Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

oteki' Alıntı:
--Bilmemek mutluluk
--Bildikçe bilmediklerimiz artıyor(bildikçe daha çok bilmiyoruz)
-- O halde; bildikçe mutluyuz. Neden, bilmediklerimiz arttığı için.

Bak iki kadehten sonra zihnim açıldı.
Bilgi çoğaldıkça bilinmeyen çoğalıyor fakat bu seferde bilmediğini biliyor insan al sana bi mutsuzluk kaynağı daha. En iyisi bilmediğini bilmemek... mi?
 
Pegasus,en son yazıma umarım kızmamışındır.
sana takılıyordum,valla bak.Yazarken yüzümdeki tebessümü görmediğin için belki yanlış anlamışındır diye düşündüm.Kırdıysam kusuruma bakma,arada yine kapışır barışırız belki:)
Tartışmanın en güzel yanı barışmaktır.

Şimdi senin soruna cevap vermek istiyorum.

Ben kendimi seviyorum,hemde çok.
Üstelik Kendini sevmek bana görebencillik değildir.Kendimi sevmek için bir mazeret aramam.
Birşekilde birbirimizle etkileşimlerimiz vardır.Hiç tanımadıklarımızla bile.

Mesela:
Ozon tabakasına en basitiyle kullandğımız deodorantlarla, zarar veriyoruz.
Ozon deliniyor ve dolayısıyla iklimler değişiyor,hiç görmediğimiz yerlerde mesela etiyopyada kuraklık yaratıyor.

Ve şu anda,etiyopyda bunları yazarken bile,insanlar açlıktan ölüyor.
Oysa bir etiyopyalıyı daha açlıktan öldürdüğümüz söylense ilk etapta''ben tanımadığım birini nasıl öldürebilirim''der hatta saçmalık der geçeriz.
Ama onları öldürenler işte böylece biziz.

Bu somut bir örnek.
Yeryüzündeki yıkımın Tanrının bir cezası olup olmadığını düşünürken vardığım buydu.

Nasılki bedende bir hücrenin yapısı bozularak olağandığı bölünüp çoğalmasıyla tümör oluşmakta ve ilerleyerek bedendeki diğer organlarıda etkilemektedir işte bizde kendi dünyamızdaki yıkıcılığımızla(önü alınamayan ego)diğerlerini etkileyerek hepimizin yıkımını yaratıyoruz.

...Bir kelebek kanat çırpsa dünyanın öteki tarafında fırtına olabiir...

Sonuç şudurki engelli engelsiz,hepimiz yalnızca toprağa döneceğiz.
Ve içimizdeki sular durulmadıkça asla mutlu olmayız.

Bunun ilk yolu ise kendini sevmektir.
Kendimizi sevmekse hatalarımızı nefretle içimize gömmek değil,bağışlamaktır.
Kendimizi bağışlamaksa bizleri yoksayanları bağışlamaktır.
Onları bağışlamaksa ,onlarında aslında en az bizler kadar korkularıyla varolmaya çalıştığını bilmektir.
Yada bunu yapamıyorsak bile en azından unutmaya çalışmaktır.

Kin ölümcül bir arı tarafından sokulmak gibidir....
Anonim.

Bir arkadaş zihinsel engellilere saldıranların üzerine nasıl yürüdüğünü anlatmıştı.Bende görseydim böyle bir şeyi,muhtemelen bende öfkeden aynı tepkiyi verirdim.

Ben engelli değilim ama yinede o zihinsel engelli çocukların yaşadığı sorunu bende yaşadım.

Kesinlikle o olay herşeyiyle insanı dehşete düşürüyor ama yapmak istediğim asıl şey kıyaslama.
Zihinsel engelli çocuklar kendilerini koruyamayacaklardı.peki.
Ben i rahatsız edip üstüme yürüyen kişi nin karşısında (ki bunu yapacaktı)ben kendimi koruyabilecekmiydim?
Benim engelli olmamam neden bana saldırmalarına engel olmadı?

Peki AYNI sorunu yaşamadığımız halde,nasıl AYNI şiddete nasıl maruz kaldık?
.....

İşyerinde arkadaş çevresinde sözünü geçiremeyen güçsüz biri,evinde aslan kesilir.Karısını çocuklarını döver.Çünkü kendinden daha güçsüz olduğuna inandığı insanın yanında artık güçlü olduğunu hissetmektedir.
Evet,o çok öfkelendiğimiz insanlardır cehennemi yaşayanlar.
Şiddet gören çocuk,hayvanlara acı çektirir.
Yetişkin olduğunda ise,insanlara.
Başka bir yol bilmez çünkü gördüğü şiddeti yansıtmaktadır.

Bir sorunun içinde debelenip yıkımına oynamak kadar gökyüzünün maviliğine, bakmak .
Seçim bizim..
 
Bilmediğini bilmemek…
Bilgiden yoksunluk demek…
Öyleyse yoksunluğu aşmak için
Bilgilenmek gerek…

Bilgilenmek bilenle bilinmesi
Gereken arasındaki bir oluşsa
Oluş sonsuzluk demek…
Sonsuzlukta mutlak bilgi yoksa eğer
İnsan hep yolda demek…

Yolda olmak kendini arayışsa
Ben mutluyum demek…
 
Sayın Bayke, akşam, rakı+balık, dostların arasında olmak, seni alıp götüren müzikler (o an her müzik etkili olur ya), muhabbet ve olabilirse bir de güzel manzara(deniz olabilir). Bunların insan üzerinde yaptığı etki. Her halde atom bombasından daha etkili bir kimyasal formül oldu. Bu formülün insanı ne kadar değiştirdiği (güzelleştirdiği), açıklanması gerçekten zor bir konu.

Diyeceksin ki bu anlatılmaz, ancak yaşanır. Ben de tabi bir şey diyemeyeceğim. Beni bu kadar zorlama…

Bu yazdığın bir Çin atasözünü anımsattı; orada bilmediğini bilmemek en alt kategoriydi. Bir üstte de bilmediğini bilmek var. Bu daha güzel gibi. Bilmediğini bilmeyip mutlu olmaktansa, bilmediğimi bilip mutsuz olmayı tercih ederim.

ESİLA DEMİŞ Kİ:

Şu an bildiğimiz doğrular,toplumsal dinsel vb.. şartlandırmalarla şekil almıştır.Benim doğru dediğim bir diğerinin durduğu yerde yanlış olabilir.
Tabi evrenin değişmez yasaları vardır ve onlar durumlarla değişmez,sabittir.
Güneş doğudan doğar,batıdan batar..DOĞRUDUR.
Tersi dünyanın sonudur..Kimse aksini söyleyemez.
Başkalarına zarar vermek,onun emeğini sömürmek YANLIŞTIR.kimse aksini söylemez.

Aslında bu son söylediğin DOĞRUDUR dediklerin bile; nerde durduğunla ilgili göreli doğruluğu olan şeyler. “güneşin doğudan doğduğu” sen dünya merkezli düşündüğün için öyle. Dünyadan baktığın için, farklı bir gezegende farklı şeyler düşünürdük. Ayrıca dünyanın sonu olması her şeyin sonu demek değil (sadece bizim sonumuz). Büyük olasılıkla farklı bir şeyin başlangıcı olacaktır o. Çalışan işçinin emeğinin sömürülmesinin yanlışlığı. Proleter bir bakış açısıyla doğru. Ama kapitalizme inanmış karını maksimize etmeye çalışan bir patron için artı değerin, her bir marjinal faydasını (karını), sermayesine eklemeyip, işçiye aktarması kendini yok etmeye çalışması demek. Onun doğrusu bizim doğrumuzun tam tersidir.

Diyeceksin ki hiç mutlak doğru yok mu? Aslında kabuller vardır. Anlaşabilmemiz ve iletişim kurabilmemiz için bunlar şart. Su yüz derece de kaynar. (aslında bu şu şu şartlar altında kaynar anlamına gelir.) ahlaki değerler anlamında tartışılabilir. Mutlak doğrular belki. Bir çok insan için doğru ahlaki değerler bir başkası için, bir başka toplum için, bir başka zaman diliminde, doğru olmayabilir. Ama zaman içinde, toplumsal değerlerin evrimi ve gelişim sürecinde ortak doğrular da oluşmuştur. Masum bir çocuğun öldürülmesini hiç kimse haklı görmez. Bunlar süzüle süzüle gelen doğrulardır. Ama ilk çağlarda protein kıtlığı dönemlerin de çocuk öldürmelere rastlanır.
 
Senin dediklerinden yola çıkarak birkaç soru sormak istiyorum.

Birincisi;

Belki güneşin doğması da bir yanılsama? Yani nesnel doğrular yoksa ben her şeyi kendime göre yorumlayabilirim. Örneğin, bir sabah kalktım. Her yer kapkaranlık. Bir telaş… Bir telaş… Allahallah! Ben kör mü oldum acaba?

Öyleyse, bilim nedir?

