Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

Güneş büyük,
güneş yaşam,
güneş patron,
güneş sevgi,
güneş umut,
güneş samimiyet,
güneş yanarken vermek,
güneş koşulsuz sevgi...

Dünya, güneşe mahkum,
dünya pervane,
dünya günebakan...

Ay minnacık,
ay taştan ve tozdan,
ay miniminnacık
Giriveriyor iki dostun arasına...
Birden kararıyor ortalık, soğuk bir rüzgar esiyor, ürperiyor gölgede kalan...
Ve sonra yoluna gidiyor miniminnacık ay...
Güneş yine orada tüm ihtişamı tüm sıcaklığı ve koşulsuz sevgisiyle...
İnsanlar gözlüklerini çıkarıp hayatlarına devam ediyorlar sonrasında. Koskocaman ama minnacık hayatlarına..

Sevgilerimle
 
Güneş tutulmasıyla ilgili bir çok şey okudum gazete sayfalarında. Kimi, "tutulsun ne olur? iki ay sonra Rahşan affıyla serbest bırakırlar..." gibi ucube espriler yapmıştı. Ancak okuduklarımdan hiçbiri böylesine ince bir dokunuşa sahip değildi. Çok sevdim o hırpani kılıklı adamı çokkk...
 
M.ESRA ERUSTA' Alıntı:
NE HOŞ BİR BENZETME GÜNEŞ TUTULMASI VE AŞK........
SANIRIM HÜZÜNLÜ BİR AŞK HİKAYESİ :)

Daha hüzünlüsü de var: :oops:

Hint şairi Rabindrath Tagore' Alıntı:
[size=4]Gece güneşe dedi ki, "Sen aşk mektubunu bana Ay'la gönderirsin. Ve ben de göz yaşından cevaplarımı otlar üzerine bırakırım."[/size]
 
Sevgili dostlarım,

Bildiğiniz gibi bilgisayarın başına oturduğum zaman planlanmış ve programlanmış bir şekilde değil tamamiyle doğaçlama yazdığımdan ve yazarkende yaşadıklarımı işin içine soktuğumdan okuduklarınız gerçek öykülerdir.

İyi yada kötü, haklı yada haksız ,bunun ayrımını yapmadan bu sayfayı duygu ve düşüncelerimi paylaştığım , dostlarla; okuyanlar kuşkusuz,iç sesimle konuştuğum bir sığınma yeri oluyor. Gerçekten burası benim sığınağım.

Yorumlarda bulunduğunuzda sadece mutlu oluyorum, çünkü herşey paylaşım içindir benim gerçeğimde...

Sevgili dostum Vefa dan bir mail daha aldım bügün, çok güzel satırlar var yazdıklarının arasında;

“Gerçekler daima güzeldir.” Bana yazdığın bir mektuptaki cümleydi bu. Belki o anda aklına geldiği gibi yazdın. Belki o çok sevdiğm bilgi birikiminin üzerinde tutmuş kaymaktı bu. Belki de bilerek, özellikle söyledin bu üç kelimecik cümleyi. Bilmiyorum Sanem, en doğrusunu sen bilirsin.

Ama eminim bu üç kelimenin üzerinde bu kadar uzun bir uçuş yapacağımı asla tahmin edemezdin. Uçtum, döndüm, yaklaştım, baktım, daireler çizdim bir yudum su üzerinde defalarca ben. İş açtın başıma!

Genelde böyle kendi başıma da başkalarının başına da iş aşma konusunda çok yetenekliyimdir. :D İnsanların kendilerine ait gerçeklerinin daima güzel olduğuna inanan ve bu şekilde yaşamaya devam eden biriyim. Sevgili dostum bu cümleyi öylesine güzel sorgulamış ki; Bu yazı da olmasa da onun bu mailinden bir çok alıntı yapacağım.

Bir adam güneş tutulmasını kendi gerçeğinden aktarıyordu. Biliyormusunuz aklına ne geldiğini ve neden böyle konuştuğunu hiç irdelemedim ben. sadece söylediklerini kabul ettim. Kendi gerçeğinde yaşadıkları acı da olabilir, güzelliklerde olabilir bunu düşünmek ve tartışmak anlamsız zaten. Sözünü ettiği güneş hangi güneşti acaba?

Onu ısıtan güneş mi yoksa üşüten güneş mi?Bu sorular bitmez... Belli ki bir yaşamışlığı var ve bu yaşadıkları sonucunda oluşturduğu gerçeğiyle bu yazıyı okuyan kişileri bile düşündürebilecek kadar büyük biri aslında.

Ama bizler, çok iyi biliyorsunuz ki, hep tanımlanmış, belirlenmiş ve doğal olarak sınırlandırılmış gerçeklerle yaşamaya zorlanıyoruz.Yazılarımı okuyorsanız tüm tanımlamaları red ettiğimi bilirsiniz. Bilinen anlamdaki tüm tanımlamaları... Kuşkusuz anlatımda kolaylık sağlamak için tanımlara ihtiyacımız var ama bunlar aynı zamanda dünyamızı daraltan ve bizleri kör , sağır eden şeylerde üstelik.

Önüne bir kaç para atarsınız bu adamın. Hatta yanından geçerken iğrenebilirsiniz.Bizlere öğretilen tanımlarla yola çıkabilir, bu adamın düşünemeyen, konuşamayan, kendini ifade edemeyen hatta zararlı olabileceğini ortaya koyan biri olarak bile görebilirsiniz.Bunlar bizlere öğretilen gerçeklerdir.Kulaklarımıza fısıldananlardır yani.

Kulaklarımıza fısıldanan her şey doğru değildir.

Asla tahmin edemezdin ben yaşayıp giderken, olmadık yer ve zamanlarda sık sık bu üç kelimeye takılacağımı....

Bir formül gibi oldu bu söz bazen. Gerçekler ve güzellik iki yanında bir eşitliğin. Gerçekler güzel ise, güzel de gerçek olmalı. Peki, çirkinlik nerede? Çirkinlik yalan mı, yok mu? Çirkinlik gerçeğin dışında o zaman, evet yok, çirkinlik yok, çirkin diye bir şey gerçek olamaz.

Ama, çirkinlik atılıverince gerçekliğin arasından, geriye ne kalıyor? Güzel neye göre güzel olur ki o zaman?

Kendi ellerimizle yarattığımız çirkinliklerimiz var , evet çirkinlik var, çirkinlik yok demek pembe bir gözlükten bakmak olur dünyaya. İnsanoğlunun kendi elleriyle yaratmadığı kendiliğinden oluşan herşeyde ise güzellik var. Burada ki güzelliğin sınırları kuralları yok. Güzelliğe de belirleyici tanımlar koymak onu daraltmak ve çirkinleştirmektir bir yerde.

Tanımladığımız andan itibaren herşey değişime uğruyor ve çirkinleşiyor.

Bizim dilenci belirlenen tanımlarla her an çirkin sınıfına sokulabilir. Ama burada onu hiç bir tanımlamaya sokmadan kendi gerçeğiyle gördüğümüzde nasıl sevdik ve benimsedik değil mi? Ve bu gerçeğine ulaşmadan kuşkusuz yaşadıkları çok acı şeyler olmalı ki vurmuş kendini sokaklara....

Adını bile bilmediğimiz bu dilencimiz şimdi kendi gerçeğinde güzel. Yaşadıkları onca acı olmasaydı bu gerçeğe ulaşabilmesi mümkünmüydü acaba?

Düşünüyorum da Vefa;

Nihayet okullar açıldı,boykot bitti, tekrar bilgileneceğim, çok sevdiğim müziğe devam edeceğim için mutlu olduğum o gün kırmızı kazağımı giymemiş olsam belkide göze batmayacaktım.O kadar acıyı da çekmeyecektim ülkemin meşhur eylül ayının sonrasında....

Ben olabilirmiydim acaba, yaşadıklarım olmasa?

Yaşatılanlar acı, çirkin çünkü doğal olmayan insan eliyle yaratılmış gerçekler..... Ama benim gerçeğim olduğu andan itibaren beni ben yaptıkları için artık doğal ve güzel, anlatabiliyormuyum sevgili dostum?...
 
“Gerçekler daima güzeldir.” Bence de gerçekler güzeldir. Bizi biz yapan her şey adına baktığımız da gerçeklerin güzel olmadığını söyleyebilir miyiz? Eğer bizi biz yapan gerçekler güzel olmasaydı biz olabilirmiydik. Gerçekler güzel değilse o zaman biz kendimizi sevmiyor, bizi biz yapan şeylere karşı duruyoruzdur. Bunların değişmesini istiyoruzdur. O zaman bu gün ki biz olmayız ki. Bizi biz yapan şeyler nedir peki. Saçımızdan göz rengimizden, yürüşümüzden tutun kişiliğimize kadar her şey bizi biz yapan özelliklerdir.

Örneğin bugün ben sakat olmasaydım hayata böyle bakabilir miydim? Bakamazdım belki de. Anasının süt kuzusu mızmız biri olabilirdim. Ayaklarının üzerinde durmasını bilmeyen biri olabilirdim. Bir toplumda sakatlığıma aldırmaksızın on kez masadan kalkan aman sakatlığımı görecekleri endişesinde olmaksızın kendine olan bu öz güvenden dolayı o zaman kendimi göstermenin yollarını arıyor olabilirdim. Öz güveni olmayan bir insan olabilirdim. Daha bir çok şey olabilirdim. Bu yüzden bana ait olan tüm gerçeklerimi seviyorum. Beni ben yapan gerçeklerimi. Bu gerçekler yüzünden bugün beni seven dostlarım var. Eğer tersi olsaydı bugün ki dostlarımız olmazdı belkide hiç dostum olmazdı.Bu yüzden o gerçekler çok güzel gerçekler. İnsanın kendi gerçeğini kabul etmesi onlarla yaşaması, yaşamasını bilmesi zaten en güzel şeydir. En güzel gerçektir. Gerçeğin güzelliğide burada gizlidir zaten. Çirkin olansa kendi gerçeğini görmemek, o gerçekleri kabul etmemektir. Çünkü kendi değerlerini, özelliklerini, seni sen yapan her olguyu kabul etmemek insanın kendisinden kaçışıdır. Buda çirkin olandır. Bu kaçış insanı daha bilinmeyen çirkinliklerin içine bile götürür.
 
Elindeki dergiye göz atan kadının bir kaç adım ötesinde son derece kibar bir tartışma yapılmaktaydı.

