Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

PERŞEMBE HIRSIZI

Kadıköy ‘den Karaköy’ e yol alan vapurun güverte kısmını bu sefer sadece sigara tiryakileri doldurmamıştı. Belki de içmeyenler daha çoktu içenlerden.
Çoğunlukla birbirlerini tanımayan insanların yan yana ya da karşı karşıya sıralanışlarında uzun süren bir kışın ardından güneşle yapılan dansın sessiz müziği dolaşıyordu.

Bir de gazete okuyanlar vardı aralarında. Doğal olarak sayfa değişiminde ya da rüzgarın yaladığı andaki hışırtıların dışında pek ses yoktu.
Vapurla yarışan martıların çığlıklarını hesaba katmazsak…..
Bu anı bir adam bozdu !
“ Oh be nihayet ! “ diyordu dudaklarından dökülen sözcükler…..

Uzun zamandan beri beklenen bir olay esnasında hissedilen bir coşkuyla, farkında olmadan dudaklarından dökülen bu sözlerle yetinmedi. Elindeki gazete de okuduğu bölümü işaret eden parmağı inip kalkarken, tanırmışcasına konuşuyordu yanındakilerle.

“ Ben söylemiştim böyle olacağını. Yakalarlar demiştim!”

Bir anlık anlamsız bakışların üstünde olduğunun bile farkına varmadan ceketinden çıkardığı sigara paketinden bir sigarayı ağzına alıp yaktıktan sonra, tüm dumanı içine çekme anında “ oh be nihayet ! “ cümlesi yine döküldü dudaklarından.

Meraklıyızdır, bilirsiniz…..Bu sebeple yaşlı bir kadının “ ne olmuş ki oğlum ?” sorusuna şaşıramazsınız.

“ Perşembe Hırsızını bulmuşlar teyze !!!”

Bir konu hakkında en ufak bir bilgimiz olmasa dahi bilmemenin ayıplığı kulağımıza hep fısıldandığı için, biliyor gibi gözükmek te adetimizdir, bilirsiniz……Öyleyse yine şaşırmayın.

“ Sahi mi evladım ! yakalamışlar mı o perşembe hırsızını ?” deyiverdi yaşlı kadın da.

Durum bu kadar açık ve netken, siz halâ olayın içinde değilseniz, olup bitenlerden halâ bir şey anlamıyorsanız, anlıyor gibi davranmamız için dalıvermeliyiz konunun içine. Şaşırmayacağınızı bildiğim için yazıyorum.

“ Asacaksın böyle gavatları ! Taksim’ de kuracaksın bir darağacı, sallandırıvereceksin ! “ dedi bıçkın bir delikanlı.Ve martıların çığlıkları bir kahkaha şeklinde yankılanıverdi etrafta.

Yine bilirsiniz, durum böylesine bir aydınlığa kavuştuysa; mutlu, kararlı ve kendinden emin bir tavırla “ doğru, çok doğru! “ demelisiniz.

Diyemeyenlerdenmisiniz yoksa?!!!....

Öyleyse asıl öykü bundan sonra başlar. Yazılacaktır merak etmeyin ama siz şimdilik bununla idare edin.

Perşembeler mi kayboldu?
Kim neden çaldı perşembeleri?
Çarşambalar da sevgiler saklıydı
Salı da salıverdik umutları
Pazartesileri hep unuttuk
Cumartesilerde yeniden doğduk
Pazarları öldük yine öldük…
Sahi,
Perşembelere ne yaptık?
 
Bir tanesini ben çaldım sensei! Saklıyorum biliyorsun.

Hey siz garip insanlar!
Dün yine gün boyu muhalifimle savaştım.
Ben dün gece de yalnız gittim odama.
Özleyenim olmadı.
Dün de bir bir ışık yoktu -sevildiğime dair-.
Siz yürüyen uğultular hey..
Selamlaşmaktan bile mi acizsiniz?
Ya ısrarla baktığım o suratınız
Nerede çürüdü?
Gülün biraz.. Ne olur gülün!
Bu gölgeyi bulaştırmayın bana..
Sizin yüzünüzden,
Sanki.. yaşlanıyorum.

elimkelebek.jpg
 
slm

arkadaşlar insan reddedilişini nasıl dile getirir.
çok zor bi iş bu
reddedil ve sus işte bu
 
Burada neler oluyor???



Nedir bu toz, bu duman bulutu?

Nasıl bir yoğunluk, nelerin çığlığı bu hep yarım haykırılan?

Acı dolu bir türkünün ezgilerinden bildik, bir türlü dökülemeyen saklı gözyaşları mı?

Yoksa gittiğimiz yolun tabelalarını dikememenin sancısı mı bu çığlıklarınızda düğümlenen?

Gerçekten burda neler oluyor? Nedir bu bağrında ucu sayısız yanlış cevaplara gebe sorular barındıran nevrozlar?

Yoksa hüzünlerden yapılmış totemlere tapınılan bir garip diyara mı geldim?

Yokoluşun kendini gösteren soğuğundan üşümeye başlamanın sayıltıları yayılmış dörtyana...Ki onlar sanatın anasıdır...Bilirim...

Cevaplarının belkide hiç bilinemeyeceği sorular sormak...

Ve unutmak ; henüz sanat denilen şeyin bile modernizmce uydurulan bir kavram oldugunu. İnsanlığın milyonlarca süren topal yolculugunun geldiği noktanın artık onun bu yolculuk esnasında şekillenmiş zihnine çok geldiğini...Bu çokgelişle yeşerecek ortam bulan sayısız cevapsız sorular üretilebilinileceğini...



Ey yaşamdan ve onu çözümleyen insandan verebileceğinden çok şeyleri isteyenler!

Hadi durun biraz!!!
Soluk alın hı...
:roll:
 
Soluk almak……

Kesinlikle bunu yapmalı insan. Kahkahalarla gülerken bile kesilmez mi soluğumuz?....

Hay aksi yine bir soru sordum!...Ya arkadaşlar vaz geçemiyorum ben soru sormaktan, kim demiş çocuklar çok soru sorar diye, kaç yaşına geldim halâ sorular sorular…..Ama olsun! Annemin halâ çocuğuyum nasıl olsa.

Bu bölümde red etmekle ilgili bir sürü şeyler yazıldı. Red etmenin bazı durumlarda insanları sınırladığından falan bahsedildi. Ama bir şey söyleyeyim mi; bazen red etmek öylesine güzel bir anlamda bulabiliyor ki, sorma gitsin!.....

Şu anda çalıştığım okul 1993 yılında eğitim öğretime açılmış bir okul. Ve ben de açıldığı günden beri bu okulda görev yaptığım için bayağı eski bir öğretmen oluyorum. Emekliliğe bu sene “evet” diyeceklerdenim, ama okulum daima yaşayacaktır, her zaman ki muhteşemliğiyle. Yapabilirsem eğer, OKULUMU SEVİYORUM adında burada yaşanılan şeyleri kaleme almayı düşünüyorum.

İlk kurulduğunda Anadolu Liseleri henüz ilkokul dan öğrenci aldığı için 12 yaşındaki çocuklardan oluşmuş iki sınıfla eğitim ve öğretime başladı. Onlarla her şey sanki biraz daha mı farklıydı ne?

Her şeyin en güzelini yaratmak için kolları sıvamıştık, tabii bu işte Beden Eğitimi öğretmeni de baş rol oynuyordu.Çok güzel bir basketbol takımı kurdu ve onlarla gece gündüz demeden çalıştı. Ve nihayet yarışmalar geldiğinde sanki askere oğul gönderen aileler gibi bizde basketbol takımımızı uğurladık ve getirecekleri başarı dolu haberleri beklemeye başladık.

İlk gelen haber bizler için üzücüydü….. yenilmişti takımımız !.... Olsun dedik, ne olur yani bunun başka günleri de var.

Takım yarışma yerinden döndükten sonra bizler dersteyken bağrışmalarla dışarı fırladık. Takımdaki öğrenciler formalarını yerden yere atarken “ bu formayı giymeyi red ediyorum !”,”Kimse ama kimse bize bu formayı bir daha giydiremez !” sesleri koridorda yankılanıyordu.

Okulumuzda ki ilk eylem gerçekleşiyordu. Olacak şey değil !. Biz ki onlar için neler yapmıştık ! Ama bu veletler nankör bir davranış sergileyerek bir de eylem yapıyorlar ha!....

Yazıklar olsun !......

Dedim ya sorulardan bir türlü vaz geçemiyorum, soruların bir cevapları olsa da bazılarımızın dediği gibi cevapları da olmayabilir, bir de bazı sorular öylesine gizem doludur ki içinizdeki merak körüklenir birden;

“ Neden, bu formayı bir daha giymeyeceklermiş ?”

Canım öğrencilerim benim. Ne güzel anlatmışlardı red ediş sebeplerini.

“ Ya hocam ya! Tüm yıl nasıl çalıştığımızı biliyorsunuz. Derslerimizi bile ihmal etmeyi göze aldık. Giydik formalarımızı çıktık basketbol sahasına. Bir uğultu vardı önce sonra kesilir gibi oldu gülüşmeler başladı. Gülüşmeler yerini kahkahalara ve sonrada tezahurata bıraktı mal mal diye.”

“ Ne malı evladım ? “ ( Hay Allah yine soru sormuşum!)

Öğrenci formasını getirip açtı önümde. Kocaman harflerle MAL yazıyordu.

“ mallar geldi mallar geldi diye bağırdılar ya hocam “

Haklıydı, bizim için öylesine alışıktı ki bu MAL kelimesi. Çünkü okulumuzun adının kısaca yazılmış haliydi. Maltepe Anadolu Lisesi….. Ama bu bir başkası için çok farklı şeyler ifade edebilirdi ve hatta bizimkilerin moralinin bozulmasına ve yenilmesine de sebep olabilirdi.

Önce bir soluk alın dedim bende ne garip değil mi? Kızmak için de gülmek için de ya düşünmek için de her şey için soluk almak gerekiyor galiba ?

Yahu arkadaşlar sorular sorarak çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü ben sizden özür diliyorum, bir daha yapmayacağım desem bile inanmayın, sanırım ben duramam.. ( galiba bu da bir soruydu )
 
SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500240401302

- sensei doğru yere bıraktım mı sence?
- bekle ve gör çekirge, sorularla zaman harcama.. bak bulutlara, soruyorlar mı "usta şimdi hangi yöne uçucaz?" diye..
- peki sensei....
- ...


* * *

- sensei, neden rayların üzerinde gitmeye mecbur onlar? bizim gibi arazide gezmek istemezler mi?
- bu onların tercihi çekirge.
- bizim tercihimiz ne peki sensei?
- bekle ve gör çekirge, sorularla zaman harcama! önce kendi etin, kemiğin, ciğerlerin ne diyorsa onları dinle sen.
- peki sensei.
- ...


* * *

- sensei.. sensei.. uyan!
- ne oldu çekirge! nedir tatlı rüyamı bölen!
- tren geliyor!
- ne treni çekirge??!!
- bekle ve gör sensei, sorularla zaman harcama! az sonra ganimetimizi, bölüşeceğiz.
- çekirge!! bu kaçıncı ders! beni kopyalama çekirge!! lafımı çalma çekirge!! kimseyi, hiç kimseyi beni bile taklit etme çekirge!
- oss sensei! oss.....


* * *

- sensei, tren neden yavaşlamıyor?
- ...
- geçip gitti sensei.. geçip gitti! ve hiç sendelemedi bile. yanlış muz kabuğu mu? yanlış yer mi seçtim? neden hiç bir şey olmadı? neden sensei? hem hiç yavaşlamadı bile acaba makinist görmedi mi tuzağımı?
- ...

- ... :(
- dinle çekirge. işte senin fikirlerin de ancak bu muz kabuğu gibidir.. ne makinist dikkat eder. ne tren etkilenir. bir dahaki istasyona dek aynı hızda giderler. aynı şekilde çizgi çizgi bir dünya seyreder yolcular pencereden. en yakındaki gerçekler hızla kayar ve belirsizdir onlara. uzaktakileri seyretmeyi tercih ederler. sen sen ol fikirlerini sunma bir istasyonda. birileri düşer incinir de tonla dayak yersin. kurtarmam seni!
- oss sensei. sustum.
- ve unutma düşüncelerinin bu yolda bir istasyon olması diye bir amaç edinme sakın. üstelik bu seviyeden bile çok uzaksın. şimdi deriiiin bir nefes al ve hiç bir şey düşünme!!


* * *

- hiç bir şey düşünmediğimi nasıl anlayacağım sensei?
- daha o derse gelmedik çekirge! sus yeter!!

v.l.

grand.jpg
 
E tırtıl sen çok yaşa emi...:) selam olsun senseine de çekirgenede...

Sorular dökülmeli tabi her daim. Zira dudaklardan en güzel dökülenler olmasalarda en etkin oldukları su götürmez.... Onlar ki; kimi zaman çözümsüzlüklerine rağmen değerin öz unsurlarındandırlar. Ama dostlar çok su içmekde zehirlenmeye yol açabilir , çok bal yemek gibi...
 