Çalışan işçinin sömürülmesi ile ilgili olarak;

İkincisi;

Bir adam tanırım. Çevresiyle hiç ilgilenmiyor. Dünya umurunda değil. Neden dersen, onu iyi tanırım. Kendi dünyası var. Senin benimkini ne yapsın?

Böyle bir sonuç ortaya çıkıyor.

Buna ne dersin?

Üçüncüsü;

Ahlak bir buyruklar demetidir. Asla temellendirilemez. Temellendirilemeyen bir olguyu neden temel alıyorsun?
 
ESİLLA'ya hiç girmiim o kafasına estiği gibi konuştuğundan ESİLLA demişler zati .
Benim muhabbetim hiç çekilmiyo dii mi? Hemen sulandırıyom mevzuyu. Allah için bu ESİLLA'yı ilk defa duydum. google'ye girip baktım Almanya'da bi düğün salonu çıktı. http://esilla.de/home.html
Olacağı buydu zati baktı lafla peynir gemisi yürümüyo amcam düğün dernek olayına girmiş :)

Bak bugünkü sabah gazetesinde Erdal Şafak köşe yazısını nasıl sonlandırmış.
http://www.sabah.com.tr/yaz08-40-125.html
...
Endülüslü İbni Rüşd'ün yüzlerce yıl sonra dirilttiği büyük "sofist"lerden Protagoras'ın felsefi sisteminin temelini hatırlamak yeterli: "İnsan her şeyin ölçüsüdür."
Yani "Sen nasıl neye inanıyorsan doğrudur, ben neye inanıyorsam doğrudur. Çünkü mutlak bir erdem ölçüsü yoktur."
Ben bu protagorası sevdim abi az ve öz konuşmuş.
 
İnsanın kendi doğruları ile yaşaması demek, dünya böyledir demekle aynı şeydir. Bu dünya benim dünyam ise, herkesin de kendi dünyası var demektir.

Öyleyse, herkesin dünyası dünya ise, bu dünyalar çokluğunu içine alacak bir dünyadan daha söz etmek gerek. Ortak bir dünya varsa, ortak doğrular da var demektir.
 
bu başlığın altınada ne gitti ya ret etmek sanemcim saten son zamanlarda çok farklı konumlar alıp değişmesine rağmet okumaya çalışıyodum ama bu ratden sonra üzgünüm..
 
Bu sabah Boğaziçi köprüsünü görmenizi isterdim sabahın ilk ışıklarında.

Anadolu yakasından, Avrupa yakasına hergünkü geçişimde sabahın ilk ışıklarını orada yakalamanın derin keyfini yaşamanızı isterdim.

Bu sabah farklıydı. Uzun zamandan beri görmediğim bir doğa harikası şeklindeydi. Kocaman bir sisin içinden geçtik hiç bir yer görünmüyordu.

Altımızda ne boğaz, çevremizde boğazı süsleyen o tek tük kalmış köşkler ...hiçbiri yoktu.

Şehir sanki kendi adına bir red ediş yaşıyordu. Neyi red ediyorsun ey efsunlu kent diye aklımdan geçirmedim değil. Neleri görmek istemiyorsun?

Nelerden sıkıldın?

Parke taşlarında sıcak yaz yağmurlarının küçük sellerinin getirdiği eski çivileri toplayıp satan çocukları göremeyişinin red edişimi mi bu?

Her çiviyi buluşlarında alacakları yeni kavrulmuş leblebinin taze frapan kokusunun gözlerindeki neşesinin kayboluşu mu?


Hani özenle işlenmiş taş duvarların üstündeki yazın ortasının geldiğini yemişini koparırken anladığımız incirleri mi aramaktasın?

Yoksa trak trak seslerle sanki sokağı ritme boğan yanlarındaki sebze küfeleriyle arnavut atları mı?

Sarı yı mı özledin ey efsunlu kent? bu mevsim sararır leblebi tozu gibi olurdu.......

Kentlerin bir cinsiyeti vardır, ve nedendir bilinmez bana kadın gibi gelir İstanbul....

Benim de isyanım var biliyormusun?

Yeni yetme sevdalara yelken açtın !!!!

Uzun zaman önce rujun bulaşmaya başladı erkeklerinin gömleğine iz bırakan sokak fahişesiymişcesine.......

Yar olmayacaktın bağrındakilerine ve nefes aldığın yaşam alanında kendine öz kültüründen uzak olanlara....

Sapla saman karıştı mı susmaktır herşeyi anlamlı kılan.

Sesler yine dökülür ağzımızdan, kelimelere dönüşür, kelimeler cümleler olur anlarız yine birbirimizi.

Sisin ardındaki duygular bu muydu İstanbul için, bir utancı yada red edişi mi yansıtıyordu, nasıl algılarsanız algılayın. Benim içimde İstanbul la birlikte kocaman bir kargaşa oluştu bir kaç gündür, bu sebeple o sis bana öyle güzel gözüktü ki....
 
Sana Andante yerine Sanem demek istiyorum sevgili öğretmenim,

Bırak böyle sesleneyim sana,

Çünkü biz sanal aleme can verdik, kan verdik, tanıdık birbirimizi.

Evet, bu site başka siteler gibi değildi.

Çünkü amaçlar ortak, dertler ortaktı.

İnanç, ideallerimiz değil miydi?

Bu sabah, başlığı yine görünce içimde beyaz güller açtı.

Biraz önce bir kitabı arıyor, bulamıyor, sinirleniyor, odanın içinde dört dönüyordum.

Senin içinden dökülenleri okuyunca,

Duruldum birdenbire…

Yazdıklarından şuleler yükseliyordu gökyüzüne…

Sonra da ağzımdan dökülüveren sözcükler…

“Anlarız ya, “ dedim Sanem.

Çünkü sınır dostluktur…

Her şeyi gören,

Her şeyi bilen bir dost bulmak kolay mı öyle?
 
:x Benim şiirim silineceğine, şu iç bükey kafatasına doldurulmuş kavram salatası misali kitap ısırıkları yok olsaydı ya bu sayfadan.

Red etmekse yeni açılımlara sebep olan.. Çekip gideceğim börtü böceklerin arasına, istasyonda çok bekledim, inen yok.

Ben bu başlığı da bir kenara yedekliyeyim.

İşte güme giden yazım:
ATLA TRENDEN USTA!

Pencerede ne görüyorsun usta
Hızla geçiyorsun içinden o resmin
Hızla geçiyorsun raylar üzerinde
Pencerede ne görüyorsun usta

Dün daha fazlaydı yaprakları
Şeftaliyi budadı Hüseyin
Sonbahar geziyor usta
Yollara serilecek aşkım
Kızıl kahverengi saçlarıyla

Uyan usta dalıp gittin o resme
Uzadıkça pencerende çizgi çizgi
Biz düşler ortasındayız
Labirent ortasında değil



6659-Kids-jump-on-Toy-Train-0.jpg
 
Yaw Tırtılcım , sen de biliyorsun mesaj bölerken , böldüğün kısımdan sonraki mesajlar tümüyle gidiyor. Sen şiir " şu iç bükey kafatasına doldurulmuş kavram salatası misali kitap ısırıkları" arasında kaynadı :wink:
 
Sema' Alıntı:
Yaw Tırtılcım , sen de biliyorsun mesaj bölerken , böldüğün kısımdan sonraki mesajlar tümüyle gidiyor. Sen şiir " şu iç bükey kafatasına doldurulmuş kavram salatası misali kitap ısırıkları" arasında kaynadı :wink:

Bir daha olmaz inşallah Sema
Susmak istiyorum Sema
Susarken de çığlık atmak istiyorum bomboş tiyatroda
Çığlık atayım ama yankı yapmasın!
Çığlık atarken bebişler uyanmasın!
Yürürken ayaklarım yere değmesin istiyorum.
Konuşurken ses tellerim titremesin!

Beni anlıyorsun değil mi Sema...
Aksi taktirde kendimi cezalandırmak zorunda kalacağım.
 
iyiki hatırlattın sanem.
doğru reddedilmek...hayata bakış açım uzuuuuuuuunnnn zaman önceki reddedilmelerimle değişti.hoş habire redddildim ya.orasını hiç zikretmiyim en iyisi.

reddedilmektir insanı kendi yapan bence.reddedilmektir insanı ilim irfan sahibi eden, bilgi denilen kaosun içine sürükleyen, inadına yaşamaya, inadına tuttuğunu koparmaya teşvik eden.

inat olur adı belli bir zamandan sonra.inada dönüşüverir.bir de bakarsınki hırçın biri oluvermişsin.herşey arapsaçına dönüvermiş.gel de çık işin içinden.bilgi insanın başına dert açar fazla olduğunda.beyninde yer bulamazsın öğrendiklerini koymaya ve insanlara aktamak istersin.
bu sefer haddini bildirirler bazen "ukala" diyerek.
bu birde aşkına sıçradığında, hele de deponun bilgi dolu olduğunu gördüğünde yine reddedilmeyi tadarsın ve hoooopppp yine başa dönüverirsin.
kısır döngü değil midir herşey..........
 