İnsanlar beklemekten sıkılmıştı ve bu sebeple bu kibar tartışmayı sesizce ama sanki hiç ilgilenmiyormuş edasıyla gizliden izliyorlardı.

Kadın elindeki dergiyi bir kenara bırakarak gülümseyen dudaklarla tartışmayı izlemeye koyuldu. Belli ki bir süre sonra bu kibar tartışmanın arasına katılacak sözlerin ne olacağı konusunda derin bir merak içindeydi.

Bakın hanımefendi sizden rica ediyorum.... şeklindeki kibar sözlerine devam etmekteydi adam.

Aynı kibarlıkla karşılık veriyordu kadında adamın cümlelerine;

Tabilii sizi anlıyorum beyefendi, ama.....

Ama diye başlayan cümlelerden korkun. :D

Hak verir gibi bir davranışı içinde bulundurursa da ama lar aslında bir çeşit red ediştir.

Kadın konuşmasının ama kısmını tamamlamaya kararlıydı;

Çok doğru ve güzel söylüyorsunuz. Ve buradan bakınca yanlış yok.Yalnız hep kendi pencerenizden bakamazsınız ki dünyaya? Sakın yanlış anlamayın size bencilsiniz demiyorum ama ....

Hay allah bir tane daha ama

Rica ediyorum hanımefendi ne demek istediğinizi anlıyorum. Emin olun başka pencerelerden de bakıyorum olaya ama...

İnsanlar birbirilerini anlamamaya kararlıysa genellikle ama ların çoğaldığını gördüm. Yanılıyor olabilirim diye aklından geçirdi dergi okuyan kadın.

Anlıyorum beyefendi ama işi uzatmanın gereği yok. Burada her istediğinizi yapamazsınız. Son derece uygar bir şekilde düşüncelerinizi ortaya koyuyorsunuz ama....

Çevredekiler merakla gelişmeleri beklerken bizim dergi okuyan kadının yüzünde gülümsemeler daha da belirginleşiyordu.

Rica ederim hanımefendi, mesele sadece düşüncelerimi ortaya koymak değil, bir insan bir cevap vermiş ve benimde ona karşılık vermemden daha normal ne olabilir acaba?

Aaaa işler iyice karışmaya başlıyodu ve olaya dalıvermenin tam zamanıydı....

Bakarmısınız ? diye kendini ortaya atıverdi dergi okuyan kadın.

Yeni bir soluk olduğundanmıdır, yada insanların merakındanmıdır bilinmez, başlar kadınımıza doğru çevrildi bile.

Kerdeşim deminden beri ama, ama deyip duruyorsunuz ve konunun ne olduğunu merak etmememe rağmen bitmek bilmeyen cümlelerinizle işin özünü bir türlü yakalayamıyorsunuz....

Tartıştığınız konunun önemi yok benim için. Kibarlığınıza da saygı duyuyorum. Bütün bunları yüksek sesle yaptığınız sürece sizlere karışma hakkını kendimde bulduğumdan aranızdayım. Amalarınız, teşekkür ederim leriniz, rica ederim leriniz büyük bir kibarlığın için de kabalığı barındırıyor.

Akıp giden bir süreç var yaşamın her yerinde.Kesintiye uğratma hakkınız yok hiç bir şeyi, ne adına olursa olsun, hemde kibar bir şekilde...

Anlamadınız değil mi ne demek istediğimi, kibar şaşkın bakışlarınızdan belli bu zaten.Anlamanızı da beklemiyorum, dergi okumama engel oldunuz hem de son derece kibarca. Kesintiye uğrattınız bütünlüğümü, eylemimin yarım kalmasına sebep oldunuz...

Ama bunların hiç birinin önemi yok değil mi? Çok kibarsınız ya bende kibarca konuşamayanlardanım, bu sebeple şu anda dangalağın biri oluverdim şaşkın bakışlarınızda. Mühabbetinize dalıverdiğim için de saygısız ilan edilirsem hiç şaşırmam. Ama başta söyledim ben kibar değilim diye....

Bir köşe bulmuşum bu dar dünyada kendimle başbaşa kalacak, ama sizler kibar yüksek seslerinizle aranızdaki muhabbeti dışarıya kadar taşımakta ustasınız. Bunu yaparken başkalarının sınırlarına ne kadar girdiğiniz farkında bile değilsiniz.

Benim sözlerim anlamsız gelir sizin kulaklarınıza, susacağım merak etmeyin ama bitirin şu amalarınızı, teşekkürlerinizi, rica ederimlerinizi...

Kibar olduğunuzu bildiğimden bana cevap vermeyeceğinizi biliyorum....

Dedi ve dergisini okumaya devam etti.....
 
İçinde pasif-agresif "ama" lar bulunduran cümlelerle pek nazik konuşma ustaları, neyi tartıştıklarını unutmuşken, bireyin yaşam ve özgürlük alanına girdiklerini nasıl farkedecekler ki...Dergisini okumaya çalışan kadının söylediklerini nasıl anlayabilecekler? Gibi görünme, gibi yaşama modası -dangalaklığı- sonucu ne düşündüklerini bile bilemez durumda zavallı insanlar...
Ama...Hahaha
Sevgilerimle Andante dostum...Güzel gözlemlerin için teşekkürler...
 
Garip bir gün daha yaşandı bugün. Telaşsız bir günüm hiç olmayacak mı diye sormadan edemiyorum...

Bazen nereye aitim diye hiç sorduğunuz olur mu kendinize?

Ve cevabı verebilirmisiniz kolaylıkla?....

Anlamsız toplantılardan bıktım. Fark ettim ki günümün büyük bir çoğunluğu toplantılarla geçiyor. Ne gariptir yapılan bu toplantılar, sorgulamak, daha iyi üretebilmek adına...

Kulağa hoş geliyor değil mi? bela mı arıyorsun kardeş, baksana insana ait ve insanı geliştirmek adına olduğu belli olan kavramlardan söz ediyorsun, bu şikayet niye? .... diyebilirsiniz :D

Ancak sonuca baktığımda bu yoğun temponun ve geliştirici toplantıların sonucunda ortada bir şey yok.

Olması mı gerek? Kuşkusuz ki evet, yoksa harcanan bunca zamana yazık değil mi?

Hah işte !!! yazarken farkına varıyorum. Sıkıntım; boşa kürek çekmek. Sanki cam bir fanusun içinde yaşıyormuş gibi, herşeyden kendini soyutlayarak üretilmeye çalışılan her şey, cam fanusun dışındaki dünyaya döndüğünde dağılıveriyor....

Cam fanusun dışındaki dünya ise, ait olduğumuz gerçek dünya aslında. Ancak garip bir mastürbasyonla, bu dünyayı red ederek yeni bir düzen için çalışmaların içinde olmak veya olmamak arasında gidip geliyorum.

Somutlaştırmak lazım sanırım yazdıklarımı, ben anladım da yazdığımı , bu şekliyle garip bir yazı olduğu da ayrı bir gerçek. :D

Müzik dersinin amacı nedir diye sorsam nasıl cevaplar gelir bilmiyorum ama; bir tek amacı vardır müzik dersinin;

Öğrenciye tek başına yada toplu olarak iş yapabilme yeteneği kazandırmak.

Bu amaç iyice irdelenirse insanı insan yapan en önemli özelliklerin başında gelebilir.Onun birey olmasında katkıda bulunmak ta diyebilirsiniz. Bunların dışında sizlere anlatılan ve uygulanan, yok nota öğretmek, yok şarkı öğretmek, çalgı çalmayı öğretmek falan hepsi bu amacın aracıdır.

Ve ben bu amaca 23 yıldır hizmet ederken, asla ödün vermeden işlerimi yapmaya çalıştım. Başarılı olduğum söylenebilir. Ama son günlerde ister istemez kendi kendimi sorgulamaya başladım.

Sorgulamam ise kullanılmamla doğru orantılıdır. Yanlış okumuyorsunuz, kullanılmak. Bilginin vs.nin kullanılması değil. Bildiklerimi kullanmak isteyen öğrenciye elim uzanır. Ama resmen bir insanı kullanmak anlamında ele alın konuyu.

Ne kadar acımasız, ve ne kadar iğrenç bir dünyada olduğumuzun en güzel örneklerini öğrencilerimiz bizlere öğretmeye başladı artık. Bir başarıyı kutlamak üzere davet edildiğimiz bir toplantıda başarıyı yakaladıklarını sanan öğrencilerin gözlerinin içine baktığımda, küstahlığı görebiliyorum . Bu dünyada benden başka kimse yok mantığını çok daha net görmemi sağlıyor artık öğrenciler. Ha sen miii ya mecbursun, bakışlarını o küstahlıkla birleşen başarı tebessümlerinde görebiliyorum işin acı tarafı.

Çok değil, daha bir kaç yıl öncesinde bile bir masumiyet vardı çocuklarımızın gözlerinde. Bir minnet duygusu bulabilirdin tebessümlerinde. Ne oluyor, nerede hata yapıyoruz diye düşünmeden edemiyorum.

Yıllardır öğrencilerin başarılarıyla mutlu olabilmeyi öğrenen ben de bir duvar daha yıkıldı.O kadar çok duvarlar yıkılıyor ki, altında kalacağımız günler yakın diye düşünmeden edemiyorum.

Ama toplantılar devam ediyor, bu toplantılarda çok ta güzel şeyler söyleniyor, her şey masaya yatırılıyor, fikirler üretiliyor, ama....

İşte ondan sonrası gelmiyor.

Ya Nazım sen harika bir şaiirsin be dostum!!!

Evet;

Ben de artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum....

Gürül gürül bir şarkı ama, tüm insanların laf olsun diye ağız ucuyla söylediği bir şarkı değil, inançla, mutlulukla, gururla sesini yükselttiği şarkı söylemek istiyorum...

Hepimizin besteci olma zamanı geldi galiba, başkalarının şarkılarından bıktım, kendi şarkılarımızı istiyorum!!!!!
 
Sanırım kadınların kendilerini en iyi hissettikleri yerlerden biri de mutfaklarıdır.

İki kadını mutfakta düşünebiliyormusunuz?

Hemen gözünüzün önüne getirin. Çeşitli iştah kabartan kokuların yayıldığı o mekanda kendilerine içecek bir şeylerde hazırlamışlar karşılıklı olarak işlerini yaparken konuşmayı ihmal etmiyorlardır. :D

Ya telefon konuşmandan pek bir şey anlayamadığım için kahveyi bahane ederek yanına geldim, hele bir anlatta sen de rahatla bende rahatlayayım dedi kadınlardan bir tanesi.....

