arkadaslardan yabancı sanatcılardan sıze onerılerım olacak.ozellıkle james blunt,muse,styx,black eyed peas,size il etapta onereceklerim.cok severım ozellıkle james bluntun you are beatiful ve goodbye my lover adlı parcaları
Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.
Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.
Lhasa De Sela
Meksikalı ve Yahudi – Amerikalı atalarından miras kanı damarlarında dolaşan Lhasa , New York doğumlu. Bu büyük şehrin Big Indian bölgesinde doğan Lhasa, geleneksel yapıdan hayli uzak olan ailesinin aynı yerde fazla kalmama ve “hayat seni nereye götürürse oraya git” prensibi dolayısıyla buradan kısa süre içinde ayrılmış. Okul otobüsünden bozma araçlarıyla ABD ve Meksika sınırları içinde yer alan çeşitli yerleri gezip durmuşlar. Aslen yazar ve öğretmen olan babası, inşaat işçiliğinden meyve toplayıcılığına kadar her türlü işi yapıyormuş. Annesi ise fotoğrafçıymış. Ebeveynleri ve kardeşleri ile birlikte yaptığı bu yolculuklar, Lhasa’nın geniş hayal dünyasını besleyen deneyimler olmuş. Babasının seçtiği Amerika ve Meksika yerel şarkıları, Latin, Arap, Doğu Avrupa ve Asya müzikleri de ileride çizeceği yolun kapılarını açmış diyebiliriz.
Şarkı söylemeye, on üç yaşındayken San Fransisco’da bir Yunan kafesinde başlamış. Düşük tempolu Billie Holliday şarkıları ve Meksika ezgileriymiş tercihi. Kendi sesinin gücünü ve şarkı söylemenin onda uyandırdığı yoğun duyguları burada keşfetmiş.
19 yaşına geldiğinde yolu biraz kuzeye, Kanada’ya kaymış. Gitaristi ve yapımcısı Yves Desrosiers ile burada tanışmışlar. Beş sene boyunca birlikte Montreal’de çeşitli barlarda canlı performanslar sunmuşlar. Buralarda edindiği deneyim, onu 1998 tarihli ilk albümü La Llorona ‘yı çıkarmaya kadar götürmüş. Aztek mitolojisinde yer alan bir denizkızı karakteri çevresinde şekillenen, geleneksel Meksika müziğinden alternatif rock’a kadar çok çeşitli tınıları sentezlediği bu albüm, Lhasa’ya hak ettiği ün ve başarıyı getirmiş. Bu gizemli ses, yürek burkan melodiler ve ilginç hikâye, dünyanın pek çok yerinde ilgi çekmiş ve albüm tahminlerden çok fazla satmış, platin plak derecesine ulaşmış. Felix Award’da ve Juno Award’da “En İyi Evrensel Müzik Sanatçısı” olarak ödüllendirilmesi de cabası!
Birkaç yıl boyunca grubu ile birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika’da turnelere çıkan Lhasa’nın seyircisiyle iletişimi ve sahne performansı da eşsizmiş. Gelin görün ki bu turlar sonrasında enteresan bir karar almış Lhasa: Müziği bırakmak ve Fransa’daki üç kız kardeşinin yanına giderek sirkte çalışmak! Çocukluk rüyası olduğunu söylediği bu işi, 1999 yazında “Pocheros” isimli bir şov düzenleyerek hayata geçirmişler ve hep birlikte bir tura çıkmışlar.
Tabii ki kanına müziğin bu kadar derinden işlediği biri için müziği bırakmak, bunu söylemek kadar kolay olamaz. Durum bu olduğu için Lhasa tekrar şarkı yazmaya başlamaktan kendini alamamış. Tindersticks’in “Waiting for the Moon” albümüne bir düetle konuk olmuş. Bir süre sonra Kanada’da eski bir liman kenti olan Marseille’ye gitmiş ve yeni şarkıları için çalışmaya başlamış. 2002′de Montreal’e dönerek, ilk albümünde birlikte çalıştığı François Lalonde ve Jean Massicotte ile buluşmuş ve ikinci albümü The Living Road ‘u 2003′te çıkarmışlar. Bu albüm, hayatı yola benzetme kavramı etrafında şekillenmiş. Nereye giderse gitsin kendini evinde hissetmesini sağlayan güce adamış şarkılarını. Çocukluk ve gençliği göçebe kıvamında süren bir insan için doğal bir sonuç değil mi?