Ya Vefa, sevgili dostum sana ne desem bilmem ki iki gündür yüzüme hiç eksilmeyen bir tebessüm kondurdun, hatta zaman zaman daha ileri gidip kendi kendime gülmeye başlıyorum ki " deli mi bu kadın ? " diye düşünecekler diye aklımdan geçmiyor değil..... Sen çok ama çok yaşa emi?

Seninle VAR OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ ni hissediyorum.

Sevgili arkadaşlarım, gerçekten bizim okul muhteşem bir okuldur. Sanki burda reklam yapıyormuş gibi bir izlenim yaratıyor gibi gözüksem de inanın değil. Sizlerle bu muhteşemliği paylaşabildiğim için de ayrıca sevinmekteyim.

İzin verirseniz sizlere çok sevdiğim ingilizce öğretmeni arkadaşımı tanıtayım;

Yeryüzüne inmiş bir melektir bana soracak olursanız. Öğretmen olmanın tüm donanımlarına sahip olmasının yanında kendine özgü özellikleri de vardır. Bu özelliklerinden bir tanesini acayip kıskanırım....

Öyle güzel rüyalar görürür ki... Ve bunları öylesine güzel anlatır ki.... Bende yaşantısı boyunca bir veya iki rüya görmüş biri olarak onu acayip kıskanırım.

Son derece zevklidir ve çok hoş bir giyim tarzı vardır. Bunu neden mi yazdım? Çünkü biraz sonra anlatacağım rüyada önemli bir rol oynuyor bu.

Rüyasında dersine bir müfettiş gelir arkadaşımın. Kafka nın romanlarındaki kahramanlara benzer bir müfettiştir gelen.... İçeri küstahca girer, tüm dünyayı sanki o yaratmış gibi ve bir böcek gibi bakar sevgili arkadaşıma....

Arkadaşım dersini bitirdikten sonra yanına çağırır ve başlar konuşmaya;

" Siz nasıl bir öğretmensiniz? "

" Nasıl yani efendim anlayamadım..... "

" O nasıl ders anlatış öyle !!!! hadi hepsinden vaz geçtim ya bu kılık kıyafet te ne !!!! "

" Anlayamadım efendim ! kılık kıyafetim de ne var !????....."

" Bir de utanmadan konuşuyorsunun kes sesini !!!!"

..........

Rüyanın devamında sevgili arkadaşım ipleri eline alır;

" Size teessüf ederim sayın müfettiş ! beni beğenmemiş olabilirsiniz, ama size bir şey söyleyeyim mi? siz de beş kuruş etmezsiniz, herşeyden önce bir bayanla nasıl konuşacağınızı asla bilmiyorsunuz!!!! "

demiş ve bununla yetinmemiş " tüüüüüüüüüü" diye yüzüne tükürmüş müfettişin.

Müfettiş durur mu hemen durumu bir raporla müdüre bildirmiş ve müdür de sevgili arkadaşıma soruşturma açması için sarı zarfı uzatmış..... :lol:

Ama asıl öykü şimdi başlıyor.

Rüyanın bu biten bölümünde bizler " amma rüyaymış" diye fikirlerimizi ortaya dökerken beden eğitimi öğretmenimiz söze karıştı;

" Olurmu yaaaaaa hiç bu olaya sarı zarf verilir mi? ".... :D

Bir an şaşkınlığımızı attıktan sonra rüya anlattığını açıklamaya çalıştık.

Ama bilirsiniz sevgili dostlar bir konuda itiraz etmeye kararlıysak komik durumlara düşeceğimizi bile bile devam etmeye hazırızdır. Red etmenin ve özellikle itiraz etmenin dayanılmaz sancısını yaşamak bizim kaderimizdir.

" Olsun rüya olsun ! rüya da bile bu olaya sarı zarf verilmezzzz"........
:cry:
 
SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500240609232

- İyi bakın şişko kafalılar..! Neymiş unutmadığım, İyi bakın da görün!

- Ne sayıklıyorsun çekirge! Ne yapıyorsun burada.. Ne tuhaflık becerdin yine?

- Şey sensei, bütün sesli harfleri kullandım biliyor musun?

- Ne diyorsun sen yahu? Ne sesi, ne harfi?

- "İyi bakın şişko kafalılar..! Neymiş unutmadığım, İyi bakın da görün!" dedim ya demin.. İşte orada bütün sesli harfler var.

- Pes yani, kurtardın mı şimdi? Çıldırtma beni de burada ne arıyorsun, bu kupkuru meydanda söyle?


- Yağmur yağması için dua ediyorum sensei, muz ağacı ekeceğim.

- Nası bir duaymış bu?

- UZUN KULAKLI RÜYALAR

Ağlar sabahlara kadar
Tutup kulaklarından astığım rüyalar

Asılı kalır öylece
İdamlık mahkum gibi tüm gece

Ve sadece benim gibi inekler
Samanyolundan düşecekleri bekler

Gün ağarırken sokakları yalar
Güneşe yapışıp kalan rüyalar

- Ah çekirge ah, ara sıra ettiğin bu sözler olmasa var ya muz ağacı diye seni ekeceğim buraya. Ama yok, bu kupkuru toprakta muzu bırak diken bile yaşamaz.

- Muhabbetine pervaneyim sensei!

- Yalanmayı bırak da, söyle buraya nereden geldin ne işin var?

- Çocukken icad ettiğim bir oyun yüzünden kurudu burası sensei.

- ...?

- Çocuklarla su içme yarışı oynardık saatlerce içer içer kusardık gene içerdik.. Ağzımızı musluğa dayayıp, en çok suyu içerek kazanmaya çalışırdık sensei. Hehe.. çok defa ben kazandım!

- İyi halt ettin!! Vallahi şu zavallı toprağa bile çare bulunur da senin kafandaki koca çatlakları nası dikeceğim Allah bilir.. Nasıl oldu sana sensei oldum bilmiyorum. İşim çok vallahi. Yazık şu ömrüme yahu!

- Os sensei, os! ..Sensei, şş, oss dedim sensei! Sensei uyan ne olur, sana yeni şiirimi okuyayım "makarna süzgecine düşen muz ve .." Sensei yaa! Uçuşa geçmenin zamanı mıydi şimdi?

catlak.jpg
 
SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500240814500

- Abonemize şu an ulaşılamamaktadır, lütfen daha sonra tek...
- Ah çekirge, ah [size=5]çekirge[/size] :x neden açmazsın şu telefonunu:?

* * *

- Alo, alo.. Sensei sahile geldim ben! Sen neredesin?...
- Az bekle yahu, çatırdama, yakınlardayım.

* * *

- Biliyor musun sensei, halen parılıtısıyla şaşı ve şaşkın dolandığım o sözünü düşündüm de.. İyi ki söylemişsin. Sana saygım katlandıkça katlanıyor. Hani derler ya hiç bir kağıdı yedi defadan fazla kendi üzerine katlayamazsın diye.. Katladıkça genişliyor ve yayılıyor o sözün.
- ;)

- Haklısın, gülmekte haklısın, bırak sindirmeyi, ben yutamadım bile o lokmayı halen. Gerçekler dedin.. Gerçekler daima güzeldir dedin. Ya çirkin olan bir şey, bir varlık, bir eylem? Çirkin olan her şey gerçek dışı mı? Yok mu yani? Hmmm. Çirkinlik diye bir şey yok o zaman hı? Ah sensei.. Bu lafınla beni yörüngendeki bir kaya parçasına çevirdin.
- Çekirge! Yanlış yoldasın!

- ??
- Sensei ve çekirge'yi sil aklından!
- Nasıl olacak bu sensei? Sen silebiliyor musun beni?
- Hayır!

- ??.. Anlamadım affet sensei..
- Gerçek tektir çekirge. Sen bana pervane olduğunu sansan da, Sen ve ben onun etrafında dönmekteyiz aslında. Çekirge olmasa senseinin hükmü kalır mı? Birbirimize aynı seviyede muhtacız.

- Gerçeğe ne kadar yaklaşabildin sensei?
- Bilmiyorum!
- Neden?
- Bilmiyorum.
- Sen bilmiyorsan kime danışacağım? Ya büyük bir yanlışa kapıldıysak?
- Her soruya cevap verebilecek en büyük bilge ZAMANDIR bu evrende. Bekleyip göreceğiz çekirge. İstisnası yok bunun. Gerçek eninde sonunda herkesi kavrayacak. Soru sormaktan asla kaçma çekirge. Cevabı olmayan bir soruyu sorabilecek kadar bile geniş değil insanoğlunun beyni.
- Aklım karıştı, kim sensei kim çekirge derken bir anda bulanıklaştı durum. Ya ben mutluyum çekirge halimden.
- Ah! Olamaz, koş, inelim, vapur boşalmış, yeni yolcular biniyor!
- ...!
- Elimden tut çekirge, araya düşmeni istemem.
- ..
- Hoppa, vallahi atladın bile kıyıya!

- Hahhaha! Pek düşünülebilir bir ihtimal değildir bir çekirgeyle elele yürümek. Daha doğrusu zıpzıp zıplamak! Alışılmış bir tercih olamaz kişinin kendini yerden yere vurması.
- Seni anlamak istemiyorum!! Bu konuyu kapat. Ama bugünkü gibi telefonunu kapatma! Ulaşamadım yolda sana.

- Sensei biliyorsun nefret ediyorum teknolojiden! Hareket halindeyken açmam ki cebimi.
- O nefret ettiğin teknoloji, bilgisayarlar, internet vesaire i de biraz da senin yardımınla kullanıyorum. Bak işte gördün mü nasıl da birbirine bağlı sensei ve çekirge!

- Aaah sensei, dünya da bir numaralı elektronik veya bilgisayar uzmanı olsam ne fayda! Dediğin cihazlar, o karmaşık dediğin her makine, her program, her devre.. Son derece katı bir basitliğin üzerine inşa edilmiş sensei. Bir veya sıfırsın onların gözünde. Bir "galiba" veya "keşke" yi bile kavrayacak teknolojimiz yok ki!!
- Neyse çekirge, sen mutlu ol, senseinim ben! Bir süre insanların şu fotoğraf çekme ve günlük tutma huyları üzerine düşün e mi? Sonra hatırlarsak beraberce tartışırız bunu.
- Peki sensei.


cep.jpg
 
Galiba bazen "susmaktır bazı şeyleri anlamlı kılan " .......susmak üzerine yazılmış dizeleri yada deyişleri düşünmekteyim derin bir sessizliğin içinde. Eylemsizlik gibi algılansa da sessizlik çoğunluk tarafından, bence hiç te öyle değildir. İçinde inanılmaz bir çığlığı barındırır sessizlik, hele kendi sessizliğimiz.

Öğrenci önüme imzalamam için yine bir kağıt parçası tutuşturdu. Aman Tanrım ! ne çok kağıt tüketiyoruz diye düşünmeden kendimi alamıyorum.Acele ve günlü olup asla gününde elimize ulaşmayan bir sürü emir ve genelgelerin duyurularından birisiydi altına imza atacağım şey....

İlk okuduğumda özellikle bir paragraf dikkatimi çekti. Yazı bir bütün olarak son derece güzel bir gerçeğe dokunuyordu. İlköğretim okullarında ve liselerde düzenlenecek Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği koro ve solo yarışmalarıydı...

Kim nasıl itiraz edebilir ki böylesine güzel bir etkinliğe?. Okullarımızda kendi kültürümüzü yaşatmak için yarışmalar düzenleniyor. Kaç kere katıldım bende bilmiyorum ama bu sefer niye tüylerim diken diken oldu öyleyse?

Güvendiğim bir öğrenciyi yanıma çağırarak işaret ettiğim paragrafı okumasını istedim ve okuduktan sonra ne düşündüğünü söylemesini istedim.

Okudu ve neden benimde okumamı istediniz ve düşüncemi neden merak ediyorsunuz şeklinde bir merak uyandı gözlerinin içinde. Onun cevabını almadan merakını gidermeliydim;

Kelimeler önemlidir bilirsin... senin için hiç bir şey ifade etmeyen bir kelime bir başkası için çok farklı şeyler ifade edebilir. Bir yanlışlık yapmak istemiyorum, bir harekette bulunacaksam eğer doğruyu anlamışmıyım emin olmak istiyorum... :)

Emin olamıyormusunuz hocam?

En son adımı atmadan asla emin olamam,attığım son adım emin olduğumdur, şimdi söyle bu paragraf sende nasıl bir duygu uyandırdı?

Valla kıl oldum hocam....

Çok şükür!!! ya ne güzel bir şey seninle aynı frekansta olan insanları bulabilmek. Haklısın demek anlamında değil, bazen aynı gözle bakabilmeyi, aynı kulakla duyabilmeyi istiyor insanoğlu, ben de o dönemdeyim demek ki.....

Ne mi rahatsız etmişti beni:

Sadece bir emir rahatsız etmişti.