Sorma ya gerçekten haklısın geçen gün öyle bir olay yaşadım ki, neresinden başlayarak sana anlatacağımı bilemiyorum
dedi öbürüde

Ama anlatmaya kararlıydı, kahvesinden bir yudum alıp elindeki sigarasından bir derin nefes çekip dumanını dışarıya verecekken diğeri kendinden emin bir tavırla kaşlarını çatarak sözlerine devam etti.

Ya canımın içi bırakamadın şu sigarayı gitti, her konuda kesin lararların vardır, akılcısındır ama bu konuda nasıl bu kadar aptal olabiliyorsun anlayamıyorum dedi

Allah aşkına şu psikolog edalarını bırak , zaten yeterince uyarı var paketlerde, bir de senin bu anlamdaki söylemlerini kaldıramayacak durumdayım. Evimdeyim, istediğim gibi davranabilme özgürlüğüm var. Ve sakınnnnnnnn " ben seni düşünüyorum " nağmelerine de başlama, kimse beni benim kadar iyi düşünemez....

O kadar net bir şekilde kesip attıki sözü, bundan sonra anlatacaklarını dinlemekten başka bir şey kalmadı kadıncağıza.

Kime, nasıl kızacağımı bilemediğim garip bir şey yaşadım bundan bir kaç gün önce. Hatırlarsan Türkü nün geçenlerde okulda burnunun kanadığını duyduğum zaman aklım başımdan gitmişti. Soluğu hemen hastanede almış ve tomografi çektirmiştim. Ve benim bu pimpirikliğimde sizler tarafından iyi eleştirilmişti, hatırlıyormusun?

Öyle ama herkes anne, sen bir anda en kötü olasılığı aklına getirip telaşla öylesine saldırıyorsun ki, seni gören son derece vahim bir durum sanabilir.

Bu cümlesine bir kahkahayla cevap verdi kadın.

Evhamlısın desene açıkca.....

İşte tüm sorun burda canım. Ne olduğuma bir türlü karar verseler bende rahatlayacağım. Sizlere göre son derece evhamlı olan ben, bir başkasına göre, hemde aynı olayda son derece vurdum duymaz bir anne olarak bile ele alınabiliyorum...

Bilirsin benim en yakın dostumsun sen de bir psikologsun ama psikologlardan nasıl nefret ettiğimi de bilirsin. Hep diyorum ya sana siz psikologlar bir şarlatansınız diye , var olan sisteme uyabilen davranışları geliştirmek adına sistemin yerleşmesine ve kök salmasına farkında olmadan neden oluyorsunuz.

Allah aşkına sağına soluna bak hepsi bir şekilde mutsuz ama mutlu olabilmek için başkalarının cümlelerine ihtiyaç duyan, sistemi yok etmek dururken, o sisteme entegre olabilmiş , yada olabilmeyi ümit eden insanlarla dolu çevremizde boğulmak üzereyim.


Bir şey anladıysam arap olayım. Sen Türküden söz ediyordun, nereye geldin şimdi....

Tam üstüne bastın:. Türkü den söz ediyorum bende. Geçen gün okul çıkışında arkadaşına uğrayacağını söylemişti. Bir süre sonra telefonla aramak istedim bizim kızı...Daha bir kaç kelime konuşmuştuk ki, Türkü " Anne seninle ilgen abla konuşmak istiyor " dedi.

İlgen ablada kimmiş?

Güzel soru tam ben de bu soruyu sormak üzereydim ki karşımda bir kadın sesi;

" Aloooooooo, ben kızınızın arkadaşının annesi İlgennnnnnnnnnn"


Sevmemişsin kadını ses tonundan belli

Hiç yanılmam biliyorsun, ve artık yanılmak istiyorum kardeşşşşş

Eeeeeeeee sonra....

İlgen hanım telefondaki konuşmasına ısrarla devam etti canım.

" Ne şirin bir kızınız var, onu çok sevdim,zaten bütün çocuklar benim çocuklarım, hepsini çok seviyorumTürkü rahatsızmış, burnu kanamış bir kaç hafta önce okulda, benim bir doktor arkadaşım var ondan rendevü aldım yarın Türkü yü doktora götüreceğim, eğer izin verirseniz."


Hayda!!!!!!!

Haydaki ne hayda !!!! şimdi burda " sen kimsin kardeşim, onun anasımısın babasımı? " diye sormak var. Yada " benim onu doktora götürüp götürmediğimi bilmeden kendi kendine ne akla hizmet edip ukalalık yapıyorsun" demek var canım.... Ve bunu yapmakta çok kolay, ama yapamıyorsun. karşındaki bir insan saçmalasa da şu anda kızın onun evinde misafir, ve kendi kızının zor durumda kalmasına gönlün razı olmuyor...

Ya çok ince düşünüyorsun, bazen bu kadar ince düşünmek zarar verebilir insana bunu hep atladığının farkındamısın ?

Ya diyorum ya sana geç bu psikolog ağzılarını, herşeyin farkındayım, ama farkında olup olmamak önemli değil. İnsanlar bu kadar kolay küstahlaşabiliyor hemde iyilik ettiğini düşünerek.

Ona Türküyü doktora götürdüğümü ve bir şeyin çıkmadığını, ilgisi için teşekkür ettiğimi bildirsemde, doktorun Türküyü beklediğini söyledi... Aman tanrım telefonda bir konuşması vardı, ki bilirsin telefon konuşmalarından nefret ederim, kısa kesmek ve konuşmayı sonlandırmak adına onunla gitmesine razı olamayacağımı ama ertesi gün iş yerimden izin allıp beraber gidebileceğimi söyledim.

Nerden bilebilirdim ki kadının yemeyip içmeyip doktor arkadaşını arayarak randevuyu bir gün sonraya alacağını....

İnanmıyorum sen bunu ona hayır anlamında mı söylemek istediğini söylüyorsun, ya anlarmı bu kapasitedeki bir kadın???? Şimdi o... neyse psikolog ağzılarına takılmayacağım. Anlat, ilginç olmaya başladı hikaye...

Uzatmayayım canım, biz ertesi gün Türküyle beraber kadın da tabii doktorun yanındaydık...

:D :D :D

Doktor arkadaşı ondan daha ilginç biri. " E eee buyrun neden burdasınız " diye sordu önce. Valla benim verilecek bir cevabım yoktu. Ama İlgen hanımın vardı. " Sinancımmmmmmmm, Türkü canım kızım benim bir kaç hafta önce burnu kanamış,anneside hastaneye götürüp tomografi çektirmiş..... " diye konuşmaya başladı canım....

Peki doktor baktı mı tomografiye?

Ne çıktı diye sordu eksik olmasın doktor beyimiz ( ! ) Bende bir şey çıkmadığını söylediğimde;

" Eeeeee " dedi sadece


Eeeeeeeee, yani.....

Eee si canım öyle bir " eee " diyki ne işiniz var kardeşim burda der gibiydi.

Ama asıl hikaye bundan sonra başlıyor canım. Ilgen hanım aldı sazı eline;

" Kuzum, sana açık iletişimde bulunacağım. Kusura bakmayın ne kadar sevgisiz bir insansın " dedi bana


Sana mı?????

Evet bana, neden diye bir soru çıkıverdi ağzımdan

:D

Deminden beri sana canım diyorum, sarılıyorum, sıcak davranıyorum, sen bir suratla bana İlgen hanım diyorsun

Artık söylenecek bir sözüm yoktu. Susmak belki durumu kabul etmekti, ama bu durumda red etmeninde bir anlamı yoktu. Açık iletişimin ne zamandan beri patavatsızlık olduğunu bilmediğim için üzgündüm sadece.Ama bir konuda haklısınız siz psikologlar; gerçekten sevmek bazen hayır da diyebilmektir...
 
Ya sevgili dostlar;

Biliyorsunuz ki burası benim sığınağım. :D

Aklıma estikçe bir şeyler oldukça içimden geçenleri yada yaşanılanları olduğu gibi aktardığım yer. Açıkcası epey zamandır ihmal ettiğim bir yer son zamanlarda ve kimbilir belki de yazmaya hiç niyetim yoktu, bugün siteyi her açışımda karşıma dikilen o gözü görene kadar.

Hangi sayfaya baksam karşıma o göz çıkıyor. Ve diyor ki;

kadına yönelik şiddete son kampanyasına katılın !!!!!!

Sizleri bilmem ama ben tuhaf oluyorum bu başlığı her gördüğümde. Bu başlığa karşı olduğum bir çok konu var;

1 ) Ya hala bu konuda hiç bir şeyin değişmemiş olmasına acayip canım sıkılıyor.

2) Ben on yıl öncesine kadar sigarayı elime almazdım. Ama o kadar çok sigara kötüdür, içme denildiki çevremde herkese ya size neeeeeee demek adına bir kere sigara aldım ve çok hoşuma gitti o gündür bugündür de sigarayı büyük bir keyifle içiyorum.

3) İkinci şık bağlamında bende bir gariplik olduğuna kesin karar verdim. Çünkü bana ne adına olursa olsun şunu yap, bunu yapma gibi emirler ,bende tam tersi tepki veriyor bu yaşıma rağmen, oysa bu çocuklukla ilgili ve ergenlikle ilgili bir davranış şeklidir. :D

4) Üçüncü şıkta açıklamaya çalıştığım nedenlerden dolayı bana bu emri veren mantığa da "imzalamıyorum "diyorum. :D

5) Aaa andante saçmalıyor galiba diyenlere şimdiden bir açıklamam var. Yok kardeşlerim bunun gibi sanal oylamalarla bir şeyin düzeleceğine yada adım atılacağına inanmıyorum da ondan.

Ah kadınlarımız !!!!!! yeraltındaki alacakaranlıklarımız !!!!!!! ne zaman çıkacak yeraltından kadınlarımız? Onları yeraltından çıkartmanın nesnel koşullarını nasıl elde edeceğiz ?

Şiirlere aldanmayalım. Kadınlarımız denilir bizim için, analarımız denilir, sevgilimiz denilir... Şiirlere kaldık mı acayip bir şeyiz ya gerçekte neyiz????
 
