriye)
Mükerrem ve mükemmel yaratılan insan, diğer mahlûkâttan farklı olarak iki rûhtan ibârettir. Biri, bütün mahlûkâtta mevcûd olan “cân”dır ki, cesedle beraber son bulur. Diğeri ise:
“…Ona rûhumdan üfürdüğüm…” (el-Hicr, 29) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu vechile Cenâb-ı Hakk’tan gönderilen keyfiyetli rûhtur ki, cesede, ana karnındaki gelişmesinin belli bir safhasında dâhil edilir. Bu rûhun bir adı da “rûh-i sultânî”dir. Cesedin aslı ise topraktandır.
Her şeyin aslına rucû etme temâyülü fıtrî olduğundan beden, topraktan hâsıl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun toprağa girmesiyle sükûnet bulur. Rûh ise ilâhî nefhadan vücûda geldiğinden onun meyli de ulvîlikleredir. Hayat da, her insanda rûh ve beden arasında ebedî bir cidâle sahnedir. Rûhun asliyetinden doğan temâyüllerle bedenin asliyetinden doğan temâyüller arasındaki mücâdelenin neticesi, bir insanın esfel-i sâfilîn (aşağıların en aşağısı) ile ahsen-i takvîm (yücelerin en yücesi) arasındaki istikrar noktasını sağlar.
Aşağıdaki hikâyede Hazret-i Mevlânâ, insan bedenindeki rûh ve nefis olarak bu iki zıddıyetin birbirlerine tahakküm mücâdelesini, kavgasını ve yekdiğerini te’sîr altına alabilme gayretlerini temsîlî bir hikâye ile şöyle sergiler:
Her bakımdan saltanat sahibi bir pâdişâh vardı. Birgün saray erkânından yakınlarıyla birlikte ava çıkmıştı.
Yolda giderken güzel bir câriyeye rastladı. Câriye o kadar güzeldi ki, pâdişâhı can evinden yaraladı ve bir anda kendisine râm etti. Ava giderken avlanmış bulunan pâdişâh, içine düştüğü sevdâ ateşinden biraz olsun serinleyebilmek için büyük meblağlar vererek câriyeyi satın aldı. Zîrâ bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, pâdişâhın da canı beden kafesinde öylece çırpınmaya başlamıştı.
Şimdi ise, câriyeyi satın alıp arzusuna kavuştuğu için kendine göre seâdeti bulduğunu zannediyordu. Ancak onun bu sürûru uzun sürmedi. Câriye, müthiş bir hastalığa yakalandı ve gün geçtikçe mum misâli erimeye başladı. Kurumuş ve sararmış bir sonbahar yaprağına döndü. An geldi yataktan kalkamaz oldu. Çâresiz ve dertli pâdişâh, ne kadar mâhir ve meşhûr hekim varsa, hepsini topladı ve onlara:
“–Benim de, câriyemin de hayatı sizin elinizdedir.” diyerek bu derde devâ bulmaları için türlü diller döktü.
Makamının husûsiyetini dikkate almadan acziyyet içinde yalvardı.
Hekimler de, mağrûriyetle:
“–Sultânım! Her birimiz tabâbette zamanın Îsâ’sıyız! Bil ki elimizde devâsı olmayan bir dert yoktur!” dediler.
«İnşâallâh» demediler. Ancak bu benlikleri kendilerini rezil ve rüsvây eyledi. Zîrâ yaptıkları ilaçların faydası şöyle dursun, câriyenin hastalığını bir kat daha artırdı. Zavallı câriye kıl gibi zayıfladıkça zayıfladı, tamamen bîtâb düştü.
Bunu gören pâdişâh, üzüntüye boğuldu. Çöl gibi kavrulan bağrından çıkan feryâd ü figânları, boğazını düğüm düğüm eyledi.
Bütün dünyevî hekimlerin aczi üzerine nihâyet pâdişâhın aklı başına geldi ve mescide koşarak mihrabda secdelere kapandı. Gözyaşlarıyla yeri sırılsıklam ederek Rabb’ine ilticâ etti:
“Allâh’ım! Sen kalblerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakîkî derman olan! Beni kapından çevirme!” diye yalvardı, yalvardı, yalvardı…
Pâdişâhın bu deryâlar gibi coşkun yalvarışı karşısında Allâh’ın lutuf ve merhamet deryâsı da coşmaya başladı. Zîrâ samîmî gözyaşı, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi tuğyân ettiren bir müessirdi. Öyle ki, bîçâre pâdişâhın duâsının kabul buyurulmasına da müessir oldu ve Cenâb-ı Hakk, ona sâlih ve has kullarından birini, yâni ilâhî bir rehberi tedâvî için göndereceğini ilhâm etti.
Pâdişâh neş’e ve sürûr içinde saraya koştu ve öteler âleminden gönderilen misâfirin gelmiş olduğunu gördü. Nûrundan gözleri kamaştı. Zîrâ onun nûru karşısında güneşin aydınlığı bile sönük bir duman gibi kalıyordu. Pâdişâh, büyük bir hayret ve hayranlıkla âdetâ başsız ve ayaksız bir hâle gelmişti. Gönlünde apayrı hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o şerefli misâfire:
“–Benim asıl sevdiğim, o câriye değil, sensin. Fakat dünyâda iş işten çıkar. Allâh’ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar.” dedi.
O nûr yüzlü kudsî misâfiri muhabbetle kucakladı. Canının içine soktu. Bir yandan o zâtın elini, alnını öpüyor, bir yandan da: «Acabâ halkın gözünde perde mi var ki, bu hakîkate âmâdırlar? Nasıl oluyor da bu kadar parlak bir mehtâbı görmüyorlar?» diye düşünüyordu. Böylece târifsiz bir sürûra garkolarak: «Düştüğüm ibtilâya sabır ve tahammül ile ne büyük bir mânevî hazîne buldum.» dedi. Sonra ona derdini açtı:
“–Ey bana Rabb’imin hediyesi! Ey «Sabır, sürûrun anahtarıdır.» (Deylemî, Müsned, 3844) hadîsinin canlı mânâsı! Hoş geldin! Anladım ki, sensiz başımıza ne kazâlar ve belâlar yağar. Şu geniş olan semâlar bile daralır da bizi sıkmaya başlar. İşte düştüğüm dert!..” diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanına götürdü.
Bu hekim, bir mâneviyat sultanıydı. İnce düşünüş ve firâset sahibiydi. Hakk’ın nûruyla hastaya daha ilk bakışta teşhîsini yaptı:
Câriye bir gönül hastasıydı. Çünkü onun vücûdunda gerçekte hiçbir hastalık yoktu. Ancak gönlü yaralı, gamlı ve perîşândı.
Durumu sultana kısaca hulâsa eden mânevî hekim, câriyeyi konuşturabilmek için oradaki herkesi dışarı çıkardı. Sonra onun nabzını tutarak çeşitli suâller sormaya başladı. Memleketini, başına gelen cevr u cefâları, belâları v.s. her şeyi sordu. Zîrâ ancak böylelikle câriyenin kimseye açmadığı mahrem sırlarını çözecekti. Nitekim “Semerkand” adı geçtiğinde câriyenin nabız atışı hızlandı. Yüzü kızardı ve sarardı. “Kuyumcu” sözü geçtiğinde de kendini kaybedecek kadar sırrını ele verdi.
Arzu ettiği mâlumâtı edinen mânevî hekim, sultandan derhal o kuyumcuyu getirtip câriyeyi ona vermesini istedi.
Pâdişâh, çâresiz bu talebi yerine getirdi. Böylece sevdiğine kavuşan câriye, gün geçtikçe iyileşmeye başladı ve bir bahar dalı gibi eski güzellik ve letâfetine kavuştu.
Asıl maksadı pâdişâhın derdine devâ bulmak olan mânevî hekim, mânevî vazîfesinin diğer kısmına geçti.
