Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

Duyguların en zor ifade edildigi ne denilse yeterli gelmeyecek olan anlar var ki,
üstelik dile bile gelmeyen o cümleler satırlarda hiç ifade edilemez...
İşte o anlardan birini yaşıyorum...
 
Aslında Andante, o gün onları yazarak kimseyi hüzünlendirmek istemezdim. Ama işte yazdıklarınla yine benim yüreğimin bam teline dokunmuştun. Öyle bir güne denk geldi ki, parmaklarım yine beni özgürlüğün kollarına bıraktı. Engel olamadım kendime.

Evet, ateş düştüğü yeri yakar derler. Ne kadar anladığımızı söylesek de bizzat insanın kendisinin o acıyı yaşaması ruhunda derin izler bırakır.

Fakat yan yana gülmek, ağlamak, üzülmek, sevinmek…

Aynı ya da benzer şeylerden benzer etkiler almak, birleşmektir.

İnsan acıyı da yaşayarak insan olma noktasında birleşir.

Bundandır benzer acıları yaşayan insanlara yakınlık duymam…

Değişik dünyalara giderek yeni insanlar tanımak, insanları anlamak için…

Duyguları eğitmek için…

İnsanın sanata ihtiyacı vardır.

İster bu edebiyat olsun, ister müzik, ister resim, ister sinema, ister tiyatro.

Sanatın her dalı.

Çünkü sanat, duygularımızı besler, yetiştirir, biçimlendirir.

Edebiyatta ise, sözcüklerdir sanatçının malzemesi.

O sözcüklerle kimi kez bir şiirin büyülü atmosferinde sözcükler ruhumuza konar bir tüy hafifliğinde…

Kimi kez tanımadığımız bir karakterin dünyasına giderek acılarına ortak oluruz.

Çünkü sanat, yaşamın yansımasıdır.

Şimdi bir şaire kulak verelim.

…. Ses ve anlam değerleri
yan yana geldiğinde
çok katlı anlamlar kurabilmeli
ağaç ormanı çağırmalı
akarsu denizin derin yapıtlarını…
incir ağacı sabrı ve yaşama isteğini

öyle
sessiz, öyle kalakalmış, öyle çözülmemiş
bir kuyunun çıkrığından kuş nereye
uçuyor? Uçuşan yaprak, terk edilmiş
hurda traktör, denizin düş direkleri,
Ayşe’nin yüzündeki melek yaprağa
tırmanan tırtıl, rüzgarın püskülü boş
bir sayfada yan yana geliyorlar. ZİLİ
SÖZCÜKLER ÇALIYOR…


Ağaç ormanı çağırmalı …Akarsu denizin derin yapıtlarını… diyor şair…

İnsan insanı çağırmalı…

Boş bırakmamalı uzatılan elleri…

Dediklerine katılmamak mümkün mü?

İyi ki varsın Andante…

Yazdıklarından öğreniyorum.

Öğreniyorum. Büyüyorum. Sağol güzel insan!
 
Ben bir soru sormak istiyorum...

"Bencillik" ve "kendini sevmek" aynı şey midir?

Nice düşünsel sistematik insanın kendi dışında kalan insanları sevmesi grektiğini bir takım etik, sosyolojik, psikolojik ve metafizik temellendirmelerle haklı cıkarmaya calısmıstır.

Ancak sevilmesi gerekliliğinden bahsedilen "insanlar" dan kendi benliğimizi dışlamak ise çogu zaman erdem olarak kabul edilmiştir.

Oysa nesne insan oldugunda sujenin objeleri arasına sujenin kendiside girmez mi? Kendi varoluşuna yönelik sevgi besleyemeyen insan başka benlikleri seveblir mi???

Peki buna olumlu cevap verildiğinde dengeyi saglayacak yaklaşımlar nasıl olmalıdır???

Kişinin kendini düşünmesi, sevmesi, degerli oldugunun farkına varması tüm bu degerlerin başkalarında da oldugunun -olabileceğinin- temellendirmesi olmz mı???

Ne dersiniz???
 
Bencillik ve kendini sevmek aynı şey midir?

Tabii ki değil.

Kendini sevmeyi ben insanın kendi kendisiyle barışık olması, artıları ve eksileriyle kendini kabullenmesi olarak değerlendiriyorum. Yoksa narsistlik anlamında değil.

Somut kavramlar konusunda genellikle sorun çıkmaz. Çünkü somut kavramlar, var oluşu kendi başına olandır.

Ev, masa, kalem somuttur.

Oysa soyut kavramlar bizim gösteremediğimiz kavramlardır. İşte sorun burada başlar.

Erdem kavramı soyut bir kavramdır. Dolayısıyla bu kavramlar, nesnenin niteliğini belirlemediğinden insanlar arasında fikir ayrılığına neden olur.

Erdem kavramını sen nasıl algılıyorsun?

Bunu tam olarak bilmiyorum.

Bana göre erdemin birinci ölçüsü,

İnsanın kendi kendini tanımasıdır.

Kendi kendisini tanımak ne demek?

İlk başta korkularımızla yüzleşmemiz gerekir. Çünkü korkularıyla yüzleşen kişi, yalnızca kendisi olarak değil, başka benliklere katılımıyla da gelişebileceğinin ayrımına varır.

Rollo May şöyle der:

Kendimizi tüm bir dolulukla adamalıyız. Ama yanılıyor olabileceğimizin de farkında olmalıyız.

Otantik yakınlık kurmak risk almak demektir.

Hatta bu konuda Sokrates şöyle demiştir.

Cesaret, bilinçli korkudur.

Erdemli olmanın ikinci ölçüsü,

Doğruluktur.

Eğer ben bir insan haksızlığa uğruyorsa ve ben susuyorsam doğru insan değilim demektir. Yoksa doğruluğu ben adam öldürmek, hırsızlık yapmak gibi çok somut örneklerle değerlendirmiyorum.

Erdemli olmanın üçüncü ölçüsü,

Ölçülü olmaktır.

Ölçülü insan arzularına göre hareket etmez. Çünkü arzular, kimi zaman insanı esir alır. Yemek yemekte bile bir ölçü olmalıdır.

Dördüncü koşulu yürekli olmak, beşinci koşulu bilge kişi olmaktır.

Bilge insan, bilgi sayesinde neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilen insandır. Dolayısıyla alacağı kararlar isabetli olacaktır.

Kendi varoluşuna yönelik sevgi besleyemeyen insan başka benlikleri sevebilir mi???

Bence sevemez. Hep eksik kalır o.

Çünkü sevginin ne olduğunu bilmez. Ben sevginin öğretilebilen bir olgu olduğuna inanıyorum. Sevgiyi bilmeyen veremez de.

Çünkü sevmek kendi varlığını önce evetlemek demektir. Kendi kendini onaylamak.

Bir yerde okumuştum.

“ Sevmeyenler bilmeyenlerdir. Sevgi ve bilgi hep kol kola yürürler. “

İşte bu çok önemli bir nokta bence. Sevgi ve bilginin ne alakası var demeyin?

Çünkü kötülük cahillikten doğar. Sevgi kavramı da öyle. Bilgili insan, yani bilge kişi sevginin ne anlama geldiğini bilerek onu eyleme geçirir.

Kişinin kendini düşünmesi, sevmesi, değerli oldugunun farkına varması tüm bu değerlerin başkalarında da oldugunun -olabileceğinin- temellendirmesi olmaz mı???

“ İnsan tabiatın talihsiz çocuğudur “ der Marx.

Niçin peki?

Çünkü insan, doğadaki diğer hayvanlar gibi hızlı koşamaz. Koşu duygusu zayıftır. Doğa karşısında güçsüzdür.

Fakat türünü sürdürebilmesi için harekete geçmesi gerekir. Doğayla mücadele eder. Bu mücadelede insan insanlaşır. İnsan yaratıcı olmalıdır. Yoksa insan, doğa karşısında eksik kalır.