Falanca filanca bölümünün aldığı şu ,şu, şu sayılı emir gereğince okullarımızda şu etkinlikleri yapmaya karar verdik. Gereğinin yapılması duyrulur.....

Ya bir anlamlı iş ,nasıl bir çabayla böylesine komik durumlara düşebilir?Öylesine güzel bir şey nasıl bir yöntemle son derece sevimsiz hale getirilebilir?....

Bana soracak olursanız; kelimelerle....tonlamayla.....ifade ediş biçimiyle....duruşla.....sıralayın sıralayabildiklerinizi boşluklar doldurulabilir..............

Kuşkusuz gerçekler çok güzeldir. Güzel olmayan bir gerçekle karşılaşmadım ben. Ya da bana öğretemediler gerçeklerin çirkin olduğunu.

Ancak çok iyi biliyorum ki; lekelenmiş gerçeklerimiz de vardır.İnsanoğlu tarafından dokunularak kirletilmiş gerçeklerimiz de vardır.

Ölüm en büyük gerçeklerimizden. Ölümle hiç bir problemim yok diğer insanlar gibi. Ölümlerde dökülen gözyaşları ölümün kendisine değil, kendi bencilliğimize aslında. Duyamayacağımız, göremeyeceğimiz, dokunamayacağımız, konuşamayacağımız, birdaha yaptıklarımızı yapamayacağımız anda duyulan korkunun gözyaşları....

Bir bitiş ve olması gereken, son derece doğal ve gerçek, kuşkusuz sonuçları olmasa bile kendisi güzel.

Ama aynı ölüm, bir bombanın altında kafatası parçalanmış beyni dağılmış bir çocuğun da yanı başında savaşlarda... İnsan eliyle lekelenmiş gerçek...

Hep deriz ya.. ne güzeldi eskiden yediğimiz domatesler ne güzel tadı vardı. Öyleydi doğanın kendisinden orataya çıkıverirdi bir gerçek olarak ve gerçekten çok ama çok güzeldi.

Şimdi de var domateslerimiz...Doğanın kendi iradesiyle değil değişime uğrayarak ama yine gerçek.....İnsan eli tarafından lekelenmiş bir gerçek ama.

Kısacası doğanın kendi dengesi içersinde gerçek olan her şey çok ama çok güzel.Bizler tanrı rolüne soyunup yarattığımız her şeyde bir başka gerçek ortaya çıkartıyoruz ama unutmayalım bunların hepsi LEKELENMİŞ GERÇEKLER....

Bu kadar çok lekelenmiş gerçek varken, gerçekten " gerçekler " daha bir anlam kazanıyor ve güzelleşiyor.

Yaşasın gerçekler!!!!! :)
 
[size=7]SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500250012261[/size]

- Ne dinliyorsun sen öyle keyifle hı?

- "Voices of Düdük" . Bir iltifat mı bu çalgıya bu isim yoksa alay mı anlamadım.

- Düdük ha? Ahhahahaa ilginç, gördüm şimdi albüm kapağını. Tamam tamam dur hele şimdi. Bir dalarsak vaktinde çıkamayacağımız bir konu bu. Sonra konuşuruz bunu hı? Ne yaptın bugün?

- Bilge kediye rastladım patikada. Bir masal anlattı bana. Dur bak unutmadan anlatayım:

" Vakti zamanında, büyükler küçükleri pireler berber, develer tellal diyerek oyalarken; Üç milyar kişi mi desem, üç yüz bin kişi mi yoksa üç bin mi desem bilmiyorum.. Ben üç kişi diyeyim de senin için kolaylık olsun. Üç arkadaş annelerine veda edip çıkmışlar yola. Bir oyun parkını, bir okulu ve bir çarşıyı geçmişler. Deniz gibi geniş, dümdüz ve yemyeşil bir kır manzarasına gelmişler. İleride, çok ileride, minik bir nokta gibi görünen o ağacı görmüşler. Büyüklerden öğrendikleri ve yol boyunca ikna edildikleri yüce bir ağaçmış bu. Ona ulaşmak, gölgesinde dinlenmek, meyvasını yemek ve beraberce hayata dönmek insanların aklına kazınan binlerce yıllık bir mirasmış. Uzun bir yolu neşeyle geçip o dev ağacın dibine varmışlar. Çok yorgun ve açmışlar. Dallarda meyva görmüşler. Biri tırmanmış, biri tarif etmiş, biri de düşen meyvaları tutmuş. Ve ağaca sırtlarını yaslayıp, bir süre meyvalarını seyre dalmışlar. Biri ısırarak yemiş, biri dilimleyip, biri de kabuğunu soyup yemiş. Biri demiş "en güzel ben tadı ben aldım!", diğeri demiş "hayır ben! siz yanlış şekilde yediniz!", üçüncüsü de "Aman be! Ne delisiniz! Asıl benim gibi yemeliydiniz. " demiş. Uzun süre konuşmuş, tartışmışlar fakat kimse kimseyi kabul edememiş. Sonunda yorgun düşünce bir karar vermişler. Yüce ağacın gölgesinde uyuyacaklarmış. Uyanınca da kendi yedikleri meyvaya ait birer posa ile şehire döneceklermiş. Girişteki çarşıda bir tezgah açıp, posalarını satacaklarmış. Sonuçta kim daha pahalıya satarsa, kazanan o kişi olacakmış.... Pazar kurulmuş, alan almış, satan satmış. Yine de anlaşıp barışamamışlar.. Biri çarşıda tüccar, biri okulda hoca, biri de parka bekçi olmuş.... Bunların ettiği halt da neymiş söyle bana hı? Neymiş adı bu bokun? "

- Hahahahaha!!! Bu Bilge Kedi var ya, hepimizi gölgede bırakır. Ne güzel tarif etmiş sana tuvaletin yolunu. Küçük insanların büyük oyunları veya büyük insanların küçük oyunları bu.

- Zayıfım. Çok zayıf hem de sakar. Zayıfım, kalmıyor aklımda hiç bir şey sensei. Kırılgan ve pahalı eşyalarla dolu bir evde misafir olmak kadar zormuş öğrenmek denen iş! Kavramların üzerinden usulca geçiyor ellerim. Bırak eşyaları kullanmayı, ben bu halimle hiç birini kavrayıp yerinden bile oynatamam ki. Bu manzaradan İki mum gibi titrek, her an sönecekmişcesine tedirgin ve gizlice süzülüyor ellerim.

- Kavramlar, kalıplar, tanımlamalar, maskeciler ve maskeler! Bu seni durdurmaz ki! Durduramaz, aksine vakit kazandırır! Gerçekler daima güzeldir çekirge. Sen de bir "gerçek" olduğunu varsaydığında bu kurala uymalısın. Çakıl taşlarını daima yanında taşı çekirge. Sen talihlisin çünkü çoğunluk gibi çakıl taşı aramak zorunda değilsin. Çakıl taşların ceplerinde girmişsin bu bahçeye. Güzelliğin de gerçek, evet gerçek! Ama güzelliğe aldanma çekirge. Eğilip baktığın o büyük havuza atabileceğin bir kaç çakıl taşın olmalı her an yanında.

- Sensei sen sormuştun ya bana geçen; "Neden insanlar fotoğraf çekme veya günlük tutma ihtiyacı duyar? " diye.. Onu düşündüm de dün biraz. Bak istersen sana bir resim ile tarif edeyim bu konudan ne anladığımı?

- Sonraki sefer anlat hı? On dakika sonra çıkmam gerekli.

- On dakika hı.. On. Neden her şeyi ölçüp biçme derdindeyiz ya?

- Haha, bak aklıma ne getirdi. Anlatıp gideyim.. Geçenlerde bir sergideydim. Ve net olarak gördüm ki, maskeler ve maskeciler o meydandaydı. Yaptıkları işe dair, sanata dair, hayata dair.. Daha bilmem neye dair atıp tutuyorlardı. Masada rengarenk bir kavram salatası, kadehlerde felsefe.. İştahla çalışıyordu çeneler ve mide. Mimarın biri, ki mimarları oldum olası sevmem, şöyle konuştu yaratıcılık hakkında;

" Ben şehirde gezi yaparken her yapıyı, her binayı, her ayrıntıyı gözlerimle ölçerim. En ufak bir eğriliği, hatayı algılarım ben. Zor oluyor tabi böyle gezmek. Çok üzülüyorum. Yaratıcılık adına her şey yok oluyor günden güne. Bakın bir projemde ben, eşiyle beraber tuvalete gitmek isteği olan bir müşterim için, iki klozetli banyo yaptım. O kadar şaşırıp, sevindiler ve memnun oldular ki tarif edemem! "


- Sensei, sen de Bilge Kedi gibi işi getirdin nereye bağladın.. Vallahi diyecek söz bulamam. Os Sensei!!

- Aaa, neden böyle konuşuyorsun çekirge? İnsanlar için daha mühim kaç duygu var ki böylesi etkide rahatlatan? Bak mimar ne dehşet bir eser koymuş ortaya! Ben çıkıyorum. Haydi kal sağlıcakla.

- Peki Sensei!




karargah.jpg
 
vefa_oss.gif


Bir hafta yokum buralarda. Her şey güzel olsun. Düşlerimiz sizlere emanet.
[size=7]OS SENSEİ.[/size]
 
Ah sevgili tırtıl, canım vefam benim,

Senin nerde ve nasıl olduğunu bilmek beni burada mutlu etmeye devam ettirirken, aslında nefes aldığın havada, tebessümünde, gözlerinle baktığın her yerde bende olacağım.

Çok mutlu olacağını bilmek, bende de gülümseme şeklinde kendini gösterdi dudaklarımda.

Bembeyaz bir dünya da olacaksın, düşlerindeki beyazlıkta sana çocuk sevinci diliyorum.
 
Günlükler ve fotoğraflar

Sanırım babama her zaman çok şey borçlu olarak kalacağım.İlk ve son fotoğraf makinamı bana armağan ettiğinde ortaokulu bitirmek üzereydim. O yaz tatili önüme gelen her şeyin fotoğrafını çekerek işe başlamıştım. Çok güzeldi. Sanki bir yerde kendini tanrı yerine koyup zamanı durdurmak gibi bir şeydi. Ne çok fotoğraf çektim o zamandan bu yana. Hiçbirinde yer almadım doğal olarak çeken kişi olduğumdan. Hatta bu işle profesyonel bir şekilde ilgilenmemi isteyenler bile çıktı. İşte o zaman çok gülmüştüm.

Neydi fotoğraf çekerken beni mutlu eden ?.....

Uzun bir süre fotoğraf çekenleri de izlemeyi sürdürdüm. Özellikle yaptığım geziler süresince denk geldiğim Japon turistleri....Son derece düzgün bir şekilde rehberlerinin ağzından çıkanları dikkatle dinleyen ve kesinlikle verilen emirlerden dışarı çıkmayan, ne kadar kalabalık olursa olsun asla kaybolmayacak Japon turistleri........

Bense sürüden her zaman ayrı olan kendine özgü bir varlıktım.Söylenenler değil, ellerimle, gözlerimle kendi kulaklarımla tarihin yada doğanın sesini dinlemeye çalışırken tek başımayken ne kadar çoğuldum aslında.....İşte bu gezilerimde tek başına olmakla yalnızlık arasındaki farkı keşfettim. Tek başına olabilirdin ama asla yalnız değildin.

Arabamın bagajındaki katlanır koltuk ve masayla birlikte konaklayacağım yerlerde uyuyabileceğim bir sırt çantasıyla gezmediğim yer kalmadı. Bir çok yere bir kaç kez gittim. İlk gittiğim yerde asla fotoğraf çekmedim. Orda yaşanılan tüm anı bir küçücük pencereden bakarak yaşamak hiç işime gelmedi.Zamanın olduğu gibi kaldığını aslında hareket edenin sadece bizler olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Bu sebeple telaşla fotoğraf çekme ve bu anı ölümsüzleştirme peşinde olmadım. Hareketime ve bu hareket esnasında hissettiklerimle mutlu olmaya izin verdim kendime.

Ve hala gördüğüm Japon turistlere tebessümle bakıyorum.....

Edebiyata olan ilgim artmaya başladıkça gördüm ki şiirler benim için daima ilk önceliği getiriyor.Zamanla şairlerin şiirlerini okudukça şiir benim vazgeçilmezim oldu. Kuşkusuz bu konuda idollerim oluştu zamanla.Bizden Nazım Hikmet, sonradan keşfedeceğim Ece Ayhan ve Edip Cansever idollerimi oluştururken, şiirlerin çevirisinin zorluğunu bildiğimden yabancı şaiirlerden ilk idolüm Mayakovski oldu. Ne garip bir şairdi be tanrım!!!!

Yine aynı dönemlerde yani ortaokulu bitirdiğimde sevgili abim, Mayakovski ye olan ilgimi bildiğinden bana doğum günümde onun bir kitabını armağan etmişti.

Şiirleri olduğunu düşünerek kitabı heyecanla okumaya başlarken, şiir kitabı olmadığını hemen anlayacaktım.Yaşantısında çok önemli bir yer etmiş olan Lili Brik le olan yazışmalarını ve günlüğünün bir parçasını oluşturuyordu kitap.