Bu arada ilk albüm, içindeki şarkılar İspanyolcaya çevrilerek yeniden raflardaki yerini almış. İkinci albümünde İngilizce’nin yanısıra Fransızca ve İspanyolca şarkılar olması da onun evrensel müzisyen kimliğini güçlendiriyor zaten.
Bir yanda çekingen ve sakin bir yanda cömert ve bilge bir tavır taşıdığı konser performanslarında hemen belli olan Lhasa, seyircisi ile bir bütün olabilmeyi başaran sanatçılardan. Şarkılarının her birinin kendi başına bir öyküsü var ve dahası, Lhasa bunları konserlerinde kendine özgü tatlılığıyla anlatıyor izleyicilere. Gittiği ülkenin dilini öğreniyor bir parça, oranın geleneksel enstrümanlarına ilgi gösteriyor, yeri geliyor bunları konserlerine malzeme ediyor. 2005′teki caz festivali kapsamında düzenlenen İstanbul konserinde de bunların tadını aldı Lhasa severler.
Evet, şarkıları genellikle acılı, melankolik, dramatik ama asla mızmız, insanı süründüren tipte değil. Tam tersine umutlu, heyecanlı, tutkulu ve içten. Hangi türe sokacağınızı bilemediğiniz, dünyanın hangi parçasına ait olduğunu kestiremediğiniz, Küba’dan da gelmiş olabilir Balkanlar’dan da, Fransa kökenli de olabilir Ortadoğu da diye düşünebileceğiniz şarkıları müziğine daha bir zenginlik ve renk katıyor. Müziğini bir kategoriye sokamıyorsunuz ama önemli olan şu ki kendinizi çok iyi hissediyorsunuz.
Lhasa’nın sesi genizden geliyor ama yumuşak ve kadife gibi, kısık ama güçlü de bir yandan. Söylediği her dili anlam ve aksan olarak iyice kavramış. Müziğin ona her zaman ilham verdiğini, onu yalnızlıktan kurtardığını ve diğer insanlar tarafından derin bir düzeyde anlaşıldığını hissettirdiğini söylüyor.
Lübnan’da yaşanan acıyı derinden paylaşan ve ülke halkına bir nebze olsun yardım edebilmek ve ümit verebilmek için yardım konseri düzenleyen Lhasa’nın sınır tanımayan kişiliği, sesine ve yazdığı sözlere de yansıyor, onları zamansız ve mekânsız kılıyor. Eski Fransız şansonlarından İspanyol kökenli flamenkoya uzanıyor şarkılarının ritimleri. Hayatta aslında hiçbir şeyin kendini tekrar etmediği, onu bir yerden sadece tek kez geçtiğiniz bir yol olarak düşünür ve yaşarsanız nasıl özgür kalabileceğiniz ve hiçbir şeyin aslında sıradan olmadığı felsefesi üzerine müzik yapan Lhasa, yeni şeyler denemeye açık müzik severler için eşsiz bir kaynak. Bize kalırsa kaçırmayın.