Yemek yemek, uyumak insan için bir gereksinmedir.

İnsanın insanlaşması için;

-Emek
-Çaba
-Dikkat
-Disiplin
-Düşünmek

Ve arı olana ulaşmak gerekir.

Yoksa doğa insanı fırlatır atar.

Öyleyse, insanın amacı praksis olmalıdır. Praksis kabaca tanımla insanın yapıp ettikleridir.

Yani, insanın insan olma bilincine ulaşabilmesi için önce tür bilinci olması gerekir. Tür bilinci ne demek peki?

Eğer sen bugün kapının kolunu tutuyorsan o kapı kolunun elde edilmesinde bir sürü insanın emeği var.

Eğer sen bugün hastalandığında doktora gidip çare buluyorsan o ilaçların bulunmasında başka insanların emekleri var.

Sen ateşi bulan insana borçlusun.

Sen tekerliği bulan insana borçlusun.

Borcunu ödemek zorundasın. Nasıl Madam Curie Radyum’u bulduğunda yoksulluk içinde olduğu halde herhangi bir maddi çıkar elde etmemişse “ Bilim İnsanlığındır “ demişse insan da insanlığa borçludur.

Öyleyse, bireycilikten bireyselliğe geçmek gerekir.

Bireycilik kapitalizmin yücelttiği bir tutumdur. Bireycilik kapitalizmin motorudur.

Kapitalist sistemde, değişime dayalı işbölümü insanı bireyci yapar.

Bireycilik ne demek peki?

Bireycilikte örneğin, bir ayakkabıcı ayakkabı yaparken o ayakkabıyı kendisinin ürettiğini düşünür. Tarihsel oluşumu dikkate almaz. Doktorlar, hukukçular, işçiler, memurlar v.s. v.s.

Her insan kendi benini temsilen iş yapar.

Bu ise uzmanlaşmayı getirir.

Hastalandınız. Bir doktora gittiniz. Doktor tahliller istedi. Tahlilleri elinize aldınız. Hepsi İngilizce sözcüklerin kısaltılmışıdır. Bir şey anlamazsınız. Neyiniz olduğunu anlamak için o doktora tahlillerinizi göstermek zorundasınız.

Hukukta böyle… Sigortacılıkta böyle… Eğitimde böyle…

Her alan kendi alanını kurar.

Siz o dünyaya giremezsiniz.

Yalıtılırsınız.

Ve… Böyle toplumlarda kişi yaptığı işle belirlenir. Doktor doktordur. Hukukçu hukukçu.

İnsana insan olarak bakılmaz.

Böyle bir insan nasıl bir insandır?

ÖZ BELİRLEMESİNİ YİTİRMİŞ KİŞİ, KENDİNDE KİŞİDİR.

KENDİNDE KİŞİ, eğlenceyi lüks yerlerde para harcamak olarak görür. O kişi edilgindir. Sadece güdülür.

Öyleyse, kendinde kişi,

Sevmeyi, sevgilisinin porno görüntülerini çekerek başkalarına dağıtmak olarak görür.

İnsanın özgürlüğü, kendi kendinin bilincinde olmasıdır.

Yani kendini gerçekleştirmek…

Eğer bu bilinç eksikse, o insan da eksiktir. Bunun için mutluluğu bilemez.

Peki ne olur?

Sadece kendini sever. Bireycilikten bireyselliğe geçemez. Ne yapar?

Geçinmek için çalışır. Beslenir. Seks yapar. Yani hayvansal durumları yaşar.

Bireyselleşme ise, insanın tür bilincine ulaşmasıdır.

Yani…

Siz sevdiğiniz kadınla balık tutarsınız.

Siz sevdiğiniz insanla sinemaya gidersiniz.

Sonra…

Eve geldiğinizde sıcaklığını duyumsarsınız.

Sevgi budur.

Sevgide sahip olmak yoktur. Sevmek sevilenin ardında olmaktır.

Öyleyse, insan yaratıcı gücünü kullanmalı, özbelirlenimlerine sahip olmalıdır.

O sadece tüketiyor mu?

Yoksa insanlığa borcu olduğunu düşünerek üretiyor mu?

Eğer insan bunun ayrımına varırsa, yaşamın içinde yaşamı değiştirmek için sevgilisiyle, arkadaşıyla, yoldaşıyla seven-sevilen ayrımı gütmeden yaşama anlam yükler.

Bilmem anlatabildim mi?
 
cevap

:lol: :lol: :lol: Güzel anlatmişsın kardelen yüreğine saglık.......Harikasınız bu başliga yazan arkadaşların yazıların dan mütiş keyf aliyorum. Elinize saglık.....
 
andante' Alıntı:
1) Ben öylesine muhteşem ve olağanüstüyüm ki beni anlayabilecek kapasitede değilsin.... :D

2) Ne yaparsam yapayım sen bir gerizekalısın ve beni anlayamazsın. :D

:D


bilmiyorum andante sanırım haklısın. Beni de kimse anlayamıyor. Ama onlar gerizekalımı orasını bilmiyorum. Ama ilk söylediğin bana göre çok doğru...
 
Of of offfffffff

Yine birbirinden değerli düşünceler çarpışıp duruyor!!! ya ne güzel

Ben her zamanki gibi kaldığım yerden devam edeyim biraz geriden takip ediyorum ama olsun :D

Burda bir yerde , yani yazıların bir yerinde aşk tan da söz edilmişti....

En nefret ettiğim konuların başında özellikle aşk gibi ya da sevgi gibi kavramları tanımlamaya çalışmak olduğunu çok önceleri de yazmıştım.

Bunu yapmayacağım yani tanımlamaya gitmeyeceğim ama algılayış biçimimi sizlerle paylaşacağım.

Neden insan sever? neden insan aşık olur ?

Gerçek aşklardan söz ediyorum, aşık olduğunu zannetmekten söz etmediğimi sanıyorum anlatabiliyorumdur.

Sevmek konusu na ayrıca değineceğim ama isterseniz öncelikle aşk konusundaki düşüncelerimi kısaca açıklayayım.

Ya arkadaşlar ben insanoğlunun her türlü donanımına rağmen yalnız olduğuna inananlardanım. Yalnızlık kavramı da benim için çok uzun tartışılması gereken konuların başında gelir.Ve hep derim tek başına olmak ile yalnız olmak arasında fark vardır. Aynı gibi algılanır, biz de aynı gibi algılayalım isterseniz şu aşama da pek önemli değil.

Aşk yalnızlığın bir yansımasıdır sadece. İnsanoğlu gerçekten yalnız. şair Ümit Yaşar geliyor aklıma ister istemez;

Yalnız olmayan ne var?
Yer altında ölüler
Denizde yelkenliler yalnız

Ve üzerinde ümitle yaşadığımız
dünyaya sığmıyor yalnızlığımız.....


derken ne kadar doğru söylemiş aslında.

Aşk yalnızlığın bir sancısıdır. Öylesine tek başınadır ki insanoğlu ve öylesine korkar ki bir yerde tek başına olmaktan, kendi gibi düşünen, kendi gibi dünyayı algılayan, kendisine benzer bir başka varlığın arayışıyla kurtulacağını düşünür yalnızlıktan bir de.

Çok zordur kendin gibi birini bulabilmek. Hatta olanaksız. Bu olanaksızlık içersinde bir umutla düştüğü arayışın peşinde, kendisine bir parça benzer bir başka varlık gördüğünde yalnızlığından kurtulmuş olmanın derin mutluluğuyla bağlanıverir karşısındakine.