Ben şiirlerini seviyordum, kuşkusuz nasıl yaşadığı , yaşantısında kimlerin olduğu bilinmek istense de ben hiç merak etmemiştim.Lili Brik e duyduğu aşk inanılmazdı. Aşk kavramını gerçekten yaşayarak bilenler için son derece güzel yazılmış tanımlar içeriyordu. Ama herşeye rağmen, iki insan arasında yaşanılmış,veya bir insanın bilinenin dışında bir kimlikle ortada olması ne kadar doğruydu?

" Senin köpeğin" diye attığı imzaların biz okuyanlar için ne anlamı olabilir kiiiiii. Ve asla o günden sonra kimseye ait günlükleri okumama gibi bir karar aldım ve bu kararıma bu yaşıma kadar sadık kaldım.

Bu satırları yazarken bir taraftan Cem Karaca nın şarkısını dinliyorum;

Dışarda kar yağarsa
Hissederim görmem
Ayak sesin uzakta, koklarım duymam
Bir köşeye savrulmuş
Buruş buruş ceketim
Sensiz ellerim üşür
İçerimde kar yağar
....

Hepimiz için bazı şeyler sanki aynı gibi etkiyi yaratsa da hepimizde yaşanılanlar kendine özgü ve kendi gerçekliğindedir.
 
Son zamanlarda hemen hemen heryerde çeşitli etkinliklere katılmak zorunda kalıyorum.İster istemez hiç bir bilgim olmadığı halde bu etkinliklerin içinde olmak durumunda olduğumdan," organizasyon" konusunda da düşünmeye başladım.

İnsanlar neden organizasyonlar düzenler ?.......

Bu organizasyonlara insanlar neden katılırlar?.....

Çok aptalca ve cevabı çok kolay sorular gibi algılıyorsanız valla benim diyecek bir şeyim olmaz bu konu da, ama yinede söyleyeyim; ben cevabı bulmakta zorlanıyorum artık......

Verilecek cevaplar çok çeşitli olmakla beraber her iki sorunun da cevabı tek bir başlıkta toplanabilir mi acaba?....

İnsanları bir araya getirmek,tanımak ve tanıtmak.....Kuşkusuz bu başlığa ulvi değerler de katarak soylu bir iş yapıyor görüntüsüyle kendimizi ve başkalarını kandıran tüm organizasyonları red ediyorum.

Ben bir müzik öğretmeniyim. Tek bir amacı vardır müzik dersinin, ancak ne yazık ki okullarımızda bu amaca yönelik hiç bir çalışma yapılmaz. Anlamsız zorlamalarla öğrencileri flüt çalmaya zorlamak,solfej gibi müzik için gerekli ama asla çocukların anlayamayacağı bir mantıkla mide bulandırıcı hale getirerek; sıradan, hatta müzik yaşamımızda önemli olsa dahi, müzik dersi en altta bir duruma getirilmiştir.

Nedir pekii müzik dersinin amacı?....

Öğrencide tek başına yada toplu olarak iş yapabilme yeteneğini geliştirmek.Onun birey olmasında katkıda bulunmak.

Bu amaca yönelik mesleğini yapmaya çalışanlar tehlikeli maddelerdir.

Ben de bu anlamda tehlikeli bir madde olmuş oluyorum.Klasik batı müziği eğitimi almış olmama rağmen, gençlik dönemim rock müziğin en mükemmel örneklerinin sergilendiği dönem olduğundan, beğenim arasına bu müzik türü de girdiği için, okul bahçesinde ölü bir kedi bulunduğunda, rock gurubu öğrencilerimle birlikte sorguya çekilirken bu dünyayı onlara nasıl anlatabilirim?

Ya da katıldığımız bir yarışmada sponsor " OKEY" olduğundan ertesi gün; " Eşeğin aklına karpuz kabuğu getirmeyin hocahanım!!!" sözünü algılamada zorluk çekerken Uganda malı jeton kullanmama rağmen uyanabildiğimde " Eşeğin aklında karpuz kabuğunun hep olduğunu" bu düşünce mekanizmasına nasıl açıklayabilirim?

Yetiş imdadıma Nietzsche, sen yine haklısın;" Benim ağzım senin kulaklarına göre ağız değil"

Toplumun hemen hemen her kesiminde açık yada gizli bir şekilde engellenmeye devam ediyoruz açıkcası. Doğru yaşam tarzı da, ne koşulda olursa olsun her şeyi göze almakla doğru orantılı....Tüm engellemeler bir şekilde insanın doğasında karşı çareyi de üretmeyi getiriyor.

İşte bu anlamda tüm etkinlikler, ya da organizasyonlar en iyi öğrenme yeridir. İyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, söz konusu öğrenciler olduğu zaman kabulumdur.

Bu sene başında 10 tane genç yanıma gelerek dans gurubu kurmak istediklerini söyledi. Hevesliydiler, ancak bu konuda ki yeteneklerini bilmiyordum.Ya da becerilerini diyeyim..... Düşlerini ise; daha önceki senelerde diğer öğrencilerin gösterdikleri başarıları ve o anda yaşanılanları kendilerinin de tatması oluşturuyordu.

Bana göre yanlış bir başlangıç amacı ama olsun.....

Uzun bir süre dansın onlar için gerçekte ne ifade ettiği konusunu konuştuk. Kesinlikle işin bu aşamasında benden nefret ettiler, eminim....Öyle ya bir an önce kreografiler oluşmalı, müzik belirlenmeli, ve çalışma başlamalıydı....

Ah keşke; " Gençler düşünebilse, yaşlılar uygulayabilse....."

Sonunda fark ettiler ki dans kendini ifade ediş biçimi. Bir dil yani. Bedenin Dili, özetle. Ergenlik denen çoğunlukla başa bela gibi algılanan, ama ergenliğin sadece sivilcelerden ibaret olmadığı, bunun insan ruhunda yaşanan gelgitlerin en yoğun olarak hissedildiği çalkantılı dönemin en üretken dönem olduğunu fark ettiler.Kendi gerçekliklerini fark ettiklerinde kendilerini sevdiler.

Onlarca fikirler ürettiler.Güldüler, birbirlerine kızdılar,kabul ettiler, red ettiler.....Her şeyi olması gerektiği gibi yaşarken, dans edecekleri senaryo kendiliğinden ortaya çıktı, kareografileri birden bire yarattılar, tüm bunlara uygun müziği yaratmakta hiç zor olmadı....

Kendin olabildiğin sürece, kimseye öykünmeden, kendi gerçekliğinle, kabulun, her türlü zorluğu yenme başarısı da beraberinde gelecektir. Çalıştığın yerin halı kaplı olmaması, bir salonun en ücra köşesinde sıcakta yada soğukta çalışmak artık önemli değildi.....

Sabırla kendi çalışmalarını sergileyecekleri ve kendilerini ifade edecekleri etkinliği beklediler.

O gün de geldi elbette... Hangi beklenen gün gelmez ki?????

Belki adı çok büyük ama etkinliği çok kötü organize etmiş bir üniversitemizin düzenlediği dans yarışmasında sabırla sonuçları beklediler. Sondan başa doğru dereceler açıklanırken en heyecanlı an geldi.

" Ve şimdi sıra birinci okulumuzda sayın seyirciler!" diyordu sunucu. Okulumuzun adı dökülüverdi sunucunun ağzından. Sahneye fırlayan 10 genç, sevinç çığlıkları içinde ellerine alacakları kupayı heyecanla beklerken sunucunun sesi bir kez daha yankılandı salonda;

" Pardoooooooon!!! yanlışlık oldu. Özür dilerim birinci siz değilsiniz..."

O sahneden inişlerindeki yüz ifadelerini anlatmak hiç işime gelmiyor. Çok acı çekiyorum onlar adına. Onlarla bu yılki dans yolculuğumuz Maltepe sahilinde adalara karşı içilen biralarla son buldu.

Her türlü duygunun birbirine karışarak yaşandığı o gün, kahkahalarımızda martılara karıştı bir ara. Bir rekora imza atmıştık her şeyden önce;

En kısa süreli birinciliği yaşama rekoruydu bu...

Her şey bir yana, yaşama dair bir çok şey öğrenildi. Ama ben niye son zamanlarda beynimden ve dilimden Fikret Kızılok un Kalbim parçasını atamıyorum henüz bulamadım...

kalbim
neden hep olmazlarda
neden hep çıkmaz sokaklarda
kalbim
dayanmak artık kolay değil
bırakacak gibisin yarı yolda kalbim

sevdin olmadı
bir dünya istedin kardeşçe
olamadı
kalbim
dayanmak artık kolay değil
bırakacak gibisin yarı yolda kalbim
 
[size=7]SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500250031154[/size]

- Hayat! Bildiğimiz her şey onun ekseninde seyretmekte. Yaşarsın veya seyredersin. Yaşarsın veya şikayet edersin. Yaşarsın veya yazarsın. Yaşarsın veya resmini, heykelini yaparsın. Sen bir şeylerle didinmekteyken, yanıbaşında, sağında, solunda, damarlarının içinde ve her yanda dansetmektedir hayat! Yaşarsın veya düşünürsün.. Seni bir çam ormanından veya bir ceylan sürüsünden ayıran kutsal bir armağan ve derin bir ağrıdır beynine mıhlanan.

Yaşarsın veya saatlere bakarsın!

- Ama, ama, ahh.. Evet Bilge Kedi, yıllar yıllar oldu koluma saat takmıyorum. Bekleyenim veya beklediğim bir şey olmaması çok acı. Ama bir yandan da hayatımı kolumdaki saatin tik taklarıyla meşgul etmemenin büyük zevkini yaşadım. Düşünsene bir kırlangıcın boynuna saat taktığını. Herhalde bu endişe kuşların uçmasını bile değiştirirdi.

- Selam Çekirge!

- Hoşgeldin Sensei! Çok özledim seni ben.

- Hoşbulduk, ne yapıyordun az evvel? Sanki biriyle konuşuyordun.

- Mavi Kedi' yle sohbet ediyordum. Sana göstereceğim fotoğrafı getirdim Sensei. İşte bak...

yatak.jpg


- Bu ne? Neresidir, nedir?

- Benim yatağım.

- Hı? Çok garip. Çok garip. Ne bunlar, yorganındakiler kedi mi?

- Evet.

- Ne çok kedi var ve ne çok halde geziyorlar üzerinde.

- Hhhaahaa! Evet, hani vardir ya Schrödinger'in Kedisi denen bir kuramsal deney.. Bu deneyde, bozunup bozunmadığı dışarıdan bilinemeyecek, uyarılmış bir atom ile bir kedi aynı kutuya kapatılıyor. Atom bozunacak olursa bir tetikleme mekanizması aracılığıyla bir siyanür şişesini kıracak ve kediyi öldürecektir. Kuantum mekaniğin kapsamında son derece sıradan diye nitelendirilebilecek biçimde, atom, hem bozunmuş hem de bozunmamış sayılabiliyor. Bundan yola çıkarak, kendisi de atomlardan oluşan kediyi de hem canlı, hem de ölü sayabilir miyiz? Henüz kimse bu soruya herkesi tatmin edebilecek bir yanıt bulamadı.

schrodinger-cat-blackboard.jpg


- Çekirge! Dur biraz! Dur.. Hmm.. Yorgan ve türlü hallerde kedi desenleri.. Manyaksın sen yahu. Yorganı üzerine örtüp dalınca düş alemine sen, burada kalanlar için de, senin için de belli belirsiz ve aynı zamanda hoş bir alemde seyrediyor hayat. Gerçek ve düş arasında gezinebilecek en uygun canlı kedi galiba! Of harika bir şey bu. Bak bu hiç aklıma gelmemişti, kediler gerçek mi??!! Kediler bu dünyadan çekip gitse, geride ne kalır estetiğe, gizeme, cazibeye ve sevdaya dair??


- Kedisiz olmaz sensei!

- Ee, bakıyorum da iki yastığın var, ooh, geniş geniş iyisin vallahi.

- İki yastık! Biri "varlık" diğeri "yokluk"! Ya başımı varlığa koyup, yokluğa sarılarak dalıyorum uykuya veya yokluğa dalıp gitmişken varlığa tutunmuş şekilde buluyorum kendimi. "Neredeyim, nerede kalmalıyım?" a dair soruları çoktan sildim aklımdan. Geceler bir ufuktan diğerine pırıl pırıl seriyor hayatı yüzüme.. Yıldızları barındıran bir mendil gibi.. Serin, nemli, pürüzsüz ve kocaman bir öpücük gibi.

- Tamam çekirge, sormuyorum artık perdelerin neden siyah ve kalın diye.. Sormuyorum!
 
Hiç etrafınızda başka melodiler yankılanırken sadece sizin duyduğunuz ezgileri mırıldandınız mı kimseye belli etmeden?....

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeğe elde fermanım mı var?
Azrail gelmiş de can talep eder
Benim can vermeye dermanım mı var?