1912 yılında Van'da doğar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, ana-babasını yitirir. 10 yaşına kadar yoksul bir ailenin yanında yaşar. Daha sonra Adana Öksüzler Yurdu'nda yatılı okur. İlkokul dördüncü sınıfta keman çalmaya başlar. 1925 yılında Ankara'da kurulan Musiki Muallim Mektebi'ni kazanmasına rağmen öksüzler yurdundaki öğrencilerin askere alınmasından dolayı İstanbul'da bir askeri okula gönderilir. Okuldan kaçarak Ankara'ya gidip müzik okumak ister, ancak yakalanarak geri gönderilir. Ardından askerlik yapmaya elverişli olmadığı gerekçesiyle okuldan ayrılır. Daha sonra kemanıyla katıldığı sınavla, son sınıfın bir altından Musiki Muallim Mektebi'ne alınır. 1935-36 yıllarında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda görev yapar. 1936 yılında Musiki Muallim Mektebi'ni bitirir ve kemanı bırakarak şana geçer. 1942'de Devlet Konservatuvarı'nın Şan Bölümü'nü bitirir. Çeşitli okullarda öğretmenlik yapar. Ankara Radyosu'nda yayımlanan çeşitli türkü programları düzenler. Devlet opera sanatçısı olarak birçok operada görev alır ve bu görevi 1952 yılında TKP davasından tutuklanmasına kadar sürer. Pir Sultan'dan Karacaoğlan'a kadar değişik ozanların türkülerinden oluşan 12 uzunçalar hazırlar. Yazıları ve şiirlerini Ezgili Yürek kitabında toplar. Ayrıca çeşitli halk oyunlarını notaladığı Türk Halk Oyunları adlı bir kitabı yayınlanır. Asıl adı Mehmet'ti ama Ruhi Su diye bilindi. Ve biyografisine bir not daha:
Hastaydı, 12 Eylül yönetiminin engellemeleri yüzünden yurtdışında tedavi şansı bulamadı. 20 Eylül 1985 tarihinde de aramızdan ayrıldı. Cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterilerinden birine dönüştü. Cenazede gözaltına alınan 163 kişi, İstanbul siyasi şubede 15 gün süreyle gözaltında tutuldu. Geçen 22 Eylül, Ruhi Su'nun 22. ölüm yılıydı. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda yapılan anma törenine bu yıl ilk kez Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da katıldı ve yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Ruhi Su'nun türküleriyle büyüyenler, demokrasiye, halkın sesini duyurmasına ve toplumsal arayışlara karşı, ara rejim beklentilerinin ayak seslerine karşı katiyen hoşgörülü ve sevgiyle bakmazlar. Gençliğimizde halkın hakkını savunanlar, solculuk ve komünistlik ile suçlanıyordu." Ama bence asıl önemlisi, Sayın Günay'ın devletin bir bakanı olarak düne kadar yalnızca ve yalnızca türkü söylediği için çeşitli cezalara maruz kalan, üstelik yurtdışında tedavisi engellenerek hayatına ambargo uygulanan ulusumuzun yüz akı sanatçısının mezarı başında bulunmasıydı.
Sayın Bakan'ın olumlu çalışmalarının yanında olacağımızı bilmesini isterim.
Kaynak1 Ekim, 2007 11:44:00 (TSİ)
Konser 28 Kasım'da
Yunanistan'ın gelmiş geçmiş en önemli sesi Nana Mouskouri, kasımda İstanbul'a konuk oluyor.
28 Kasım'da saat 21.00'de Beşiktaş Colaturka Arena'da sahne alacak Mouskouri, bugüne kadar 350 milyondan fazla albüm satışı ve 300'den fazla altın ve platin plak ödülüyle dünyada tüm zamanların en çok satan kadın sanatçısı.
Bilet fiyatları
Saha İçi VIP Numaralı: 230 YTL
2. kategori (Tribün): 170 YTL
3. kategori (Tribün): 130 YTL
4. kategori (Tribün): 90 YTL
Saha İçi Ayakta: 70 YTL
Atina Konservatuarı'nda eğitim alan Nana Mouskouri, soprano sesini çok sevdiği jazz müziğine adapte ederek kısa zamanda yapımcıların ilgisini çekti. İlk plağını 1957 yılında kaydeen Nana Mouskouri, 1959 yılında Yunanistan Şarkı Yarışması'nda birincilik ödülüne layık görüldü.
1961 yılında Alman televizyonunun Yunanistan'la ilgili hazırladığı belgesel filme şarkılarıyla katılan Nana, 'Atina'dan Beyaz Güller' adlı parçasıyla büyük sükse yaptı ve parça yalnızca Almanya'dan 1 milyondan fazla sattı. Nana, bu parçayla 'Atina'nın Beyaz Gülü' olarak Avrupa çapında şöhrete ulaştı.
1962 yılında New York'ta Quincy Jones ile birlikte üçüncü albümüne imza atan sanatçı, 1963 yılında Paris'e yerleşerek müzik yaşamına burada devam etmeye başladı.
1966 yılında kalipso'nın kralı Harry Belafonte ile ortak bir dünya turnesi gerçekleştirdi. Turne kayıtlarından oluşan 'An Evening With Belafonte & Mouskouri' dünya çapında 10 milyondan fazla albüm satışına ulaştı.
1968 yılında İngilizlerin dikkatini çeken Nana, BBC için 'Presentin Nana Mouskouri' adında bir müzik programı gerçekleştirdi. İngilizce, Fransızca, Yunanca ve Almanca söylediği albümlerin tamamı yayınlandığı ülkelerde satış rekorları kırmaya devam etti.
