Güncel İçerik

Merhabalar

Engelli haklarına dair tüm içerikten üye olmaksızın yararlanabilirsiniz.

Soru sormak veya üyelere özel forumlarlardan ve özelliklerden yararlanabilmek içinse sitemize üye olmalısınız.

Teksan İnovatif Medikal: Engelliler, Engelli Çocuklar, Hasta ve Yaşlılar için emsalsiz ürünler

[Tartışma] Red Etmek Üzerine Dünya Görüşü ve Sanat...

[size=7]SENSEİ VE ÇEKİRGE : DERS NO = 500280618050
[/size]
[size=6]Soru[/size]yorum Usta!

Yaşamak, hayatta kalmak mıdır[size=7]?[/size]

Korkmak, insan olmak mıdır usta?

Yalnızlık, her şeye..
Her şeye kendini katmak mıdır?

Yazmak, çığlık atmak mıdır?
Sesimi duyuyor musun usta?
Gece oldu dışarıda, biliyorum,
Beş parmaklı bir el dolaşıyor üst katta.
Ve cayır cayır yanıyor yıldızlar.
Duyuyor musun?

Yo yo,
Duymuyorsun.
Gece oldu dışarıda, biliyorum,
Yazılıp yazılıp atılan o sayfalarda,
İnsanlar uyanacak buruş buruş.

v.l.

31958-03-The-Sistine-Madonna-1958.jpg
 
SIKILDIM.....


Hımm bu formatı bozmamak icin hic girmedim ama artık yeter
vefa andante nerdesiniz......

ya hic olmadı beni ret edin cekirge... senseı.....
 
Bende hep bu başlığı okuyorum ama ilk defa yazacağım. İkizim sana bir tavsiye vereyim. müsaadenle...
Bende sıkıldım bir çok şeyden ve bu aralar psikolojiyle ilgilenmeye başladım.Şu anda da psikoloji sayfalarının birinde yaşlılık psikolojisini okuyorum ve o psikolojinin bana uymadığına karar verdim. Sadece şurası uyuyor bana " Yaşlılarda Anksiyete Bozuklukları:
Genel olarak geleceği konusunda endişe yaşamaya başlar, çaresizlik duyguları artar. Basit fobiler ve saplantılı düşünceler görülebilir. "

Ama ruhsal durumumu çözeceğime inanıyorum. Sende psikoloji oku, iyi gelir ikizim. Red etmek (edilmek) her zaman çözüm olmuyor. Kimi zaman en iyi çözüm olayların üzerine gitmektir diye düşünüyorum.
 
Red etmek (edilmek) her zaman çözüm olmuyor. Kimi zaman en iyi çözüm olayların üzerine gitmektir diye düşünüyorum.
:D :D :D

olayların üzerine gitmek, olayları kabul etmek mi oluyor ki?

alabalıkların nehrin ters istikametinde kilometrelerce mücadele edip, hatta şelalelere karşı koyup, sonunda bir yerde yumurtlamalarındaki mücadele geldi aklıma.

ya bırakın ya bizi, ben sensei ile atıp tutuyorum kendi çapımda.
 
" Var olmak nedir? " Andante,

Bir bebeğin ilk adım atması mı?

Sevgi dolu bir gülümseyiş mi?

Yüreğini delip geçen bir bakış mı?

İçinin kor ateşler gibi yanması mı?

Yoksa....

Sevdiğinin sıcaklığını duyumsamak mı?

Var olmak nedir?

Kimi zaman var olmanın bahçıvanlığını yapıyorum kendi ellerimle... Kendi aynamın derinliklerine doğru bir bitmeyen yolculuğa çıkıyorum. O yolculukta güneş bin dallı elbise giymiş bir masal kahramanı gibi düşüveriyor düşlerime...

Ve... Ben ne zaman bir kuyunun diplerinde unutulmuş sansam da kendimi dokunuveriyor güneşin sıcaklığı tenime...

Ürperiyorum önce... Tüylerim diken diken oluyor... Sıcakta üşür mü insan? Üşüyorum. Yine kendime sarılıyorum.

Biliyorum, beni ben yapacak olan yine yüreğimin elleridir...

Ve... Yitirdiklerimi yeniden... yeniden... yaratmak için ayağa kalkıyorum.

Acılarımın irinlerini bedenime şırıngalar sokarak çekiyorum.

Acıyla yaşayabilir mi insan?

O acı ki, hergün bedenini parçalara ayırır. Sanki paslı çivilerden oluşan bir yol üzerinde sonsuz bir yolculuğa çıkmışsındır. O yolculuk hiç bitmeyecek gibi gözükür gözüne... Ama gitmek zorundasındır. Acıyı kaslarında duyumsarsın önce. Karın içinde... Tüm hücrelerinde... Dünyayı sırtında taşıyor gibi hissedersin kendini.

Bir ağacın köklerinden çıkıp güneşe yolculuk yapmak ve kendi var oluşunu görmek nasıl bir duygudur Andante?

Kendini aramak... Aynalarla yüzleşmek... O aynalara çırılçıplak bakabilmek...

Ahh! Mayınlar üzerinde yürümek gibidir aynalara maskesiz bakabilmek... Yüreği yeter mi insanın bu kadar cesur olmayı seçebilecek kadar?

Bu yol, parçalayarak, dağıtarak, yeniden parçaları toplayıp birleştirerek çıkılan bir bitmez yolculuktur sanki...

Öyle bir yolculuk ki, midye kabuklarının üstünde yürüyorsundur. Ya da ne bileyim hiç tanımadığın bir ormanın kalbine adım atmışsındır. Veyahut... Heykel bakışlı gözler arasında gezinip durursun.

Hiçlik bu mu? Varlığı var eden hiçlik? Ya da değişim? Kimbilir!

Hiçlik kör bir kuyuya düşmek midir yaşamın çığlıkları arasında? Hiçlik ne? hiçlik her maskeyi kendin sanmak mı? Asıl ben nerede?

Hiçlik... Kopuş... Yitiş... Ayrılış... Unutuş... Parçalanış...

Hiçlik... Kendi beninin gölgeleri mi?

Çürümeye başlayan uzuvların mı?

Ya da....

Kendini bulmak.... Yeniden yitirmek mi?

Olmak... Bulmak...

Olmadan bulunur mu?

Öfkeler...

Tutkular...

Sevmeler...

Acılar...