Kuyumcu için gâyet te’sîrli bir şerbet yaptı. Kuyumcu, şerbeti içti ve bir anda kızın gözü önünde yavaş yavaş erimeye başladı. Zayıflayıp çirkinleşti. Baştan aşağı çirkinlik timsâli oldu. İzâfî güzellikleri kayboldu, abesleri ortaya çıktı.
Gün geçtikçe tükenen kuyumcu, nihâyet câriyenin gözünden düştü ve bir müddet sonra da ölerek toprak altına girdi. Böylece bîçâre câriye de, düştüğü dünyevî ibtilâlardan arındı, tertemiz oldu.
Mesnevî’de anlatılan bu hikâye, haddi zâtında iki ayrı cins arasında geçen bir aşk değildir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-’un, hikâyeye başlamadan evvel beyân buyurduğu gibi bu hâl, aslında bizim hâlimizin hikâyesidir.
Yâni bu hikâye, rûhun Allâh’tan bu ten kafesine üflendikten sonra insan için başlayan imtihanlarla dolu binbir hikmetli mâcerâyı ihtivâ eder. Diğer bir ifâdeyle içimizdeki Mûsâ ile Firavun’un hikâyesidir.
Rûhun rûhânî bir âlemden ayrılıp bu âleme gönderilmesi ve beden elbisesine büründürülerek bir nefis ıslâhı ile tekrar vahdet âlemine döndürülmesi, bu hikâyenin vak’aları dolayısıyla ârifâne bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Dolayısıyla hikâyede geçen pâdişâh, Allâh tarafından insana nefhedilmiş olan rûh-i sultânîyi temsîl eyler.
Câriye, nefsin sembolü; kuyumcu da, nefsin bir ömür peşinde sürüklendiği hevâ-hevesler, dünyevî rağbetler, eskiyen, zevâl bulan geçici câzibelerdir.
Hekim ise, ilâhî tabîb, yâni mürşid-i kâmildir.
Buna göre insanın hikâyesi şöyledir:
Vuslat sarayından ayrılan pâdişâh, yâni rûh-i sultânî, çıktığı mârifet avında önüne çıkan câriyeyi, yâni nefsi görünce kendi mevkî ve şerefini unutarak onun câzibesine kapılır. O anda yaratılış gâyesi olan kulluk ve mârifeti unutur. Âdetâ kendisi avlanır ve nefsinin esiri olur. Onun isteklerini yerine getirip nefsini memnûn etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya başlar.
Ancak nefs, tabîatı îcâbı olarak gözü dâimâ aşağılardadır. Esfel-i sâfilîne doğrudur. Orayı seâdet zanneder. Onun kuyumcuya olan aşkı, dünyevî istekleri, altın ve gümüşü fazla sevmesi, onlara kul köle olmasını ifâde eder. Nefis, bu yönüyle rûha bir tek nazar bile etmemektedir. Yâni rûh ne kadar onun arkasından koşarsa, nefs ondan o kadar uzaklaşmaktadır.
Bundan muzdarip olan rûh da, onu birçok hekimlere gösterir. Hepsi de âciz kalır ki, bunlar mâneviyata ehil olmayan kimseleri temsîl eyler. Zîrâ onlar, derûnî dâvâlara çâre bulamazlar. Oysa hâzık bir hekime, yâni ilâhî rehbere ihtiyaç vardır. Nitekim gerçek bir şeyh-i kâmili bulduğunda rûh, onda Allâh’ın nûrunu seyreder: «Benim gerçek mahbûbum sensin!» der ve daha evvel gönül verdiği nefsin pençesinden kurtulmak için onun verdiği tâlimatları harfiyyen yerine getirir. Böylece perestiş ettiği dünyâ nîmetleri onun gözünde aşağılanır, kalbini tatmîne medâr olacak muhabbetullâha tevcîh gerçekleşir. Hikâyemizdeki kuyumcunun hâzık tabîb, yâni mürşid-i kâmil tarafından çirkinleştirilmesi, bu hikmete mebnîdir. Mürşid, müridin terbiyesinde kalbi dünyevî iştihâlardan temizleyebilmek için o kalbde böylesine yer eden fânî sevgilileri Allâh’ın “er-Rakîb” ism-i şerîfinin tecellîsi ile aşağılatıp gözden düşürür.​