Dirilirler dirilirler gelirler
Huzur- u mahşerde divan dururlar
Harami var diye korku verirler
Benim ipek yüklü kervanım mı var?

Karacaoğlan der ki, ismim öğerler
Zehir oldu yediğimiz şekerler
Güzel sever diye itham ederler
Benim Hakk tan özge sevdiğim mi var?.....


İçimde duyduğum ve kimsenin duyamayacağı bir sesle söylediğim şarkı Cem Karaca nın bu şarkısıydı, etrafta neşeli şarkılar çalıp insanlar onlara eşlik ederken....

Yerine getirmek zorunda olduğumuz alışkanlıklarımız var, belki de beklediğimiz alışkanlıklar bunlar....

Devletteki hizmet süremi tamamlayarak uzun yıllar beraber olduklarıma " hoşçakal" dediğim kutlamalarda neler hissedilir neler yaşanılır?......

Güzel sözler...... hak edilen yada edilmeyen ama niyese hep güzel sözler.....Bir bitiş yaşanılır hep bu kutlamalarda.Oysa biten bir şey yok ortada. Ne bitebilir ki zaten istemedikten sonra?....sadece başka bir başlangıca adım atıyor atmanın bitişle ne ilgisi olabilir ? Ama bizler bizden ötesi yok anlamında yaşamaya alıştığımız için, varlığımızı fiziksel olarak aynı odada bulunmakla özdeştirdiğimiz yaşama bakış açımızla nereye kadar dayanabilirz acaba?

Seni görüyorsam, sesini duyuyorsam, sana dokunuyorsam ve aynı havayı teneffüs ediyorsam varsın....Seni görürken, sesini duyarken, ve seninle aynı havayı teneffüs ederken yaşadıklarımız harikaydı.....

Şimdi artık sen yoksun....Çünkü seni görmeyeceğim, sana dokunamayacağım, aynı havayı teneffüs edemeyeceğim...

Hay allah ya!!! Bu nasıl bir dünya görüşü ya da ben ne kadar salak biriyim...Düşündüm de hiç bir bitiş yok benim için, gariplik bende gerçekten dinazor gibi hissediyorum son zamanlarda kendimi, neslim tükendi de yeni farkına varıyorum.

Daima başlangıçlar var, tüm bitişleri red ediyorum.....

Evet müzik öğretmeni olmak başa beladır senden daima müzik isterler, pekii öyle olsun;

Ben suyumu kazandım da içtim
Ekmeğimi böldüm de yedim
Alkışı duydum, ihaneti gördüm
Sesim de oldu, sessizliğim de
Seviştiğim de oldu benim...

Sen de başını alıp gitme ne olur
Ne olur tut ellerimi
Hayatta hiç bir şeyim az olmadı senin kadar
Hiç bir şeyi istemedim seni istediğim kadar

Sende başını alıp gitme ne olur
Ne olur tut ellerimi....
 
"Reddeden olmak" mı , "Reddedilen olmak" mı zordur??? :roll:
Evet... hangisi zordur arkadaşlar?
 
Sevgili Semacığım,

Güzel bir soruydu ancak cevap gelmedi........

Uzunca bir süre bende ne cevap gelecek diye beklemedim değil hani....

Açıkcası benim fikrimi de soracak olursan ikisi de kendine göre zordur diyorum ama daha zoru da var bana soracak olursan.... :p

Dışarıdan bakıldığı zaman, kendine göre kuralları olan biz insan denilen varlıklar, bu kurallar zincirine uymayan herhangi bir an yakaladığımız anda, red etmemiz bir anda kendiliğinden oluşuyor. Kendimizi de bu kurallara alıştırdığımız için, sonrasında red edişlerimizde pek fazla sıkıntı yaşamıyoruz. Kendimizi haklı çıkartacak her koşulu yaratmadaki becerimiz sayesinde ayakta kalabiliyoruz.

Konu birebir bir insanı red etmek üzerine kurgulandığında belki biraz daha sıkıntı yaşayabiliriz ama, durum hemen hemen aynı mantık sinsilesiyle devam ediyor aslında.

Red edilen bir durumda kalmak ise bir anda büyük bir çöküntü yaşamamıza sebep olabiliyor. Ama yine, bu çöküntünün etkisi zaman karşısında azalmaya başladığında açılan yaralar kabuk bağlamayı da beraberinde getirebiliyor. Zaman zaman kabuk tekrar kanamaya başlayabilir ama biz insanoğlu her koşulda çıkış noktasını yaratma konusundaki becerimizle bunları da aşabiliyoruz.

Ben, kendi adıma en büyük sancıyı, red etme anlamında, kendi kendimi red etme konusunda yaşadım. Kendi kendinizi red etme durumunda kaldınız mı hiç?.....

Hadi anlatayım;

Beş yıl önce çokta güzel bir şeyden birden bire kendimi kopardım. Profesyonel bir şekilde beraber olduğum müzik gurubundan ayrıldım.İyi işler yaptık. Ülkemizin müziklerini yurt dışında tanıtmaya kadar götürdük işleri. Gezmediğimiz ülke kalmadı bu anlamda.Bu işten ayrılma sebebim ise büyük depremin ardından Yunanistan da vereceğimiz bir konserin etkisi oldu mu diye kendi kendime çok sordum , sanırım yanıt evet ti.

Hatırlarsınız, o depremin ardından yıllardır her türlü iyi niyete rağmen düşman olarak adlandırılan iki ülkenin arasında dostluk rüzgarları esmeye başlamıştı. Depremin ardından garip bir şekilde Yunanistan a gitmek bir anda moda haline gelmişti.

Bizimki böyle bir şey değildi. Biz davet edilen her ülkeye gitmiştik, ve yine davet üzerine Yunanistan a gitmeye karar vermiştik.Yakın olduğu için otöbüsle gitmek istedik.

Yunanistan ı gezmek için yolculuğa çıkan diğer vatandaşlarımızla aynı otöbüsteydik. Edirne den sınır a varışımız kolay oldu. Çoğunlukla uçakla yolculuk yaptığımız için kendi ülkenin topraklarından adım adım ayrılışı izleme şansımız olmamıştı. Garip bir duygu....

Meriç nehrinin üzerinde bir köprüde yol alırken Mehmetçi ye son el sallayışımızdan bir kaç dakika sonra kendi topraklarında değilsin artık köprü de olsan bile, çünkü otöbüs duruyor, Yunan topraklarındasın ve otöbüsünüz yanlardan gelen sularla dezenfekte ediliyor.......

Dezenfekte ediliş bittikten sonra otöbüs yola devam ediyor ve tekrar durduruluyorsun, içeriye Yunan polisleri giriyor ve pasaportlarınızı topluyor.

Buraya kadar her şey normal... uzaktan Mehmetçiyi görebilirsin ama artık kendi topraklarında değilsin. Ne kadar sürer sizce pasaportların kontrolu?... Bir saat , iki saat.... daha uzun sürebilir miiiiiiiiiii?

Gece saat 22.00 civarlarında alınan pasaportların gece 03. 00 olmuş halal kontrol edilmemiş ve sen hala otöbüsün içindesin....

Kapalı yerde uzun süre kalamama hastalığım tekrar ortaya çıkıyor ve arabanın camları üzerime doğru gelmeye, nabız atışım yükselmeye ve nefes alamamaya başlıyorum... Birer ikişer her şeye rağmen aşağıya iniyoruz. Tam anlamıyla bir yasak yok, ama öyle bir gizli yasak var ki, dışarıya çıkmana çok sevimli bir gözle bakılmıyor.

İnceldiği yerden kopsun diyorsun kendi kendine.

Otöbüsün şöförü kan ter için de bir şeyler konuşuyor gümrüktekilerle, merak ediyorsun, nasıl bir aksilik olabilir ki?.....

Ve şöför yanımıza gelip konuşmaya başlıyor.

"İçinizde müzisyenler varmış"

Sorun bu mu diye geçiriyorsun içinden, ne salakça bir durum......

Şöför konuşmaya devam ediyor...

" Yıllardır gidip gelirim, bazen içlerinden bir salak çıkar ve bizi hiç neden yokken burda tüm gün boyunca bekletir, konser vermenizi istiyorlar...."

Beyninizden vurulmuşa dönüyorsunuz.

Konser vermek miiiiiiii, nedennnnnnnnn?

Ya böyle bir şey olabilir mi ?..... hayatta olmaz !!!!!

Binlerce soru üretiyorsunuz orda kendiliğinden....

Ya biz sokak çalgıcısı değiliz, kim oluyor onlar istiyor diye gecenin bu vakti tüm çalgıları bagajdan çıkarıp onlar için şarkı söyleyeceğiz,bu küfürden de kötü, ölelim daha iyi...........................

Saatlerden beri bekleyen insanların perişan gözlerle size o bakışları yok mu?????

Çalın bir şeyler de kurtarın bizleri bu bekleyişten, bu beladan.

En çok bu dile yansımayan gözlerdeki sözler yaralıyor insanı. Kendini kendin yapan bir sürü değerler üretmişsin bu an a kadar ve bunlarla yaşamışsın, hiç ödün vermeden, inandıkların olmuş ve bu uğurda verdiğin bir savaş olmuş...... Hiç birinin önemi yok bir başkası için.

Türk toprağına doğru yürümek geliyor içinden her türlü dur ihtarına karşı ve sırtından bir kurşunla orda can vermek geliyor....

Yapabilirsin aslında, yapmaman için hiç bir neden yok. Kendini bir kenara koyup, tüm tarihin geliyor gözlerinin önünden ve Atatürk ün bir tek cümlesi yankılanıyor kulaklarında.

" Gerçek bağımsızlık ekonomik bağımsızlıktır "

Her zaman, yalnızlık ve tek başına olmak farklıdır der dururum. Yalnızlıktan korkar insanlar, oysa yalnızlık çoğulluktur. Yalnız değilim orda ama ne yazık ki tek başımayım.

Tek başına olduğunda onca kalabalığın arasında bir hiç oluyorsun.

Niyazi olmak ta değil derdin o an, eğer öleceksem ölümüm işe yaramalı diyorsun, yaramayacağını o an da hissediyorsun.

Yaz sıcağında kışın serinliğini hissediyorsun tüm damarlarında. Ağlamak güzeldir yeri geldiğinde ama gözyaşların bile içinde hissettiğin serinlikle buz tutmuş akmıyor....

Ölüm ne ki anne diyorsun kendi kendine....

Bir kez duyar insan ölümün sessiz fısıldamasını

Ama nasıl bir yerse burası

Bir hançer sokup sokup çıkarılıyor

Değerlerim geliyor gözlerimin önüne

Ve her an

Parça parça

Adım adım ölüyorum anne diyorsun.................

Çalgılar mevcut koşullara göre sıralanıyor, geçiyor müzisyenler çalgılarının başına ne için , kim için ne çaldıklarını bilmeden melodileri yayıyorlar gökyüzüne....

Mehmetçik te duymuştur kesinlikle bu melodileri diyorsun gecenin karanlığında ve özür dileyerek ondan, kendinden ,ve o anda bilemediğin herşeyden, sözler dökülüyor melodilerle.....

Kimseye etmem şikayet
Ağlarım ben halime......
 
Sevgili andante ,

Aslında o günkü ruh durumumla ilgili bir soruydu?
Konu başlığını görünce , içimden sormak geldi...
Şükür ki, bazen aşamadığımız , aşmaya çalıştığımız o ruh hali sizin de söylediğiniz gibi , zaman karşısında azalabiliyor...

"Reddeden olmayı" , terazinin bir kefesindeki "vicdan" ve "Reddedilen olmayı" da diğer kefesindeki "gurur" gibi düşünüyorum.

Reddedilen olmayı ; -ne kadar kabullenmesi zor gelse de- , kendi iç dünyamızda bir çıkar yol bularak aşabileceğimizi düşünüyorum aynen sizin gibi.. :) Ve bu durumu kendi yöntemlerimle atlattığım zamanlar, yaşanmışlıklar oldu.

andante' Alıntı:
Red edilen bir durumda kalmak ise bir anda büyük bir çöküntü yaşamamıza sebep olabiliyor. Ama yine, bu çöküntünün etkisi zaman karşısında azalmaya başladığında açılan yaralar kabuk bağlamayı da beraberinde getirebiliyor. Zaman zaman kabuk tekrar kanamaya başlayabilir ama biz insanoğlu her koşulda çıkış noktasını yaratma konusundaki becerimizle bunları da aşabiliyoruz.

Fakat reddeden olmanın verdiği çöküntüyü aşabilmek diğeri kadar kolay olmadı , vicdan terazinin kefesinde ağır bastı, taşıması epeyce güç oldu.

Kendimi reddetme konusunda :roll: bi düşüneyim... sanırım karşılaşmadım böyle bir durumla . sizin de söylediğiniz gibi hepsinden zoru bu olsa gerek... Müzik kariyerinizi bu şekilde bırakmanız gerçekten üzücü :( Ama aşabilecek güçtesiniz , buna eminim.
 
atardecer.jpg


Reddetmeye alışır insan ama reddedilmeye alışabilecek olan var mı hı?
Mutlaka, ki mutlaka bir umut getirir o noktaya kadar seni.
Önceki yerinden uzaklarda, çok yükseklerdesindir artık.
Uzaklar...
Yüksekler...