Çoğunlukla kendi gibi olduğunu düşündüğü varlık öyle değildir aslında. Ama olsun!!! Nasıl becerikliyizdir size anlatamam , bir terzi ustalığıyla giydiriveririz giydirmek istediğimiz tüm özellikleri karşımızdakine, ve bir bakarız ki bir başka ben daha var karşımızda, ve tutkuya dönüşür, ateşe dönüşürhissettiklerimiz, derin yalnızlığımızın içinde kendimizle başbaşa değilizdir bir yerde. Aklımızda duygularımızda düşüncelerimizde bizleri oyalayabilecek bir başka varlık oluşturduk mu kurtuluruz yalnızlığımızdan.

Sancılarımız bile severiz. Ağrılarımız bile hoş gelir.Tek başınalıktan bir an için bile kurtulmuşuzdur ve buna aşk deriz.

Haklısın kardelen, bu koşulda aşık olduğumuz kişinin yanımızda olmasının hiç bir önemi yoktur. Birbirimizi hiç görmediğimiz, dokunmadığımız anlarda bile aslına bakarsan o kişiyi yanımızda hemde taaaaa yanıbaşımızda görebilmek pek zor değildir aslında bizler için.

Kendimize benzer birisinin varlığını bilmek, onunla fikirlerimizi paylaşmak, yazışarak bile olsa ona aşık olmamıza yeter artar bile.

Amaaaaaaaaa, ben derim ki bu varlıkla birde bedensel bütünlüğü sağlayabiliyorsan işte o zaman nirvanaya çıktığın andır. Bir konuda senden ayrı düşünüyorum, yine bildik cümlemi kullanacağım;

Lütfen cinsellik ve seksi birbirine karıştırmayalım . Açık açık seks diyebilecek yürekliliği gösterelim. Seks te yaşamın bu yerinde yaşantımıza girmişse tüm dünya bizimdir. Kesinlikle hayvanı bir özellik olarak görmedim, görmeyeceğimde, canlı bir varlık olarak yaşamın en güzel vaz geçilmezlerindendir diyeceğim sadece.

Olmazsa olur mu? Ya neden olmasın? Söz konusu insan olduğu zaman hiç bir tanımlama hiç kural tanımıyorum ben. Kişiye göre yaşamı algılayış ve uygulayış biçimine durduğum saygı bunu da söylememi gerektiriyor.

Yazdıklarımda daima sadece bana ait düşünceleri dile getirirken, bir başkasının düşüncelerine asla , ama asla hayır dememeyi çoktan öğrendim.

Kuşkusuz siz de hayır demeyenlerdensiniz. Bunun farkındayım. Ve son derece doğal ve olması gerektiği gibi kendi düşüncelerinizi dile getiriyorsunuz, en güzel tarafı da bu sayfanın bence bu.

Diğer konulara da bir bir değineceğim, kendi düşüncelerimle tabii. :D
 
Kendini sevme ,sevme eyleminin nesnesi kim veya ne olursa olsun iyi bir eylemdir.Ama

unutulmasın ki seven bir insandır ve sevginin dozajı kaçarsa bir tutkuya dönüverir.Tutku da

sonu gelmez bir yolda ilerlerken çelme takıp tepe taklak edebilir bizi.Spinoza conatus demişti

var olma direnci dediğimiz şeye.Bizlerin ,her var olanın özünde olan ...Ancak insan oğlu

farkına varamadığı bir çok nedenin itkisiyle karar alır.Kimi zaman aşk olur bunun adı kimi

zaman nefret...Ama her bir eylemin bir itekleyicisi neden vardır.Ama hiçbir neden birbirinin

aynı değildir biz insanlar için.Yani algıladığımız bir nesneyi algılayan zihin ,o ana kadar

yaşadıklarıyla algılar o nesneyi ve o her algılayan için başka sonuçları getirir ...Algıladığımız

bir insansa onda bizden bir şeyler vardır ,muhakkak. Kötü düşünürsen o senin kötülüğündür

meallinde söylediğimiz doğru aslında. .Bencillikte var olma direnci ,başkalarının var olma

sınırına dayanmıştır bana kalırsa.Ve başkalarının var olma sınırını ihlal ettiğimizde domino

taşları gibi düşüverir var olanlar.
 
Geçen yıl felsefe seminerlerine gitmeye başladım. Felsefe de ilk tanıştığım ilk isim Levinas’tır.

Derste genç bir bayan ağzından bal damlar gibi Levinas’ı anlatıyor, geçmiş, gelecek, fırlatılmışlık, otantik olma, metafor, öznesizlik, töz gibi kavramlardan söz ediyordu.

Levinas’ı anlatırken Heiderger’den bahsediyor, ikisinin karşılaştırmasını yapıyordu sürekli.

Dersten çıktığımda aklımda kalan tek şey, Levinas’ta var olmanın geceye benzetilen kısmıydı. Gerisinden hiç birşey anlamamıştım.

En iyisi dedim ben en baştan başlayayım. Antik felsefe’yi okuyayım. Okudum. Kitabı kapattığımda aklımda kalan Thales ve Herakleitos’ tu. O da bir iki şey…

Ben de bir anormallik mi vardı? Niye anlamıyordum?

Sonra niye anlamadığımı çözdüm. Çünkü ben düşünmeyi bilmiyordum. Antik felsefe’yi elime alıp bir roman gibi okumuştum. Hatta romanları da roman gibi okumamak gerektiğini daha sonraları öğrenecektim.

Niye anlatıyorum bunları? Belki sizler felsefeye ilgi duymayabilirsiniz. Sizi pek de ilgilendirmez yazdıklarım.

Şunun için. Gerçek yaşamda kullandığımız sözcüklerin anlamını bile tam olarak bilmiyoruz. Her kullandığımız sözcüğün anlamını irdelemeyi felsefe sayesinde öğreniyorum.

Bu sitede sizlerle paylaştıklarımda felsefenin katkısı vardır. Tabii ki hocalarımın. Daha da önemlisi bir zamanlar sadece nefes alıp verirken şimdi üretmek için çaba harcıyorum. Yaşamda bir zamanlar bulamadığım soruların yanıtlarını şimdi buluyorum.

Bilgi edinmenin hazzını yaşıyorum.

Aşkı tanımlamak…

Felsefe soru sormak değil mi?

Tanımlama nedir?

Aşk kavram mıdır?

Nasıl bir kavram?

Kavramların bir araya getirdiği cümlelere ne denir?

Bu kavramların doğru olup olmadığını nereden bileceğiz?

Doğrunun dayandığı taban ne?

Neye göre doğru söylüyorsun?

Bu sorular çoğaltılabilir. Öyle değil mi?

“ Senin aşkı tanımlamayacağım “ diye söylemenden bunun gibi bir çok soru türetilebilir.

Ben de bunun ardından diyorum ki;

En soyut düşünceler bile çepeçevre ve belli bir düzen içinde ortaya konulduklarında artık somut olurlar.

Bundandır birçok filozofun aşk konusunda kafa yorup yorum getirmesi.

İkincisi cinsellik ve seks sözcükleri eşit anlamlı sözcüklerdir. İkisinin birbirinden farkı yoktur.

Biz sözcüklere kendi bildiğimiz gibi anlam yükleyemeyiz. Ama imge olarak kullanabiliriz.

Aşkla ilgili olarak ben aşkta cinsellik yoktur dedim mi?

Aşkın iki yönü vardır dedim.

Birincisi cinselliğimiz… Yani ilkel yanımız dedim.

Peki cinsellik ilkel yanımız değilse yani hayvani yanımız?

Niçin insanlar kapalı yerlerde sevişir?

Nedir bunun nedeni?

Eğer son mesajımda yazdıklarımı kastediyorsan,

Ben o sözleri aşkla ilgili değil, günümüz insanının nasıl yaşadığını belirtmek için yazmıştım.

Peki sence gerçek aşk nedir?
 
Kardelen yukarda yazdıklarınla ilintili daha uzun bir cevap yazacagım ama önce şu en son sordugun soruya yönelik bir degerlendirme yapmak istiyorum.

