Tatiller işe yarıyor.....
Açıkcası belkide uzun yılllardır yapmadığım , yapamadığım yan gelip yatmak deyimi keşfetmekle meşgulum. Oldukça keyifli bir şey. İstediğim saatte kalkıyorum, kitap okuyorum, müzik dinliyorum ve çalışıyorum, yemek istediğim zaman yapıyorum, istemediğimde bir çaresine bakıyorum.Ohhh!!! ne güzel hayat.....
İhmal ettiğim şeylerle uğraşıyorum. Sizin de var mıdır, merakla aradığınız ve bulduğunuz ama bir nedenle o kadar merak etmenize rağmen bir köşeye attığınız el değmemiş işler?
Bir yıl önce iki tane filmi bir arkadaşımdan zorlukla almıştım, bir yıldır bende ve ancak bir kaç gün önce izleyebildim.
Bir tanesi Panic Room, diğeride İhtiyar Delikanlı...
İlk önce niyese İhtiyar Delikanlıyı izledim. Oldukça sıradan gibi gözükmesine rağmen hareketli bir filim. Olağanüstü sahneler yok ama kurgu güzel bence.Bir adam evine dönerken kaçırılıyor ve tam 15 yıl boyunca bir odada tutuluyor. Bir karısı ve üç yaşında bir kızı var ancak o odada tutulurken karısı falanda öldürülüyor. 15 yılın sonunda bir şekilde adamı serbest bırakıyorlar ve doğal olarak adam da bunu kendisine yapanlardan öç almak için harekete geçiyor.
Hedefine ulaşıyor. Neden kaçırıldığını anlayabiliyor ve öcünü alamak üzeredir ancak öylesine bir gerçekle yüzyüze geliyor ki....
İşte bende kendi filmimin koptuğu an bu son sahne. Gerçeklerle yüzyüze gelmemiz ve gerçeklerin etkisi bazen öylesine çarpıcıdır ki, tek bir çözüm var gibi gelir insana;
Ölmek.....
Ama bu o kadar kolay değildir. Genellikle bizlere bunun başarılmasıyla ilgili onurlar anlatılır çoğu zaman, ancak bunu yapabilen insan sayısı pek o kadar kolay değildir.
Peki öyleyse kabul edemeyeceğimiz bir gerçekle yüzyüzeysek ne yapabiliriz? Yaşamaya devam mı ederiz?
Evet yaşamaya devam ederiz de, genellikle ölümle aynı anlama gelen "unutmak" faktörünü işin içine ekleyerek.
Birden kimin söylediğini unuttuğum ama melodisi ve sözleri aklımda olan şarkı dökülüverdi dudaklarımdan;
Unut demek kolay
Gel bana sor bir de!
Unutamıyorum işte unutamıyorum......
Unutmak yaşama bağlanma sebebimiz mi?
Gerçekten tümden unutabilirmiyiz sanki yokmuş gibi?
Birden yedi yaşımdaki halime ve Hamburg tan İstanbul a yolculuğumuza geliverdim. Çok sık gelmezdik. Bu denli kolay değildi her şey bizim çocukluğumuzda. Bu sebeple İstanbul flu bir görüntüye sahipti o yaşımdaki halimle.
Ama benim için bir sevinç vardı, İstanbul dışında, hiç görmediğim anneannemi, dayımları ve Erzincan ı görecektim. İstanbul da bir kaç gün kaldık ve sonra annem , abim ve ben Erzincan a gitmek için Haydarpaşa dan trene bindik.
Hep sevmişimdir trenleri. Ritmik olarak çıkardığı o ses daima bana melodi gibi gelmiştir. Ne kadar değişik gelmişti bana her şey. Büyülenmişcesine camdan baktım tüm gündüzleri. Akşam karanlık çökünce bir de trenin ritmi bir ninni gibi geldiğinden uyumuştum ki annemin hadi kalkın sesiyle uyandık.
Eskişehirdeydik ve tren uzun bir mola verecekti.Seyyar satıcılar dolmuştu trene. Hepsinden farklı sesler çıkıyordu. Annem bir tanesini çağırarak " Sahlep içermisiniz çocuklar " dedi.
Sahlep?...... O da neydi ki. Hiç bilmezdik. Evet dedik çocuk sevinciyle.
Ya ilk içtiğimizden, yada soğukta bize çok güzel geldiğinden şu ana kadar o sahlebin tadını unutmuyorum. Çok sonraları, sevdiğim adama bu anımı anlattığımda, o da unutmayacaktı bu anıyı ve gençliğin verdiği çılgınlıkla bir kış sabahı erkenden yanıma gelip" hazırlan "diyecekti.