Andante son yazını değilde bir üstteki yazını yeni gördüm ve bu yazın hakkında bir şeyler söylemek istedim.
Ama ardından zaman zaman yaptığım gibi birşey dememeye karar verdim. Hem susmak da bazen bir şeyler anlatmak değil midir?
..........
 
Kadınlarımızın geleceği, yine onların elinde.
Erkek çocuklarını "errrkekk benim oğlum errrkek!" nidalarıyla yetiştirip, suyunu yemeğini ayağına götürüp bir de anlı şanlı sünnet yapıp ata bindirince öyle bir ego oluşturuyorlar ki errkek çocuklarına; adam olduğunda dünyayı kendisi yarattım sanıyor pohpohlanmış egolu adamcık...
Kızların durumu malum; elinde tabak tutacak yaşa geldiler mi duydukları ilk emir:
-"Kızım sofrayı kuruver!"
Kız:
-"Ama abim de oturuyor orada o da yardım etse ya.."
Anne:
-"Kızım, abin şimdi maç seyrediyor, attırma tepesini şimdi!"
Kız:
-"Bari babamı bekleseydik yemeğe..."
Anne:
-"Baban bu akşam arkadaşlarıyla takılacakmış, hem çok konuşma da sen koş bakkaldan bir ekmek al da gel..."
Kız:
-"Ama anne yaaaaaaaaaaa.."
.................
.........................
 
Nedenini bilmediğim bir şekilde saksıda yetiştirdiğim minyatür sarı güllerime nazar değdi. :(

Kendimi en iyi hissettiğim yerlerden birisi de çiçekçilerdir. Bir çiçekçiye gittiğimde özellikle bu bahçe şeklinde birbirinden güzel çiçeklerle bezeliyse sakın bana dokunmayın.

Sarı güllerimde bir kaç gündür keyifsiz gibiydiler. Ama bu sabah birden bire gerçekten tüm yapraklarını döktüler ve açılmış minik goncalarda boyunlarını büküverdiler.

Minik elleriyle, minyatür güllerimi bana Yağmur verdi, bir kaç ay önce....

Hiç kimsenin yağmurun bile
Böyle küçük elleri yoktur....

şarkısı sanki Yağmur için yazılmış bir şiir ve onun için bestelenmiş bir şarkı.

Yağmur yedi yaşında...

Yağmurun uzun dalgalı saçları var...

Yağmur bu uzun dalgalı saçlarını at kuyruğu yaptığı zaman, yürürken onun bir sağa bir sola yalpalanmasını sanki özellikle ister gibi yürüyor,

sekerek.....

Yağmur o minik ellerini ustaca kullanıyor piyano tuşlarında

İşte o an büyüyor Yağmur, kocaman bir genç kız oluyor.....

Parmaklarını ustaca tuşlarda gezdirirken yanlış bir sese tahammülü yok

Kaşları çatılıveriyor o minik yüzünde
" ayy !! " diye karşı çıkışını görseniz tutup öpersiniz.....

Günlerdir kelimelere dökemediğim bir sıkıntım var. Bilirsiniz, tam tanımlayamadığınız bu gibi durumlarda nefes almak bile zorlaşır. Ve salonun bir köşesinden sarı sarı bakıveriyordu Yağmur da.... Ve istemeden bir tebesümün yayılmasıyla son buluyordu kara bulutlar da...

Minik sarı güllerim gibi dökülüveriyor herşeyde çevremde.Tüm sıkıntılarımı sarı güllerime anlattım, dertleştim onunla.. Sanırım dayanamadı minik güllerim. Bu kadar ağır bir yükü taşıyamayacak kadar minyatürdüler ....

Galiba gitme zamanı... Nereye mi???? Kimseyi tanımadığım, kimsenin de beni tanımadığı, Ülkeyle ilgili haberleri duymadığım, doğal olarak " ne olacak bu memleketin hali " diyemediğim, ekmeğinden , sütünden, meyvesinden tat aldığım, kuş sesleriyle uyandığım, çimenlerine uzandığımda güneşin ışıklarıyla gözlerimi kapattığım, Yağmur günlerimdeki kahkahalarımı attığım bir yer arıyorum :D

Yorgunum ve ağır geliyor bu efsunlu kent, uzaklaşma zamanı..... :(
 
YADİGÂR’A TUTUNARAK
“Unutma delikanlı, hatıralarından hızlı koşamazsın, yetişir ve geçerler seni.”

Yavaşlar, yavaşlar, yavaşlarsın ve
Ardından anılar tek tek dolar eve
Bacakların ağır olur da demirden
Hatıraların girer koluna birden
Ah ihtiyarlık ah dersin inleyerek
Bir mezar bulup girmem gerek…

Otuz beş, kırk yıl sonrasıdır. 2040′ lı yıllarda bir yaz gecesi. Üst katlarda bir apartman odasında kalmaktadır İlhan. Yapay soğutuculara karşı hassas olduğu için, devamını okumak için tıklayın lütfen...>>
 
Vay be vefam,

Çok güzel bir öyküydü gerçekten...

Anılar, anılar neden hep tetikleyicidir ve hiç ummadığın bir anda seni alır götürür, kimbilir nerelere?.....

Zembereğinden boşalmış gibi bir kaç gündür bu efsunlu kentte ordan oraya savruluyorum.Trafik berbat, aynı anda tüm kentte başlayan onarım çalışmaları var. Adım adım gidiyorsun bu sebeple sokaklarda.Her tarafımız denizle çevrili de olsa bu efsunlu kentte bu ulaşımı daha güzel hale getirmek için neden fazla çaba yok diye düşündüm Eminönünden Kadıköy e gelirken bir vapur güvertesinde.

Deniz yolculuğunu seviyorum. Martıların bizlerle yarışmasını, ve attıkları kahkahaları da seviyorum. Ama galiba en çok bir İstanbul simidi ve çayı seviyorum.Karnım tıka basa dolu olmasına rağmen, yine de bir İstanbul simidi ve çay..... İşte dünün en güzel anlarından biri diye düşünüyordum.

Ama aceleci olmamak lazım bilirsiniz. Anlayamadığım, koyu renkler dağıldı mı bir o kadar güzel dağılıyor. Ve ardından sımsıcak renklere bırakıyor karanlığını.Sımsıcak renklerinde devam zamanı sınırlı. Bir karanlık, bir aydınlık diye geçiyor zaman.

İşte öyle bir gündeydim.Yani sıcak renklerimdeyim.

Henüz evime gelmiştim ki telefonun sesiyle irkildim. Çok sevdiğim bir arkadaşım sana bir süprizim var hemen Karaköy e gel diyordu.

"Yahu daha yeni geldim" sözüm askıda kaldı, uçuştu....

Bir başka zaman olsa, aynı yolları bir kez daha aşındırmaya gücüm yetmez. Ama dedim ya sıcak renklerimdeyim. Gittim bu yüzden...

Karaköyden arkadaşımla birlikte bildiğim caddelerden geçerken süpriz i de merak etmiyor değildim. Ama kararlıydı arkadaşım hiç bir şey söylememeye bu sebeple bu konu da soru sormamayı tercih ettim.

Bildiğim bir yere geldik, Harbiye açık hava tiyatrosuna güzel bir müzik geliyordu, anladım ki bir konsere davetliydim. Sonra inanamadım. Vapur güvertesinde çayımı yudumlarken gazetelere baktığımda Ahmad Jamal konserini okurken; " tüh kaçırdım " deyişim geldi aklıma.

Tam Ahmad Jamal in konserinin içinde buluverdim kendimi. Bendeki keyfi görmelisiniz. Herşey geldi mi üst üste gelir. Belalar da güzelliklerde. :D

Konser müthişti, anlatmaya kelimeler pek yeterli değil, orda olunması gerekiyordu ama benim beş altı sene önce gittiğim konser geldi aynı yerde.

Sizleri bilmem ama ben sevdiğim bir şeyi paylaşmadan edemem. Bir sinemaya mı gidecem, yalnız gitmeyi sevmem, yanımda sevdiğim olmalı ki çıkışta duygularımızı paylaşabileyim.

İşte son gittiğim festival kapsamında İspanya da kaldığım aile ve orada yaşadıklarım canlandı birden bire gözümde.

Evinde kaldığım Angel çok iyi biriydi de her şeye muhalif ve katı kimliğiyle epey güldürmüştü beni. Gittiğim yabancı ülkelerde sadece oraya özgü çalgı aletlerini almaya para harcayan ben, İspanya da kastanyet almıştım. Ve keyifle misafir kaldığım yere giderken nasıl çalınacağını bana İspanyol arkadaşım Angel öğretir diye heyecanla kastanyetleri göstermiş ve Angel in garip bir tavrıyla kalmıştım;

"Kastanyet !!!! bu benim kültürüm değil !!!!! "

Salvador Dali den nefret eden Picasso yu seven mavi gezegenden Angel, kendini İspanyol olarak görmüyordu, O bir Katolondu.... :D

Neyse yine fado müziği hayranı olan ben Barselona da girmediğim müzik market kalmayarak nihayet fadoy la ilgili bir kaç cd bulabilmiştim. Yine büyük bir keyifle geldiğim evde Angel ın garip sorusuyla karşılaşmıştım;

" Bu müziği nasıl dinlersin ???? gözyaşı dökmeyi çok mu seviyorsun ?"

İstanbul a geldiğimde cd sini aldığım Dulce Pontes, İstanbul Harbiye Açık Hava Tiyatrosuna bir konser için gelmişti.

Kaçırılır mı???? :D

Tabikii kaçırmadım. Ama sevdiğim bir şeyi sevdiklerimle paylaşma arzum ağır bastığı için , çok sevdiğim Nihal i de bu konsere ikna ettim. Cd. yi o da sevmişti çünkü. Ancak bir hata yaptık dostlar, bu konsere eşlerimizi de götürmeyi istedik ve başardık. :D

İşte o konseri hiç unutamam. Ben büyük bir heyecanla konseri dinliyorum, Nihal de memnun hayatından ama sağ ve solumuzda oturan eşlerimizin ilk bir kaç parçadan sonra suratları asıldı. Önce pek önemsemedik. Ama konser devam ettiği sürece eşlerimizin suratlarından düşen bin parça olmaya başlamıştı. Nihalle konuşmak için kelimelere pek ihtiyacımız yoktur. :D

Hata yaptığımızı anlamıştık. Ve tüm konser boyunca öyle bir gerildik ki, sonuçta iki insan orada işkence çekiyordu.