"Peki nedir sence gercek aşk?" diye sormuşsun.

Bu sorunun cevabı çok ama çok basit. Gerçek aşk onun içine doldurduklarınızdır. Yani bugün insanların aşk adına yaşadıkları şeyler ne ise gerçek aşk o dur. Bir genç aşkı için sevdiği kızı öldürüyor ise bu bir "gerçek aşk" tır.

Yada aşk uğruna filmlere konu olan veya olmayan ancak gercek hayatta karşılığını bulan herşey "gerçek aşk" tır.
"GERÇEK" yani realite; var olan , algılanabilen,hissedilebilen, temellendirilebilen ve fenomenolojik olan yaşamışlıklar.

Ama sanırım sen "doğru aşk" nedir diye sormak istedin. İşte burda felsefenin insan denilen canlı için ne denli hayati bir öneme sahip olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. İşin içine " doğru" kavramı girdiği zaman "aşk" denilen olgunun insanın varoluşuyla ilgili en derin konularla aslında ne kadar bağlı oldugu gözler önüne seriliyor. Demekki aşk bir takım bedensel ve ruhsal etkileşimlerden daha fazla birşey. Demekki aşk bizzat üzerinde durduğu "doğru" kavramı aracılığıyla varoluşumuzun temellerinde bulunan bir alan aynı zamanda.

Çoğu zaman gerçek ile doğru arasındaki ince ama inanılmaz önemdeki çizgiyi gözden kaçırırız. Soruyu böyle sorarsak cevap için verilecek cümlelerin birden nasıl içerik değiştirebileceğini sezebiliriz kolayca.

Doğru aşk nedir???

İnsanın birden "doğru" kavramının göreceliliğinden dalıp konu hakkında basit açılımlar yapası geliyor. Ama hemen ardından açılımın o kadar kolay olamayacağı - olmaması gerektiği- anlaşılıp birtakım evrensel kanunlar olması gerekliliği yine insan denilen mevhumun içinde varoluşunu gerçekleştiregeldiği toplumsal yönü düşünülünce kaçınılmazlaşıyor.

Bu konuda biraz daha yazacağım ama yine daha sonra:)
 
Andante “ Gerçek aşklardan söz ediyorum “ demiş.

Ben de “ gerçek aşk nedir “ diye onun kullandığı ifadeyle aşkı nasıl algıladığını sormuştum Pegasus.

“Gerçek aşk “ konusunda söylediklerine katılıyorum Pegasus.

Ama doğru aşk olur mu?

İşte burada çelişkideyim.

Evet, bizler genellikle günlük yaşamda gerçeklik ve doğruluk kavramlarını birbirine karıştırırız. Kendi öznel doğrularımızı nesnel zannederiz.

Aşk bir duygulanımdır. Duyguların doğrusu, yanlışı olur mu? Aşkın tanımlaması yapılabilir mi?

Aşkı tanımlamak mümkün değil. Ama aşk için önermeler ileri sürebiliriz.

Çünkü her aşk özneldir. Aşk yaşamın içinden çıkar. Yaşam ise deney ve bilgilerimizden oluşur. Öyleyse aşık olmaya bir deneyim diyebiliriz.

Aşk öyle bir olgu ki, saatlerce konuşsak ve yazsak bitmez herhalde.

“ Bir hayal gibiydi aşk. İlk başta bir parıltı…

Göz kamaştıran bir ışıltı…

Mucize, göklerin bir bağışı, büyülenme, gösterişli bir armağan, hayranlığa varan şaşkınlık…”

Der Flaubert.

Bu konuda yazarların yazdıkları büyülüyor beni açıkçası.

Neyse…

Doğru aşk değil de, belki aşkla ilgili olarak duyguların eğitilmesinden söz edebiliriz.

Çünkü kimi zaman aşk insanın gözünü kör eder. Aşkın içine arzu girer, tutku girer. Aşk seçim yapmaktır. Aşk yanılsamadır. Aşk billurlaştırmadır. Aşk benzersizin değer kazanmasıdır. Aşk idealleştirmektir. Aşk tindir. Aşk gereksinimdir. Aşk birliktir. Aşk neşedir.

Bu önermeler çoğaltılabilir.

Fakat benim üstünde durduğum şey,

Aşkın içinde tutku varsa…

Bence var.

O bedeni ve ruhu tutsak eder. İnsanın hem kendisine zarar verir. Hem de çevresine.

Duygularımızı eğiterek aşkın yıkıcılığına izin vermemeliyiz diye düşünüyorum.

Yine bu aşamada ben edebiyata geleceğim.

Tolstoy çok sevdiğim bir yazar.

Anna Karenina’da tutkunun insanı nasıl ölüme götürdüğünü gösterir.

Topluma şu mesajı verir.

“ Nitelikli insana aşık ol “

Günümüz aşklarına baktığımda ise, aşklar sadece tensel arzu olarak algılanmaktadır. Arzu yöneldiği şeyde tükenir. Yani bedende.

Onun içinde aşklar kısa süreli oluyor. Oysa ruh ve akılların bir olması aşkı daha uzun süreli kılar. Hem insan birbirine katkıda bulunarak birbirini geliştirir.

Benim altını çizmek istediğim nokta burasıydı.
 
PARADOX.jpg

:shock:
Sensei!

Sensei!!!!
Dümeni kim çaldı?
Neredeyiz?

Sensei!!
Yardım et..
Kesmeşeker misali küplere bölüyorlar aklımı.
Sen de mi gittin o bilmediğim kıyılara?


:cry:

Denizi...
Koskoca denizi, mavisiyle, dalgasıyla, derinliğiyle bir fincana mı koydular?
Eritemem anlarımı soğuk İngiliz çayında ben.

Sensei!
Hani kahveli süt vermiştin ya bana sıcak sıcak..
Türk kahvesi ile!
Ver içeyim ılık lık, tatlı tatlı......

Derinlerdeyim, o kıyılar çok uzak, uzak....
Diplerde bırak beni..
Dümenin düştüğü diplerde.


:cry: :cry: :cry:
DUMphilo224.jpg
 
İSTİFA

Vıdı vıdı
Sivrisinek ısırdı

Kaşındı kaşındı
Başka yere taşındı


thinker-bust.jpg
 
Canım tırtılım,

Geldiğin nasılda belli oldu, nasıl aydınlattın bulunduğun yeri taşıdığın ışıkla.....

Hayatı yaşamaya devam ettik bu süre içersinde,

istifa edemedik ısırdığı yerleri kaşıdık sadece
 
Pegasus,kendime yasaklamışda olsam interneti,sırf beni özlemişindir diye geldim,bil değerini:)Hadi beni özlediğini söyle:)

Evet bildin,inceltilmiş oklardı sana yönelttiğim,anlamışsın.
Yoksa seni fena zehirlerdim,bilesin,bu sözümü ciddiye al yada dene derim:)
Ama bak,sonunda ANLAMIŞSIN:))Seni benden bile telaşlı ruh:)
Anlamıyom
Anlamıyon
Anlamıyoz
Anlamıyolar:))
Bende anlamak üzerine birşey söylemek istiyorum.

.....BİZİ SADECE BİZ ANLARIZ.......

Bu engellilerin geneline hakim düşüncesi.
Hayır değil............değil.
Hepimiz bunu biliyoruz,bir suçda değil üstelik.

Bir gün günlüğünü okuduğum herkesin yerine koydum kendimi.

Tekerlekli sandalyeye oturdum...Yürüyemedim.
Gözlerimi kapattım...Görmedim..
Kulaklarımı tıkadım...Duymadım
Çok zordu.


Tekerlekli sandalyeden kalktım.Yürüdüm.
Gözlerimi açtım...Gördüm.
Kulaklarımı açtım..Duydum.
Çok kolaydı.

Ve o gün engellileri anlamadığımı ANLADIM.
Ama ANLAMAYA çalıştım.