Son zamanlarda hemen hemen her yeri istila eden " İstanbul hiç bu kadar....." diye başlayan reklamlara gözüm takılarak, bu reklamlarda anlatılmak istenenlerin tamamiyle dışında kalan İstanbul daki yaşam beni de bir hayli yormaya başladı.

Önce tam Taksimin göbeğinde, oturduğum arabanın camından çantamı almaya çalışan kapkaçcı sayesinde çantasını bir türlü vermek istemeyen kadınların duygularını öğrenmiş oldum.

Bırak alsın, senden daha değerli değil diye düşünürdüm yerlerde sürünen kadınları gördüğümde. İnanın bu hiç akla bile gelmiyormuş. Sadece içgüdüsel bir tepkiyle, yada refleks diyelim ne yaptığının farkında bile olmadan kendini ve sana ait olanı koruma içgüdüsüyle yapılan istem dışı bir tepkide kendini fena halde kötü hissediyorsun.

Gerçekten İstanbul hiç bu kadar pisliklerle dolu olmamıştı diye geçiriyorsun aklından.

Ya da yarım saatte gidebileceğin bir yere delik deşik olmuş yollar nedeniyle bir buçuk saatte gittiğinde; İstanbul hiç bu kadar sahipsiz kalmamıştı da diyebilirsiniz.

Neyse komik şeyler de oluyor bu şehirde. Hatta red ettiğiniz yada kabul ettiğiniz şeyler yer bile değiştirebiliyor. Kesin bir çizgi yok artık red etmek yada kabul etmek arasında.

Burda daha önce bir hırsızlık olayından söz etmiştim, belki hatırlarsınız; hani arkadaşım Nihal in hırsızı gördüğü anda sesini çıkaramadığı zaman, hırsızın sinirlenip " Tamam tamam anladık gidiyoruz işte" dediği o olayı.

Bu neymiş kiiiiiiiii :D

Benim canım arkadaşım başından geçen bu olayı bir başka arkadaşına anlatırken, aynı bu cümleyi kullanıyor arkadaşı;

Bu ne ki Nihal???

Gece yarısı uykusunu bir telefon bölüyor. Telefondaki ses aynen şunları söylüyor;

Alirıza bey ben sizin doktor arkadaşınızın evine giren hırsızım.

Siz olsanız ne yaparsınız bu durumda? Alirıza bey de şaşırıyor ve telefona bakıyor numara doktor arkadaşının. Kendisini işlettiğini sanıyor ve telefondaki ses konuşmaya devam ediyor.


Kendisiyle dalga geçildiğini düşünen Alirıza bey malum cümleyi söyleyerek kapatıyor telefonu.

Ama bizim hırsız için durmak yok. Cep telefonun rehberinden doktorun kardeşinin numarasını buluyor ve onu arıyor.

Ya kardeşim, demin Alirızayı aradım bana inanmadı.

Bu cümlede ben koptum arkadaşlar. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. neyse, devam edeyim;

Ben kardeşinizin evini soymaya girdim ve bu telefonla bir evrak çantası aldım. Ama siz Malatyalıymışsınız. Ya Malatyalı Malatyalıyı soymaz.Şimdi bana bir yer söyleyin ve aldıklarımı size geri vereyim.

İster inanın ister inanmayın olay aynen böyle. Ya ben bu ülkeyi gerçekten çok seviyorum. red ettiğim bir çok şey olmasına rağmen red ettiklerimle bile bana bazen öylesine sevimli geliyor ki, ne yapacağımı hatta bazen ne düşüneceğimi bilmeden bir kabulle seviyorum bu ülkeyi de insanlarını da.

Bir hırsız tüm haftamı tebessümle geçirmemi sağladı ya, helal olsun!!! ne diyeyim :D

Not; bana Sanem diyebilirsin sevgili kardelen. herşeyden önce bu ben im. Ve adımı çok severim. Seni de seviyorum. Hiç sakıncası yok.
 
Sevgili Sanem,

Nihayet sayfamızın yüzü güldü. Sayfanın demiyorum. Sayfamızın diyorum. Çünkü içinde sanat sözü geçen her şey beni cezbediyor.

Bu sayfaya yazı yazmamın birinci nedeni budur.

İkincisi beni anlayabilecek senin gibi dostlar olduğuna inanıyorum.

“ İstanbul hiç bu kadar… “ diye başlayan reklamlara benim de gözüm takılıyor. Reklamlar, günümüz insanının beynini yıkamak için kullanılıyor.

Ben de şöyle demek isterdim.

İstanbul hiç bu kadar ucuza peşkeş çekilmemişti. Galata’yı yıkıp yerine kocaman alışveriş merkezleri kuracaklar. İstanbul’un tarihi dokusunu zedeleyecekler.

“ Kesin bir çizgi yok artık red etmek yada kabul etmek arasında demişsin ya… "

Birden aklıma benim de geçmiş düşüverdi.

Üniversiteli yıllarımda ateşli bir feminist sayılırdım. Kadınlara verilen rolleri kabul etmiyor, tek başıma gecenin karanlığında Galata’yı gezmeye bile cüret edebiliyordum. Hele hele üniversiteyi bitirip bir devlet memurluğuna kapağı atınca, o memurluğun tek tüze yaşamı ve alışkanlıkları içimdeki coşkuyu iyiden iyiye depreştiriyordu.

Memurlar… Mesleklerinin solukluğu yansımıştı yüzlerine. Adeta makinalaşmışlardı.

Birgün arkadaşlara iş çıkışında sinemaya gidelim dedim.

Çoğumuz bayandık. Evli olan yoktu içimizde. Yani sorumluluklarımızda. Fakat hiçbirinin yaşamı kendi ellerinde değildi. Çoğunun yaşı otuzu geçmesine rağmen memurluğun köhne tutsaklıkları kişiliklerine yansımıştı. Red edildim.

Hiç umurumda değildi. Ben kendime yeterim dedim. İş çıkışı sinemaya gitmeye karar verdim.

Gitmeyi istediğim film “ Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği “ adlı filmdi.

Saat yedi matinesine bilet aldım.

Sinema salonuna girdiğimde altı yedi kişi vardı. Genç bir çift dışında hepsi erkekti.

Film hakkında hiçbir fikrim yoktu. Film Thomas’ın ( Daniel Day Levis ) hareketli cinsel hayatıyla başladı. Başladı başlamasına ama o kareler bayağı uzun sürdü. Önümdeki sırada oturan bir izleyici dönüp dünüp bana bakmaya başladı. Filme bir türlü dikkatimi veremiyordum. Adam gözleriyle taciz ediyordu sanki. Sinirlerim bozuldu. Daha fazla izleyemedim filmi. On beş dakika sonra sinemadan çıktım. Eve doğru giderken, sokaklar üstüme üstüme geliyor, ellerim ayaklarım tutmuyor, bir yaprak gibi titriyordum. Yanaklarımdan yaşlar boşanıyordu. Ağlıyordum.

İşte o filmi geçen gün CNBC-E’de seyrettim.

Milan Kundera… Kitabını okumadım. Filminden çıkarttığım sonuç, bireyi topluma, kendine ve ürettiği ürüne yabancılaşması filmin temasını oluşturuyor.

Film’de bazı yerlerine katılmasam da, özellikle karakter yaratma da çok başarılı Kundera. Filmin kadın oyuncusu Juliette Pinoche ( Tereza) karakterinde kendimden şeyler buldum.

Onun gibi bana da ağır geliyordu yaşam. Hiçbir zaman yaşamı hafife almayı beceremedim.

Şimdi… Şunu anladım.

Toplumun yüklediği rolleri red etmek… Çelik gibi bir yürek gerektiriyor.

Nietzsche gibi, bir deste kibriti yakarak, göz kırpmadan, öylece tutmak gerekiyor avuçlarında.

Aslında kesin bir çizgi var red etmek ve kabul etmek arasında.

Nietzsche der yine…

Kim silecek bu kanı üstümüzden? Su var mı arıtacak bizi?

İnsan Platon’un mağarasında kendi idealarıyla yaşadığı sürece o kirli ırmağın içinde kaybolup gidecektir.

Red etmek için bedel ödemek gerekiyor. Fakat doğruları dinlemek de cesaret işidir. Galiba ihtiyacımız olan bu.

Diyojen İskender’e :

“ Pekala! Senin küplere bindiğini ve özgür olduğunu biliyorum. Beni öldürmek için gereken olanaklara ve hukuki yaptırım hakkına sahipsin. Peki, ama benden hakikati duyacak cesareti gösterecek misin, yoksa beni öldürmek zorunluluğunu hissedecek kadar ödlek misin?” der.

Benim bu konuşma tüylerimi diken diken etti.

Red etmek için, kararlı olmak ve sonuna kadar gidebilmek…

İşte o zaman dünya kirlerinden arınıp temizlenecektir.
 