Hay tanrım!!!! bizi görmeliydiniz. Sanki konserde değil, çok komik bir tiyatroda gülme krizine tutulmuş iki kadın vardı. Nasıl çıktığımızı size anlatamam.

Dünyanın en güzel şeyi, yanında seninle birlikte keyif alan kişilerdir. Eğer bunu sağlayamazsanız her şey çok farklı bir hale gelebilir. O gün bugündür elimden geldiğince kimseye gideceğim sanat etkinliklerine davet etmiyorum.

Ama dün, en azından benimle birlikte aynı keyfi alan arkadaşımla jazz müziğinin bu efsanevi kişinin müziğiyle kendimden geçmişken nedense Dulce Pontes geldi aklıma.

Hafif bir gülümseme yayıldı yine dudaklarıma. Arkadaşım müziğin keyfinden diye düşündü. Gerçeklik payı vardı ama birbirinden bu denli farklı iki müzik arasında bir anı da takılı kalmıştı dünün mutluluğuna.
 
Andante anlattıkların arasında ilgimi çeken şey şu oldu. Birlikte olduğun insanların ilgi duyduğun konudan hoşlanmalarını istiyorsun, bence haklısında. Bir kaç yıl önce çıktığım bir kızla bir tiyatroya gitmiştik. Tiyatrodan çıktıktan sonra kız arkadaşıma oyunu beğenmediğimi söylemiştim. Birden yüzü asılmış ve hiçbir şey söylemeden öylece susmuştu. Tabi ben yaptığım kütüklüğü o an anlamadım. Sonraları yeni tanıştığın bir kızla bir yere gittiğinde , mesela her hangi bir sanat etkinliğine, dünyanın en iğrenç eseriyle karşılaşsan dahi yüzünde beğenmemenin buruşukluğunun olmaması gerektiğini öğrenecektim. Çünkü oyun kötü bile olsa sen o esnada onunlasındır ve onun varlığı hiçbir olumsuz şeyin gerçekleşmesine izin vermemelidir. Yani o yanında olduğu için dünyanın en kötü oyununu bile güzel yanlarıyla görmelisin. Eğer böyle güzel bir yan yoksa bile yaratmalısın!

Sonra bir sinema filmine gitmiş ve çok dürüst olan şahsım yine filmi beğenmediğini açıkça söyleyivermişti, ve yine yüzümde beğenmemenin oluşturduğu o buruşuk mimiklerle...Kızımız nasıl olupta onun olduğu yerde herhangi bir olumsuzluğa vurgu yapılabilmesinin sancısını ikinci kez yaşamış oluyordu ve yüzü yine asılıvermişti.

Valla evlenince nasıl oluyor bilmiyorum ama eğer çıktığınız bir kız varsa dünyanın en olumsuz şeyiyle bile karşı karşıya kalsanız sırf o sizin yanınızda olduğu için mutlu görünmeye çalışmak zorundasınız bunu biliyorum. Tecrübeyle sabittir. Konuyla ne alakası var diceksin. Ne bilim işte ya öyle...:D:D
 
Evet bana soracak olursanız bir tatilin en güzel tarafı; sonradan evine dönebilmektir. :D

Anlamakta zorlanıyorum, dünyanın neresine gidersem gideyim, hangi rahat ortamda bulunursam bulunayım, özlediğim tek kent İstanbul oluyor, ve bir de evim...

Tatil ise oldukça ilginçti....

Oldum bitti, güneşin altında kalmayı pek sevmem. Sevgili kadınlarımızın yağlı güreşe çıkacaklarmış gibi, ha bire yağlanıp, sere serpe kızgın güneşin altında kalmalarını anlamakta her zaman zorlanmışımdır. Kuşkusuz sağlık açısından faydaları vardır ancak biz bir türlü dozu ayarlamayı bilemediğimizden yararından çok zararını görmüşüzdür ve inatla yine güneşin altında kalmaya devam etmişizdir.

Denizin kıyısındaki üç haftalık tatilim süresince üç tane kitabı, gölge de insanları izlerken okumanında tadı başka.Kendimle başbaşa kalabileceğim tek yer bir kitabı okurken yaşanıyor benim tarafımdan. Bu arada da çocukların şen kahkahalarını duymak, denizden gelen esintiyle ürpermek te işin başka bir tadı hani....Ve birden bire kitabı bir kanara koyarak serin sulara kendini atmak ve yüzmek te başka bir keyif....

İnsanlarımızı seviyorum. kaldığım yerdeki insanlarımızı ise bir başka sevdim. 1974 yılında yapılmış oldukça kalabalık ama içinde her türlü ihtiyaca cevap verecek donanımlara sahip .Site sakinleri ; bir kaç kişi ben de dahil olmak üzere , hepsi uzunnnnnnnn yıllardır birbirlerini tanıdıklarından bizlere garip gözlerle bakmayı ihmal etmiyorlar.

Bu sebeple uzun bir mücadeleden sonra; günaydınlarımıza, iyi akşamlarımıza cevaplar geliyor ama ılık bir sıcaklıkta :D

Eski bir site olduğundan, site sakinleri de doğal olarak eski.... Ya kısaca biz onlara yaşlı diyebiliriz değil mi? Ama emin olun, gençleri kıyaslandırmayacak bir şekilde, yağlı güreşe meraklı kadınlarda. Yanlarından kocalarını da hiç eksik etmiyorlar.

Çok hoş bir görüntü aslına bakacak olursanız. Hani denize giderken vaz geçilmezler vardır ya; deniz terliği, havlu, çanta gibi, kocalarda bu aksesuarlara uyum içinde tin tin eşlerinin yanında. Saatlerce ben gölgelenirken, bu yaşlı çiftlerimizin başına ne zaman güneş geçecek, ya da tansiyon falan gibi bir şey olur mu acaba diye merakta bekleyen ben için olağan üstü bir şey söz konusu olmadı. Taş gibiydiler vallahiiiiii...

Ne ilginçtir, tam da bu esnada sevgili pegasus yaşlılıktan pardon!!! 30 yaş bunalımından söz etmiş !!!!

Canım kardeşim benim, beraber bir tatil yapma olanağımız olabilseydi eğer, buradaki site sakinlerimizi görünce kendini nasıl hissederdi bilemiyorum açıkcası?

Dikkatimi çeken şey insanların pek birbirileriyle konuşmamasıydı. Demek belli bir yaştan sonra yanyana olunsa bile insanlar arasında konuşulacak bir şey olmayabiliyor.Gel de şimdi Edip Cansever in kulaklarını çınlatma;

Gökyüzünde iki uçurtma başıboş
Yanyanayız sadece
........

Arada sırada sitemizi gençler şenlendirmiyor değildi elbette. Ama inanın ben gençleri de bazen anlamakta zorlanıyorum.

Abi hatırlıyormusun geçen sene nasıl bir bunalımdaydık?

Sorma abi yaaaa, ulan nasıl dayandık biz hergeleler gibi o deprasyona?

Vallahi abicim beni bu deprasyondan şu herif çıkartı, duydun mu lannnn şu parçadaki sözleri

Manyak lan bu heriffff!!! Ulan ne güzel ....... geçmiş görüyonmu gitarla

Bu konuşmalar son derece çekici, bikinili iki hanım kızımıza ait. :D

Acaba gözlerim beni yanıltıyor mu diye dikkatlice bakıyorum, bildiğiniz gibi artık kadın erkek lerimizin yanında son derece doğal olarak karşılanan ve bir ayrıcalık, bir lutuf olduğu söylenebilen üçüncü cinsiyetlerimiz de var. Ama yokkkk !!! bayan bunlar :D

Tam bunları düşünürken, henüz güneşin yakıcı ışıklarıyla kararmamış bir genç kız ve yanında bir erkek arkadaşı hemen yanıma havlularını seriyorlar.

Aman tanrım, nihayet, doğru düzgün bir insan ilişkisi yakalayabileceğim diye düşünürken yanıldığımı anlıyorum. Kızımız, herhangi bir şeye canı sıkkın olarak binbir suratla oturuyor hiç konuşmadan. Zavallı erkek arkadaşı ne şaklabanlıklar , ne soytarılıklar yapıyor kızı güldürebilmek için. Ama kız gülmemeye hatta konuşmamaya öylesine kararlı ki....

Aralarında bir tartışma geçtiğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz, kızımız sadece böyle takılmak istiyor. Erkek, kıza dokunuyor, ona öpücükler gönderiyor, ama kızımız asla mutlu değil.

İçimden diyorum ki, bir şey desem mi acaba?

Ya kızım manyakmısın sen?... Neye kızgınsan boşverrrrrrrr. Bak yanında sana bir sürü şaklabanlık yapmaya hazır, bu halinle bile seninle olmak için her şeyi yapabilecek biri var, dokun sen de ona, hiç bir şey yapamıyorsan, gülll....tebessüm et.........

Demiyorum tabikii bu sözleri. Okuduğum bir cümleye takılıp kalıyorum;

" Sana bir sır vereceğim," diyor Oscar Wilde. " Çağımızın ilkel ve korkunç olduğunu sana söylemiştim ya. Önümüzdeki çağ da ilkel olacak, sonraki de, ondan sonraki de."
 
Bir tatilin en güzel tarafı eve dönüş demiştim ya..... aynı zamanda bir tatilin en güzel tarafı; hemen her şeyi bir süreliğine geride bırakarak umarsızca davranabilme özgürlüğüdür de... :D

Hemen hergün birbirine benzeyen davranışlarda bulunsak ta, tatilde yapılanlar çok daha keyif mi veriyor insana ne ?....

Güneş ve denizle muhteşem ayinini yapmışsın, duşunu almışsın ve geçmişsin balkonuna yakmışsın bir tane de sigara, keyifle tüttürürken Türk kahveni yudumluyorsun......

Gözabildiğine uzanıyor biraz önce yüzdüğün deniz ve sen onu tepeden seyrederken, güneş yavaş yavaş kırmızılığına dönmekte ve boyamakta her yeri, uzakta ama çok uzakta yelkenlilerin beyaz rengini görüyorsun rüzgarla yarışan....

İşte tam bu arada üç haftadır duymaya alıştığın bir ses kaplıyor her tarafı;

Sayın site sakinleri!!!

Birden bire kendini nazi kamplarında gibi hissetmen işten değil. Öylesine kesin ve kararlı bir sesle konuşuyor ki duyduğun ses irkiliyorsun;

Bildiğiniz gibi çoğunluk sağlanmadığından site yönetimi seçimleri cumartesi günü 14.30 da yapılacaktır !!!!