Lütfen sazan hamsi yada türevleri olmayalım,zırh kuşanmayalım:) diyerek anlamak konusuna kendi düşüncemi eklemek istiyorum.
Sözcükler kime dokunuyorsa onun bir sorunu vardır anlamamaya dair.Benim açımdan birilerine bir kasıt kasıt yoktur efenim diyerekten devam edeyim:)

Bazen birşeyi anlamadığım söylendiğinde bende üzülürüm ama bir farkım vardır.Anlamayabileceğim aklımın bir yerinde mevcuttur,hatırlaRIM.
Herşeyi anlamayabileceğimi ve dahada fazlası anlamak zorunda olmadığımı bilirim.

...........Ben anlarım çünkü ben herşeyi anlayabilecek kapasiteye sahibim,ben herşeyi bilirim.............

Biri birşeyi anlamamak üzerine çok tepki verirse,aklıma gelen:

KİBİR.
Gurur insanı yıkar,kibirse mahveder.

Yaşamımızın sonuna dek,herşeyi anlamayacağız ama fark yaratan şuki:
Anlamaya çalışabiliriz.
Önemli olan anlamak değil,anlamaya çalışmaktır.
İşte biz bu yüzden insanız.
 
....Beni kimse anlamadı...

Kardelen söyleyecek birşey bulamıyorum,üzgünüm:(
 
Evet sayfamız yer değiştirmiş te haberim yok.... Çok geniş kapsamlı bir yerin tam ortasına denk gelmiş. Eeee bu kadar uzun olabileceğini açıkca ben de tahmin etmiyordum ama olan oldu, gerçek anlamda red etmenin ya da kabul etmenin ince sınırlarında dolandığından sayfaların çoğalması aslında hiç şaşırtıcı değil.

Ben aşk kavramında kalmıştım. Ya da insanların aşkı algılayış biçiminde. İlave yapmayacağım bu konu da anlatmak istediklerimi anlatmaya çalıştım, anlatamadıysam kendi beceriksizliğimdir.

Sadece bir konu da rahatsızım; Kişiye göre algılanan bu kavramın anlatımından , açıklanmasından ya da tanımlanmasından çok ben insanların neden aşık olduğu konusunun daha önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım tabii yine benim açımdan.

Ama bir konu önemli!!! Ben demiyorum arkadaşlar bu kendi düşüncem değil, sadece bir gerçek seks ve cinsellik aynı şeyler değildir. Kuşkusuz biri olmadan diğerinin olmayacağı da ayrı bir gerçektir. Bu sebeple günlük yaşamda birbirine karıştırılmaktadır ama aynı şey değildir.

Herşeyden önce cinsellik tüm canlı varlıkların en önemli gerçeklerinden biridir.Cinsel özelliklerin bütününe denir.Cinsel özelliklerimiz bizleri biz yapan en temel özelliklerdir. Ne ayıbı vardır ne günahı ne de çirkinliği....

Sekse te bu cinsel özelliklerinin bir parçasının eyleme dönüşmüş şeklidir. Aslına bakarsanız bunun da ne günahı vardır ne de çirkinliği......

Cinsel özelliklerimiz gün ışığındadır ama eylem biçimimiz kuşkusuz gece karanlığındadır. Ayıplığından, çirkinliğinden yada günahından değil.Kişiye özel bir nitelik taşıdığındandır herşeyden önce. Diğer taraftan insan denilen varlığın hemen hemen herşeyi son derece çarpıtarak yanlışa yönelik işler yapmaya olan meyilindendir. Çirkin olan seks değildir. Günah olan seks değildir.

Evet haklısınız!!!! insan zaman zaman çirkindir, zaman zaman günahtır, zaman zaman ayıptır....Benim de anlatmaya çalıştığım bu.

Bir olguyu değil, bir olgudan yola çıkarak bir sonucu mahkum etmek ne kadar doğrudur? bu da ayrıca tartışılabilir.

Ama söylediklerinizi çok iyi anlıyorum. Genel anlamda haklısınız. Aşk ta, sekste, aklımıza gelebilecek her şey de çirkin yaşanılıyor günümüzde, buna nasıl hayır derim????

Bu konu da son söz;

Yazarları severim. Düşünürleri severim. Onlar yaşamın tadı tuzu biberidir. Onlarsız bir hayatı anlamsız bulanlardanım.Her dediklerine kulak asmam sadece. İrdelerim, red ederim, kabul ederim, sonunda Sanem le birleştirerek Sanemin yaşamıyla yoğururum. Belki de ukala olarak adlandırılabilirim sırf bu yüzden. Önemsemem bana denilenleri, ciddiye almadığımdan değil, sadece bir düşünürün cümlesiyle özetlenebilir tüm dünya görüşüm;

Bilgim , anlayabildiğin kadardır. MEVLANA
 
Gök yorganım
Boşluk yatağım
Ellerim zincirli
Göğün direğine

Bedenime yazılmış
İşlediğim suç…
Cezalıyım
Gölgesiz uçurumlarda…

Çullanıyor ejderhalar
Pamuk tarlası yüreğime
Bedenim çıplak…
Üşüyorum.

Bakışlar kırbaç mı ?
Cezalılar kolonisinde
Ejderhalar yargıç mı?
İnfazımı beklediğim günde?

Tepeden bakıyorum
Boşboğaz yarlara…
Zincirlense de ellerim
Sürü insanının parçası değilim


Evet, Zerdüşt şöyle diyordu:

Bu benim sabahım!
Bu benim gündüzüm!

Sabah… Çiğ düşmüş toprağın yüzüne… Güneş açıyor peçesini… Yıkıyor yeryüzünü… Ya ben?

Pencereyi açıyorum. Toprağın kokusunu çekiyorum içime. Güneşin renkleri konuyor yüreğime.

Sonra da avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

Bu benim sabahım!
Bu benim gündüzüm! Kime ne?

Uçurumlardan atlamak kolaydır. Ama yaşamak;

O uçurumun kenarında durup ejderhalar tırmıklasa da yüzünü…

Hançerler saplansa da yüreğine…

Yeniden… yeniden… Acıyı bal eyleyerek yaşamak değil de nedir?

Sonra da;

Erdemin patronluğunu yapanların yüzüne tükürmek…

İsteyerek bilgisiz kalıp, istemeyerek bilgili gözükenlerin…

İsteyerek ahlaksız olup, istemeyerek ahlaklı gözükenlerin…

İstemeyerek karanlıkla doyumsuzluk sağlayan,

İsteyerek karanlıkta kalan,

Bir dünya insanına…

Cevabım net ve açık…

Hayır, hayır, hayır…

Hoşgörülü değilim. Belki demiyorum. Sempatik değilim. Öyle bir derdim yok. Kimi zaman buz gibiyim. Ama duyarsız değilim. Düşünüyorum. Sokakta parklarda yatan çocukları… Aldatılan, sokağa atılan kadınları… Yeni bir dünya düzeni kurmak için öldürülen çocukları…

İyi insan mıyım? İyilik nedir?

Dünya tatlısı bir insan iyi midir?

Kim koymuş bu değerleri?

Değer nedir?

İşte yine kavramların esiri oldum. Kavramlardan bilinmeden değerler sorgulanır mı?

İnsanın bir işinin olması, çoluk çocuğunun olması, ne bileyim seveninin olması, sevilmesi iyi bir yaşam mıdır?

Yaşam nedir?

Özgürlük parayla satın alınır mı?

Alıyorlar işte…

Oysa özgürlük…

Beşinci senfoniyi dinlemektir. Notalar yüreğinin nağmeleri olur… Sevdiğinin gülüşü soğuk bir kış gününde hırka giydirir sırtına.

Efendilerin onaylamasını beklemek niye?

Çalışan demir ışıldarmış! Hadi canım sen de…

Zincirlerim yoksa bir köle ahlakının belirtileri mi?