HAYIR!
HAYIR!

[size=6]HAYIR![/size]
[size=6]HAYIR![/size]

Önce İtalyanca bir şarkı duyduğunu filan sanarsın.

HAYIR!
HAYIR!

[size=6]HAYIR![/size]
[size=6]HAYIR![/size]

Düştüğün yerde bir başına kanarsın.
Kanarsın.
Kanarsın.

Buna alışamaz ki bir insan.
Bunlar hep Ölüme dair acemice deneylerdir.

Sinsice yeni bir umut ekilmiştir çoktan.
Ölmedin ki çünkü daha.
ÖLMEDİN.
 
Eğer sıcağı sıcağına bu yazının ardından bir şeyler yazmaya kalkışmış olsaydım, cümlelerin nasıl olacağını çok iyi bildiğimden engelledim kendimi.

Nasıl güzel anlatmışsın yine böyle durumlarda içimizde kopan fırtınaları, red edilirken duyduğumuz haykırışlardaki kabul edememenin red edişini....

" Kırmızı " rengin her çeşidinin bir ressam edasıyla tualde sergilenişini...

Ama bu sefer bir değişiklik yapacağım, aynı konu da bir beyaz öykü anlatmak istiyorum sizlere;

Kahramanımızın bir adı var ama izin verirseniz bu adı hiç kullanmayacağım. Çünkü televizyon kanallarımızdan birinde haber editörlüğü yapan bu kişiyi tanıyabilme olasılığınız var, benim çok sevdiğim bir öğrencim de, hikayesinin kullanılmasına iznim var ancak adının geçmesine yok, olmamalı da....

İlk öğretmenliğe başladığım Van da dersine girdiğimde dikkatimi çekenlerdendi bay X. Herşeyden önce kıpır kıpır yerinde duramayan özelliğiyle, daha sonra da çenesiyle dikkatimi çekmişti. Çok güzel konuştuğu gibi son derece etkileyici bir ses tonu vardı. Zamanla bay X in bir özelliği daha çıktı ortaya. O kadar sık aşık oluyordu ki.....

Ve aşık olduğu zaman bunu her davranışından o hiç bir şey söylemese de anlamak mümkündü.Dışarıya yansıttığı izlenim benim açımdan, hayatın güzelliğiydi, içinde zaman zaman fırtınalar kopsa da. Bir devamlılığın kanıtıydı bay X....

Aradan tam 22 yıl geçti ve hiç bir şey değişmedi onun için. Artık öğrenci kimliğinin dışında gerçi bana hala " hocam " dese de benim çok sevdiğim dostlarımdan biri.

Bundan bir kaç sene önce diğer arkadaşlarıyla evime geldi. " Bizim bay X yine kötü " dedi diğer öğrenci dostlarım.

Ve anlatmaya başladı;

Ya hocam nasıl güzel bir kız size anlatamam.Onu ilk tanıdığımda içimden bir şeyler aktı ama yine her zamanki gibi bunu ifade etmedeki eksiliğimle belli edemedim ve bir süre sonra onun sıcak kişiliğiyle dostluk kendiliğinden ortaya çıktı.

Bundan nefret ediyorum ya hocammmmm!!!!. Dost olduğun zaman gerçek duygularını aktaramıyorsun ki bir kıza !...Hep maskelenmiş bir yüzle dolaşmak zorunda kalıyorsun yanında, ve ister istemez onunla ilgili herşey seni çok ilgilendirirken, hem yakın olmak hemde uzak olmak gibi bir şey bu.

Sonunda dayanamadım ve kendi kendime tüm duygularımı açıklamaya karar verdim değil mi ama bu işkence benim için bitmeliydi !.


Haklısın bay X. Sonucu ne olursa olsun katlanmayı bilmeli insan.

Siz bizim öğretmenimizken o anda anlamadığımız ama galiba bu kadın iyi bir şey dedi diyerek yıllar sonra anladığımız bir çok sözünüz geldi aklıma. " Yaşamınızda hiç bir şeyi ertelemeyiniz " demiştiniz hatırlıyormusunuz hocam ?

Bilmemki bay X demişimdir kuşkusuz sen devam et....

Bu sözden aldığım gazla iş yerine gittim ve karşıma alıp kızı " bak kızım şu dostluk maskesini bir kenara bırakalım ben seni seviyorum " demeye kararlı adımlarla dolanırken karşıma çıkmaz mı....

" bay X, bay X, sana söyleyeceğim çok önemli bir şey var " diye koşar adımlarla yanıma gelişini izlerken elim ayağım buz kesti ya hocam.

" Ne oldu? " diye heyecanla sordum ve aldığım yanıt neydi biliyormusunuz?....


Neydi bay X?....

" Nişanlanıyorum!!!"

Hadi yaaaa.....

Ya hocam beraber dolandığı adam da fena bir adam değil biliyorum ama gel sen bunu bana anlat. Onun en mutlu günü benim en mutsuz günüm oldu. Dost maskeme bürünüp onun mutluluğuna ortak olurken neler yaşadığımı anlatamam size.

Buna mı üzgünsün yaniiii...

Olur mu hocam bu hikayenin başlangıcı....

Neyse nişanına da gittim dostum yaaaaaaa, zamanla alıştım bu duruma ama onu her gördüğümde , bana her selam verdiğinde içimde kanayan bir yara olmaya devam etti.Aylar sonra tam herşeye , herşeye rağmen alışmışken beni çağırdı bay X seninle konuşmak istiyorum diye. Çok üzgündü, hemen koştum yanına tabii..

"Nişanlımdan ayrıldım " dedi ve ağlamaya başladı.


Burda bay X ayağa kalkıyor ve sol omzunu gösterek " işte hocam burda gözyaşları saklı" diyor...devam ediyor bay X

Bu sefer onun en mutsuz günü benim en mutlu günüm oldu hocam, çok mu adiyim sizce?

Tabii bu soru karşısında biz kopuyoruz gülmekten, diğer öğrencilerle kendimizi yerlerden toparladığımızda yanıt vereceğiz de toparlanamıyoruz.

Ve asıl öykü bundan sonra başlayacak ama isterseniz bu yazının uzun olmaması için onu bir sonraki yazıda anlatayım. Bay X in aceleyle Ukrayna ya gidişi....... :wink:
 
Kendimizi toparlayabildikten sonra bay X in beklediği cevabı nihayet verebildim;

Sanmıyorum bay X, olsa olsa bu durum bir eşitlenme sorunudur. Çünkü onun en mutlu olduğu anda sen mutsuzdun! :)

Sevgili bay X uzun bir süre içine gömdüğü duygularını dostluk maskesiyle sürdürürken iç dünyasında kendisiyle konuşmayı hiç ihmal etmemiş. Ve kendine göre 20 haziran gününü bir milat olarak kabul ederek karar vermiş.

20 haziran benim için tarihi bir dönüm noktası olmalı diye düşündüm hocam

Bu tarihin senin için bir önemi varmıydı kiiiiiiii, ya insanın aklına geliyor neden 20 haziran diye, 19 değil yada 21, illaki 20.....

Hiç bir nedeni yok sadece 20 haziran a kadar halledilmeli diye düşündüm.

Bu arada diğer öğrenci dostlarım araya giriyor ve sormamı istiyorlar;

Bu kararı verdiği günün hangi tarih olduğunu sorsanıza hocam?

Sahi ya, mart ayında falanmıydın?...

Yok hocam karar verdiğim an 17 hazirandı.

Şimdi düşünün uzun zamandır yapamadığı bir işi bizim bay X üç gün içinde halledecek.... Gittikçe ilgi çekici olmaya başlıyordu durum. Kararlı olmanın verdiği güvenle iş yerine giden bay X gözucuyla kızı arıyor ama görünürlerde yok. Etrafındakilere sorduğunda yerinden fırlayacakmış gibi oluyor.

Bir çekim için Ukraynaya gitmiş esas kızımız arkadaşlarıyla.

" Olamaz benim haberim niye yok "diye soruyor sevgili bay X. Çevresindekiler şaşkın.... İyi de sayın bay X gitme kararını siz imzalamadınız mııııııı?

İnanabiliyormusunuz hocam, kafam nasıl meşgulsa imzaladığım bir kararı bile hatırlamakta zorlanıyorum. Kafama dank etti ki bu çekim 21 haziran a kadar sürecek ve o gün yada bir sonraki gün dönecek bizim ekip.

Oğlum haberleri gerçekten sen mi hazırlıyorsunnnnnnnnn?

Ve ani bir karar vererek o da Ukraynaya gitme planı yapıyor ama bu o kadar kolay değil.Herşeyden önce vize derdi var, diğer ülkelere göre kolayda belirlediği tarihte olabilmesi için 3 günü var ve bu süre vize alabilmek için yeterlimi acaba?.....

Şimdi mantıklı kişler şöyle düşünebilir;

Olan olmuş, bu durumu kıza geldiği zaman söylesin, bunca zahmete katlanmaya değer miiiii?

Siz bu soruyu aklına getirdiyseniz önce şunu hatırlamalısınız;

1) Ne demiş ona öğretmeni; "Yaşamda hiç bir şeyi ertelemeyin" Siz benim öğrencimin sözümden dışarı çıkacağını sanıyorsanız aldanıyorsunuz.

2) Söz konusu bay X olduğu zaman hiç bir şeye şaşırmayacaksınız. Bay X lise sondayken bir gün sınıf başkanı olduğunu gördüm. Sınıf başkanı olmak gibi bir şeyle şimdiye kadar ilgilenmeyen bay X neden birden bire bir darbe yaparak kendi başkan olmuştu diye hep düşünmüşümdür. Yanıtını sonraki yıllarda alacaktım,

Benim dersim seçmeli dersttir. Yani zorunlu değildir. O zamanlar çalıştığım okulda seçmeli ders olarak bir de resim iş dersi vardı. Öğrenciler yeteneğine göre birinden birini seçer ve liseyi bitirene kadar bunları değiştiremezdi. Ve ders esnasında sınıftakiler ikiye bölünür, müziği seçenler müzik odasına , resim iş dersini seçenler resim atölyesine giderdi.

Bay X in o zamanlar aşık olduğu kız, ne yazık ki resim dersinde olduğundan uzun bir süre seçmeli dersini değiştirmeyi düşünmüş. Olmamış tabii. Ama biliyorsunuz, öğretmenler yaptıkları işleri sınıf defterinde göstermek ve imzalamak zorundadır. Böyle ikili durumlarda sınıf başkanı sınıf defterini diğer öğretmene imzalatır.

Ve benim canım öğrencim haftada bir gün, 80 dakika görmemeye dayanamadığı kız için sınıf başkanı olur ki, imzalatmaya gittiğinde bir kaç dakikalığına bile olsa sevdiğini görebilsin.

Bu sebeple böyle bir soru aklınıza gelmesin.

Kolları sıvayan bay X hemen bir faksla vize sorununu halledebilmek için bir yazı yazar;

Ben bay X, ekibim şu anda Ukrayna da bir çekim için bulunmaktadır. Acilen durumu denetlemek için gitmem gerektiğinden, gerekli vize işlemlerinin bir gün içinde yapılmasını arz ederim.

Gelen cevap olumsuzdur ve bay X yıkılırr ama yılmazzzzzzzz.

İkinci bir dilekçe yazar,

O zaman size gerçeği söylüyorum. Sevdiğim kız falan filanca şu anda ülkenizde bir çekim için bulunmaktadır. Ona süpriz yaparak evlenme teklifinde bulunmak istiyorum. Gerekli vize işlemlerinin bir günde halledilebilmesi için bana yardımcı olmanızı istiyorum.

Bu sefer gelen cevap olumludur ve bay X ertesi gün vizesini alır ancak uçak 19 haziran gece yarısıdır, hiç önemli değildir artık bir şey bay X için.O sadece kızın yanına gidip yıllardır içinde biriktirdiği şeyleri nasıl aktaracağının cümlelerini kurar kafasında.

Ya yine uzun olmuş.Bay X in sevdiği kızla karşılaşması gelin onu da yarın anlatayım.
 
Ya sevgili arkadaşlar size " yarın yazarım " diye bırakmışım ama araya o kadar çok şey giriyor ki bazen istemediğimiz halde verdiğimiz sözleri yerine getiremiyoruz. Evet hikayenin son bölümünü de yazayım da bay X in serüveni nasıl olsa hep devam edeceğinden, bu kısmı tamamlanmış olsun.

Bay X uçağa binmeden önce Yeşilköy Hava Limanından kocaman bir buket çiçekte yaptırır. Doğrusu çok düşüncelidir, gerçekten en ufak ayrıntıları bile ihmal etmemeye kararlıdır.