Biri Diyojenmi dedi.............:)

En doğru yapılan iş doğaya uygun olarak yapılandır, en mutlu insan da doğaya uygun olarak yaşayanıdır...
 
Sorular cevap bulabilmek içindir, aynı sorunun yıllardır tekrarının yaşanmasında ki bunalımdayım......

En fazla işittiğiniz ve cevabının hala bulunamadığı soru sizce nedir?

43 yıldır "ne olacak bu memleketin hali ? " sorusu benim için sorduğum soruya yanıttır.Hemen hemen her evde, her köşe başında karşılaştığımız olaylar sonucunda bu soruyu soruyor, yanıtlarını çok farklı mekanlarda vermeye çalışıyoruz.

Bir bayram gezisinde bayramlaşmaların klasik " eski bayramlar da ne farklıydı..." cümlesinden sonra kimsenin hoşnut olmadığı, ama hoşnutmuş gibi gözükmeye özenle devam ettiği muhabbet bu soruyla tıkandı kaldı.

Artık bundan sonra yol ayrımlarının bol miktarda gözükeceği düşüncelere sıra gelmişti.Türklerin uzmanlığı arasına siyasi kimliğimizi de artık koyabilirim diye düşündü süt mavi kazaklı kadın.....

(Bu süt mavi kazakta nerden çıktı diye sorularınız varsa acele etmeyin, galiba bunun bir anlamı var, birazdan açıklanacaktır.)

Dikkati çekmenin yolu, bilginin yanında sesini de doğru kullanabilmektir. Bizler naif, kendi halinde seslerden pek hoşlanmıyoruz, ya da ciddiye almıyoruz, yüksek ses, hatta tokat gibi çarpan bir ses tonu inanın etkili oluyor.

Süt mavi kazaklı kadın, bu ses tonuyla ürkse de, söylenen sözlerin doğruluğu karşısında bir şey diyemedi. Ama karşısındakiler ise bu ses tonuna sahip adama tapar gibi bakmaktaydı. Konuşmalara katılmayı da asla aklından geçirmedi süt mavi kazaklı kadın. Sesini duyan olmaz dı zaten, ve bir de doğrular söyleniyorken cümleleri bölmenin gereği yoktu. Bir arada korkarcasına konuşmaya katıldı.....

"Küçük bir ilave de bulunmak istiyorum sadece, kavramlar birbirine karışırsa ben kendimi kötü hissediyorum. Lütfen, medeniyet ve teknolojiyi aynı anlamda kullanmayalım" dedi cılız sesiyle....

Devam edebilme cüretini de gösterdi süt mavi kazaklı kadın;

"Üzerinde yaşadığımız toprak, yani Anadolu; herkesten önce bir çok medeniyetin merkezidir. Bugün Avrupa da medeniyet var gibi gözükse de bu Anadolunun sahip olduğu medeniyetlerle boy ölçüşemeyecek kadar cılız kalır ama teknoloji derseniz, onun olağan üstü varlığı sayesinde çok farklı bir yaşam var gibi gözükmektedir.

Sahip olduğumuz medeniyete teknolojiyi ekleyebilirsek herşeyin farklı olacağına inanıyorum " dedi.

Ortalıkta dolaşan o odanın süsü 7 yaşındaki bir çocuk tüm engellere rağmen sonunda süt mavi kazaklı kadının oturduğu koltuğa kadar gelebildi. Ve büyük bir gayretle süt mavi kazaklı kadının yanına yerleşti.

"Aman ne yapıyorsun, rahat bırak kadını "sözlerine aldırış etmeden süt mavi kazaklı kadına o müthiş sorusunu sordu;

" Sen Türkmüsün?"............... :D

Soru şaşırtıcıydı. Cevap çok kolay olmasına rağmen 7 yaşında bir çocuğun bu soruyu sorabilmek için kafasına nelerin takılmış olabileceğini düşünürken cevapta gecikti ama cevapladı sonunda.

" Evet Türk üm tabii !!!"

Süt mavi kazaklı kadın 7 yaşındaki kıza sordu bu sefer;

" Neden bu soruyu sormak ihtiyacı duydun ? "

"Kazağının rengi ne güzel, kimsede böyle bir renk görmedim, yabancılar giyer dedim bu rengi...."

Yaşamımda bir çok kez aynaya baktım doğal olarak, ancak ciddi ciddi kendimi iki kez inceledim. Biri 16 yaşımda biri 43 yaşımda...

16 yaşındayken ilk kez ciddi bir şekilde aynaya baktıktan sonra aslında hiç bir anneye sorulmayacak soruyu sormuştum;

" Anne ben güzelmiyim ?"

Eve geldiğimde de süt mavi kazaklı "ben" e baktım ve kendime sordum.

Ulusların rengi varmı acaba varsa Türk ulusunun rengi nedir ?

İçimden siyah demek geliyor ama ..........................
 
Sevgili Sanem,

“ Sorular cevap bulabilmek içindir, aynı sorunun yıllardır tekrarının yaşanmasında ki bunalımdayım...... “ demişsin. Evet, insana acı veriyor bu durum. Demek ki, bir adım ilerleyememişiz. Geçmiş, gelecek ve değişim.

Ne yazık ki, okumuyoruz. Okumadığımız için, sorgulamıyoruz. Sorgulayamadığımız için içimizdeki cevherleri ortaya çıkaramıyoruz.

Onun için hep konuşuyoruz. Konuşuyoruz. Kendimize ait öznel fikirlerimiz olmuyor. Hep başkalarından öğrendiklerimizi beynimize kopyalıyoruz.

Bir kere tarih bilincimiz yok. Tarihimizi bilmiyoruz. İkincisi aydınlanma nedir? Aydınlanma nasıl başlar? Dünyada aydınlatmayı başlatanlar kimlerdir? Bunların doktrinleri nelerdir? Sadece okuldan öğrendiklerimizle yetiniyoruz.

Ben bunları söylerken bir yandan da kendime soruyorum. Çünkü ben öyle yapmışım.

Biliyor musun “ 43 yıldır ne olacak bu memleketin hali” diyen ve tartışanları ben de çevremde görüyorum. Her sabah iş yerinde bunlar konuşulur bizim. Ama o insanlar, o konuşan, o hep eleştiren insanlar Türk Telekom satıldığında, dışarıda grevler olurken, içeriye nasıl gireceklerini düşünüyorlar. İçerden müdür telefon ederek içeriye çağırdığında arka kapılardan bir gölge gibi korkarak, duvar diplerinden süzülerek içeriye süzülüyorlar. Bu davranışlarıyla “ Ne olacak bu memleketin hali “ demeye hakları bile yok. Ama en çok onlar soruyorlar. En çok onlar konuşuyorlar. Sence neden? Sorun ne? Sonra da akşam saat altıda kapılardan çıkarken yuhalanıyorlar. Ama yine de utanmıyorlar. Utanma duygusunu yitiren bir insan neyi başarabilir ?

Sorun ne? Bence insanın kendine şu soruyu sorması gerekiyor. “ Ben yaşamımı nasıl kurgulamalıyım ki, hakkıyla bir yaşam sürdürebileyim? “ “ Yaşamın anlamı ne? Niye dünyaya geldim “ sorusunu sormadığı zaman insan sadece küçük burjuva olarak kendi öznel çıkarlarını düşünüyor. Yaşama bütünsel olarak bakamıyor. Bilmiyor ki, içeriye girerek belki gününü kurtarıyor. Ya gelecek? Gelecek orada benim gibi içi kanayarak, bir umut ışığı, bir parıltı görmek için bekliyor… Bekliyor…

Bayramlar… Biz dostlukları bile unuttuk. Eskiyi aramak nostalji yapmaktır. Geçmişe ahlayarak, puflayarak bakmak, geleceği yaratmamaktır. Önemli olan, geçmişten dersler alarak geleceği kurmaktır. Heyhat! Geçmişin izlerinden kurtulmak kolay mı öyle? Geçmiş, kimi zaman insana halen yaşadığını, halen soluk aldığını duyumsatır insana. Oysa, değişim eski olmama hali, sürekliliktir.

Geçmişi anmak, yaralarımızın sarılmasıdır. Geçmiş, bir bakıma çelişkilerimizle yüzleşerek geleceği yaratmak için pusulamızdır. Belki de onun için arıyoruz geçmişi.

Sesler… Beni dingin insanlar çekmiyor galiba. Ben öfkeli, coşkulu insanları seviyorum. Çünkü, o coşkuda, bir heyacanı, bir arayışı, bir oluşu görüyorum. Belki de bir ideali. Belki de sanatı bu yüzden seviyorum. Çünkü, sanat bana Gorki’nin şu sözünü anımsatıyor hep.