“Bugünlerde çok çalışıyorsun kızım “ diyor müdürüm arkadaşıma!

“Sayenizde efendim” diyerek yanıtlıyor başını eğerek!

Haaha ha haaaa!

Başka seçeneği var mı?

Ama hoşnut yaşamından…

Çünkü efendinin işine gelen iyi, işine gelmeyen kötüdür!

Görmeyeceksin… Duymayacaksın… İyi insan olmak için…

Öyleyse…

Kafamda yok benim! Yüreğimde…

Niye başkalarına göre yaşar insan!

Red etmek, özgürlüğün kapılarını açar.

Çünkü red etmek, sürü insanından kopuştur.

Sürünün değerleriyle yaşayan insan, kendi değerlerini yaratamaz.

İşte o aşamada Esila…

Kimi kez, çevremdeki arkadaşlarım felsefeyle ilgilenmeme şöyle diyorlar:

“Felsefe seminerlerine mi gidiyorsun. Ya boş ver felsefeyi. İşin mi yok senin …“

İşte o an sadece gülümsüyorum.

Nedense içimden bir şey demek gelmiyor…

Aslında belki gözlerim yanıtlıyor…

Ama onlar anlamıyorlar…

Bana yine susmak düşüyor…

Aynı ortamı solusak da…

Aramızda metrelerce yükseklikte uzanan duvarlar var sanki…

Ve… Elim hep o duvarların en dibinde…

Omuzlarımdan aşağı düşüyor…

Elim kopuyor…

Elim can çekişiyor… Debeleniyor… Kanıyor… Tanrım! O eli uzanıp bedenime yapıştırmak hep bana düşüyor…

Onlar anlamasa da beni…

İçimde yollar çiziyorum mavi kanatlı turkuaz renkli yollar… Işıl ışıl… Ay gibi parlak… Geceye yıldızlar yüklüyorum.

Sonra da eğilip…

Yüzünü öpüyorum güneşin…
 
Sevgili Andante,

Çok güzel bir başlık… Kapsamı çok geniş bir konu…

Kimi kez, farklı yerlerde dolaşıp duruyoruz. Hani demiştin ya,

“Gürül gürül paylaşalım duygularımızı…”

Paylaşırken yüreğimizin coşkusuna kapılıp farklı yerlerde koşuyoruz bazen.

Ben de açıkçası bu konuyu fazla uzatma taraftarı değilim.

Sadece şunları sormak isterim.

Birincisi;

“ Bir şeyi bilmeden nedenini bilebilir miyiz?”

İkincisi;

İnsan nedir?

Üçüncüsü,

Cinsellik bir güdü müdür?

Eğer bunları yanıtlarsan seni daha iyi anlayacağımı düşünüyorum.

Anlayabilmek, bilgidir dersem ne dersin?
 
Metaforlar ve metanomiler...Romantizm akımını diritltme midir bunlar yoksa soğuk realizmi çözememe sancılarımı düşünmedeyim..:)
 
Ne romantizm…

Ne realizm…

Geçen günlerin yitiriliş olduğunu anladığın an…

Köhnemiş tutsaklıklar titreşir ruhunda…

Her geçen günü kazanılmış bir gün yapmak için…

Gezegenlere dokunmak gerek parmak uçlarınla…

Fakat o an;

Öyle bir andır ki,

Gözlerin kamaşır güneşin renginden…

Yaşam zıp zıp zıplayan bir top gibi…

Devinir durur başının etrafında…

Çünkü her mağaradan çıkış…

Bir dönemeçtir…

Nasıl ki, bir uzvunuz ağrıdığında…

Duyumsarsınız varlığını…

Kendi beninin hapishanesinden çıkmak da…

Bıçak gibi keskince dürter ruhu…

Çünkü her oluşum… Çünkü her doğum

Sancılıdır…
 
Sevgili kardelen ve diğer dostlar................

Kardelen bazı sorular sormuş onlara kendi dünyamdaki cevaplarla yanıtlar vermeye çalışayım;

Evet cinsellik bir güdüdür. Gerçi biliyorsun organizmayı davranışta bulunmaya iten güç olarak açıklanabilir güdü. Bazı psikologlar hayvanlarda güdü olduğunu insanlarda ise dürtü olduğunu iddia eder.

Sonuca bakarsak bir çok güdümüz vardır değil mi? Ve güdülerimiz dünyaya merhaba dediğimiz andan itibaren öğretilmeden öğrendiğimiz şeylerdir. Açıktığında ağlayan bir çocuğun anasının memesine yapışıp onu emmeyi bilmesi gibi....

Evet cinsellik döllenmeyle başlar. Bireyin kız ya da erkek olması da bu aşamada bellidir. Cinsel gelişimiz ise bebeklik, çocukluk,ergenlik, gençlik döneminde devam eder ve cinsellik bireyin tüm yaşamını kapsar.

Çok kaba tabirle hayatın ve neslin devamını sağlamak için var olan bir dürtüdür cinsellik.Tıpkı açlık, susuzluk gibi cinsellikte fizyolojik kökenli bir dürtüdür.Sahip olduğumuz dürtüler yoluyla yaşamaya devam ederiz. Susadığımızda su buluruz, açıktığımızda yiyecek buluruz ve bu ihtiyaçları gideririz. Para ve statü istediğimizde iş buluruz. Yakınlık kurmak istediğimizde dost ararız. Yalnızlıktan kurtulmak istediğimizde aşık oluruz. Kısacası sahip olduğumuz güdüler doğrultusunda bir takım davranışlarda bulunuruz.

Çok basit bir anlatımla düşüncelerimi özetlemeye çalıştığımın farkındasındır sanırım. Bana soracak olursan cinsellik güdüsü üzerinde tonlarca sayfa yazılabilir.

Diğer sorularına gelince açıkcası onları bu kadar basit bir şekilde anlatamayacağım.

Önce bir yaşanmış öykü anlatmak zorundayım;

Ben okulumu bitirip ilk görev yerime yani Van a gittiğimde son derece donanımlı bir öğretmen olduğumu düşünüyordum.Öyle ya beş yaşında kilise korosunda başlayan bir müzik eğitimi, sonra yerini konservatuara ve daha sonra müzik tarihi eğitimine bıraktığı süre içersinde çok iyi bir öğrenci olduğum gibi bunu yaşam alanım haline de getirmiştim.

Çok bilgiliydim....

Öğretmenliğimde böyleydi. Neredeyse öğrencilerime nefes bile aldırmadan öylesine büyük bilgiler veriyordum ki, sanki hepsini Mozart yada Beethoven gibi yetiştiriyordum. Canlarım benim, hiç seslerini çıkartmadan alıyorlardı aktardıklarımı ve olağanüstü becerikliydiler.

Bir gün bir öğrencim sınıfa saz getirdi ve sazı bağlama düzenine göre akort etmemi istedi.Elime sazı ilk kez alıyordum. Doğru okuyorsunuz sazı elime ilk kez alıyordum. Eğitim gördüğüm yıllar içinde özellikle konservatuarda bana ve diğer arkadaşlarıma Türk Müziğin olumsuzluğu anlatıldı hep, daha da ileri gidip yasakladılar bile. Çok sonraları Türk Müziği konservatuarları açılacaktı!!!!!!

Öğrencinin isteği yankılandı kulaklarımda bu bir farklı gerçeği çağrıştırıyordu;

Bağlama düzenine göre akortlarmısınız?..................

Yani bunun başka akort şekli de var demektir bu.

Her zaman dümdüz bir insan oldum, kıvırmayı hiç beceremedim, ogün de kıvırma yapamadım.Çok açık bir şekilde bunu bilmediğimi hatta sazı elime ilk kez aldığımı itiraf ettim.

Tüm gözlerin hayretle üzerime çevrildiğini sanırım tahmin edebilirsiniz. Öğrenci şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra o çok sevdiğim Van şivesiyle konuşmaya başladı;

Şİmdi hoca sen piyano çalısen.......