Yaşama karşı her öfke duyduğumda gitmek istediğim yer neresi?

Hangi güzellikler?

Ne o?

Aradığım ne?

Hiç gidemeyeceğim bir gül ormanı mı?

Var mı öyle bir yer?

Ya da

Dudaklarda donup kalan bir gülümseyiş olmak mı?

Söylenmek istenmiş de bir türlü söylenememiş yarım kalan bir söz...

Hep yazılmak istenipte yazılamamış bir mektup...

Görülemeyen şehirler...

Sırları keşfedilmemiş ormanlar...

Hiç gidilmemiş bir okyanus...

Sonu gelmeyen cümleler...

Başlanmamış dostlukların acısı...

Velhasıl...

MIŞ GİBİ GEÇEN BİR YAŞAM...

Yaşıyor muyuz?

Var mıyız?

Var olmak nedir Andante?
 
Evet sevgili arkadaşlar uzun zamandır yoğun işlerimden dolayı burada bir şeyler yazamadım. Ama birbirinden güzel yazılar yazılmış burda.

Bende katılayım artık.......

Bir konu da sevgili tırtılcığıma katılıyorum, gerçekten burası kendi adıma söyleyecek olursam; nefes alma yerim, yada sığınağım.....

Tamamiyle düşüncelerimi, duygularımı hiç bir engellemeye bırakmadan, doğaçlama bir şekilde yaşadıklarımdan yola çıkarak aktardıklarım.

Kesinlikle öğretici olmak gibi bir amaç gütmeyen, sadece paylaşım üzerine kurulu bir çeşit çeşitlemeler......

Sonuçta var olduğum, var olduğumu hissedebildiğim bir yer.

Var olmanın kesin bir tanımının yapılabileceğine inanmıyorum. En azından benim var olmamın bir tanımı yok. Bazen bir hüzünde, bazen bir acı da, bazen bir neşe de.... İnsana ait ne varsa ordayım.

Birinci dünya savaşı başladığı zaman, insanlara bu savaşın çok kısa süreceği söylenmiş biliyormusunuz? İnanmış o zamanki insanlarda. Ama söylenilen olmadığında, üstelik savaş kıtalar arası bir durum seyretmeye başladığında kafalar iyice karışmış.

Savaşın etkisi dolaylı olarak her yerde kendini belli ettiğinde ise herşeyden önce insanlara verilen sözlerin tutulmadığı, yalan söylendiği gerçeği karşısında o zamanki insanlar hayrete düşmüşler.

O duyguların yerini zamanla her ev için geçerli acılara yer bıraktığında ise; düşünürler dünyanın anlamsızlığını, herşeyin boş olduğunu, var olan tek gerçeğin hiçlik olduğunu kabul ettiklerinde duydukları yalnızlığın serinliğiyle öylesine üşümüşler ki.....

Isınmak ister insan üşüdüğünde, bir şeylere sarılmak, içinin tekrar sıcak olmasını yada en azından ılık olmasını. İç güdüsel bir davranış. Var olma sebebimiz olmasa da var olabilme yöntemlerimizin arasındadır kuşkusuz.

Kendine yabancılaşan, sonuçta toplumuna yabancılaşan insanlar yumağı yoğun yalnızlığında, bir çok şey hissedecektir.

Hayatta kalmış insanların bazıları, yaşamak hayatta kalmak sa, yaşamışlar tırtılım. Öğretilenler gibi yaşamışlar ama, kulaklarına fısıldananlar gibi.

Kulaklarımıza fısıldananları red edenler ise, yaşama anlam katmak isteyenler sadece.Ben dünyanın hala dönme sebebini kulaklarımıza fısıldananları red edenlere bağlıyorum. Herkesten daha çok yalnız belki ama gittikçe büyüyen ve çoğalan yalnızlıklarla var olma sebebinin en trajik melodilerini haykıranlar onlar. Fısıldananlara inananlar için yaşamak bu değil elbette. Onların elinde formuller var ve kolayca yaşıyorlar üstelik yaşamı sadece nefes alarak ve buna yaşam diyerek.

Günümüz insanına baktığımda ise o birinci dünya savaşında ki durumdan etkilenen insanlardan çok daha farklı bir algılayışla nefes almaya devam ediyorlar.

İkincisini de gördü bu dünya, ve arkasından hiç bitmedi bildiğimiz gibi....

Wietnam Savaşının görüntülerini evinin salonunda yada yatak odasında seyredebilen bir insanın o anda düştüğü dehşet durumundan çok daha dehşet durumdayız bugün.

Bilginin hızla evlerimizin en ucra köşelerine girmesi gibi bir sonuçla, gördüğümüz dehşet görüntülerine alıştık. Tam bir şeye üzülmeye karşı harekete geçmişken, öylesine hızla bir başka bilgi geliyor ki artık kulaklarımıza gözlerimize neye üzüleceğimiz, yada ne kadar süre üzüleceğimizi bilemez hali çoktan geçip, kanıksamaya başladık. İşte bu durum tam bir çöküştür insanlık için ama farkındamıyız onu bilmem.

Bu sebeple dışarda gece mi gündüz mü, sesler mi var yoksa duyduğumuz sessizlik mi,bir agacın köklerinden çıkıp güneşe mi yolculuk yapıyoruz yoksa cehenneme mi,herşey öylesine karıştı ki, tanımlarla sınırladığımız dünyamızda artık nefes aldığımızı zannederek , solunum yapıyoruz.

Çok mu felsefik oldu? hadi biraz basitleştireyim gülelim biraz.....

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımı ziyarete gittim. " Çok komik bir şey oldu Sanem " diye söze başladı. Ve arkasından devam etti; " Biliyormusun geçen gece balkonda hırsızla burun buruna geldim "

İşte böyle başlayan cümleler beni deli eder. Gençlerimizde böyle konuşuyor; " Abi ya, geçen gün tv, bir konser izledim dehşetti !!!"

Şimdi bu cümleyi duyduğumda berbat bir konser geliyor benim aklıma, ama yanıldığımı hemen anlıyorum; " Abi var yaaa, manyak güzellerdi be!!!"

Arkadaşıma öyle bakmışım ki, bu özelliğimi bildiğinden gülmeye başladı " Vallahi Sanem gerçekten çok komikti dinle bak"

Uykusu kaçıyor arkadaşımın bir sağa bir sola dönerken balkondan tıkırtılar duyuyor.Giriş üstünde oturuyor her yer demirli ama ne olur ne olmaz diye balkona bakmaya karar veriyor ve işte o durumda hırsızla burun buruna geliyor.