İnsan dört ayağı üzerinde sürünmekten kurtulduğu zaman, ona baston olsun diye ideali armağan etmiştir. “

Evet, bir sanat eserinde ideal olan bir davranış ile karşılaştığımda kanım donuyor. Çünkü, ideal olan insanın üretkenliğini, tasarım gücünü gösteriyor. İşte o zaman ben estetik bir özne oluyorum. Değişiyorum. Sanatla arınıyorum. Sanatla özdeşleşiyorum. Çünkü, sanat bana daha iyi bir dünyayı var etmeyi gösteriyor. İşte bu yüzden estetik nesne olan eserleri okurken büyüleniyorum. Bu nasıl bir duygu? Bu nasıl bir his? Sanatla yaşamı yeniden kurgulamak… Sanat, bir yağmurlu günde doğan güneş gibi içimi ısıtıyor. Sanat, gecenin karanlığında kuzey yıldızı sanki… Yolumu gösteriyor. Sanat, uçsuz, bucaksız bir gökyüzü gibi. İçine çekiyor beni. Ben, sanatla yoğrulmayı, sanatla söyleşmeyi seviyorum. Sanat, yaşamlar yaşamı. Benim için en güzel olan. Ya bu duyguyu tarif etmekte zorlanıyorum. Aşk gibi bir şey… Aman Tanrım! Gılgamış Destanı’nı daha önce niye okumamışım! Aman Tanrım! Homeros’u niye tanımakta bu kadar geç kalmışım! Öyle çok “ Aman Tanrım diyorum ki…

Ben konuyu dağıttım galiba. Nerden geldim yine sanat olgusuna?

“ Dikkati çekmenin yolu, bilginin yanında sesini de doğru kullanabilmektir. Bizler naif, kendi halinde seslerden pek hoşlanmıyoruz, ya da ciddiye almıyoruz, yüksek ses, hatta tokat gibi çarpan bir ses tonu inanın etkili oluyor. “ demişsin.

Bak ! bu sözün bana neyi hatırlattı. Bilgi ve inanç. Malcolm, bu konuda şöyle der: “ Bildiğimizi söyleyip söyleyemeyeceğimiz kısmen de, kendinizden ne ölçüde emin olduğunuza bağlıdır. Eğer X’in doğru olduğu konusunda güvenimiz eksikse, o zaman diğerleri X’in doğruluğunu bilmelerine rağmen, X’in doğruluğunu bildiğimizi söyleyemezler. Çünkü, kendine güven duyma, bilginin zorunlu koşuludur.” Bence bu önemli. Çünkü, retonik de bir sanattır. Evet, sesi kullanma ve fonetik insanlar üzerinde çok etkilidir.

Senin yazdığın bu küçük diyalog şunları düşündürdü bana.

Sanılarımız… Bizlerin, tanıyalım, tanımayalım ne olduğunu bilelim, ne olduğunu bilmeyelim iyi ya da kötü o kadar çok sanımız var ki… Bunlar bilgi bile değil. Bu neden kaynaklanıyor sence?

İkincisi, güzellik… Güzel nedir? Çirkin de bir güzel midir?

Üçüncüsü, ulusların rengi var mıdır? Renklerin dili özneldir. Tabii ki, bir genelleme yapılamaz. İnsan, niye dünyaya geldiğini çözdüğü gün, bil ki, o renk hep aydınlık olacaktır. Dünyayı kirleten yine insan… Dünyada savaşları çıkartan yine insan… Dünyada insanları kategorize eden yine insan… Öyleyse gel kulak verelim Yannis Ritsos’a.

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçların altında söylenen sevda sözleridir barış.

…. Barış sıcak yemeklerden tüten kokudur
akşamda
yüreği korkuyla ürpermediğinde sokaktaki
ani fren sesi
ve çalınan kapı, arkadaşlar demek olduğunda
sadece
Barış, açılan bir pencereden,
Ne zaman olursa olsun
Gökyüzünün tek bir yürek olan çanlarıyla
Bayram günlerini çalan gözlerimizle.
Barış budur işte.

Çok uzun bir şiir. Ama sevdiğim bir şiir. Sanatla insan buluştuğu gün inan, tüm ulusların rengi beyaza dem vuracaktır. Siyah mı? Öyle bir renk var mıydı?
 
SHOW MUST GO ON





Uzun zamandır ihmal ettiğim sayfam benim.......

Kimbilir belki de okul duvar gazetesi için Freddie Mercury yazı dizisini hazırlıyor olmamış olsaydım daha uzun bir süre unutmaya devam edecektim.

24 Kasım tüm eğitimciler için önemli bir tarih olmasına rağmen, ben özel günleri pek sevmediğimden bu öğretmenler gününü de pek sevmem. Ama bu tarih benim için ayrı bir önem taşıdığından hiç unutmadığım tarihlerden biridir.

Queen topluluğunun bir numaralı adamı Freddie Mercury in ölüm günüdür bu tarih aynı zamanda.

İşte bu yazı dizisini hazırlarken diğer taraftan onun muhteşem sesiyle şarkılarını dinleme esnasında GÖSTERİ DEVAM ETMELİ şarkısını dinlerken hatırlayıverdim sayfamızı.

İnanılmaz sesiyle içindeki tüm içten duygularla büyük bir haykırışı çağrıştıran olagan üstü bir şarkı bu.

Bir red edişin en güzel melodisi........

Evet gösteri devam etmeli diyorsunuz şarkıyı dinlerken, ne pahasına olursa olsun, her şey anlamsızlaşsa da, hiç bir şey eskisi gibi gözükmese de bunlar geçici, bir yanılsamadan ibaret gördüklerin ve yaşadıkların...

Çünkü zaman bildik hızıyla akmaya devam ediyor, ve bu akan zaman içersinde yapacakların var, hadi kıpırdan artık, derin bir soluk al ve devam et gösterine.....

En son anına kadar hayellerinin peşinde koşan ve hayellerini gerçeğe dönüştüren bu adamı seviyorum.
 
Konu çok ilgimi çekti vaktim çok az ,bir kaç cümle yazayım şimdilik.Bu konudaki tüm paylaşımları okumadım henüz.Ben sadece bu konudaki düşüncemi yazıyorum.Red etmek,idealist insanın yaşam biçimidir.Hatta yaşamak bir sanat olduğuna göre,red etmekte bir sanattır.Her sanatın kendine göre incelikleri,üslubu vardır.Red etmek,alternatif üretmek,yeni fikirler üzerinde düşünmek.Kabul etmenin zıttı.Biz yaşamayı kabul etmişiz,düşünmeyi de...Sanem gri eğerki itidal noktasındaki gri ise bu da güzeldir.Devamı bir dahaki sefere.Şimdilik yazıma devam etmeyi vaktimin kısıtlı olmasından ve biraz sonra evden çıkmak zorunda olmamdan dolayı red ediyorum.Bol redli günler. :lol:
 
Tuhaf günler yaşıyorum.

Anlat , dese birisi; söyleyecek bir şey de yok hani, ama içimde sindiremediğim yüreğimi burkan duyguların nedeni olmalı. Tanımlaması da yok, garip bir duygu.... Bir çok kez yaşadım aslında buna benzer şeyleri de bu sefer biraz daha farklı, kabullenmekte zorlanıyorum çoğu şeyleri.

Bir insanın gözününüzün önünde dövülmesine tanık oldunuz mu hiç? Cinsiyetimi ? vallahi bir kadın!!!....Daha mı yakar yürekleri cinsiyetler arasındaki farkın gerçekliği?...

Öğrendiniz işte; bir kadın gözümün önünde dövüldü.

Ben ise bir şey yapamadım. Bir insanın çılgına dönüşünü adım adım izleyebildim ve bir şey yapamadım.Yapmak istemedim mi yoksa? Bu soruyu o kadar sıklıkla soruyorum ki. Engel olunabilir mi bazı davranışlara, bu anlamda bir yaptırımım yada gücüm var mı?

Dayak atan ben değilim, dayak yiyende, ama bu cevapsız sorular neden beynimin içinde dönüp dolanıyor öyleyse?

İçim yanıyor, tıpkı dayaktan sonra yüzü gözü morarmış, gözünün içine kan oturmuş o kadın gibi. Ya da sevdiğim beni bu hale nasıl getirdi, nasıl benim hayvan duygularımın öne çıkmasını sağladı ve nasıl çıktım insanlığımdan diyen adam gib.

Fiziksel yaraların geçtiğini bilirim. Ruhunuzun derinliklerinde kanaması dinmeyen yaralar ne olacak?

Ne oluyor arkadaşlar, bizlere ne oluyor.?

Babil in yaratılış efsanesini bilirmisiniz?.....

Mitolojik bir öykü, durun anlatayım;

Anaerkil bir düzendir. Yani kadın egemen.Sosyologlara göre insanlığın en kavgasız dönemidir. Kadının bir özelliğinden yola çıkarak bu savı ileri sürerler. Kadın doğurgandır ya, ve çocuklarına eşit seviyede sevgi gösterir ya.... Kadının tanrı olduğu ve herkese eşit uzaklıkta barışçıl bir dönem.

Ama birileri rahatsızdır bu durumdan. Rahatsız olanlar bir araya gelir ve bir karar alırlar. Ana kraliçe ve tanrıca Taimat öldürülmelidir.