Evet çalıyorum.....

Gitar çalisen.................

Her bir şeyi çalisen...........

.............................

Ama saz çalmasını bilmesen.............

Evet bilmiyorum

Kusura kalma öğretmen sen beş kuruş etmezsen..............

Bu gerçek hikayeyi çok daha farklı bir alanda ortaya koyabilirz onları geçeceğim.Ama konumuza dönecek olursak o öğrencinin bu ifadesinden sonra var olan tüm koşulları kullanarak Türk halk Müziğiyle ilgili hemen hemen her şeyi öğrenmeye başladım. Hatta orada kaldığım 7 yıl süresince dağ tepe demeden türkü derlemeye bile gittim.

Ve bir şeyin farkına vardım sevgili dostlarım. Ben bir okyanusun içinde sadece bir damlaydım.Öyle bir damlaydım ki bildikçe öğrendikçe büyüyecek yerde, etrafımdaki okyanus büyüyordu ve ben gittikçe küçülüyordum.

Öğrenecek ve bilgilenecek şeyler, bildikçe artmaya devam etti.Anladıkça anlamadığımı bu yüzden keşfettim. Çünkü anlayacağım yada anlamam gereken başka şeyler de vardı. Ve bu hiç bitmeyecekti.

Bir şeyi bilmeden nedenini bilebiliriz yada bildiğimizi düşünebiliriz . Gerçek bilgiye ulaştıkça nedenlerde sonuçlarda her zaman çok farklı bir şekil alabiliyor. Ne bildiğim, neyi ne kadar bildiğim, anlamamla belki doğru orantılı bu kesin. Ama değişkende aynı zamanda.

Son yıllarda hemen herkesin ağzından empati denilen kelimeyi duyar oldum.Kendimizi bir başkasının yerine koyarak onu anlamak olarak özetlenebilecek bir kelime.

Ya ben bunun olanaksızlığına inananlardanım.Kendimizi bir başkasının yerine koyabilmek diye bir şey doğaya aykırıdır. Çünkü her birey sadece kendisidir.Sanem in bir davranışının sebebini anlamak için Sanem in yaşamını yaşamak zorundasınız. Bu ise sizler için olanaksızdır. Kolay yada zor bu önemli değil.Herkes kendisini yaşar, bu sebeple ağrılarımızda sancılarımızda, sevinçlerimizde, mutluluklarımızda kendimize göredir.

Anlamak, bu anlamda gerçekten zor. Anlamaya çalışmak diyelim bana soracak olursanız, yada siz ne derseniz deyin.

Anlamaya en yakın olduğum an o konuyu bilmek aşamasında olduğumdur.

Tam olarak bilmek ise anlamaya biraz daha yakın olduğumdur.

Tekerlekli sandalyede oturmak zorunda kalan bir insanı anlamak onun sandalyesine oturduğumuz anda çektiğimiz acı değildir.

Gözlerimizi kapatıp kör bir insanın düşüncelerine erişemeyiz.

Kulaklarımızı tıkayıp sessizliği duymak işitme engelli insanlarımızı anlamak değildir.

Bilmek için, yada gerçek bir anlama için birebir aynı şeyleri yaşamak gerekir.Bunu başarabildiğimizde; anlıyorum yada biliyorum diyebiliriz hangi konu olursa olsun.

Bizler sadece anlamaya en yakın ve bilmeye en yakın durumdayız .

Ve son olarak sevgili kardelen insan nedir diye soruyor....

Ah canım benim tek bir cümleyle açıklanabilecek bir kavram değil insanı tanımlamak.

Sanırım en iyi tanımlamayı özlü sözüyle B.Show yapmış;

İnsana ait hiç bir şey beni şaşırtmaz diyerek.
 
Ne güzel anlatmışsın sevgili andante.Bugüne kadar bu bölümü okumak bana zevk veriyordu.Zevkle takip ediyordum.Red etmek üzerine dünya görüşünüzü okuyordum.Yazmak yerine okumak ayrı bir keyif veriyordu Tırtılla paylaşımlarınızı.Bugün içimden yazmak geldi ve birşeyler söylemek istedim.Evet kendimizi bir başkasının yerine koyarak onu anlama.Bu na mümkün birşey.Anlarsınız, anladığınızı sanırsınız,ama anlayamazsınız.Her insan kendi yaşadığını anlar ve yaşar.Söylenecek fazlada birşey yok diyorum anlamaya dair.Ve yine Tırtılla aynı çizgide devam ettirin bu sayfayı sizleri okumak ayrı bir keyif ve haz veriyor diye düşünüyorum ben kendi adıma.
 
böyle herhangi bir kavramı ele alan ve daha derinlemesine inceleyen bir başlık olması beni sevindirdi. ben de yeni fark ettim bu başlığı.

empati kavramını, o kadar daraltmamak gerekli diye düşünüyorum. yani birebir o kişinin tam yerine koymayı anlatmıyor o kavram. o zaten mümkün olmayan bir şey. Belki parapsikolojinin terminolojisinde o anlama gelebilir? onun yerine koymak derken; onun halinden anlayabilmek, onun üzüntü ve sevinçlerini paylaşmak, mümkünse yardımlaşmak, acıları paylaşarak azaltmak gibi. Ben böyle anlıyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam russell da idi, empati kültürünü yerleştirmek düşüncesi. Yani bir başkasının acısını duyumsayabilmek. ille bizim elimize iğne batması gerekmiyor eline iğne batan birinin canının acıdığını anlayabilmemiz için. Tabi kendine bir şey olduğunda bunu anlamak kolay somut bir şey kendinin acısını duymak. Diğeri biraz daha soyut ve soyutu anlamak biraz daha zordur. İlkokula başlayan çocuklara 2+2=4 dediğinizde soyut olduğu için anlamakta zorluk çekerler. Ancak iki elma iki elma daha dört elma deyip somuta indirgediğinizde anlarlar. Yani soyutu anlamak (empatik birey-empatik toplum olmak) için, bir birikim ve duygu-düşünce gelişmişliği gerekir...

aşk konusunda da katılmadığım bir kaç şey var ama onu sonra açayım. özellikle "doğru aşk" biraz tuhaf geldi. en son yan yana gelebilecek iki kelime...
 
Ben insanı bütünsel bir yapı olarak görüyor ve öyle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bence insandaki en üst güdü kendini gerçekleştirme güdüsüdür. Çünkü kendini gerçekleştiren insan özgür insandır. O kendidir.

Kuşkusuz psikologlar ve sosyologlar güdü-itki-dürtü olgularıyla çokça uğraşmışlar ve birtakım kuramlar geliştirmiştir.

Biz güdü dedik. Diğerlerinin pek ayrıntısına girmek istemiyorum. Girersek kendimizi bir denizin içinde buluruz. Çıkamayız diye düşünüyorum.

Evet, cinsellik güdüdür.

Bundan iki üç ay önce kafamda bir soru dolanıp duruyordu.

“ Farklılığa duyarlılık “

Neden toplum farklı olana başka türlü yaklaşıyordu?

Bunu araştırmaya başladığımda karşıma güdülenmenin öğrenilmesi çıktı. Sosyobiyoloji uzmanları hayvan davranışlarının insan davranışlarıyla benzerliğini ileri sürüyorlar ve temellendiriyorlardı.

Bu hiçte akla aykırı değildi.

Kafamdaki sorunun ilk şıkkını çözmüştüm.

Dolayısıyla cinsellik güdüdür ve insan düşünen hayvan olduğuna göre barınma, yemek yeme ihtiyacı gibi bir ihtiyaçtır. Cinsellik dediğin gibi üreme içgüdüsüdür. Öyle bir içgüdü ki, o azgın bir boğadır içinde şimdi. Onun içinde kapalı yerleri tercih eder. Çünkü insanın en büyük özelliği düşünmesidir. Düşünen insan, ilkelliğinden utanır. Acizdir.