Korku anında çıkardığımız sesler gariptir. Arkadaşımda bağırmaya çalışıyor ama ağzının içinde dili öylesine büyüyor ki " bele beleee" gibi saçma sapan sesler çıkarıyor ama çok sessiz.

Bir kez daha bağırmaya karar veriyor ama durum aynı.

Bunun üzerine hırsız devreye giriyor ve aynen şunları söylüyor;

"Tamam tamam anladık gidiyoruz işte !!!"

Kulaklarıma inanamadım. Ama aynen böyle. Çizgi yeteneğim olsa bu durumu kesin karikatür şeklinde çizerdim;

Birinci kare;

Nihal, hırsızla karşı karşıya geliyor ve garip sesler çıkarırken neye uğradığını şaşırıyor

İkinci kare;

Nihal ikinci kez bağırmak istiyor ama beceremiyor bunun üzerine hırsız sıkılıyor ve " tamam tamam anladık gidiyoruz işte " diyor

Üçüncü kare,

Evine giden hırsızın canı acayip bir şekilde sıkılıyor.Bağırmayı bile beceremeyen bir kadın işini yapmasına engel olmuş, olacak şey değil, bu onun haklarına bir saygısızlıktır.

Dördüncü kare;

Hırsız işini yapmasına engel olan ve bu sebeple kendisini kötü hisseden bir insan olarak Nihal i insan hakları mahkemesine şikayet ediyor.

Beşinci kare;

İnsan hakları mahkemesi hırsızı haklı buluyor ve Nihal i hapse atıyor. Hangi hakla bir insanın işini yapmasına engel olursun diye...

Altıncı kare;

Sanem , arkadaşını hapiste ziyarete gidiyor.

İşte yaşamın ve insanlarımızın geldiği son nokta abartılı gibi gelsede bundan farklı değil. Bu sebeple gerçekten dehşet durumdayız. Ve bu koşulda her şeye rağmen var olabilmek için direnen insanlar arasında acı çekmeye de varım, hüzünlenmeye de, gülmeye de, anlatabiliyormuyum?
 
Sığınağım durgun sularda demirlemek…

Sığınağım denizlere bakan yamaçlarda beyaz bir zakkum olmak…

Sığınağım gökyüzünde akan yıldızları…

Avuçlayıp avuçlayıp içmek…

Sonra da sözcüklerin arasında…

Ölü bir dünyadan…

Mektuplar yazmak yeryüzüne…

Bir ekmeği bir dostla bölüşmek…

Şiirin gizemli dünyasında…

Geleceği yaratmak için buluşmak…

Var olmanın diğer bir izdüşümü…

Bugünlerde ben var olmanın anlamına takılı kaldım bir saat sarkacı gibi… Herakleitos’tan beri insanın kendi kendini araştırmasından söz edilmiştir. Niçin kendimizi araştırıyoruz? Bunun manası ne?

Kendi kendini araştırmak insanın kendi dünyasını oluşturmak için bir çabadır. Düşüncelerini, davranışlarını alışkanlıkların etkisinden kurtaramayan insan özgür müdür sizce?

Alışkanlıkları kırmak ya da toplumda var olan paradigmaları yok etmek için kırmızı çizgide durmak… Yani red etmek… Toplumdaki kuralları, paradigmaları her yönüyle onaylayan insan düz bir çizgide gidiyor demektir. Dolayısıyla onun hiçbir yönü yoktur.

İlk olarak Heidegger’in ismini duyduğumda ve onun doktrinlerini dinlediğimde kafam allak bullak olmuştu. Bildiklerim tepetaklak oluyor, beynim bir devrim geçiriyor ve ben can çekişiyordum.

Heidegger’e göre insanın varoluşunu belirleyen bilinçtir. Bilinci belirleyen şey ise hiçliktir. İnsan hiçlik sayesinde kendisiyle dünya arasındaki farkı görür. Çünkü bilinç “ BEN BÖYLE DEĞİLİM “ diyerek içindeki boşluğu doldurur.

Evet, senin de dediğin gibi hiçlik bir var olma sebebidir bana göre de.

Hani diyorsun yaa,

Öğretilenler gibi yaşamışlar…

Kulaklarına fısıldananlar gibi…

Ve… Yaşıyoruz işte… Bize öğretildiği gibi… Tatminsizlik aldı başını gidiyor. Tüketimin adı mutluluk olmuş. Doğruluk, güzellik, sevgi gibi kavramların içi boşaltılmış. Kuralsızlık kural olmuş. Bizim değerlerimiz nerede? Nereye gidiyoruz?

“Anı yaşa. Mutlu ol. Aşk yoktur. Aşklar vardır. “ söylemlerini red ediyorum.

“ Karanlıkta her kadın güzeldir “ diyerek kadının sadece cinsel kimliğini ön plana çıkararak kadını meta durumuna düşürenleri red ediyorum.

İyi ile kötünün belirsizleştiği postmodernizm anlayışını red ediyorum.

Sanatı para kazanma amacı güderek bu arada yayıncısını da zenginleştirerek okura belli bir anlayışı dikte eden edebiyat anlayışını red ediyorum.

Sanatta starlaşma sistemini red ediyorum.

Red etmek yaşama anlam katmaksa, önce kendi var oluşumu sorgulamak gerektiğine inanıyorum.

Eğer ben kendi benimi oluşturamazsam kimim ben? Bir başkası mı? Öyleyse hiç kimseyimdir.

Andante, savaşlar konusunda söylediklerin bana Gorki’nin “ Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştiri” adlı kitabındaki yazdıklarını hatırlattı.

Şöyle der Gorki:

Küçük burjuva, uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış, bu çemberlerin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır. Ailenin, okulun, kilisenin, "hümanist" edebiyatın etkisi, "yasaların ruhu", burjuva "gelenekleri" denilen bütün şeylerin etkisi küçük burjuvaların kafalarında bir saatin çarklarına benzer.”

Birinci Dünya Savaşı'nı Birinci Paylaşım Savaşı diye niteler.

Avrupalı efendiler dört yıl süren bu öldürme işinden sonra, kanlı canice eylemlerinden dolayı küçük burjuvalar hem maddi, hem de ekonomik bakımdan büyük acı çektiler. “ der.