Bu iş için bir askeri görevlendirirler. Marduk adında biridir bu. Bunu başarırsa ana kraliçenin yerine geçeceği ve bundan sonra ülkeyi yöneteceği söylenir kendisine.

Marduk bunu başarır. Ana kraliçeyi öldürür.Ve yaşamın en büyük gerçeklerinden biri olan ölüm yaşanmıştır. Bir güçtür bu. Ama asıl güç yine doğanın kendisinde olan yaratılıştır. Bunu başarabilecekmidir acaba Marduk?. ... Eğer başarırsa kadınların üstünlüğü olarak görülen doğumla yeniden doğuş sağlanacaktır.

Halk ve bu ölüm olayının gerçekleşmesini isteyenler toplanır, ve Marduktan ana kraliçenin yerine geçebilmesi için yaratılışı gerçekleştirmesi istenir.

Mitoloji devam ediyor arkeolojik buluntulardan elde edilen bilgilerle;

Marduk üstündeki elbiseyi çıkarır ve bir emir verir, anında elbise yok olur...

Alkışların bini bin paradır, çünkü simgesel olarak ölümü bir kez daha gerçekleştirmiştir elbiseyi yok ederek.

Sonra öyle bir emir verir ki Marduk, elbise geri gelir. Buda bir başka simgesel olayın kanıtıdır. Yeniden var etmek. Yani doğum...

Kralımız çok yaşa sesleriyle Marduk başa geçer ve artık anaerkil düzenin sonudur bu mitolojik öykü. Yapılan ilk iş, tanrıçaları yer altına göndermek olur. Mitolojiye meraklıysanız tüm kadın tanrıların yani tanrıçaların yeraltında yaşadıklarını görürsünüz bir kaç kişi hariç , yeryüzünün üstünde olanlar ise tanrılara hizmet edenlerdir.

Belki de o günden beri hala yeraltında kadınlarımız, en aydınımızdan, en karanlığımıza kadar. Yeryüzünün üstündeymiş gibi gözükmemize rağmen bana sorarsanız öylesine hoşnutuz ki bu durumdan, hala sevgi adına, çocuklarımız adına, geleneklerimiz adına, yada para adına herşeyi göze alabilecek kadar sevdik yeraltını.

Kadınlarımız; uğruna şiirler yazdığımız, aşık olduğumuz alacakaranlıklarımız....

Sindiremediğim alacakaranlık.....
 
Tatiller işe yarıyor..... :D

Açıkcası belkide uzun yılllardır yapmadığım , yapamadığım yan gelip yatmak deyimi keşfetmekle meşgulum. Oldukça keyifli bir şey. İstediğim saatte kalkıyorum, kitap okuyorum, müzik dinliyorum ve çalışıyorum, yemek istediğim zaman yapıyorum, istemediğimde bir çaresine bakıyorum.Ohhh!!! ne güzel hayat.....

İhmal ettiğim şeylerle uğraşıyorum. Sizin de var mıdır, merakla aradığınız ve bulduğunuz ama bir nedenle o kadar merak etmenize rağmen bir köşeye attığınız el değmemiş işler?

Bir yıl önce iki tane filmi bir arkadaşımdan zorlukla almıştım, bir yıldır bende ve ancak bir kaç gün önce izleyebildim.
Bir tanesi Panic Room, diğeride İhtiyar Delikanlı...

İlk önce niyese İhtiyar Delikanlıyı izledim. Oldukça sıradan gibi gözükmesine rağmen hareketli bir filim. Olağanüstü sahneler yok ama kurgu güzel bence.Bir adam evine dönerken kaçırılıyor ve tam 15 yıl boyunca bir odada tutuluyor. Bir karısı ve üç yaşında bir kızı var ancak o odada tutulurken karısı falanda öldürülüyor. 15 yılın sonunda bir şekilde adamı serbest bırakıyorlar ve doğal olarak adam da bunu kendisine yapanlardan öç almak için harekete geçiyor.

Hedefine ulaşıyor. Neden kaçırıldığını anlayabiliyor ve öcünü alamak üzeredir ancak öylesine bir gerçekle yüzyüze geliyor ki....

İşte bende kendi filmimin koptuğu an bu son sahne. Gerçeklerle yüzyüze gelmemiz ve gerçeklerin etkisi bazen öylesine çarpıcıdır ki, tek bir çözüm var gibi gelir insana;

Ölmek.....

Ama bu o kadar kolay değildir. Genellikle bizlere bunun başarılmasıyla ilgili onurlar anlatılır çoğu zaman, ancak bunu yapabilen insan sayısı pek o kadar kolay değildir.

Peki öyleyse kabul edemeyeceğimiz bir gerçekle yüzyüzeysek ne yapabiliriz? Yaşamaya devam mı ederiz?

Evet yaşamaya devam ederiz de, genellikle ölümle aynı anlama gelen "unutmak" faktörünü işin içine ekleyerek.

Birden kimin söylediğini unuttuğum ama melodisi ve sözleri aklımda olan şarkı dökülüverdi dudaklarımdan;

Unut demek kolay
Gel bana sor bir de!
Unutamıyorum işte unutamıyorum......


Unutmak yaşama bağlanma sebebimiz mi?

Gerçekten tümden unutabilirmiyiz sanki yokmuş gibi?

Birden yedi yaşımdaki halime ve Hamburg tan İstanbul a yolculuğumuza geliverdim. Çok sık gelmezdik. Bu denli kolay değildi her şey bizim çocukluğumuzda. Bu sebeple İstanbul flu bir görüntüye sahipti o yaşımdaki halimle.

Ama benim için bir sevinç vardı, İstanbul dışında, hiç görmediğim anneannemi, dayımları ve Erzincan ı görecektim. İstanbul da bir kaç gün kaldık ve sonra annem , abim ve ben Erzincan a gitmek için Haydarpaşa dan trene bindik.

Hep sevmişimdir trenleri. Ritmik olarak çıkardığı o ses daima bana melodi gibi gelmiştir. Ne kadar değişik gelmişti bana her şey. Büyülenmişcesine camdan baktım tüm gündüzleri. Akşam karanlık çökünce bir de trenin ritmi bir ninni gibi geldiğinden uyumuştum ki annemin hadi kalkın sesiyle uyandık.

Eskişehirdeydik ve tren uzun bir mola verecekti.Seyyar satıcılar dolmuştu trene. Hepsinden farklı sesler çıkıyordu. Annem bir tanesini çağırarak " Sahlep içermisiniz çocuklar " dedi.

Sahlep?...... O da neydi ki. Hiç bilmezdik. Evet dedik çocuk sevinciyle.

Ya ilk içtiğimizden, yada soğukta bize çok güzel geldiğinden şu ana kadar o sahlebin tadını unutmuyorum. Çok sonraları, sevdiğim adama bu anımı anlattığımda, o da unutmayacaktı bu anıyı ve gençliğin verdiği çılgınlıkla bir kış sabahı erkenden yanıma gelip" hazırlan "diyecekti.

" Ne için ? " diye sorduğımda cevap " sahlep içmeye gidiyoruz " olacaktı ve cebinden tren biletlerini çıkarıp" Eskişehir e gidiyoruz " diyecekti. Annemin şaşkın bakışlarında hazırlanıp, " merak etmeyin akşam treniyle dönecez " cümlesinden sonra koşar adımlarla Bostancı ya gidip trene binecektik. Yine çok güzel bir tren yolculuğu olacaktı, ama artık o seyyar sahlepçiler yoktu Eskişehir garında ancak biz yakınlardaki bir kafeden sahlep içmeyi ihmal etmeyecektik. Gara tekrar gelip dönüş için biletlerimizi almaya geldiğimizde hayatımızın şokunu yaşayacaktık. Dönüş treni ancak ertesi güneydi...

Ya ne güzel günlerdi bunlar.Tüm gün Eskişehir i gezip gece garda kanepelerin üstünde, başını sevdiğin adamın dizlerine koyarak uyumanın mutluluğunu yaşayacaktım. Ne kadar güvenli ve ne kadar sıcak gelecekti her şey.....Çocukluğumdaki ilk sahlebim gibi.

Erzincan da bizleri kar karşıladı. Kar a alışıktık, öyle ya kuzey buz denizinin yanıbaşında yaşamıştık tam yedi yıldır. Ama farklımıydı sanki burda her şey? Bilmiyorum farklıydı sanırım. Çok güzeldi....

Çocuklarda en sevdiğim yan çok kolay adapte olmalarıdır. Biz de öyle olduk. Ya da dünden razıydık adapte olmaya. Televizyonsuz bir hayat,kuzine başında çay partileri, hele kestane..... ne çok değişik şey vardı...En çok ta sokakları sevmiştik. Kar yağardı Hamburg ta da ama sokaklarda bir damla kar göremezsin kardeşim, karda gıcır gıcır çıkan ayak seslerini Erzincan da duyduk. Belimize kadar gelen karın içinde debeleşmeyi ilk kez orada yaşadık.