Cinselliğin tabu olup olmaması toplumların kültürü ile ilgilidir. Bizim zamanımızda annemizle babamızla bu konuları konuşamazdık. Şimdi belki annemizden babamızdan daha çok ilerdeyiz. Fakat çocuklarımızdan geriyiz. Kuşak farkı var ne de olsa.

Cinsellik konuşulmalıdır. Tabular kırılmalıdır. Asla ayıp olarak nitelemiyorum. Fakat insan, insan gibi yaşamasını öğrenmelidir. Cinsellik yozlaştırılmamalıdır.

Ben senin cevabını okuduğumda Andante,

Empati sözcüğünün daraltılmaması gerektiğini düşünmüş, fakat o anda yanıt yazma fırsatım olmamıştı.

O arada “Öteki” bununla ilgili bir cevap yazmış. Benim düşüncelerime denk düşmüş. Onun için burada tekrar o konuya girmeyi gereksiz görüyorum.

“ Bir şeyi bilmeden nedenini bilebiliriz yada bildiğimizi düşünebiliriz” demişsin.


Evet, benimde söylemek istediğim buydu. İnsan kendi öznelinde kaldığı zaman ve genelleme yaptığı zaman nesnelliğe ulaşamaz.

“İnsan nedir “ diye sorduğumda bir tek cümle ile açıklayacağını düşünmüştüm. Bak işte empati. :p :p :p

Sen de öyle yapmışsın. Benim düşündüğüm cümle değil belki ama işte tek bir cümle…

İnsana kaldığımız yerden devam ederiz sonra…
 
andante' Alıntı:
Öğrenecek ve bilgilenecek şeyler, bildikçe artmaya devam etti.Anladıkça anlamadığımı bu yüzden keşfettim. Çünkü anlayacağım yada anlamam gereken başka şeyler de vardı. Ve bu hiç bitmeyecekti.
Sevgili andante bu yazdığını müsadenle bir örnekle pekiştirmek isterim.
Bilgi ; bir balonun içine üflenen hava gibidir. Balonun dış yüzeyi ise bilmediklerimizdir.
Bilgimiz ne kadar artarsa bilmediklerimizin de o oranda arttığını görürüz.
Sokrates "Bir şey biliyorsam o da hiçbir şey bilmediğimdir" der.
Dr Charles Kepner ise "Cehalet mutluluktur" der

Kişi kafasındaki bilgi ve tecrübeden oluşan birikim gücünün ötesinde bir şeyi algılayamaz...
Kişi algılayamadığı şeyi fark edemez dolaysıyla araştırıp inceleyemez…
Kişi araştırıp incelemediği şeyi öğrenemez …
Öğrenmediği bilmediği bir şeyi de talep etmez ona karşı bir istek duymaz..
Mevlana "Mutsuzluğun ana kaynağı istek ve beklentilerimizin gerçekleşmemesine dayanır" der.
Peki o zaman bilmemek mutluluksa ama bildikçe bilmediklerimiz çoğalıyorsa:
MUTLULUK BİLMEKTE MİDİR? BİLMEMEKTE Mİ?

Bu gece bu sorunu rakı + palamut + Vangelis ve Müslüm Gürses eşliğinde çözmeye çalışayım.
Vangelis ve Müslüm…bu ne yaman çelişki..!
Çünkü Ünlü Prf. Dr. Bayke “ Bir çelişkiyi çözmenin en etkili yolu bir başka çelişkiden lojistik destek almaktır” demişşş.
Yok yok en iyisi www.diyalektik.org ve www.marksist.com a dalıp biraz daha tozutayım 
Bakim Marx amcam ne diyo..!
 
Andante,

Mesajlar çoğalıyor sürekli. İyi de bende ki bu seviç niye?

Yine aynı sözcüğü tekrar edeceğim.

"BÜYÜYORUZ "

Bayke'nin yazdıklarıyla gülümsedim kendi kendime...

" Gülümsemek bir dünya dilidir " diye yazıyordu bir yerde...

Sen çok yaşa e mi Bayke?
 
BAYKE DER Kİ;

“Peki o zaman bilmemek mutluluksa ama bildikçe bilmediklerimiz çoğalıyorsa:
MUTLULUK BİLMEKTE MİDİR? BİLMEMEKTE Mİ?”


En başta bu önermeyi okuduğumda; sanki bir Zenon paradoksu ya da Kant antinomisi gibi geldi.(yani çözümsüz) Belki de sorunun soruluş şeklinden.

Ama bu, düz mantıkla(Aristo mantığı) çözülebilecek bir önerme onun için hemen bir sonuç çıkar. Ama çıkan sonuç doğrudur diyemeyiz. (Çünkü ya ana önerme yanlışsa onu sorgulamak lazım).

böyle düz mantıkla çözülebilen konular her zaman doğruya götürmez. Çünkü insan ve insanla ilgili olan şeylerin çok değişkenli ve göreli doğruluğu olduğu anlaşılmaya başladıktan sonra düz mantık (Aristo mantığı) terk edildi.

--Bilmemek mutluluk
--Bildikçe bilmediklerimiz artıyor(bildikçe daha çok bilmiyoruz)
-- O halde; bildikçe mutluyuz. Neden, bilmediklerimiz arttığı için.
 
öteki dostum problemi çok güzel çözmüşsün..en azından cevabın beni tatmin etti. annaşıldı bu akşam yine rakı + balık eşliğinde " nolcak bu memleketin hali" klişesine kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Aha buna da mantıklı bi cevap bul, ekmeğimizle oynuyor diye tüm rakı üreten firmalar peşine kiralık katil taksın.
- ötekiye noolduu...?
- şey..!
- öteki tarafa gitti.
hocam boş ver sen bize lazımsın.
 
Bir zamanlar ot gibi yaşıyordum. Eve git, işe gel. Zamanı parçalara böldüğümüz gibi ben de parça parça bakıyordum yaşama.

Ama kulaklarımda bitmeyen bir şarkı vardı hep. İçimdeki ses…

Neyi bilip, neyi bilmediğimi anladığım an, bildiklerim sadece okulda öğrendiklerimdi.

Ve… Ben bana öğretildiği gibi yaşamıştım hep.

Hiç kendim olamamıştım.

Evet, mutluluk bilmediklerinizi öğrenirken yaşamı yeniden sorgulamak değil miydi?

Mutluluk, üretmekti. Üretmek, var olmaktı.

Ben ürettiğim zaman vardım.

Çünkü kendimdim.

Kierkegaard şöyle der:

“ Her bilgide cesaret vardır ve ancak hayatını öne sürecek kadar cesur bir adam onu kurtarabilir. Geri kalan herkes, karısını geri getirmek için yeraltına inen Orpheus gibidir; tanrılar ona karısının ancak hayaletini gösterirler, çünkü onu, aşkı için hayatını öne sürecek cesareti olmayan samimiyetsiz bir çalgıcı gibi görürler”

Tıpkı Kafka’nın “ bir kitap içinizdeki donmuş denizin buzlarını kırıp parçalayacak bir balta olmalıdır “ sözleri gibi sarsıcı…

Bilgi güçtür. Bilgiyi kendime zırh yaptığım zaman ailelerimizin bize vermedikleri “ CESARET “ olgusu ile yüzyüze geliyorum. Bilgiden cesaret alıyorum. Çünkü söyleyecek sözüm var.

Bir yazar şöyle der:

Korkaklar bilgiyi de, aşkı da ucundan tutar. Bu yüzden bilgiyi de aşkı da yüzüne gözüne bulaştırırlar

Acaba bu eksik olduğu için mi günümüz insanı mutsuz?

Çünkü sığ yaşamak, kendini tüketerek yaşamaktır.
 
Üst Alt