Sonra sorar.

“ Peki ama, bu çekilen acılar küçük burjuvaların "düşünce" yaşamına ne getirdi?”

Söyledikleri çok manalıdır.

Şöyle der:

“ Savaştan sonra, küçük burjuvaların "hümanizma"sı sadece sözden ibaret ve savaştan önceki gerçeği yabancı bir "insanseverlik" olarak kaldı. Bu hümanizm insan kişiliği yararına hâlâ biraz teskin etme kabiliyetine sahip ise de, halk kitlelerinin çektiği acılara, bunlara yapılan zulme karşı tamamen ilgisizdir. Savaştan alınan korkunç dersler, sivrisineklerin, kurbağaların, hamam böceklerinin alışkanlıklarını nasıl hiç bir şekilde değiştirmemişse, küçük burjuvazinin de psikolojisini hiç mi hiç değiştirmemiştir.”

Ben de dahil hepimiz küçük burjuva değil miyiz?

İçim yanıyor… Irak’ta, Filistin’de yaşananları görünce içim acıyor...

Bir yazar emparyalimzle ilgili şunları söyler:

“ Emparyalizm pazar kavgası yüzünden iki büyük savaşla insanlığın kanına girdi. Bugün emparyalizm bütün dünyayı ele geçirdi. Bunu ya ordunun gücüyle yapıyor. Ya da ekonomik örgütlerle. Ancak şunu unutmamalıyız. Emparyalizm yalnızca ekonomik değildir. Emparyalizm insana kültür verir. İnsanı, emparyalizme göre terbiye eder. “

Peki ya ne yapmalı?

Hep bilinç der dururum. İnsanın bilinci temizlenmeli… Küçük burjuva bilincinden sıyrılıp insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmalı… Kendi öznel sorunlarımızı nesnel sorunlar olarak görmemeli…

Bunun için ilk adım aydın olmak… Olabilmek… Toplumun önünü açabilmek…

Konu nereden nereye geldi?

Ben çok doluyum galiba. Paylaşmak demişsin yaa… Ben de paylaşarak neyi bilip neyi bilmediğimi öğreniyorum. Paylaştıkça çoğalıyorum.

Senin deyiminle nefes alıyorum.

Pavese “"kendimi yalniz birakmamak icin butun gece aynanin karsisinda oturdum” diyerek çağımızın yalnız insanına bir gönderme yapıyor…

İşte yine yüreğim dalgalanıp coştu. Birden yüreğimden akan düşünceler parmaklarımda can buldu. Yazarken zamanın nasıl geçtiğini bir türlü anlamıyorum.

Yalnızlığı
Taşısam da boynumda
Azgın bir boğa gibi
Bu şehirde

Gün gelir
Mor dağbaşlarına
Yağmurların hüznüne
Bırakırım bir gün…

Paslı gözlerle
Bakarken gecenin rengine
Yüzümü döndüğüm yer
İnsanlığın yüzüdür


Parmenides’in “ Nesnelerin Yaratılışı Üzerine” adlı eserinden bir alıntı yaparak sözlerime son vermek istiyorum.

…. Hangi araştırma yollarının düşünüleceğini yalnız:
Biri var olmanın olduğu, var olmamanın olmadığıdır,
Bu inandırma yoludur- doğruluğun ardından yürür
Çünkü-
Öteki, var-olmama, var olmamanın zorunlu olduğudur;
Hiç bulunmaz olduğunu söylüyorum sana bu patikanın;
Ne tanıyabilirdin var-olmayanı çünkü-yapılamaz çünkü bu-
Ne de bildirebilirsin ; aynı şeydir çünkü DÜŞÜNMEKLE VAR OLMAK…
 
Harikasın kardelen!!!!!

Konuşma yeni başlıyor, yaşam yeni başlıyor, ya şu anda duyduğum mutluluğun kelimelerle anlatımı yok, yanıt verilecek yazdıklarına hiç şüphen olmasın, iyi ki varsın, ne diyeyim sana......

Adım adım gidelim olur mu, sindire sindire yazalım düşüncelerimizi, ama gürül gürül paylaşalım tüm duygularımızı.

Sağolasın......
 
Yazmak eteğimdeki taşları boşaltmak…

Yazmak yılların suskunluğu ile tortulaşan yüreğimin

Kirini, pasını temizlemek…

Yazmak var olma sebebim Andante…

Hani Sait Faik bir gün yazmamaya karar verir. Kalemi bırakır. Ama yazmak onun yaşama biçimidir. Yazmazsam, çıldıracağım diyerek Türk öykücülüğünde çığır açar.

Bana öykü okumayı sevdiren kişidir Sait Faik. İlk okuduğum “ Semaver “ adlı öyküsünden aldığım tadı unutamam. Bayılırım onun kaleminden insan manzaralarına.

Adım adım gidelim güzel insan…

Sindire sindire yazalım…

Gürül gürül paylaşalım duygularımızı…

Paylaşım ki, yaşamı evetleyelim.
 
Andante,bense rededilmeyi sancıyla yaşayan insanı düşünüyorum.
Direkt sormak istiyorum:
Kişi/olgu/olay...hangi başlık altında ise ,neden red edilmek sancılı olsun?
 
Sevgili esila,

Red edilmek neden sancılı olsun ? diye soruyorsun.....

Aslına bakarsan bu sayfa da red edilmenin bir çok boyutu ortaya konuldu.

Red etmek, başlıbaşına ele alınabilecek bir konu değildir.Kuşkusuz burda yazdıklarım sadece kendi düşüncelerimdir, bu sebeple asla kendim de dahil olmak üzere kesin bir çizgiyle anlatmaya kalkışamıyorum red etmek eylemini.

Red etmek, bir çok anlam ifade edebilir. Ama illaki özetleyecek olursak; kabul etmemek gibi algılanabilir öncelikle. Ve bu son derece olması gereken bir eylemdir. Her şeyi kabul etmek zorunda değildir insanoğlu.

Ne olacak ki sanki kabul etmeyince?... Bir parça kızgınlık, yada buna benzer şeyler duyabileceği gibi, üzüntüde duyabilir.