Hay allah diyorsun yüksek sesle.... :D Ne diyeceği varsa desinde kurtulayım bu sesten ve bu muhteşem manzarayı seyretmeye devam ederken kahvemin keyfini sürdüreyim.

Ama aynı zamanda bu sesin bitmeyeceğini de öğrenmişsindir artık. Bitmiyor uzadıkça uzuyor konuşma ve anlamamış olabileceğimiz kuşkusuyla aynı şey ikinci defa tekrarlanıyor.....

Zamanla bu gestapo vari konuşmalarla zamanı tayin etmede de ustalaşıyorsun.

Saat 13.30;

Sayın site sakinleri!!!! Bildiğiniz gibi saat 14 ila 16 arası dinlenme zamanıdır, belirtilen saatte havuza girilmemesi ve binalar arasında gürültü yapılmaması önemle rica olunur

Saat 17.00

Sayın site sakinleri!!!!! Kafeteryamızda, çay, kahve, açma börek ,lokma saatleri başlamıştır !!!!

Bu bildiriler çeşitli zaman dilimlerinde ortaya çıkarak sizleri garip bir duruma sokuyor ama bildiğiniz gibi insanoğlu her türlü duruma en kolaylıkla alışabilen bir yaratık olduğundan red etme eyleminiz kolaylıkla kabul e dönüşebiliyor. :D

Evin içi güzel..... 17 yaşında olan kızımla birlikte yaşları 16 olan ikiz yeğenlerim gençliğin her türlü sorumsuzluğunu tatilde yaşadıklarından sevinç ve neşe kaynağı olabiliyorlar. Ama bildiğiniz gibi bu yaşlar özel yaşlardır. İnsanoğlunun kendini dünyanın merkezinde gördüğü bir yaş döneminde olduklarından zaman ,zaman aralarında tartışmalarda çıkmıyor değil.

Oldukça eylenceli aslında bu tartışmalarını izlemek.

hayır o benim elbisemmmmmmmm

nerden çıktı seninmiş

Ya olmazzzzzz senin giymene izin vermemmmmmmmmm

Şeklinde başlayan tartışmada sesler konuşma sesinden biraz yüksek kuşkusuz ve tam bu sırada evin telefonu çalıyor henüz onlara "saçmalamayın " demek üzereyken.

Telefona koşuyorum ve susmalarını söylüyorum ama onlar hala odalarında benim- senin tartışmasına devam ediyorlar.

Telefondaki ses yine buyurgan sesiyle beni azarlıyor ve yaptığımız gürültüden dolayı jandarmaya haber vereceklerini söylüyor.

Çocukların tartıştığını söylüyorum ama dinleyen yok, jandarma gelir haberiniz olsun cümlesiyle telefon kapanıyor. Doğal olarak kimin aradığını soran gençlere durumu bildiriyorum ve kimse bana yine inanmıyor şaka yaptığımı sanıyorlar. :D

Şaka yapmadığımı anlatmaya çalışırken yan balkondan jandarmayı çağıracakları sesini duyunca bana inanabiliyorlar.

Elimde olmadan garip bir duyguyla gülmeye başlıyorum. Sinirden güldüğümü düşünen gençlere neden güldüğümü anlatacak durumda değilim ,gülmem; kahkahalara varıyor.

Neyse, gülme krizim geçince başlıyorum anlatmaya. Gerçekten jandarmaya haber verilse ve jandarma gelmiş olsa ne olur?

Ne diyeceğiz jandarmaya yada jandarma bize ne diyecek?

Hakkınızda şikayet var,aranızda suçlular varmış, kim bu suçlular?

Bizim ikizler bikinili bir şekilde jandarmanın önünde sus pus duruyorlar...

Demek sizsiniz ha !!! bir de kılık değiştirmişsiniz. Bikinili terörist haaa, valla çok akıllıca

Herhalde yok biz bir şey yapmadık, sadece tartışıyorduk falan gibi cümleler söyleyerek kurtulmaya çalışabilir bizimkiler.

Susun bir de yaptıklarınızı ört bas etmeye mi çalışıyorsunuz...Biz sizin nasıl tartıştığınızı biliriz, hangi konuda tartışıyordunuz bakalım?...

Ya benim elbisemi giymek istemişti de....

Susun melunlar !!!! "elbise" yaz kardeşim bir kod olmalı bu

Birden gözüme böyle bir sahne gelmişti de ona gülüyordum.

Kızların tartışırken seslerinin bir parça yüksek olduğu konusunda hiç itirazım yok. Ama bu kadar mı tahammülsüz olduk bunu anlamakta zorlanıyorum.Sonuçta iki genç kız çok basit ama kendileri için çok önemli bir konuda bir kaç dakikalığına seslerini biraz yükseltti. Düşünüyorum da kendimi çok kötü hissetsem ve içimden bağırarak ağlamak gelse bu ortamda başkalarını rahatsız etmiş olacağımdan azarlanabileceğim.İçlerinden birisi ne oluyor bir yardımın dokunabilir mi diye hareket etmeyip sadece kendi rahatsızlığını düşünebilecek haaa....

Bu arada gestopo sesi etrafı çınlatmaya devam ediyor

Site sakinleri !!!kafeteryamızda bu akşam imambayıldı, pilav ve cacık servisi başlamıştır..

Bunun için jandarmaya gerek yok duyrulur. :D ( Saat 20.00 )
 
Küskünleri artık kolayca anlayabiliyorum ve anlamanın ötesinde onlara hak ta veriyorum dedi genç kadın evinden içeriye girerken. Telaşlıydı ve bir parça da yılgınlık vardı hareketlerinde. Anahtarlarını hiç bir zaman savurup atmazdı ortalığa, özenle yerleştirirdi anahtarları ancak bu sefer atıverdi koltuğun bir köşesine.

Hemen yanıbaşına da oturuverdi koltuğun ve elleri nerelerde dolaştığını bilmezcesine dolanırken çantasının labirentlerinde aradığını bulmuş olmanın çoşkusuyla götürüverdi bir tane sigarayı dudaklarının arasına.Oralarda bir yerde bir de çakmağı olmalıydı ve artık sigaranın dumanını derince içine çekip kendisiyle başbaşa kalmanın tam sırasıydı.

Gerçekten anlıyorum küskünleri diye tekrarladı....

Oysa bilinen anlamda tam bir çocukluk davranışıydı, küsmek... hatta neredeyse şımarıklık bile denilebilirdi bir yetişkin için küsme eylemi ilk bakışta.

Neyin anlamı var ki aslına bakarsan diye konuşuyordu kendisiyle. Neyin anlamı var ki????Çok garip acı falan da duymuyordu üstelik.. Garip bir öfkeydi duyduğu sadece.Birine anlatsa yaşadıklarını hiç şüphe götürmez ki;

Buna mı kızgınsın ? diye bir soruyla karşılaşabilirdi. Bu daha da artırırdı öfkesini adını bildiği gibi emin olduğundan iç sesiyle konuşmaya devam edebilirdi...

Hani ne kadar çok dostun olursa olsun, ne kadar bildiğin şey olursa olsun, herşeyi bir kenara bırakıp tek başına olmayı istediğin etrafa bön bön bakmayı arzuladığın anlar vardır ya, işte o anlardan birisindeydi.

Küsmek, bir şımarıklık gibi gelmiyordu ona . Belki bir çabasızlık var gibi gözükebilirdi dışarıdan baktığın zaman ama ne denli çok çabaladığının o bilincindeydi. Olmuyordu, bazen işler yada yaşam böyle sarpa sarıyordu. Ve bir yerde red etmenin bir başka boyutuydu küsmek...

Sanki yapabileceklerimi yaptım, ama artık yapabileceklerim bunlar , bundan sonrasında ben yokum, demenin bir başka versiyonuydu.Kelimeler yorucuydu artık...Hele cümleler iyice ağır.....

Yaşamın gerçekten bir büyüsü olduğuna inanırdı. Yaşamdan vaz geçmek adına değildi bu küsmek. Yaşamın bu büyüsü kazanmak yada yitirmek amacı gütmeyen bir oyunun büyüsüydü onun için. Uzun zamandır tek kişilik bir oyun oynadığının farkına vardığından beri iyi değildi aslında.Etrafını saran onlarca kalabalığın arasında yalnızlığını hissetmenin dayanılmaz sanrısıydı onu küsmeye iten.Hele bir de ona " harikasın !!! " denildiğinde, hissetmediği bir olguyu bir başkasının farkında olmasına iyice içerlemeye başlamıştı.

Ya kendisi yalandı, yada ona söylenenler....

Hafifçe gülümsedi kendi kendine, sen çok yaşa Baudelaire dedi...Kendimi rahip gibi hissettirdin ya beni, sen büyük bir adamsın!!!!

" Rahip olağanüstü bir kişidir, kalabalığı olmayacak şeylere inandırır da ondan "
 
Keşkelere karşıyım.....

Ama nedense özellikle son üç gündür o kadar çok keşke kelimesiyle başlayan cümlelere tanık oluyorum ki, ister istemez insanoğlunu bu denli yapmak istediği şeylerin dışında bir iş yapmaya zorunlu kılan nesnel koşullar nelerdir diye düşünmeden edemiyorum.

Kalifiye eleman çok zor yetişiyor günümüzde. Hele eğitim sektöründe gerçek anlamda bir eğitimciyle karşılaşmak gittikçe zorlaşmaya başladı. Öğretmen alımında rastgele seçimler,eğitim politikamızın hiç bir zaman doğru düzgün gitmemesi eğitimcilerinde istedikleri kaliteyi yakalamasına engel oluyor.

Kırk yılın birinde bütün bu arbedeleri aşıp eğitim adına bir şeyler yapabilecek gibi gözükenleri de ya sistem harcıyor yada insanın bedeni buna dayanamıyor ve onu kaybediyoruz.

Yeni yıla girip bayramı da içinde kutladığımız tatil sonrası daha önce çalıştığım okuldaki müdürümün hastaneye kaldırılmasını takip eden süre iki saat sonra onun yaşamını yitirmesiyle son buldu.

Dikkat ettimde ilk kez "şaka yapıyorsunuz !!!" cümlesini o gün kullandım. Ölüm olgusunu yaşamın bir parçası gibi gören ben için bile onun ölümü öylesine şok ediciydiki....