Uçak Havaalanına inip kızın kaldığı otele doğru giderken düşünebileceğiniz gibi kalbi hızla çarpmaktadır. Hani zamanın durduğu ve gerçekten hiç geçmiyormuş gibi bir izlenim yarattığı o an, bay X içinde söz konusudur. Otele gelir ve artık herşeyle yüzleşme anıdır. kaldığı odanın kapısını vurur ancak cevap veren olmaz. Telefon etmemeyi de iyice aklına koyduğundan inatla kapıyı vurmaya devam eder. Gürültüyü duyan diğer odadaki insanlar bir şeyler söyler ama bizim bay X bu dili bilmediğinden anlamaz dediklerini. Sonra resepsiyona giderek Türk ekibinin nerde olduğunu sorar. Resapsiyondaki genç, çekim ekibi için bir davet verildiğini birazdan dönebileceklerini ve beklemesini ister.

Zaman yine ayağına tonlarca yük bağlamış gibi geçmektedir. Ama yine her zaman olduğu gibi beklenen her an mutlaka gelir. Otelden içeri girer Türk ekibi ve herkes olabidiğince sarhoştur. Bizim bay X in gözleri kızı arar ve bulur da;

Ya hocam nasıl sarhoştu anlatamam, ayakta zor duruyordu. Kafamda yarattığım karşılaşma sahnesine hiç uygun bir şey değildi ama yinede ayaklarım beni ona doğru ilerletti.

Çantasını yere bırakır ve elinde taşıdığı çiçekle kıza doğru ilerler. İçinden neler geçmektedir o anda anlatamadı burda . Hani insanın boğazını tukayan bir şey olmasa da yutkunmakta zorlandığı kelimelerin çıkmamak için savaş verdiği o zor anlardan birini yaşıyordu bay X anlatırken bile.

Kız bunu görür ve başını hafifçe kaldırmaya çalışırarak sadece şunu der;

" Neden geldin ?".................

Ya hocam hani insanı öldürmek için taşa sopaya silaha gerek yok derler ya , vallahi öyle !! Bir tek kelime bile öldürmeye yetebiliyor. " Neden geldin !!, neden geldin !!!! " bu soru cümlesi hala kulaklarımda çınlıyor. Sanki bir böcek gibi hissettim o anda kendimi. Gereksiz, ortada olmaması gereken, hatta belki de yok olması gereken. Ama öylesine sarhoştu ki odasına kadar götürmek zorunda kaldım. Anahtarıyla açtım kapısını ve yatırdım yatağa.

Diğer ekip arkadaşları yarın döneceklerini ve bay X inde onlarla dönüp dönmeyeceğini bu durumda bilet işini halledebileceklerini söyler. Yapılması gerekeni ister bizim bay X te.

Bu arada kendinden geçmiş te olsa kız ha bire " neden geldin " cümlesine eklemeler yapmaktadır. Bir kere öldürmek yetmez bizlere,devamını getirmek isteriz, en kendimizde olmadığımız anlarımızda dahi..

" Ne işin var ya burda !!!!, sana kim gel dedi yaaaaa !"

Asıl can alıcı soru hangisi oldu biliyormusunuz hocam?

Hayır bilmiyorum!...

O elindeki çiçeklerde ne, kime, niye getirdin onları?

Bizimkiler ertesi gün öğleden sonra yurda dönüş için uçaktadırlar ve bay X in elinde hala getirdiği çiçekler vardır. Hostes bir ara yanına yaklaşır bay X in.

"Çiçekler solmak üzere bayım isterseniz onu bir suyun içine koyayım?"

Tüm öfkesini yada tüm yıkılmışlığını bir tek cümleyle özetler bay x hostese;

Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr

Sizlere bu satırları yazarken bilgisayarımdan müzikte dinliyorum. Bulabilirseniz dinleyin derim sizlere ne güzel denk geldi aman Tanrım!!!
Recuardos de la Alhambra
 
Ah benim sevgili menekşem !!!..........

Kim mutlu sonları istemez ki ?.....Keşke son bizim istediğimiz gibi olabilseydi, ama olmadı. Biliyormusun belki son değişmez ama kullanacağımız yöntemle acıların derecesini azaltabiliriz.

Hepimizin yaşantısında " hayır " demek zorunda kaldığı dönemler olmuştur. Söz konusu bir insana hayır demekse durum gerçekten daha da zorlaşabiliyor. Ne kadar insan sevgisiyle dolu olsan da, bazen birilerine hayır denilebiliyor. En sevdiklerimize bile zaman zaman hayır diyebiliyoruz. Bence sevmek; bazen ona hayır da diyebilmektir zaten.

Nasıl olmalıydı bence bu son biliyormusun, eylemin kendisini hiç bozmadan üstelik.....

Kızın bay X i gördüğü anda kullandığı cümleler değişebilir. Onu gördüğüne sevinebilir. Çünkü bir insan ta İstanbul dan kendisi için Ukrayna ya kadar gidebiliyor, bunu görmeli bence. Ve bundan mutluluk duyabilmeli. Bir insanın bir insan için harcadığı emek var çünkü.

Ona istediği karşılığı veremeyecek olmaktan da üzüntü duyabilmeli aynı zamanda, ama hayat böylesine zıtların birliğiyle iç içedir değil mi?

Beyazın olduğu yerde mutlaka bir siyahlıkta vardır, ya da tam tersi. Hiç bir şey dümdüz bir çizgi şeklinde değildir.

Diyebilmeliydi ki;

Bay X seni gördüğüme sevindim. Benim için bunca zorluğa katlanmışsın. Bundan gurur duydum. Beni gerçekten onurlandırdın. Seni sevdiğimi biliyorsun ama keşke bende seni istediğin şekilde sevebilseydim.Bunu yapamam, yapamıyorum da zaten. Senin istediğin sevgiyi sana verememekten üzüntü duyuyorum ama bu anlamda yapabileceğim bir şey yok.Varlığınla daima mutluluk duyacağımı bil...

Daha sancısız bir acı olacağından hiç kuşkum yok, ne dersin?......
 
Sanat, toplum, yaşam ve ben. Eskiden beri severim şiiri, edebiyatı, resmi, sinemayı, tiyatroyu. Peki neden diye bir soru soruyorum kendime.

Eskiden kitap okumayı, müzik dinlemeyi, sinemaya gitmeyi bir eğlence olarak görürdüm. Ya da reddedilmenin verdiği bir iç kırgınlığı ile kendi dünyama çekilmek… Onun için mi severdim bilmem Kafka’yı. Ne zaman onun kitaplarını okusam kendi iç dünyamda da bir yolculuğa çıkardım. Evet, Kafka. Aşağılanan, ezilenden yana olan Kafka. Zorbalara karşı olan Kafka. Bütün kitaplarında belirsiz bir tutum izleyen Kafka.

Gertrude Stein “ Bir gül bir güldür bir gül bir güldür “ derken toplumsal gerçekliği bir yana bırakmamızı, toplumla tüm bağlarımızı koparmamız gerektiğini söylüyordu.

Öykülerinin birinde şöyle der:”

Çadırını kurmuştu. Yerleşmişti. Hiçbir şey dokunmazdı ona. Çadır kurmak için iyi bir yerdi. O da işte bu iyi bir yerdeydi. Kendi yapmış olduğu evindeydi… Dışarısı oldukça karanlıktı. Çadırın içi daha aydınlıktı. “

Toplumdan kaçan insanın düşüşü… Red edilmek kimi kez öyle derin yaralar açmıştı ki içimde… O yaraları kitaplarla sarıyordum. Çünkü içimde öyle büyük bir öfke vardı ki, bir şarkıda dediği gibi “ Yıldızları Yakmak” istiyordum. Halen o öfkenin esiriyim galiba. Kimi zaman nerede durmam gerektiğini öğrenemiyorum.

İçim bir mezarlık gibi… Susmanın, kendi olamamanın kırılmaz zırhı… Öyle saçma sapan şeylerle mücadele etmek zorunda kalıyorum ki, o öfke kimi kez birden alevleniyor. Yeri, göğü, kendimi talan ediyor. Ve… Ben Tutunamayanlar’ın “ Selim’i “ gibi yaşamdan kopuyorum. Hiçliğin içinde bir boşluğa düşüyorum.

Bir gün, bir derginin kapısını çaldığımda bir yazara elim titreyerek öykülerimi verdim. “ Ben yazar olmak istiyorum “ dedim. İki ay sonra o yazar beni yazarlık seminerine katıldığım bir derste “ Sen yazar olamazsın. Çünkü insanları sevmiyorsun “ dedi.

Evet, haklıydı. İnsanları sevmeyen bir yazar insanı nasıl anlatabilirdi ki… Belki ben kendimi sevmiyordum. Kendi dünyama çekilerek kimi, nasıl anlatabilirdim ki…

Fichher, Kafka’nın mesellerinde toplumsal gerçekleri ele alırken bu gerçekleri bir sis perdesi içinde okura sunduğunu ve bir yabancılaşma yaratarak insanı gerçekliklerden uzaklaştırdığını söyler. Çünkü yaşam, esnek ve belirsiz değildir. Gerçekliğin bir bütün olduğunu, özne ile nesne arasındaki tüm ilişkileri kapsadığını söyler.

Sanatı sevmemin bir nedeni kendimi aşmak istememdi. Bireyselliğimden kopmak istiyordum. Üretmek… Üreterek içime akıttığım öfkemi yazarak dışsallaştırmak… Çünkü yaşam ağır geliyordu. Oysa yazarak hafifliyordum.

Red etmek… Sanatın var olmamı sebebi demiş Andante. Evet, Haklısın. Çünkü bir sanat eseri hiçbir zaman düz bir çizgi gibi uzayıp gitmez. Sanatta gerilim vardır. Karşılıklı çatışma vardır. Müzikte de öyle değil mi?

Aristotoles’e göre sanat, duyguları arıtandır. İşte içimdeki siyahları beyaza çevirdiği için seviyorum sanatı… O zaman içimdeki nefretler, öfkeler, korkular kör bir kuyuda can çekişirken ben var olmanın verdiği güçle yeniden… yeniden… yaşama bir halat atıyorum.
 
Yine pek çok şey söyleyebileceğim bir konuya tam damardan girmişsiniz kardelen39......

Daha geçen günlerde bana nasıl olduğumu soranlara " Kafkanın roman kahramanları gibi" diye yanıt veriyordum.

Ve düşünüyorum da hemen hemen hepimiz, bu roman kahramanlarına benzer davranışları ve tutumları sergilemek için yarışmasak bile, hayatın düz gitmeyen çizgisi bizleri bu hale getirebiliyor.

Öfke duymak, kendini bir yere , daha doğrusu ortadaki duruma ait hissetmemek, içimizde biriken bir çok duygunun istediğimiz gibi yaşanılmasına izin verilmemek, önce kendi kendimize yabancılaşmayı, daha sonra çevremize ve doğal olarak toplumdan uzaklaşmamıza ve yabancılaşmamıza neden olduğundan kocaman bir yalnızlığın içinde hissedebiliyoruz kendimizi.İçimiz üşüyor, kendimizi düşüyor gibi görüyor ve tam anlamıyla bir boşluğun içinde görebiliyoruz.

Ben bunları yaşamadım diyen insanların çoğalması kuşkusuz benim en büyük dualarımdır.

Bu yazının ta ilk başında sanatın var olma sebebi olarak gördüğüm red etme duygusu, sanatın dışında da söz konusu olduğunda yıkıcı olabiliyor demek istiyorum. Farklı şekillerde, farklı gerçek öykülerle hep bunu anlatmaya çalışıyorum aslına bakarsanız. Kimseye bir şey öğretmek gibi bir amaçla da bunları yazmadığımı hemen söyleyebilirim. Burada her zaman bir paylaşımı kendime rehber seçtiğim için yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim.

Bunun yıkıcılığını hepimiz biliyoruz da ne yapmamız gerektiği konusunda düşüncelerimiz var mı acaba?...Bence asıl cevap vermemiz gereken soru bu. Bütün bu gerçeklerin gerçekliğinde hiç mi çıkış noktamız yok?

Varoluşçulara göre pek yok çok iyi bildiğiniz gibi. Kafka benim de en çok sevdiğim yazarlardan biridir, onun siyaha yakın gri tonlamasını romanlarda çok ama pek çok severim. Hepimizden bir parça vardır romanlarında, gerçekten haklısınız. Ama kabul de vardır, sakın böyle bir şey yok demeyin bana. Kaderci bir mantıkla oluşan bir kabul değildir bu bildiğiniz gibi ama ister istemez sizi çepeçevre sarar; yapılacak bir şeyin olmadığı düşüncesi.

Oğuz Atay ın adı geçmese de burda roman kahramanının adının geçmiş olması beni bir kez daha mutlu etti bir anlamda.Türk edebiyatının en büyük yazarlarındandır kuşkusuz. Bir yönüyle Kafka ya benzerse bile roman kahramanlarıyla, Oğuz Atay daki bir şeyler yapmalısın, beklemekle ,kabulle olmaz ! feryadı öylesine açıktır ki..... Ve benim idollerimdendir bu yüzden.