Örnekleyelim isterseniz;

Siz eğer yanlış anlamadıysam, bir insanın bir diğerini sanki beğenmeme yada istememe gibi bir durumda ki red edilişi ele alıyorsunuz.Eğer doğru anladıysam bu durumda ben olmuş olsam, yani değer verdiğim , beğendiğim bir kişi benim için aynı şeyleri düşünmeyip beni ne adına olursa olsun kabul etmezse, yani red ederse benim duyacağım duygu sadece tebessüm etmek olacaktır, buna inanın.

Neden derseniz?

Çünkü o insanın benim gibi düşünmeme hakkı vardır her şeyden önce. Buna kızmak, buna alınmak, bundan gocunmak, ya da sarsıntı geçirmek gerçekten aptalca olacaktır. Tabii benim için. :)

Aynı şekilde bende hissedebilirim. Karşımdaki kişiye onun bana hissettiklerini duymuyorsam eğer, onu red edeceğimden dolayı bir sarsıntı falan geçirmem, çok ta kolay red edebilirim bu anlamıyla.

Sarsıntılı red edişler nedir peki?, yada gerçekten sarsıntılı red edişler varmıdır ?

Elbette vardır. Karşındaki kişiyi ne adına olursa olsun yok saymak, onu değer olarak bir hiç yerine koyarak red edişler kusura bakmayın sarsıntılıdır.

Ve sadece red etmek değil, red edilmekte bu yönüyle ele alındığında yıkıcı olabilir. Olacaktır diye kesin bir dil asla kullanmıyorum, dikkat edin olabilir diyorum. Ve devam ediyorum.....

İşte bu sarsıntılı devre insanoğlu için zaman zaman yaratıcılığın ortaya çıkmasında bir itici ivme taşıyabilir. Sanat bu şekilde ortaya çıkar.Bu sancılı dönemlerde ki düşüncelerdir duygularla birleşerek notalara, tuvale, fotoğrafa, yazılara dönüşen...

Sanatçı kimliğimiz yoksa, ki olmayabilir, olmak zorunda değildir, yine bu sancılı dönemlerimizdir gerçek anlamda var olmamızı sağlayan itici güç.

Dediğim gibi bunlar benim düşüncelerim, örneklerle anlatmaya devam edeceğim. Ama inanın her farklı düşünce, yani bir anlamda red ediş, bu sayfanın aynı zamanda var olma sebebi, bu sebeple size de teşekkürler.
 
Red edilmek bana göre de sancılıdır…

Çünkü, insan toplumsal bir varlıktır. Toplumun paradigmaları, yaşam felsefesi bir etkileşim biçiminde insanın ruh dünyasına yansır. Kişi sürekli toplumla ilişki içindedir. Bu ilişkiden iletişim doğar.

İletişimin üç tanımı vardır.

1- Kabul edilmek
2- Red edilmek
3- Umursanmamak

Kabullenme ve red etme kişinin o an içinde kurmaya çalıştığı ilişkinin benimsenip benimsenmediğine yol açar. Umursanmamak ise, kişinin değersiz olduğu mesajını verir.

İster red ediş olsun ister umursanmamak olsun bu iletişim bozuklukları “ SEN ADAM DEĞİLSİN, YOKSUN BU DÜNYADA “ mesajını verir kişiye.

İşte o zaman öteki ile ben arasındaki farktan Sartre’nin bir oyununda bir kahramanın dediği gibi “ CEHENNEM BAŞKALARI “ olur.

Eğer öteki ile ilişkilerimiz kusurluysa öteki cehennemdir. Niçin peki?

Kendimizle ilgili en önemli şey, kendimizi tanımamızdır. Kendimle ilgili ne söylersem söyleyeyim hep ötekinin yargısı işe karışır.Ötekinin egemenliği altına girerim. İşte o zaman gerçekten cehennemdeyim.

Oysa sorgulayan-yadsıyan insan ancak insan olmaya doğru yol alır. “ YADSIYORUM-ÖYLEYSE VARIM “

Sanatta bunu Sartre yaparak felsefe ile edebiyatı birleştirmiştir. Varoluşçu edebiyatın temellerini oluşturmuştur.

Öyleyse,

Her şeyin sorumlusu benim.

- Savaşın içinde yer aldıysam,
- Bunu seçmiş olan benim.

Her şeyi yadsımak benim elimde. Tek yadsıyamadığım şey,

- SORUMLULUĞUMDUR

Çünkü ben ben olmaktan sorumluyum.

Red edilmek sancılıdır. Çünkü insan birey olmak ister. Birey olmanın içinde ait olma vardır. Eğer ben red ediliyorsam psikolojik bakımdan zehirleniyorum demektir. Ötekinin cehenneminde yaşamak yıpratıcı bir ortam da yaratır. Öyleyse bana dayatılan paradigmaları yadsıyarak yani red ederek insan olmanın temeline ulaşabilirim. Bu benim seçimim. ÖZGÜRLÜK sorumluluk ise, kendi sorumluluğumu bilmeli, içimdeki beni kendim yaratmalıyım. Özgürleşme yolunda çaba harcamalıyım.
 
Birkaç şey yazmak istiyorum.Yine yanlış anlaşılmanın pençesinde can verme olasılıgını göze alarak...

İnsan nasıl bir canlıdır?
Düşünen, hisseden, anlayan, algılayan ama illede öğrenen.
Varoluşun kendi insiyatifimizde olduğu yanılsamasıyla varoluşçu düşünceyi ya da bireyin elinden tüm insiyatifi alıp onu koşulların ürünü yaparak kimliksizleştiren determinizmi reddedebilirsiniz.
Ben bunların cevabnı bulabilmiş değilim.
Bireyin düşüncelerindeki ana katalizörün ne olduğunu hala çözebilmiş değilim.
Kolaycılığa kaçıp psişik bir kolaj yapıp çıkıyorum şimdilik bu akıl almaz labirentten.