Süremiz kısıtlıydı, 15 gün sonra babam arabayla gelip bizleri alacaktı. Keyfini sürmeliydik.Anlayamadığım garip bir hüzün vardı ama evin içinde. Annemin iki de bir gözü yaşlanıp dururdu, bizleri hep severdi, hep sarılırdı ama ikide bir sarılması bana acayip gelmeye başlamıştı. Üstünde durmadık biz çocuk keyfimizi sürmeye devam ettik.

Ama bilirsiniz beklenen gün daima gelir. Bir gün öncesinden mahallede yeni tanıdığım tüm arkadaşlarıma " hoşçakal " demiştim. Bir çeşit vedalaşmaydı benim ki. Ve beklenen günde babam bizden önce uyanıp eşyaları arabaya yüklemişti bile.

Anneannemlerle son kahvaltımızı yapıyorduk, artık sular seller gibi akmaya başlamıştı gözyaşları ve bunu anlayabiliyorduk ta annem hala bize niye sarılıyordu?

Arabanın önüne gelmeden hepimiz paltolarımızı giydik, ve orda annem bana sarıldı, babam abime.... Sonra yer değiştirdiler, ve babam bana sarılıyordu, annemde abime ve şunları söylüyorlardı;

" Sakın anneannenizi üzmeyin emi? "....

Benim için dünyanın sonunun geldiği an bu andır. O zaman anlamıştım bizleri orada bırakacaklarını. Gözyaşlarımın akmaya başlamasına izin bile vermeden sadece onların gözlerinin içine baktım ve soramadım " neden " diye

Ağrıma giden ve dünyamı o anda zehir eden bırakıp gitmeleri değildi. O zaman bile buna kızgın değildim.Neden bunu daha önce söylemediklerine kızgındım. Bunun nedenlerini anlayabilecek çocuklardık, ve asla onları üzecek bir şey yapmazdık doğru bir şekilde anlatılacak olsaydı.

Ama yapmadılar. Bizleri üzmemek adına saklamışlar bu gerçeği, ama gerçekler eninde sonunda bir şekilde ortaya çıkacaktır, gerçekleri çirkin yapan gerçeğin kendisi değil aslında.

Tam iki yıl sonra döndüler.Bu süre içersinde annemlerden daima mektuplar geldi ve mektuplar şu şekilde biterdi hep;

" sanem kızım, ne olur , iki satır da sen yaz...."

İki yıl boyunca bir tek satır yazılmadı Almanya ya... Ve daha garibi tam iki hafta sonra yedi yıl boyunca yaşadığım ,okula gittiğim anadilim gibi bildiğim Almancadan bir tek kelime bile hatırlamıyordum.

Yaşadığın gerçeğin sende bıraktığı iz doğrultusunda, istersen eğer unutursun. Çünkü ölmeyi beceremezsin o anlarda. Ama yaşamakta anlamsızdır bir yerde, ve hala nefes almaya devam ediyorsan, acı çekmene sebep olan şeyi hatırlamayacaksın....

Ne garip bir red ediş değil mi? :cry:
 
Anlıyorumki insan olmanın en özel melekelerinden birisi unutmak...

Ama unutmak kelimesi durumu yalnız karşılayamıyor gibi..

Biraz boşvermek, biraz üzerini örtmek, çaresizlikle sarmalanmış bir reddediş, gelecekte yaşanılacağına inanılan baharları reddedememekle katmerlenen direnç, sevdiklerimizle paylaşacaklarımız, gidişimizle onların yitirecekleri, bir küçük kız gülümsemesi, otların arasından gülümseyen bir çiçek, tenimize değen bir ocak, bir ağustos, bir eylül, bir mayıs, biraz da inat ve daha yüzlerce sebep...

Bunların hepsini alınız bir kelimeye yükleyiniz.

O kelimenin ne olduğunu yada böyle bir kelime olup olmadığını bilmiyorum.

Milyonlarca yıldır yolu gözlenen o kudretli kelimelerden biri.

Hani aşk deyip içinden çıkamadığımız, nice yaşanılanların anlatılamaması gibi...
Ama devam etmenin bir şekilde cazibesi olmasa, herşey bambaşka olurdu sanırım.

Devam etmek her zaman cazip midir?

Bence barındırdığı tüm sancılara rağmen evet...
 
"Kadınlarımız; uğruna şiirler yazdığımız, aşık olduğumuz alacakaranlıklarımız...."
(8 Mart gününe güzel denk geldi)

Bu gece epeyce okudum "Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat..."

Devam üstadım ;-)
 
Yeniler ne bilir eski plakların cızırdama seslerini?....

Herşeyin "en " lerinin peşinde koşan çağımızda bu eski şarkıları cızırtılarıyla dinlerken , dikkat ettim; dilimde o eski bildiğim cümleler;

Hissedebilirmisin kışın soğukluğunu güzel bir bahar gününde?...

Dostum Vefadan bir mektup var;


DERS NO : 600230701033




-- Çingeneye benzeyen o şişman kadın satıyordu seni. Yanında senin gibi mevsimsiz açan birçok arkadaşın daha vardı. Gelip geçiyordu herkes. Meydanda, dünyanın en güzel şehrinin en bilindik yerindeydin.

-- .

-- Evet, bir şey söyleyemiyorsun. Söyleyemezsin de zaten, var olabilmen mümkün değil bugüne dek. Kimse konuşmadı seninle kuvvetle muhtemel. Taş çatlasa, kaderinde varsa bir mucizevi şans, “seviyor, sevmiyor...seviyor, sevmiyor...seviyor..sev..” dan ibaret laflar olmalı duyduğun.

-- .

-- Bak, suskunluğundan belli. Hoş! Konuşma hakkın yok, zira burada değilsin! Seni satan o çingene tipli kadın konuştu mu hiç seninle? Yoksa, yoksa kurumaya yüz tutunca çöpe mi atıldın hı?

-- .

-- Biliyor musun, ne kadar seviyorsam İstanbul'u, sessizliğim o kadar büyürdü Taksim'de! Neden bu kadar çok insan geçip gidiyor ki? Neden geçip gidiyor? Neden? Durup ağlayan yok mu mevsimsiz açan papatyalar için? Geçilip gidilen yerleri sevmiyorum papatya! Çirkinliğimi hatırlatıyor olmalı bana.

-- .

-- Olsun, sen yoksun ama sana bir şeyler anlatmak istiyorum. İki kelimeden çok daha zengin bir öykü duymak ister misin papatya?

-- .

-- Olsun, sen yoksun, olsan da cevap veremezsin. Yine de konuşacağım. Sen odunadamı tanır mısın papatya?

-- .

-- Suskunluğundan belli, ne çok odunadamlar geçmiş önünden!

-- Hayrola! Kendinle mi konuşuyordun? Ne dedin sen az evvel, kim geçti, ne odunadamı, neler söylüyorsun?

-- Ah! Üstadım, muhabbete dalmışım işte, görmedim seni, ne zaman geldin?

-- Şimdi! Kime dert yanıyordun hı?

-- Papatya, mevsimsiz açan papatyayla söyleşiyordum.

-- Ben ne papatya görüyorum ne bir iz, neyse peki Odunadam kim ya?

-- Bilirsin ustam, anlatmama ne hâcet? Hani var ya şu kitaplar arasında, sayfalar arasında kendini kaybedenleri diyordum. Okuyorlar, okuyorlar ama ne fayda! Odunlar! Bir odun parçasının kâğıda tapma töreni gibi bu. Yazık! Yazık çünkü bu manzaraya sayfalar kadar katkıları yok onların. Bari bir masa bacağı, bir sandalye veya bir kurşunkalem olabilseler.

-- Yok yok, bir avuç kürdan olsunlar veya kibrit çöpü hı! Hahaaha! Bu ne hiddet Çığlıkadam? Bırak, sen bırak, dilediğince yaşar etrafında hayat. Neyin var, aşk mı vurdu tepene hı?

-- Aşk mı? Bu yaygara ortasında mı konuşacağız aşkı? Neden konuşacağız aşkı hem hı? Bak, şu sokak lambasına üşüşen sineklere bak hele! Onlar bile biliyor artık adımı. Haahaha, aslında evet, haklısın, kahkahalar atıyor bana hayvanlığım. Her sabah koca bir tekme vurup atıyor kalabalığın ortasına. Yarım yamalak, tepe taklak geçiyor işte günler. Aşkı dilimize değdirmeyelim hocam, köpeklere, kuşlara, solucanlara bile maskara oldum. Hayvanlar kadar tadına varamıyorum şu dünyanın, var mı bundan öte sakatlık hı?

-- ..