Eğitimci kimliğine hayran olmakla birlikte insan kimliğiyle de benim açımdan bir mükemmeli içinde barındıran bu kişiyle yaptığım en son konuşmayı hatırladım ister istemez....

Kendisi için 5 yıllık bir kalkınma planı hazırladığını söylerken gözleri ışıl ışıldı. Büyük emeklerle büyüttüğü oğlunun nihayet üniversiteye girmesiyle derin bir soluk almış ve kendisi için yaşama sözü vermişti.

Kendini bilen, kendine saygılı, edebiyata düşkün bir kişinin güzel hayalleri de vardı üstelik. Daha önce yayınladığı kitaplara bir yenisini daha eklemek ve şarkı sözü yazmak......

Geçen sene okulda bir toplantıda kendisinden habersiz doğum gününü kutlarken birden bire arkasından parlayan ışığa ve sese karşı döndüğünde etrafa" seninle herşeye varım ben " şarkısı yankılanıyordu kendi fotoğraflarıyla birlikte. Nasıl da kızarmış ve utanmıştı...

Bir kalp krizine yenik düştü bu eğitim savaşçısı henüz 50 yaşındayken.Ölümün arkasından güzel şeyler söylendi. Dostları gerçek gözyaşlarını bırakıverdiler ve onu en son yolculuğuna kadar uğurladılar. Sanki tüm insanların yüzünde onu tanımanın mutluluğu vardı.

Büyük bir çoğunluk ise bu tatsız şakanın şokunu üzerinden atamadı ben de hala atamayanlardanım. Neden bazı ölümlerin zamansız ve adil olmadığı söylenilir her ölüm anında?.... Neden kelimelere işte bu keşkeler yerleşiverir acı bir şekilde?

Henüz bu şoku atamamışken üzerimden pazar gününün o sevimsiz uyuşukluğunda can dostumun telefonuyla irkildim. Ve bana kötü olduğunu annesini hastanenin acil bölümüne kaldırdıklarını söylüyordu.

68 yaşında artık yaşamın tüm ağırlığını kaldırmış ve kendisi için hafta sonu gezilerini yapıp evine dönen bir kadını bir motosiklet nasıl durdurabilir evine bir daha dönmemecesine?

Hastane koridorları tıklım tıklım. Bu efsunlu kentin hastanelerinde de diz boyu acı var hemde hiç olamayacak kadar yoğun bir biçimde. Neye niçin üzüleceğini bilmeden, kendisi için yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçen bir insanın beynini parçalayarak akciğerlerini parçalayarak ve tüm kemiklerini kırarak nasıl yok edebilir bir anlık zaman diliminde....

Keşkelerin ardı arkası kesilmiyor.....

Keşkelerin olmadığı bir dünyayı nasıl arzuladığımı hissettim o derin acımın içinde.Keşkeleri yıkma günü düzenleyelim ve ne yapılması gerekiyorsa yapalım elbirliğiyle.

Keşkesiz bir yaşamın yolu, yaptığımız her eylemin bir yerlerde hepimizin yoluyla kesiştiği gerçeğiyle de kesişiyor.
 
Yaşam belli bir yaşa gelince sanırım eskisinden daha hızla akıyor diye düşündü kadın.Çoğu şeye yetişemiyorum dedi arkasından.Sağlığımla ilgili benim hızımı kesecek bir şeyde yok üstelik. Öyleyse neden yarım kalıyor herşey?

Neden tamamlanamıyor cümleler?

Bir şeyler yanlış ya, bakalım zaman ne gösterecek dedi ve kahvesini yudumlamaya başladı.Çalan müziğin sesini biraz daha açtı sonra.

Tschaikovsky Romance çalıyordu. Ne çok eleştiri almıştı zamanında;"müzik evrenseldir, müziğin milliyeti olmaz "diyerek Ulusal akıma karşı olduğu için.Nasıl yumuşak ve dingin müzikti bu böyle, sanki derin bir ormanda huzur içinde kaybolmuş gibi hissetti kendini.

Son zamanlarda " Haksızmıyım " kelimesini o kadar çok duymuştu ki. Neden herkes haklı çıkmak için bu kadar hırpalıyor kendini diye düşünmeden alamadı.Bunu bir soru olarak sorduğunda cevap vermek için iki seçeneğin olmasına rağmen soruyu soran kişinin gözlerine baktığında onaylanmayı beklediğinden " evet "demek mi gerekiyor hep.

Tschaikovsky seçimiyle yapayalnız kalmıştı bir an. "Haksızmıyım "diye sormuş olabilir mi acaba birilerine.Ya da kendine....

Cinsel seçimi de yanlıştı çoğunluğa göre ve yaşantısının sonuna kadar yalnızlığı tercih eden bir yaşamı oldu bu sebeple. Şimdi elimizde eserleri kaldı yadigar, ne karşı olduğu ulusal akım önemli ne de cinsel tercihi .

Seçmeye zorlamak daraltıyor dünyamızı. Ve günümüzün insanının yapmak zorunda kaldığı en önemli şeylerin başında bu geliyor işte.Hep seçiyoruz. Oysa seçim yaptığımız andan itibaren geriye dönüşümüz yok seçmediğimiz için.

Aynı şeyleri düşünmek ve aynı şeyleri yapmak bu kadar mı önemli insan hayatında.Benim gibi düşünmezsen ben yokuma kadar dayandırılıyor düşünceler. Sonrada uygar olduğumuz iddaa etmiyormuyuz en çok ta buna gülüyorum işte dedi iç sesiyle.

Despotizmin farklı versiyonlarını her alanda görmek söz konusu uygar dünyamızda. İşte bu sebeple can alıcı noktayı unutup, kendi iç dünyamıza dönüyor ve yalnızlığı seçiyoruz.Heyecan kalmıyor belki hayatımızda ama en azından güvende oluyoruz diye geçirdi aklından geçenleri.

İşte yine bir seçim aslında bu dedi ve gülümsedi.

( Bu adamın müziğini çok seviyorum. Romance bulamadım ama insan sesine en yakın tını olarak tabii, viyolonsel için yazılmış bir eserini sizinle paylaşayım. Velet bu arada iyi çalıyor ha :D )

P. I. Tschaikovsky: Nocturne
 
A benim güzel sığınağım, epeydir uğramadığım sayfam benim... :D

Zaman zaman kendi kendimize uydurduğumuz kelimelerin yada benzetmelerin bir süre sonra dilimize yerleşmesiyle birlikte benim için kaos başlıyor.

Örneğin hiç bir zaman "Kendine iyi bak!" cümlesini anlayamayanlardanım

Bu cümle bana bir çok şeyi çağrıştırır;

Ya sen öyle salak birisin ki, kendine bakmaktan acizsin, aman kendine iyi bak, başına bir şeyler getirtip benim başıma bela olma....gibi.

Aynı şekilde "hoşçakal" kelimesini de pek anlayamayanlardanım

Bu kelime bende hoş olup olmama arasında bir şey, yada azıcık hoş ol anlamı çağrıştırıyor. Onun yerine " hoşkal " desek bu duyguyu hissetmeyeceğim.

Buna benzer bir çok şeyi günlük yaşantımızda kullanır olduk.

Esenkal...

Duayla kal...

Devamı gelecek mi bunların acaba?

Emin olun gelecek. :D

Geçen gün eski öğrencilerimden ikisi beni ziyeretime geldi. Açıkcası yine bol kahkahalı anlar yaşadık. Artık gitme anı yaklaşıp öğrencilerimden biri bana " tarzınızı koruyun " diyene kadar.

Bu ne ya dedim.... :D

Aaa dedi, hocam siz ki toz kanatlı bir kelebeksiniz, ufacık gövdenize yüklü kaf dağı ( bu şiirin bu dizelerini sık kullanırdım, unutmamış velet), nasıl olur da yeni trentleri bilmezsiniz?

Meğer artık insanlar vedalaşırken bu cümleyi kullanır olmuş.

Tarzını koru !! :D

Ne diyeyim, diyecek çok şey var da, denildiğinde ne oluyor değil mi? Susmaksa bazı şeyleri anlamlı kılan; susayım.....
 
yeğenim sayesinde bizim maallenin gençleriyle de az buçuk muhabbetim var.
benim uydurduğum bi sözcük de hızla yayılıyor.
ayrılırken birbirlerine HBŞ diyorlar
nedir bu HBŞ..?
başlarda bu "Hayatta Başarılar" dı. çocuklara uzun geldi .
eee bunlar SMS gençliği, kısaltma yaparak kontörden kar ediyorlar.
ulen konuşurken de mi kontör harcıyosunuz hergeleler..!
şimdi birbirlerine el sallayıp kısaltılmışını söylüyorlar
- hadi hebeşe..!
- oldu canım sana da hebeşe..! :)
 
Sevgili dostum,

Diyorsun ki " iyi ki gençliğimde cep telefonu yoktu"

İster istemez düşünüyorum, eğer olmuş olsaydı bizde mi şimdi yapılanlar gibi davranacaktık?

Geçmişten gelen doğru ve düzgün Türkçe kullanmak alışkanlığını hala sürdürürken yeni dağarcığımıza giren kelimelere veya cümlelere karşı oluşumuzun nedeninde gerçekte ne var acaba?

Asıl yitirdiklerimiz ne aslında.......

Bu anlamsız yeni dili red ederken ister istemez edebiyatçıları düşünmeden edemiyorum. Bir dilin gelişmesinde ve zenginleşmesinde en önemli rolü üstlenen kişiler edebiyatçılardır.

İngilizceye en büyük katkı W. Shakespeare indir örneğin. Adamın yazdığı her şeyde İngiliz diline katkığı binlerce kelime vardır. Shakespeare i büyük yapan yazdıklarının içindeki müthiş gerçek, hayal gücünün yanında dile katkısıdır. Gerçi bunları yaparken İngilizceyi geliştirmek gibi bir amacı olduğunu hiç sanmıyorum. Bu topik oldukça kabarık olduğu için başları insanlar çoktan unutmuştur biliyorum. :D Bir sanatçının var olma sebebi kendini ifade etmesidir diye başlamıştım çünkü.

İşte sanatçıların bu özelliğinden yararlanmak, onların yarattıklarından sonuçlar çıkartmak ta bizlere düşüyor sadece.