Ama varoluş probleminde en azından birey olarak kendimi ilgilendiren ufuklara baktığımda sorunun büyük bir kısmı görülebiliyor gibi.
Bu insan olan benliğimi aynanın karşısına oturtmakla olabilirdi.
İnsan, erkek yada kadın, doğası gereği yarım bir canlıdır.
Her erkek doğasında kadınsı oldugu iddia edilen bir takım özellikler taşır. Şevkat, acıma, sevecenlik vb.
Aynı şekilde kadında erkekle özdeşleştirilmiş bir takım özelliklere sahiptir. Savaşçılık, otorite vb.
Fakat toplumsal yaşamın beraberinde getirdiği bir takım değer yargıları -her ne kadar sanatla dışavurulsa da- kurallar yoluyla insanların hayatını etkilerler.
Belirlenen roller içerisinde kadın ve erkek içlerinde hissettikleri duygulardan uzaklaşımak zorunda kalırlar.
Bu durum toplumsal yaşamın realiteleri düşünüldüğünde anlaşılabilirdir de.
Ancak çok daha anlaşılabilir olan bir gercek vardırki kadın ve erkek bu eksik bırakıldıgı yönlerinin derin ucurumunu yine derin sancılar halinde hissederler. Bu insanın yarım bırakılmasıdır ve bu yarımlığa karsın her birey bütünleşme ihtiyacını ölümcül bir agrıyla ruhunda hisseder.
İşte bundandır günümüz insanının aşk sancısı.
Bundandır annesini yitirmiş bir yavru hayvan gibi aşkı arayışımız.
Bu tamamlanma ihtiyacının dışavurumudur aşk dediğimiz.
Kadın erkeğinde güçle, otoriteyle ,elinden alınan tüm değerleriyle bulusur.
Erkekte kadında şevkatle ,sevgiyle ,toplumsal hayat içerisinde üzerini örttüğü tüm derin duygularıyla bütünleşir. Anaç bir kucaklamaya yelken açıştır bu. Ying yang prensibinde oldugu gibi varlığın diğer yarısına kavuşmasıdır. Ve yukarda sözü edilen varoluşun hallerinden biridir aslında.

Reddedişe bu varoluş projesinin yıkımı olarak bakarsak sanırım sancının sebebi anlaşılabilir olacaktır. Herne kadar bu sancılar yeni tamamlanma umutlarıyla hafifletilse de bu umutların bagrında beklenen tamamlanmayla gelmeyişi beraberinde sancıların ebediyetini getirir.

Peki neden olamıyor bu tamamlanış?
Bence bu insanoglunun sınırlarını zorlaması nedeniyle oluyor.
Hergün yeni bir buluşla hayatımız değişiyor.
Ne kadar özümsendiği bilinmeden hayatımıza yereştirdiğimiz bu buluşlarla milyonlarca yılda oluşmuş cognitif yanımız uyuşamıyor.
Bu, yabancılaşma demek, kendimize, hayata, insanlara...
Ancak bu sancıyla yaşamayı öğrenmek orunda kaldıgımız ve geri dönemeyeceğimiz bir noktaya geldik.
Bu noktadan sonra tamamlanma ihtiyacımızı bu sancıların arasından sececegimiz mucizevi mutluluk parçalarıyla yetinerek devam ettireceğiz.

Ancak sancılarımız bitmeyecek. Bitmeyecek çünkü insan anlam arayışını (Kendini gerçekleştirme anlamında)çoktan bıraktı. Dünyada yaşanılan yegane gerçeklik postmodern bir kölelik sistemi. Bu sistemde birilerinin özgürlük çığlıkları atması tıpkı şeker plantasyonlarında çalışamsını normal karşılayıp aynı anda eşitlik türküleri söyleyen köleler gibi eğreti duruyor. Günümüz insanı gönüllü bir (ikna edilmiş) köleliğin avuçlarında sancılarıyla ve tamamlanamayışlarıyla inlemeye devam edecek. insanoğlu korkutucu gelişimini bu sancıların artık tamamen sanal oldugu bir asamaya tasıyana kadar. Ki bu nokta çoktan başlayan bir süreçle görünür bir zamandadır.
 
En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin, ne Hindistan,
ne teyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan

Can Yücel

Büyük şair ne güzel anlatmış değil mi? Anlamak ve anlaşılmanın önemini.

“ Yine yanlış anlaşılmanın pençesinde can verme olasılığını göze alarak... “ demişsin Pegasus. Birden bu dizeler düşüverdi usuma.

Elbette aynı düşünmek zorunda değiliz. Fikirlerimiz karşıtlık içerebilir. Önemli olan fikirlerimizi tartışarak yeni açılımlar elde etmektir.

İnsan… Hep araştırdığımız insan…

İnsana kadın ve erkek olarak baktığımızda yaşama da parçalı bakmış oluruz. Oysa yaşamı insanlar oluşturur. Kadın ve erkek olmak insan olmanın kategorileridir.

Ama şöyle desen belki daha iyi olurdu.

“ Toplumda kadına ve erkeğe yüklenen roller? “

İşte böyle dersen anlardım.

Çünkü, ben kadın ve erkeğin önce insan olmada birleşebileceğini düşünüyorum. Yani senin dediklerin feodal yapının bizlere yüklediği anlamlardır. Her kişi tektir. Ama insan toplumsal bir varlık olduğuna göre bu tekilliğini iletişim içine girerek toplumla bütünleşme sağlayarak, paylaşarak öteki insanla bütünleşir.

Sevgi, acıma duyguları sadece kadınlara mı özgüdür? Ya da dediğin gibi savaşçılık, otorite sadece erkeklere mi özgüdür? Hayır, bence hayır.

Şöyle demişsin.

“ Kadın erkeğinde güçle, otoriteyle ,elinden alınan tüm değerleriyle bulusur. Erkekte kadında şevkatle ,sevgiyle ,toplumsal hayat içerisinde üzerini örttüğü tüm derin duygularıyla bütünleşir.”

Senin dediklerine kesinlikle katılmıyorum.

Bu olgular kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık halleridir.

Ben bu dünyaya gelmişsem, bir erkeğe bağlanmışsam bu bağlılığın güçle, otoriteyle hiçbir ilgisi yok. O gücü kadın değil önce insan olarak kendi ruhumda duyumsayabilmeliyim.

Haa… Eğer ben aşık olmuşsam, aşk bence tartışılması gereken çok uzun bir konu. Çünkü aşkın içine itkide girmektedir.

Bence günümüzdeki sorun insanlaşabilme sorunudur. Kadın ve erkek birbirlerini karşı cins olarak görmekten insani yanlarını göremiyorlar. Bu ne demek?

Birlikte insanlaşabilmek…

İnsanı insana dönüştürmek….

İki bacak… İki bilmem ne… Ya da süslü kravatlar insan olmaya yetmiyor. İnsanlaşabilmek önce davranışlarımızla, ilkelerimizle, ideallerimizle bütünlük içinde var olmakla ilgilidir.