Bu bakımdan ilâhî hekimin kuyumcuya verdiği şerbet, onun ilk bakışta gözlere gizli kalan asıl çehresini göstermek içindir ki, bununla ilâhî hekim âdetâ şöyle demek ister:​

“Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!”
“Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!”
“Her fânî bu mâcerâyı yaşar. Her şeyin kemâl ve cemâli zevâle mahkûmdur.”
“Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmağa başlamış bir hâlde görürsün!”
“Ey yağlı ballı yemekler ve nefis gıdâlar görüp imrenen! Kalk helâya git de onların âkıbetini gör!”
“Bir ömür boyu peşinden koştuğun fânî alâka ve rağbetlerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını seyret; ibret al!..”
“Bu fânî âlem, sana tuzağını kurmuş ve o vâsıta ile nice ham ervâhı aldatıp perîşân etmiştir.”
“Aklını başına alıp sen ona tuzağını kur ve hüsrânın elinden kurtulmaya çalış!”
“Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!”
Mânevî hekimin bu nasîhatlerini işiten nefis de, nihâyet bütün istediklerinin fânî ve gel-geç boş arzular olduğunu kuyumcunun eriyip ölmesi, yâni gönülden kaybolması neticesinde dünyevî bütün ihtiraslarından sıyrılarak temizlenir, rûha lâyık bir mahbûb olur. Anlar ki, ehl-i irfânın verdiği zehir bile canlara safâ, rûhlara gıdâ bahşetmektedir. Yâni onların sunduğu iksîrler, gönlün ve nefsin içinde çöreklenen ve zaman zaman şâha kalkan nice sinsi yılanları ve zehirli akrepleri bertaraf eyler ve kul, Hakk’ın gönül sarayındaki yerini bulur.
Diğer taraftan hikâyede geçen câriye ve kuyumcu arasındaki aşk ve alâka, insanoğlunun mecâzî aşkını da ifâde etmektedir. Bu mecâzî aşklar da, hikâyede görüldüğü gibi günün birinde yok olur.