1990 yılına kadar aralıksız devam eden konserleri ve yayınladığı 50 albümle müzik dünyasının gündemindeki yerini sürekli büyüten Nana Mouskouri, 1991 yılında 'Only Love : The Best Of Nana Mouskouri' albümüyle yalnızca Amerika'da 10 milyonu aşan satış rakamlarına ulaştı. Aynı albüm Avrupa satışlarında 18 milyonu aştı.
Julio Iglesias, Mercedes Sosa, Quincy Jones, Barry Manilow ve Bob Dylan'la birçok ortak parçaya imza atan Nana Mouskouri, 1993 yılında UNICEF tarafından 'İyi niyet elçisi' ilan edildi.
Audrey Hepburn'den elçiliği devraldıktan sonra ilk gittiği yer olan Bosna'da yaşananlardan etkilenen Nana, savaşta zarar görenlere bağışlanmak üzere bir Avrupa turnesi gerçekleştirdi ve Bosna'ya en büyük yardımı yapan sanatçı oldu.
2004 yılında sanatçının en iyi 600 parçasını içeren 34 CD'lik özel setle yine Avrupa'da müzik listelerinin zirvesine çıkan Nana Mouskouri bu yıl başladığı ve 2008'in sonuna kadar devam edecek dünya turnesiyle tüm sevenlerine veda ediyor.
Bu özel turne, Avrupa, Amerika, Avustralya ve Uzakdoğu'da toplam 68 ülke ve 208 şehri kapsayacak.
halaz' Alıntı:Muhtemelen Jazz'ın dallanıp budaklanmış bir türüyle tanımlanır ama ben bu tanımına dayanarak değil de uyumak-uyumak-uyumak için dinliyorum...
Yatmadan önce playlistime dizilimiş Keiko Matsui'den bahsediyorum...
Bu gece uyutmayı beceremedi...
Uyuyabilenler için çalsın o zaman
'Yapma Bana Numara'
Babylon, sahneye çıkan gruplarla ve düzenlediği özel gecelerle İstanbul'un en önemli müzik merkezlerinden biridir...
Önümüzdeki perşembe akşamı Naim Dilmener, Babylon'da " kitsch " parçalar dinletecekmiş.
Dilmener'in çalacağı " tuhaf, komik, imkansız " şarkılar arasında bakın neler var:
Neşe Karaböcek'ten " Bir öptüm, bir öptüm, bir daha öptüm "... Elma Şekerleri'nden " Daha dün annemizin kollarında yaşarken "... Hande Yener'den " Bilenin ve bana katlananın, yanına kar kalıyor "... Sevda Karaca'dan " Çık Ortaya "... Cici Kızlar'dan " Hayır dersem belki demek, belki dersem evet anla "... Ayrıca Güzin ile Baha, Seyyal Taner, Füsun Önal ...
Bence Naim Dilmener, mutlaka İbrahim Tatlıses'in seslendirdiği " Yandım Televizyon " adlı o muhteşem eseri de çalmalı! (1989 tarihli 'İnsanlar' albümünden.)
"Yandım televizyonun elinden/ Öldüm televizyonun elinden" nakaratlı bu parça, akşam yorgun argın eve geldiğinde, kendini TV'ye vermiş bir aile bulan babanın çaresizliğini anlatır. Hem komiktir, hem acıklı.
Umarım gecede... İlham Gencer'in 1965 'Altın Mikrofon Yarışması'nda okuduğu ve Beyoğlu'nda gezen kızları 'Çita Maymunu'na benzettiği " Zamane Kızları "... Rahmetli Deli Selim'in "acayip" parçası " A Be Kızım Kızım " ve Ciguli'nin süper şarkısı " Yapma Bana Numara " da çalınır.
Not: 'Kitsch' parçalar arasında sayıyorum ama "Yapma Bana Numara", Ciguli'yi meşhur eden o şirin " Binnaz "a fark atar. Hatta bambaşkadır. Hem kıvrak, hem içli!
Ama ne yazık ki bende CD'si olmadığı için (İMÇ'de filan çok aradım, bulamadım) uzun süredir dinleyemiyorum. YouTube'ta filan var da; kesmiyor. KAYNAK
( .... Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Ç´e" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik. Teşekkürler dünya. ...)