-- Ah hocam! Nerede pervâne, nerede yanan ateş? Bir gün insanlar bilgisayarların yazdığını şiir sayarsa şaşmayacağım artık. İşte o gün biter her şey! Şu sinekler ve sokak lambası kadar önemi kalmaz İstanbul'un. Aydınlık diyorum! Aydınlık ne kadar ucuz ve kolay! Parmağımı bir düğmeye değdiriyorum, tik, geceye kafa tutuyor koca meydan. Bir dokunuşla gündüze çeviriyorum etrafımı. Ne gecelerdeki gece, ne lambaların aydınlığı başrolde değil artık! Çok önemli bir şey ayrıntılarda boğuluyor hocam! Aleve kefen giydirdik, birer cam kafese koyduk ve hattâ fuloresan beyazında katlettik karanlığı! Pervâneler terketti şehri. Çırılçıplak ateşle gölge veren insanlar uzaklarda, çok uzaklarda kaldı hocam. Ampullerin etrafında dönenlere maskara olduk! Bak nasıl da vızıldıyorlar!

-- Sana dokunmayacağım bugün Çığlıkadam. Burada nokta koyuyorum. Hehhehe, iki muhabbetimizin arasında duran bir nokta bu. Unutma ki, durduğun uzaklığa göre hakimiyetini korur her nokta! Noktayı koyarım ve yükselmeye başlarım. Önce sen ufalır ufalır ve sonunda bir noktacık olursun. Ben de senin için uzaklarda bir nokta olur ve kaybolurum. Ama senin oturduğu şu meydan ufalmaya devam eder benim gözümde. Sonra mahallen ufalır, sonra şehir, sonra koca dünya!

-- .

-- Görüyorsun değil mi, aramıza koyduğum o noktanın varlığı bile mesafeye bağımlı. Nice kervanlar geçer iğne deliğinden. Kimden alır, kime götürürler, ne taşırlar acaba hı? Bazen pencereleri açık kalmış kule gibi şiddetli esiyor kafanın içi değil mi? Sanki her şeyin uçuşuyor boşluğa?
 
Son günlerde kendimi çingene kadının sattığı papatyalardan bir tanesi gibi hissediyorum desem ne dersin?

Eskiden çok fazla severdim papatyaları, ama biliyorsun benim ülkemde herşey bir anda değişebildiğinden ortaya çıkan "papatyalar" bu çiçekten bile uzaklaşmama sebep olabilmişti. :D

Dünyanın en narin çiçeklerinden biridir bildiğin gibi, aslında seviyor sevmiyor diye fal baktığın anda bile kopartma, incitme beni diye direnen sesini duyabilirsin de, kimin umurunda papatyanın çıkardığı ses...

Bilgelik yetmiyor bazen.... Son zamanlarda sık düşünür oldum bunu biliyormusun? Dünyadaki eski bilgeler tüm özellikleriyle bugünde yaşıyor olsalar ne hissederlerdi acaba? O sessiz, dingin gülümsemelerini herşeye rağmen yayabilirlermiydi dudaklarına?

Yoksa görünmez gözyaşlarıyla suskun mu kalırlardı ?

Kaç yaşına geldim hala sorular görüyorsun, ben iflah olmaz bir soru bankasıyım :D

Ama bildiğin bir şiir dolanıyor dudaklarımda;

esen ılık rüzgar
fırtınaya dönüşüyor
değince tenime

hissediyorum kışın soğukluğunu
güzel bir bahar gününde.....

Özlemler beliriyor
kaba şekilleriyle beynimde
bu özlemlerle birlikte
salıveriyorum kendimi
yarının bilinmezliğine

Boşluktayım........


Canım dostum vefam, sebahattin ali nin dediği gibi be güzelim;

Benim meskenim dağlardır, dağlar.....
 
Bugün güneş tutuldu....

Ve ben bu doğa olayını bir takside okula yetişmek için yol alırken İstanbul un yoğun trafiğinden yararlanan bir şöför sayesinde hatırladım.

Önce bir anlam veremedim adamın camdan yukarıya doğru bakmasına, gene hoş bir serüven başlıyor diye içimden geçirmedim değil. Bu kısa yolculuklarımı seviyorum, neler öğreniyorum neler bir bilseniz.....

Sonra adam eğilerek torpido gözünden bir şeyler aramaya başladı ve;

" hah işte " diye kendi kendine konuşmayı sürdürerek sanki maskeli baloya gidecekmişcesine o garip gözlüğünü çıkardı.

Güneşin tutulacağını biliyordum ama, öylesine yoğun bir tempoda yaşıyoruz ki bu efsunlu kentte açıkcası tarihleri yakalamak bazen benim için zor olabiliyor.

Çocukluğumu hatırladım bir an.... İstanbul un Küçükyalı semtinde hemen hemen her yerin bostanlarla dolu olduğu o yaz gününde arkadaşlarımızla oyunumuzu oynuyorduk. Birden bire hava değişmeye başladı.

Çocuksu heyecanla olup biteni anlamaya çalışırken havanın birden bire soğuduğuna tanık olmuştuk.Hafif bir kararma da olmuştu. Ve mahallemizin hiç değişmeyen kadınlarından " allah allah bu da ne ya " seslerini hatırladım birden. Bizde korkmuştuk. Bizlere anlatılan dünyanın sonunun geldiği masalları gerçekleşiyormuydu ne???

Bugün ise İstanbul da benim dışımda hemen hemen herkes bu olay için hazırlıklıydı. Güneşin tutulmasından çok insanların bu anı görmek için verdiği mücadele benim ilgimi çekti.

Genci yaşlısı, çoluğu çocuğu elinde karartılmış bir nesneyle kafalarını gökyüzüne kaldırmış seyrediyordu. Bu seyredişte uzun bir süre bu olayı göremeyecek olmanın telaşı da vardı hani...

Ölüp gideceğim birgün nasıl olsa bu dünyadan bir de güneşin tutuluşunu göreyim dünya gözüyle....

Mahallemizdeki bu güneş tutulmasının sonradan ne anlama geldiğini öğrenecek ve " vay anasını demek güneş tutulması dedikleri şeyi oyun oynarken yakalamışız diyecektik " çocuk mantığıyla....

Hatta devam edecektik çocuk haykırışlarımıza;

Biliyormusun ben güneş tutulmasını gördüm :D

Taksi serüvenimiz ise ayrı bir keyifti.

Adamcağız sanki bir gök bilimci gibi bu işi seyretmek istiyor ama ekmek parası mesleğini sürdürmek için benimle yolculuk ederken içinden bana küfrediyormuydu acaba diye düşünürken kendimi garantiye almak için durmasını söyledim. Durup dururken ne diye küfür yiyeyim değil mi?

Aman tanrım!!! ne mutlu oldu adam anlatamam. Beşiktaş civarındaydık ve taksimizi durdurup söförle birlikte bizde maskeli baloya katıldık.

Güneş, kara camın arkasından saklambaç oynarcasına koca gövdesini saklamaya çalışıyor ama pek beceremiyordu. Tam tutulma değil ya :D

Bugün herkes çok mutluydu. Herkes güneş tutulmasını görmenin büyük mutluluğuyla gülümsüyor, bu tarihi anı beyinlerine kazıyordu. Bir süre daha güneşin saklambaç oyununa baktıktan sonra yola koyulmak üzere taksiye binerken bir dilenci kılığında adam bize yaklaşarak şunu sordu;

Ne yapıyor bu insanlar ?

Aaa bilirsiniz, bu tür kılıklı insanları kadınlardan korumanın erdemleriyle doludur erkeklerimiz. Ve şöförümüzde beni korumak adına dilenciye bir şeyler söylemeye kalkıştı ki ben cevap vermeyi uygun buldum;

Güneş tutulmasını izliyorlar...

Dilencimizden güzel bir cevap geldi;

Güneş tutulması mı? Kime aşık olmuş ki güneş? :D

İnsanlarımızı seviyorum....Algılayışımızı seviyorum...... Hadi bakalım nasıl bir cevap verilir şimdi.

Ama dilencimiz cevap istemiyordu, kendinle konuştuğu belliydi;

Güneş aşık olacak haaa!!! hadi be kim inanır buna yaa.....
 
Evet herkesin aşık olduğu gibi Güneş'te aşık olamaz mıydı? Neden olmasındı ki? Bence dilencinin tespiti doğru andantecim güneş tutulması bir aşkı anlatıyor. İnsanlara belki sevin birbirinizi çağrısını yapıyor. Venüs tapınağından bu mesajı veriyor bilinmez ki. Keşke insanlar bu mesajı alsalarda kavgayı, kini yüreklerinden silebilsede sevgiyi, sevebilmeyi yaşasa. Her şeyin sevgiyle başladığını, hayatın sevgiyle anlam kazandığını göre bilse.
 
daha önce de sölemishtim galiba, tekrar olucak ama:
yazilarini severek okuom, sevgili andante...

her seferinde yorum yazmasam da gizliden gizliye okuom ;)
ama bu sefer dayanamadim, bishiler söliim dedim...

dilenci kilikli adamin "Güneş tutulması mı? Kime aşık olmuş ki güneş?"
sorusunu okuyunca kocaman bi "WOOOOW" cikti aazimdan...
neden bilmem ama bi tuhaf oldum doorusu :)
 
Üst Alt