- Devamı altta -​
 

iekler5lx9.jpg


Devamı...​

Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Fânîlerin aşkı bâkî değildir. Mevtâlar tekrar bize dönmezler. Dâimâ yaşayanların aşkı ise, her dakîka goncadan daha taze ve daha latîftir. Sen bunu bil de fânî aşklara kanıp sarhoş olup erime! Bütün peygamberlerin, velîlerin kudret ve seâdet buldukları o gerçek aşkı seç! Çünkü bâkî olanın aşkı, seni gerçek mâşuka âşık eyler. Gerçek aşkın yerini işgal eden her fânî aşk, kalbin muhabbetullâha yükselmesinde bir nevî merhale olmadıkça merdûddur. Zîrâ kalbi Leylâ’ya takılıp kalan, Mevlâ’ya ulaşamaz ve sükûn bulamaz.”
Mânevî hekim olan mürşid-i kâmilin, rûh pâdişâhına hastayı tedâvî için odayı boşalttırması ise, şu şekilde îzâh edilir:
Mânevî bir alış-veriş için mürşid-i kâmille karşılaşıldığında teke tek olmak, nasîbin şahsîleşmesi için şarttır. Aksi hâlde mürşid-i kâmilin terbiyesine medâr olan söz ve hareketleri, muhatapların müşterek nasîblerinin birleştikleri noktada teşekkül eder. Tek olarak muhatap olmaksa, bir tabîbin sadece muâyene ettiği hastaya yarayan bir reçete yazmasına benzer. Elle kırılan bir elma veya ayvanın kendi parçalarının üstüste getirilmesindeki girinti ve çıkıntıların birbirine intibak derecesinde bir taleb-matlûb âhengi kurulur. Bu nükteden dolayıdır ki mürşid-i kâmil, dersi müride tek olarak verir. Tasavvuf ıstılâhında buna halvet denir. Hikâyemizdeki mürşid-i kâmil de, hastası ile bu taleb-matlûb dengesi için yalnız kalmıştır.
Diğer taraftan Hakk yoluna sülûk etmek isteyen bir mürîd, bu yoldan lâyıkıyla istifâde edebilmek için mürşidine, kalbini gıll ü gıştan temizlemiş ve onun terbiyesine şiddetle talip bir gönülle muhatap olmalıdır. Mürşidse, bu aşk ve hakîkat talibine mânevî bir rehberlikten gayrı bir maksad gütmemeli ve talibi deruhte etmenin mes’ûliyyet ve mânevî ağırlığı hissi ile meşbû bulunmalıdır. Bunun mânâsı şudur ki, bir mürîdle ona yol gösteren ilâhî rehber arasında hiçbir yabancı duygu ve düşünce olmamalıdır. Yâni mürid, mürşidinde fânî olarak kendi varlığına âid her şeyden sıyrılmalıdır. Aksi hâlde içinde çeşitli tereddüd veya muhâlefet fırtınaları esen bir mürîdin gönlündeki gizli dikeni çıkarmak mümkün değildir. Zîrâ zâhirî tabibler bile, ameliyat için önüne gelen hastanın kendi varlığından sıyrılmasını, yâni teslîm olmasını bekler ve ondan sonra neşter vurarak onu tedâvî ederler.
Ashâb-ı kirâm, bütün dünyevî arzularını aştıktan sonradır ki, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e râm olmuşlar, O’nun en ufak bir arzusuna cân ü gönülden:
“Anam, babam ve canım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” demişlerdir.
Bu fedâkârlık ve teslîmiyyete zemin olan Hazret-i Peygamber muhabbetinin en güzel tezâhürü Ebû Bekir -radıyallâhü anh-’tadır. Hazret-i Sıddîk, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e karşı o kadar aşk ve muhabbetle doluydu ki, yanlarında iken bile O mübârek mahbûbun hasreti içinde yanıp kavrulurdu.
İnsanın rûhu, her ne kadar fiilleri bakımından bedene yakınsa da yapısı itibâriyle ondan çok ayrı bir mâhiyettedir. Bir hâl üzre bâkîdir, değişmez. Beden ise, yaratıldığı andan toprak oluncaya kadar sayısız hâlden hâle inkılâb eder. Bunun sebebi, rûhun yüksek bir makamdan gelmesi, bedenin de fânî bir âlemden teşekkül etmesidir.
Yûnus ne güzel söyler:
“Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil…”
Dünyâya gelmekten asıl maksad, sonsuz devlete ve ebedî seâdete nâil olabilmektir. Bu itibarla basîret sahipleri, bedenin fânîliğine aldanmaz ve ebedî olanın tedârikiyle meşgul olurlar. Çünkü bedene âid olan her şey, neticede toprağa verilecek bir kurbandır. Eğer bir kimse Allâh’ın verdiği mümtaz vasıfları bir kenara bırakır da rûhunu nefsine kurban ederse, onun kazancı hüsrandan başka bir şey değildir. Ama rûhunu kuvvetlendirip nefsine galebe çalarsa, kâmil bir insan olarak asıl vatanına ulaşmaktan gayri hiçbir maksada meyletmez. Bu yolda ölüm bile kendisi için bir lutuf ve vuslat hâline gelir. Bunun içindir ki bir Allâh dostu:
“Cânân cihânının gülşeni varken, beden cihânının külhanı çekilmez!” demiştir.
İnsanî rûh, hayvânî rûha meyil ve alâkadan kesilip onu kendisine râm ederse, kalb, tozları silinmiş bir ayna gibi asliyyetine kavuşup mücellâ bir hâle gelir. Neticede o kalb aynasında nice esrâr-ı ilâhî kendisine fâş olur. İşte böyle kalbler, tecelligâh-ı ilâhîdir. Böyle kalblerin sahiplerine birçok hikmet ve ibretler ayân olur. Sünûhât-ı kalbiyye denilen ve Hakk ve hakîkat için en aldatmaz bir kaynak olan hakîkî ilhâm, ancak ve ancak böyle kalblerde vâkî olur. Netice itibâriyle idrâkler, kâinâttaki kudret akışlarını seyrederek Hakk’ın yüce huzûrunda secdelere kapanır, acziyyet ve hiçlik denizinde seâdet bulur. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in:​