Red edilmeyi ve red etmeyi kadın-erkek ilişkisi olarak görmüyorum. İnsanın her bakımdan kuşatılmışlığından söz ediyorum.

İnsanı insandan yalıtan sistemdir. Eğer sisteme bakmadan insanı sorgularsak yine yaşama parçalı bakmış oluruz. Bütünü göremeyiz.

Algının esiri olan insanın hayal gücü olmaz. Evet… Yine özgürlük… Önce kendi kendimi tanıyarak kendimi özgür kılmalıyım. Sonra da insanlığı…

Çünkü hayal, gerçekliği anlamlandırmanın bir yoludur. Bu da sanatla mümkündür.

Spartacus, köleliğin kaldırılması için mücadele ederken köleliğin kaldırılmadığını göremedi belki… Ama insanı insanın kölesi yapan sistem çürüdü gitti.

Bugün de bu köleliğin adına ister kapitalizm, ister post modernizm, ister küreselleştirme deyin… İnsanı insandan dışlayan sistem, tarihin karanlık sayfalarında silinip gidecektir bir gün…
 
Sanırım mevlana söylemişti; aynı şeyi bilenler değil aynı duyguları hissedenler anlaşabilir diye.

Bir önceki yazımın girişine eklediğim çekincemin haklılıgı ortaya cıkıyor. Çünkü yorumlanma konusunda- belkide benim uslubum ve kapasitesizliğim nedeniyle- ciddi bir sorun yaşıyorum. Buna rağmen susmamak gerektiğini düşünüyorum.

Herşeyden önce bilinmesi gereken bir gerçeğin altını çizelim.
İnsanların farklı özelliklerinin olması onların insan olma üst ediminde buluşamayacakları şeklinde yorumlanmamalı.
Bu herşeyden önce insan gerçeğine sırt çevirmek olurdu. İnsan bir anne olabilir ve bir erkeğin asla hissedemeyeceği duygulara sahip olabilir. Hatta içinde yürüdüğü zaman dilimlerinde gelişen bilinci bu duygularıyla özdeşlesen bir özellik alabilir- ekstrem durumlar hariç-
İnsan bilinci kültürün dışında düşünülemeyeceğinden- Burada kültürü insanın gelişme sürecinde edindiği bilgiler anlamında kullanıyorum- bir erkek kendine biçilen otorite, savaşçılık vb özelliklerle özdeşleştirilebilir.- ki insanlık bunu yapmıştır.-
Bu realiteleri dile getirmek felsefi anlamda bu gerçeklere yönelik bir savunu anlamına gelmez.
Bu şekilde dile getirilebilecek farklılıkların olması her iki cinsin insan olma üst ediminde buluşamayacakları yada birine diğerinden daha az önem atfetme anlamına hiç gelmez.

Evet ben erkek yada kadın insanın yarım oldugunu düşünüyorum.
Kültürel olarak hayatın gerçekleriyle savaşan insanın kendine biçtiği rolleri umursamadan yapıyorum bunu.
Ben bir kadında var oldugunu düşündüğüm yada umdugum şeylerin bende tam anlamıyla olabileceğine inanmıyorum.
Bir anne şevkati bende nasıl olabilirki?
Bunun ne oldugunu bile bilmiyorum.
Peki ya kadınlar binlerce yıldır erkeklerin garip güven bunalımından kaynaklanan savaşların anlamını çözebildiler mi?
Cinsiyet farklarını dışlayabilirsiniz. Bu her iki cinsin insan olmaktan kaynaklanan ortak özelliklerinin devasalığı düşünüldüğünde kolayca yapılabilir.
Hatta günümüzde bu farkların ifade edilmesi bunun bir ayrımcılık içerdiği olasılıgının iticiliği nedeniyle de tepki çekebilir.
Ama tüm bu tavırlar bu farklılıkların dile getirilmesindeki asıl nedenin ayrımcılık degil aksine birbirini daha iyi anlayıp özümseyebilme ve ortak iyiyi bulabilme amacıyla yapıldıgı keşfedildiğinde anlamını yitireceklerdir.

Evet bir zenciden farklıyım.
Bir çinliden de farklıyım.
Sorun bu farkın sorun olarak kabul edilmesinde farkın dile getirilmesinde değil.
Peki bu tamamen genel bir kural mıdır?
Yani erkeklere özgü oldugu söylenen özellikler kadında ve kadınsı özellikler erkekte olamaz mı ?
Cevap tabiki evettir. Hatta o kadar evettir ki günümüzde kadınların iş hayatında erkeklerden daha otoriter olabildiklerini görürüz.
Kadın siyasetçilerin eger iktidara gelebilirlerse dunyaya barış falan getirmeyecekleri aldıkları sıfatlardan ortaya cıkıyor. - Demir leydi lakaplı teacheri anımsayın-
Kendisine ambargo nedeniyle Irakta ölen 500 bin cocuk hatırlatıldıgında "Buna değdiğini düşünüyorum" diyebilen ABD dışişleri bakanı Albright i anımsayın.
Ama butun bu gerceklikler kadınların erkek egemen dunyada erkekler gibi davranarak basarılı olacaklarını dusunmelerinden kaynaklanmıyor mu? A
caba mevcut dünya sistemi kadınlara ruhlarından geldiği gibi davranma fırsatı veriyor mu? Bence hayır.

Evet ben genel olarak farklılıklarımız oldugunu -ve iyikide oldugunu -düşünüyorum.
Bu sayede insanoğlunun birbirini tamamladıgını düşünüyorum.
Adına ne derseniz deyin.
Erkeksi oldugu iddia edilen sıfatları siz belirleyin yada kadınsı ben bununla ilgilenmiyorum.
Benim için önemli olan iki cinsin oldugu ve bu cinslerin gerek fiziksel gerekse duygusal olarak birbirini tamamladıgı gercegidir.
Aşkın kaynagınında bu tamamlanma ihtiyacı olduguna inanıyorum. Bakınız bu ihtiyac o kadar barizdirki birtakım kişiler eşcinsel ilişkilerden örnek vererek benim savunumu bertaraf etmek istediklerinde bile ortaya cıkmaktadır.
Bu türden ilişkilerde bile eşlerden birisi erkeksi bir rol almaktadır. Almanyada tanıstıgım lezbiyen çiftlerden birinin diğerine "kocam" demesini hiç unutamam.
Demekki meseleye kadın erkek düzleminden olumlu yada olumsuzluk atfetmeden bakmak gereklir.
Olumsuz bakısın varolan farklılıkların suçu olmadıgını bilmemiz gerekir. Bunun tarihi, psikolojik, ekonomik sebebleri vardır ve buraya girmeyecegim.