Bir öyküsünü hemen özetleyeyim ;

Adam demiryollarında gelip giden yolcular için hikayeler yazmaktadır. Çok sıradan ve hiç bir özelliği olmayan yazılardır bunlar.Ama yolcular bu hikayeleri satın alır, ve kahramanımız da hayatını bu şekilde sürdürür zaten.Çok fazla mutlu değildir kendini sorgulama süreci başladığında yaşadıklarının ötesinde yapacakları olduğuna karar verir.

Daha kapsamlı, daha içerikli, daha derinlikli yazılar yazar. Bunu gördükçe sevinci artar.Anlık mutluluklarını yaşıyordur adam . Ve onları tekrar demiryollarındaki yolcular için satmaya başladığında satılmadığını görür. Oysa yazdıkları eskisinden çok daha güzeldir, nasıl olur da o eski salakça yazdıkları satılırken böylesine emek vererek yazdığı güzel eserleri satılmaz?.......

O çok meşhur belki de yaşamın her anında kullanabileceğimiz son cümlesini yazdırır kahramanına;

Ben burdayım sevgili okuyucu, siz nerdesiniz?

Merak edenler Oğuz Atay ın Korkuyu Beklerken adlı hikaye kitabından aslını okuyabilir.

Şimdi biz yine gerçek öykülere dönelim.

Aynen sizin de yazdığınız gibi herşeye öfke, kırgınlık duyduğum ve red etmek düşüncesiyle herşeye yabancılaştığım bir zaman diliminde dışarı çıkmam gerekti.

Bir an kafamı kaldırdım ve etrafıma baktım. Aman tanrım! öylesine güzel bir tabloydu ki. Zaman olarak kış ayındaydık ve her taraf bembeyaz rengine bürünmüştü. Ağaç dallarının üzerindeki karlar bembeyaz bir çiçek gibi parıldıyordu. Kafamı kaldırdım ve gökyüzüne baktım, o güne kadar görmediğim bir mavilikteydi. İster istemez dudaklarımdan " Ne kadar güzel " cümlesi dökülüverdi.

Bir an duraksadım, ve düşündüm.... Gökyüzü dün de bu mavilikteydi, bir önceki günde, hatta yarın da böyle olabilirdi. O maviliği göremeyen bendim.Karlar aynı yerindeydi, o parıltıyı hissedemeyen bendim. Bir an kendi kendime dedim ki;

Ben olmazsam hiç bir şeyin anlamı yok.Gökyüzüne mavi rengi şu anda ben veriyorum. Bu anlamda ben bir yaratadım. Kul gibi yaşamaya paydossssss. Ya tanrı gibi yaşayacaksın bu evrende yada bir kul gibi. Kul gibi yaşamamın bana bir faydası yok. Acı hep olacak, asla seni yok etmesine izin verme, kendini sevmekle başlıyor demek herşey, bizlere bunun bencillik olduğunu söylemişlerdi. Kavramları birbirlerine karıştırmışlar. Kendimi sevebildiğim ölçü de başkalarını sevebilirim, sevgi üretebilirim....Ah Oğuz ! seni yanlış yorumlamışım bir süre; bende burdayım sevgili insanlar sizler istediğiniz yerde olun, önemi yok. Görmek isteyen göz mutlaka görecektir, duymak isteyen kulak mutlaka duyacaktır !""

21 yaşındaki Sanem in düşüncelerinden çıkan cümlelerdi bunlar. Doğru yada yanlış valla pek önemi yok, ama bildiğim; bugün, gerçeklerle olan mutluluğumdur.
 
Yola çıkınca her sabah,
Bulutlara selam ver
Taşlara, kuşlara,
Atlara, otlara,
İnsanlara selam ver.
Ne görürsen selam ver.
Sonra çıkarıp cebinden aynanı
Bir selam da kendine ver
Hatırın kalmasın el gün yanında
Bu dünyada sen de varsın!
Üleştir dostluğunu varlığa,
Bir kısmı seni de sarsın

ÜSTÜN DÖKMEN


Benim bu şiir çok hoşuma gider. Canım sıkıldığında yüreğim bu şiiri fısıldar kulaklarıma. İşte o vakit ayağa kalkma zamanıdır. Doğayla bütünleşme zamanıdır. Yaz günlerinde nasıl toprak sıcaktan kavrulurken yağmuru beklerse yüreğimde hasat verme zamanını bekler. Beklentilerimiz özlemlerimizdir. Özlemlerin sıcak teni yüreğime dokunur. Dokunmak var olmanın yoludur. Var olmak algılamaksa eğer insan durmamalı yerinde. Yola çıkmalı… Beklemek bir şey yapmamaktır derim kendi kendime… Ve… Sanatın kollarına bırakırım ruhumu…

Yazarlar tipik olanı anlattıklarında hangi zaman olursa olsun okunmaktan vazgeçilmez. Bundandır Shakespeare’in ölümsüzlüğü… Bundandır Dostoyevski’nin doyumsuz tadı… Tolstoy, Çehov, Gogol, Gorki, Puşkin, Kafka… Adını sayamadığım bir sürü isim.

Kafka insanın karanlık yönlerini gösterir insana. Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı." diyerek insanoğlunun içine doğduğu toplumun tüm kurumlarıyla birlikte bireyi nasıl esirleştirdiğini vurgular.

Bu özdeyişini severim. Neden diye sorarım sonra. Evet, bu toplum bana anlamlar yükledi. Beni yalıttı. Sen sakatsın dedi. Senin yüreğin birisi için çarpamaz. Sen aşık olamazsın dedi. Başka ne dedi? Sen evlenemez, yuva kuramaz, anne olamazsın dedi. Kuşkusuz bunlar çoğaltılabilir. Hepimiz sakat olmakla ilgili dağ gibi sorunlar yaşıyoruz. Şimdi bu konulara girmek istemiyorum.

Ve… Fiziki dışlama… Siyasal dışlama… Kültürel dışlama.. Bilimsel dışlama… Teknolojik dışlama… Genetik dışlama… Psikolojik dışlama… Kısacası yalıtma. Ya da red etmek… Neden? Niçin? İnsanoğlu toplumsallaşırken birtakım kurallar koydu. Sonra da o kurallara uymamız istendi. Sonuç… Kafka’nın romanlarında senin de bahsettiğin gibi insan önce kendine yabancılaştı.

Fakat Kafka “Yaşam, daha başında kaybedilmiş bir savaştır." demekle insanın önünü kapattı. Hayır, yaşam başında kaybedilmiş savaş değildir. Eğer öyle olsaydı, insanlık bugün bu seviyelere gelmezdi. Daha gidecek çok yolumuz var.

Oğuz Atay… Bilinç akımı yöntemini en iyi kurgulayan yazar… Benim de sevdiğim bir yazardır. Bu konuda da seninle hemfikirim.

İnsan sorguladığı zaman düşünüyor. Düşündüğü zaman ise, olumsuzluklara öfke duyuyor. Öfkelenmek bir red ediş… Öfkemi üreterek yüreğimden fırlatıp atıyorum. O zaman yüreğim ağlamıyor. İşte o an renklerin dünyasında düşlerimde yolculuğa çıkıyorum. Kimi kez, bir agaçtan dökülen yaprakların yerine yeşeren yeni yaprakları seyrederek,
ya da annesinin elinden tutmuş küçük bir çocuğun dondurma yemesini gözlemleyerek, vehayut yıldızları göz kırpıp, bulutlara şekil vererek mutluluğu kendi içimde yaratıyorum.

Çünkü mutluluk, yaşadığını duyumsamaktır.
 
Tarihin derinliklerinde kaybolmuş ismi pek bilinmeyen bir müzisyendir Saliari. Doğal olarak ta eserlerini diğer müzisyenlerin eserlerini her an bulabildiğimiz gibi dinleyebilme şansına da sahip olamıyoruz. Böyle binlercesi vardır belki de milyonlarcası.... sadece müzikte mi? Hayır sanatın tüm kollarında, yada sanatı bırakın yaşamın ta içinde görünmeyen, bilinmeyen, tanınmayan birileri hep vardır.

Neden mi aklıma Saliari geldi. Açıkcası müzisyen kimliğiyle değil, kullandığı bir cümleyle hep aklımdadır zaten.

Viyanaya geldiğinde baş müzisyenliğe getirilir. Gerçekten tüm dünyası müziktir, ve müzikle nefes alır, müzikle var olur. Günün birinde zıpır bir genç adamın ismi duyulur , ve hatta artık onunla beraber çalışması iletilir kendisine. Önemsemez önceleri, ama için içinde merak etmektedir bu yeni müzisyeni.

Mozart tır bu.Gerçekten herşeyiyle farklı bir genç adamdır. Yaşayışı farklıdır, konuşması farklıdır, ve hatta müziğe bakışı bile farklıdır. Hele eserleri.... İlk dinlediğinde kulağa öylesine basit ve kolay gelir ki, her an herkesin çok kolaylıkla çalabileceği bir ses örgüsüne sahiptir. Çalmaya başladığında farklılığı görür ve basitliğin nedenli önemli bir şey olduğunu ve hatta bu basitliğin içindeki detaylarla binlerce basitliği içinde barındırdığını görürsün.

Şaşırır Saliari, herşey alt üst olmuştur Mozart ın gelişiyle. Tüm yaşamı ölümüne kadar Mozart ı takip etmek ve onun müziğindeki sırrı çözebilmek, ve ona gizliden hayran olmakla geçer. Gerçi tarihi komik hale getirmek isteyenler, Mozart ı Saliarinin öldürdüğünü bile söylerler se de inanmayın. Ona hayrandır ancak asla dile getiremez.

Saliarinin son günleri bir tımarhanede geçer ve orada da hayata gözlerini yumar. İşte benim için en önemli sözlerini orada söylemiştir. Artık bir isyan halindedir. Kendisi yıllarca büyük bir tutkuyla müzik için yaşamış ama asla Mozart ın eserleri gibi eserler ortaya koyamamıştır. Mozart ise tam tersi, büyük bir müzik tutkusu içinde hiç olmamıştır, zorunluluklar onu müzisyen yapmıştır. Nefret eder zaman zaman müzikten, alay etmek için piyanonun tuşlarına dokunur ama o dokunuşlarında bile dünya var olduğu sürece önemini koruyacak eserler dökülüverir parmaklarının ucundan.

Ve isyan eder Saliari;

Tanrım, tanrım!!!! neden bana bu büyük müzik tutkusunu verdin de Mozart gibi bir yetenek vermedin!!!!


Ve ben bu Saliarinin cümlesini, müzisyen olmama ve Mozart ı çok sevmeme rağmen,yaşadığım her an heryerde mantığına bağlı kalarak , zaman zaman değişirerek kulanmaya devam ediyorum. Mozart tan daha fazla Saliarinin adını kullandığımı söyleyebilirim. Saliari yi hiç tanımayan , bu cümlesini hiç bilmeyenler çoğunluktadır doğal olarak, ama inanıyorum ki hemen hemen hepimiz bir şekilde Saliarinin bu isyanına benzer isyanlarla Saliari ye o kadar yakınız ki farkında bile değiliz...

Bizleri biz yapan nedir diye sormak gerekiyor işte o zaman. Sahip olduklarımız mı, olamadıklarımız mı? Belki de hepsi.

İsyanlarımı seviyorum. İsyanlarımda yaşadığımı çok daha iyi anlıyorum.Yaşarken nefes alıp vermenin dışında yaşamın ta içine girebiliyorum isyanlarımda.İsyanlarım bana zaman zaman yanlışlıkları da yaşamamı gerekli kılıyor. İşte o zaman yanlışlarımı da seviyorum. Yanlışlarım yapılacak işlerin henüz bitmediğinin en büyük göstergesi oluyor benim için. Yani bir devamlılık....

Gözyaşlarımı acayip seviyorum. Bir tebessümü bile benim için daha anlamlı kılıyor çünkü.Ve kahkalarım bu sebeple bazı dostlarımın dediği gibi, kimsenin kahkahasına benzemiyor.

Yazdığın Üstün Dökmenin şiiri, bir çok anlamda cevabı içinde barındırıyor yaşamaya dair her ne varsa. Evet haklısın toplum bir çok anlamda hepimize dair bir çok anlamlar kattı. Hemde öylesine katı ve salakça kurallarla bunu ortaya koydu ki sorma gitsin!!!!.

İşin en acı tarafı, büyük bir çoğunluk tarafından bu salaklıkların kabul görmesi. Hatta zaman zaman kendimiz bile bu kuralların içinde görmüyormuyuz kendimizi ? Farkında olmadan kendimize en büyük acıları tattırmaya devam ediyoruz bu yüzden.

Ben de varım demenin bir çok yönü ve yolu var.Bunları işte konuşmanın yeri ve zamanıdır.Ancak çok iyi bilinmelidir ki, bende varım demek dünyadaki insan sayısıyla doğru orantılı bir gerçeği içinde barındırır. En büyük hatamız genele uymak, genelin kurallarıyla davranmaya çalışmak, ve bir tek insan tipi varmış gibi genele benzemek....
 
Üst Alt