“İlâhî! Sen’i, Sana lâyık bir mârifetle tanıyabilmekten ve hakkıyla medh ü senâdan âcizim. Sen, zâtını tavsîf ettiğin gibisin!..” (İhyâu Ulûmiddîn, II. 719) ifâdelerinden nasîb alır.
Nefsin elinden kurtuluş, hümâ kuşunun kafesten kurtulmasına benzer ki, artık ona göklerdeki ulvîliklerin kapıları aralanmıştır.​

- Gönül Bahçesinden / Muhabbetteki sır -​
 
Ey yolcu, sevgiye yürü!..​

Ilık yaz akşamlarında, meşe dallarının yaprakları arasından göz kırpan yıldızlara doğru uçup gittiğimi düşünmek tekdüze ömrümün en heyecanlı eğlencesi haline gelmişti.​


Bahardan bu yana gözlerimi karanlıkta yıldız aramaya alıştırmıştım. Babamın son günlerde iyiden iyiye artan dalgınlık hallerine aldırmadan yıldızlarımı arıyordum. Hatta artık cırcır böceklerinin yeknesak seslerine yetişebiliyor, onların her ötüşünde yeni bir yıldıza daha gidiyor, uçsuz bucaksız göklerde bir yıldızımın daha olmasından haz duyarak elimdeki çakıllardan birini daha yıldız torbama dolduruyordum. Gece olup da sessizliğin en koyu vaktinde bir yıldızda tek başına olmak ve her şeye hükmetmek bir çocuk için sultanlık değil de nedir!?..
Babam o gece her zamanki durağanlığının aksine beni karşısına oturtup önemli şeyler anlatacağını söylemişti. Ürpermiştim. Her gecekinden farklı bir gece olacağını düşündüğüm için benliğime tesir eden bir titreyişle ürpermiştim. Henüz sekiz yaşımdaydım ve çocuk ruhuma ağır gelen hakikat adına ürpermiştim. Elbette cümlelerine yine "-Sevgiye yürü babacım, sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!" diye başladı. Sonra tane tane ve emreder gibi söylemeye devam etti:
-Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur. Kulluk, sevginin yedi derecesinden biridir ki ilk adımda dostluğu başlatır. Bu dereceler ezelî ilgiden doğar, ilgiyi sevgi takip eder. Sonra tutku, aşk, şevk ve kulluk diye devam edip ebedî dostlukta nihayet bulur. İyi veya kötü, yararlı veya zararlı her tür sevginin bir etkisi, sonucu, meyvesi ve hükmü vardır. Coşku, zevk, özlem, yakınlaşma, ayrılma, uzaklaşma, terk etme, sevinme, üzülme, ağlama, gülme... Hepsi sevginin etkileri ve halleridir. Kişi sevgi basamaklarında sürekli bir kazanç ve güç kazanarak ilerlemelidir. Belli bir yol aldıktan sonra sevgi yüzünden ağlasa da, gülse de; sevinse de, üzülse de; hatta sıkılsa yahut coşsa da bundan yarar görür. Nitekim sevgiden uzaklaştığı zaman bunun tersi olacak, her halden üzülecektir.
Babam sözlerine ara verip başımı okşadığında, artık sonraki cümlelerde edanın değişeceğini, sohbetin bir vasiyete dönüşeceğini bilememiştim:
-Hakikati sevmek, babacım, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik'ten doğar ve bütün güzeller O'nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye şirk koşmamış, sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, sevgiliyle birlikte sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Çünkü sevgiye ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana. Sevgiyi bilen için zevk ile acı arasında fazla da fark yoktur. Sevgilinin hicranını çekerek duyulan acı ile vuslatından alınan lezzet arasında fark olmadığı gibi. Bu yüzden bütün işler sevgi ile başlar. Hak olsun, batıl olsun her eylemin esasını sevgi teşkil eder. Her olayın ve her gayenin temelinde sevgi vardır. Tabiatınca yürüyen her hareketin özü sevgidir.
Babamın sözlerini anlamakta zorlanmaya başladığımı hatırlıyordum. Bilmediğim bir dilden sırlar aktarıyor gibiydi. Onun hiç bu kadar ciddi ve anlaşılmaz konuştuğuna şahit olmamıştım. Ne kadar çok şey bildiğini görmekti belki beni hayretlere düşüren. Cümlelerini bir ayinde neşideler okur gibi ağırlaştırarak kuruyor, karşımda heybetle oturuyor, -belki de söylediklerinden dolayı ben her saniye onu daha heybetli görüyordum- ve yüzüme bakan gözleri sanki kalbime iniyordu. Her cümlesine kulak kesilmiş ezberlemeye çalışıyordum. Bazılarını yorumlayacak ve anlayacak kadar düşünemiyordum ama yine de hafızama yerleştirmek istiyordum. Dedim ya, babamı hiç böyle görmemiştim. Görevini yapmak üzere bütün benliğiyle işine kilitlenmiş insanların saygınlığını taşıyordu üzerinde. Devam etti:
-Bir madde tabii olan merkezinden ayrıldığında sevgiyle ayrılır ve oraya yine sevgiyle dönmeye çalışır. Ezelde harekete geçen eşya ebediyete sevgiyle yürüyecektir. Göklerde, yerlerde ve ikisi arasında ne varsa sevgiyle vardır. Hatta içinde sevgisi yeşermeyince günah bile işlenemez. Bunun içindir ki gerçek sevgiliye ulaşmaya engel olan her sevgi sahtedir. Dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Sevgi çoğalınca korkak kalp cesaret bulur çünkü, aptal zihin cilalanır, cimri el cömertleşir, kötü ahlak güzelleşir. Sevgi asillerin gönüllerine devadır. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir. Sen hayatını sevgiyle doldurmaya, her dakikanı sevgiyle yaşamaya bak babacım!. Ve nefes aldığın her saniyede bir adım daha sevgiye yürü!
Babama söz verdim.
- İskende Pala -​
 
sunu1.png


...
Ask ile gönlünü kaptırdıysan Leyla'ya,
gün gelir onun yüzünden bulaşırsın belaya.
Bugün seni seviyorum deyip atlarsa boynuna,
birgün mutlak diyecektir hadi gülüm baska kapıya.
Sen sesimi duyan yokmu diye isyan ederken dağlara,
dağlar sana diyecekki ey insan dönde bir bak aynaya.
Pişman olup başladığın zaman kafanı taşlara vurmaya,
işte o zaman anlayacak insan!

Gerçek AŞK Leyla'ya değil MEVLA'ya.​
 
Üst Alt