Yine aynı şekilde Amerikalı yazar W. Faulkner da son derece önemli bir kişidir. Kimseye önermeyeceğim bir yazardır Faulkner. :D Adamın sadece bir cümlesi 1600 kelime, ve aynı cümle parantez içindeki 500 kelimeyle birlikte toplam nerdeyse 2000 kelimeyi bulabiliyor.

Yanlış okumuyorsunuz. Sayılar doğru. Ama bazen tek kelimelik cümleleri de olabiliyor. :D

Neden bu kadar uzun cümleler kullanıyorsunuz dediklerinde şaşırıyor Faulkner:

Uzun mu cümlelerim diyor. Hayır uzun değil, ama diyor ama ben onları nasıl kısaltabilirim ki... Herşey birbiriyle o kadar ilgili ki hayatta, bugün yaptığım bir davranışım nedeni dünyaya geldiğim ilk anda gizlidir.Ben ta o ana dönemezsem bugün yazdıklarımın bir anlamı olmaz ki....

İlginç bir yazar kısacası. Kitabını elinize aldığınızda ya ilk sayfada kaldırıp atar ve dünyada bir parça eksik yaşamaya devam edersiniz, yada dayanıp sonuna kadar okuyup bitirdiğinizde " vay be dersiniz! "

Bilemiyorum hangisi doğru.Bildiğim Türkçenin yavaş yavaş yok olmaya doğru gittiğidir. Yazarlarımız bu konu da üstlerine düşenleri pek yapmamakla birlikte, bizlerde kültür emperyalizminin etkisiyle nasibimizi çoktan almış bireyler olarak dilimizin de yok olmasına karşı katkıyı her anlamda yapmaya devam etmiyormuyuz, işte bu en fazla acıtıyor beni.

Madem Shakespeare dedik, onun bir sonnetiyle sonlayayım:

66. Sonnet

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e,
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.
 
İlginç bir yazar kısacası. Kitabını elinize aldığınızda ya ilk sayfada kaldırıp atar ve dünyada bir parça eksik yaşamaya devam edersiniz, yada dayanıp sonuna kadar okuyup bitirdiğinizde " vay be dersiniz! "
bak bu cümle aklıma neyi getirdi.
mina urgan'ın "bir dinozorun anıları" kitabındaki şu cümleye rastlayana kadar
her kitap okumaya değer deyip sevmesemde sonuna kadar okumak için inat ederdim.
mina urgan diyo ki orada.
bi karpuz alıp eve gelirsiniz. kesip bakarsınız kabaksa, tatsızsa atarsınız.
kitapda öyle..sevmediysem bitirmek için çabalamam.

ben de artık öyle yapıyorum.
ama şu amcanın kitabını bi gıdıkliim bakiim.
türkçeye çevirirken 1600 kelimelik cümleyi nasıl kurgulamışlar müthiş merak ettim.
yanlışım varsa düzeltin.
eski -osmanlı- türkçesinde de "ve" bağlacı ve noktalama işaretleri olmadığı için cümlelerin uzun olduğu söylenir.

tek kelimelik cümleler de olabilyor demişsin
o da bi şey mi .. o da bi şey miii..! andanteciim.
tek kelimelik kitap biliyorum ben yaa.
kitabın adı Bayke :)
tuğla gibi kalın, kaçıncı baskıyı yaptı unuttum.
levha olarak geldik bu dünyaya fasikül olduk ne mutlu fasikül olarak gitmeyenlere :)
 
Sanem yine bir ucu açık başlık atmış, döktürmüssün...
Cümlelerin ne kadar uzun ya da kısa olması bence çok önemli değil. Asıl önemlisi, taşıdığı anlam ya da kişiye göre değişen yorum.
Ernest Hamingway'in bir öyküsünü anımsattı bana burada yazılanlar:
Öyküsünün adı ve kendisi şöyle:

"For sale, baby shoes. Never used."

Sizin öykünüzün 6 kelimelik başlığı ve tamamı ne olurdu acep?


Bayke dostum tek kelimeyle tefrika yazmış oku oku bitmez gaaari... Hahahaha... Tabii okumasını bilene...

"Eeee, seninkinin adını yaz hele bir de, biz sonra yazarız" diyecek olanlar için yazayım:
"Kendime rağmen kendimle birlikte yaşamaya devam"

Son not olarak da bana saçma gelen bir konudan sözedeyim. Tamam, çağımız artık iletişim çağı ve en az sürede en çok bilgi aktarımı gerekiyor çünkü zaman kıymetli ve genel olarak söylersek "time is money" ya da" vakit nakittir"

Durum böyle iken sms ve kısaltma ile iletişim çok mantıklı görünüyor. Ancak sorun şu ki iletişim olanakları arttıkça iletişim zorlaşıyor.
Evet vakit nakittir ve GSM operatörleri her saniye milyarlar kazanıyor.;-)

Aynı evde odadan odaya chat yapılıyor;-)
Kızımın cep telefonu nedense hep kapsam alanı dışında oluyor, fatura hemencecik tarafıma iletiliveriyor;-)

Neyse ben kaçayım msn de bi ark bişi sorcamış hade byeee
cu oki?
Kib
x
 
Sevgili dostum bayke,

Vallahi ömür adamsın. :D Ya bu Faulkner e ben çok şey borçluyum. Niye dersen? Bu adamı ilk keşfettiğimde, yerkabuğu henüz soğumamıştı. :D Eski radyolarımızı hatırlarsın elbette, birbirinden güzel söyleşiler yapılırdı.İşte yine böyle bir programda Talat Halman, Faulkner ı anlatıyordu.

Aradım bildiğim tüm kitapçılarda, hatta o sıralar İstanbul da yaşamadığımızdan sırf bu yüzden babaannemi ziyaret ettim İstanbul da, yok yok yokkkkkkk tu.

Kimse bu adamın kitaplarını tercüme etmeye yanaşmıyordu. Eee haklılarda, bu arada noktalama işaretleri falan da kullanmaz bu adam aynı zamanda...Büyük harfmiş, küçük harfmiş yok öyle bir şey zaman zaman yazılarında.

Baktım olacak gibi değil, ben en iyisi İngilizce öğreneyim dedim. Ve İzmir Amerikan Kültür Derneğine yazıldım. Sayesinde orayı bitirip iyi derece de İngilizce öğrendim.

Sonunda kitaplarını İngilizceden okumaya kalkışırken, İngilizceyi biraz daha iyi öğrendim.

Ve yıllar sonra kitapları Türkçeye çevrilmeye başladı. Türk okurları da bu adamı tanıdılar mı bilmem.Ben yine de önermiyorum bu adamı. :D

Konuları son derece uçuk olan bu adamın aslında kitapları sana göre olabilir bayke. İsa yı zenci yapar, onu hadım eder, akla mantığa gelmeyecek her türlü şeyi yapar yazılarında. Sayfalar dolusu yer okuduktan sonra cümleyi çözersin;

Bunu isteyerek yapmadın değil mi diye sormuştur oysa.... :D

Haklısın Alper cümlelerin uzunluğu yada kısalığı değildir onları anlamlı yapan.İçerik, içinde taşıdığı anlamdır bazı şeyleri anlamlı yapan.

Onun çok sevdiğim bir yazısından alıntıyla kapayayım şimdilik bu konuyu;

Zaman mı, zaman diye bir şey yok, konuşmalarda anlatımı kolaylaştırabilmek için biz insanoğlu zamanı böldük, onlara isimler verdik, mayıs gibi, nisan gibi, perşembe gibi.... Oysa zaman var olduğu andan itibaren bildiği hızıyla akmaya devam etti.....
 
İster istemez düşünüyorum, eğer olmuş olsaydı bizde mi şimdi yapılanlar gibi davranacaktık?
Kesinlikle!! Aslında "Şu Çılgın Teknoloji" ile "Toplumsal Bilinç" arası uçurum o dönemlerde bu kadar büyük değildi. O nedenle ben, eskiyle yeniyi karşılaştırmıyorum bile.. ;) O an neyse o!

Geçmişten gelen doğru ve düzgün Türkçe kullanmak alışkanlığını hala sürdürürken yeni dağarcığımıza giren kelimelere veya cümlelere karşı oluşumuzun nedeninde gerçekte ne var acaba?

Aslında zamane gençliği bunu pek iplemiyor.. Onlar bir yolunu bulup anlaşıyorlar. (Onu nasıl beceriyorlar, bilemiyorum. :p ) Tasası bize düşüyor.. Her halde bu yüzden:

[size=4]Konfüçyüs’e sormuşlar: “Ülkenizi yönetme imkanı size verilseydi işe önce nerden başlardınız?
Konfüçyüs demiş ki; önce dilimizi ele alarak işe başlardım, çünkü dil bozuk olursa iyi anlatamayız, düşündüklerimizi iyi anlatamazsak yapılmasını istediğimiz işler doğru dürüst yapılmaz, işler doğru, dürüst yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur, adetler ve kültür bozulursa, adalet terazisi çalışmaz olur, adalet terazisi çarpılırsa halk ümitsizliğe, korkuya kapılır, ne yapacağını bilemez. Böyle bir halkı idare etmekse çok zordur”[/size]

Aydın Engin, yıllar yıllar önce bir yazısında anlatmıştı. Avrupa'da bir toplantıya gitmiş. Ve Fransız Eğitim Bakanı kürsüye çıkmış orada. Demiş ki "Gelecekte iki sınıf insan kalacak: İyi eğitilmişler ve iyi eğitilmemişler." Bu iki konunun ne alakası var" diye sormayın. Çok alakası var. De mi Sevgili andante hocam? :wink:



eski -osmanlı- türkçesinde de "ve" bağlacı ve noktalama işaretleri olmadığı için cümlelerin uzun olduğu söylenir.

"ve" yerine "-u", "-ül" takıları falan vardı da, noktalama işareti olmadığı için cümlenin ne zaman bitmesi gerektiğini, bittiğinde ne yapacaklarını bilemiyorlarmış garibanlar. :p Yeni Türkçeye geçildiğinde ise epeyce bir süre, uzun ve ağdalı cümle kurmanın marifet olduğu sanılmış, ".ok yemenin arapçası" özellikle hukuk alanında uygulanagelmiştir.

levha olarak geldik bu dünyaya fasikül olduk ne mutlu fasikül olarak gitmeyenlere

"Ot gelip odun gitmek" diye bir deyim vardı. (Yoksa da ben uydurmuş olayım. :p ) Seninkisi daha iimiş. ;)
 
Üst Alt