" Ne için ? " diye sorduğımda cevap " sahlep içmeye gidiyoruz " olacaktı ve cebinden tren biletlerini çıkarıp" Eskişehir e gidiyoruz " diyecekti. Annemin şaşkın bakışlarında hazırlanıp, " merak etmeyin akşam treniyle dönecez " cümlesinden sonra koşar adımlarla Bostancı ya gidip trene binecektik. Yine çok güzel bir tren yolculuğu olacaktı, ama artık o seyyar sahlepçiler yoktu Eskişehir garında ancak biz yakınlardaki bir kafeden sahlep içmeyi ihmal etmeyecektik. Gara tekrar gelip dönüş için biletlerimizi almaya geldiğimizde hayatımızın şokunu yaşayacaktık. Dönüş treni ancak ertesi güneydi...
Ya ne güzel günlerdi bunlar.Tüm gün Eskişehir i gezip gece garda kanepelerin üstünde, başını sevdiğin adamın dizlerine koyarak uyumanın mutluluğunu yaşayacaktım. Ne kadar güvenli ve ne kadar sıcak gelecekti her şey.....Çocukluğumdaki ilk sahlebim gibi.
Erzincan da bizleri kar karşıladı. Kar a alışıktık, öyle ya kuzey buz denizinin yanıbaşında yaşamıştık tam yedi yıldır. Ama farklımıydı sanki burda her şey? Bilmiyorum farklıydı sanırım. Çok güzeldi....
Çocuklarda en sevdiğim yan çok kolay adapte olmalarıdır. Biz de öyle olduk. Ya da dünden razıydık adapte olmaya. Televizyonsuz bir hayat,kuzine başında çay partileri, hele kestane..... ne çok değişik şey vardı...En çok ta sokakları sevmiştik. Kar yağardı Hamburg ta da ama sokaklarda bir damla kar göremezsin kardeşim, karda gıcır gıcır çıkan ayak seslerini Erzincan da duyduk. Belimize kadar gelen karın içinde debeleşmeyi ilk kez orada yaşadık.
Süremiz kısıtlıydı, 15 gün sonra babam arabayla gelip bizleri alacaktı. Keyfini sürmeliydik.Anlayamadığım garip bir hüzün vardı ama evin içinde. Annemin iki de bir gözü yaşlanıp dururdu, bizleri hep severdi, hep sarılırdı ama ikide bir sarılması bana acayip gelmeye başlamıştı. Üstünde durmadık biz çocuk keyfimizi sürmeye devam ettik.
Ama bilirsiniz beklenen gün daima gelir. Bir gün öncesinden mahallede yeni tanıdığım tüm arkadaşlarıma " hoşçakal " demiştim. Bir çeşit vedalaşmaydı benim ki. Ve beklenen günde babam bizden önce uyanıp eşyaları arabaya yüklemişti bile.
Anneannemlerle son kahvaltımızı yapıyorduk, artık sular seller gibi akmaya başlamıştı gözyaşları ve bunu anlayabiliyorduk ta annem hala bize niye sarılıyordu?
Arabanın önüne gelmeden hepimiz paltolarımızı giydik, ve orda annem bana sarıldı, babam abime.... Sonra yer değiştirdiler, ve babam bana sarılıyordu, annemde abime ve şunları söylüyorlardı;
" Sakın anneannenizi üzmeyin emi? "....
Benim için dünyanın sonunun geldiği an bu andır. O zaman anlamıştım bizleri orada bırakacaklarını. Gözyaşlarımın akmaya başlamasına izin bile vermeden sadece onların gözlerinin içine baktım ve soramadım " neden " diye
Ağrıma giden ve dünyamı o anda zehir eden bırakıp gitmeleri değildi. O zaman bile buna kızgın değildim.Neden bunu daha önce söylemediklerine kızgındım. Bunun nedenlerini anlayabilecek çocuklardık, ve asla onları üzecek bir şey yapmazdık doğru bir şekilde anlatılacak olsaydı.
Ama yapmadılar. Bizleri üzmemek adına saklamışlar bu gerçeği, ama gerçekler eninde sonunda bir şekilde ortaya çıkacaktır, gerçekleri çirkin yapan gerçeğin kendisi değil aslında.
Tam iki yıl sonra döndüler.Bu süre içersinde annemlerden daima mektuplar geldi ve mektuplar şu şekilde biterdi hep;
" sanem kızım, ne olur , iki satır da sen yaz...."
İki yıl boyunca bir tek satır yazılmadı Almanya ya... Ve daha garibi tam iki hafta sonra yedi yıl boyunca yaşadığım ,okula gittiğim anadilim gibi bildiğim Almancadan bir tek kelime bile hatırlamıyordum.
Yaşadığın gerçeğin sende bıraktığı iz doğrultusunda,
istersen eğer unutursun. Çünkü ölmeyi beceremezsin o anlarda. Ama yaşamakta anlamsızdır bir yerde, ve hala nefes almaya devam ediyorsan, acı çekmene sebep olan şeyi hatırlamayacaksın....
Ne garip bir red ediş değil mi?