Yazımda tamamlanma ihtiyacının aşkı doguran sebeblerden biri belkide en önemlisi oldugunu belirtmek istedim.
Buna cinsel ve duygusal tamamlanma diyebilirsiniz.
Ancak bu tamamlanma olmadıgı ve tanımlanamadıgı müddetçe yanlız insanların kendilerini içinde hissettikleri uçurumu anlayamazsınız.
Bakın sitemizde cinsellik bölümüne yazılan yazılara.... Basit cinsel ihtiyacların dısavurumu gibi görünsede tüm o sancıların temelinde yalnızlık oldugu cok acık.
Ruhuyla yarım kalmış insanın cıglıkları.
Bu konuda bu kadar ukalaca atıp tutmamın bir sebebi var tabiki.
Bir engelli olarak vucudunu hissetmediğiniz zaman karşı cinse yönelik hala asırı sekilde devam eden özlem duygularınızı sorgularsınız.
Ve anlarsınızki cinsellik asla bir haz nesnesi değil.
Bir tür tamamlanma ihtiyacı. Bu pencereden ancak benim gibi ijnsanların bakabilecegini düşünüyorum.
Benim durumumda olan ve cinselliğin bu yönünü görebilen insanların.
Bu nedenle rahat konusuyorum.
Çünkü söylediklerim basit aforizmalardan ziyade yaşamışlıklarımın yansımasıdır.

İşte bu noktada görebildiğim gerçek, insanın tamamlanmaya yönelik o çok eski ihtiyacıdır.

Bazı kızlarla konusuyorum okulda.
Genç kızlar.
Hepsinin ruhunda o bildik uçurumla karşılaşıyorum.
Ne sağlık ne ekonomi hiçbir sorunları yok.
Ama yanlızlar.
Yalnızlığın sancısı cinsellikten çok daha öte birşey.
Bir yarımlık duygusu olmasa bu kızlar sahip oldukları çok iyi kız arkadaslarıyla yanlızlıklarını gideremezler miydi?
İşte geldik konumuza.
Reddediş...
Reddedilişe ben bu anlattıgım nedenlereden ötürü yarım kalmış tamamlanma olarak bakıyorum.
Acıtıcı olmasının sebebide budur diye düşünüyorum.
Konuya psikolojik olarak yaklaşıp kişi onanma ihtiyacındadır. Reddedilmemek ise bir tür kabul ve bireyin ihtiyaç duydugu onanmaya denk geldiğinden önemlidir diyebilir ve reddedilişi bireyin onanma ihtiyacının tamamlanamayısından ortaya cıkan bir sendrom olarak degerlendirebilirdim.
Ama bence bu çok eksik olurdu. Ben her iki cinsin farklı özellikleriyle bir mıknatısın iki ucu gibi birbirlerini tamamladıklarına inanıyorum. Ve bu farklılıkların olmasına şükrediyorum. Bu farklılıklara insanoğlınun oluşturdugu farklı kültürlerde farklı anlamlar yüklenmesini umursamadan...
 
Bildiğim hiçbir bilmediğimdir. Sen de bilirsin bu sözü. Büyük filozof Sokrates’e aittir. Evet, bilgi dünyası derya-deniz. Bir insan ne kadar okusa da insan insanın aynası olur kimi kez. Hiçbir zaman teori-ile pratik birbirine uymaz. Ve… Bilge bir kişinin yaşantısına ortak olmak bizi kendimizin içinde giden yolculukta ışığa çeker. Erdemli yaşamak bilgeliğin, yürekliliğin, ölçülülüğün gittiği yoldur. İnsan bu anlamda tabii ki, her zaman birbirini tamamlamalıdır.

Sadece erdemli olmak mı?

Kültürel anlamda da.

Bu konuda daha bir sürü kavram öne sürülebilir. Ben en çok sorun olanları yazıyorum. Belki de bilip beceremediklerimi.

Peki ayrıştığımız konu ne?

Çocukluğumdan beri ezilen, horlanan kadınlar gördüm ben. Kendime bir sözüm vardı. Hiçbir zaman öyle bir kadın olmayacaktım. Bunun için belki, kadınlar konusunda biraz hassasım.

Ben ne kadınlar gördüm erkeği yaşamının merkezine alarak kişiliği parçalanmış…

Ben ne kadınlar gördüm kocasının sözünden çıkmayarak onu idealleştirmiş…

Ben ne kadınlar gördüm üstüne kuma getirilse de susan, o benim erkeğimdir deyip el pençe duran…

Ben ne kadınlar gördüm erkek aldatsa da o erkektir deyip sineye çeken…

Hiç de yabancı olmadığımız davranış biçimleri bu söz ettiklerim. Kadın ne yapar? Bir erkeği sevdi mi onun tüm yalanlarına, tüm eziyetlerine katlanır. Tüm yaşamını o erkeğe göre düzenler. Sonra ne yapar? Tüm yaşamı boyunca o erkeği mutlu etmeye çalışır. Çocukları varsa saçını süpürge eder. Bir erkeği sevmek yaşamı güzelleştirecek tek şeydir. Bu düşüncelerle tüm benliğini erkeğe verir.

Kadının tek yaptığı kendini geriye çekmek, sevilen erkeği yaşamının baş köşesine yerleştirmek… Kadının yaşam karşısında deneyimsizliği, bir evden başka bir eve sıkışmışlığı. Kadın yaşamın dışındadır. Yaşamdan soyutlanır.

Peki neden böyle davranır kadın?

Senin dediğin anlayış yüzünden. Kadın erkeğinde güç bulur. Otorite bulur diyorsun ya. İşte o yüzden.

Hem toplumsal rollere karşısın. Bu rollerin insanı yabancılaştırdığını söylüyorsun. Hem de bu yabancılaştırmayı doğruluyorsun. Bütünlüğü bu şekilde algılıyorsun.

Bu rollerin insanı yabancılaştırdığına ben de katılıyorum. Ama bütünleşmek örneğine gelince, orada farklı düşünüyorum. Bilakis, o erkekte buldukları güç nedeniyle kadınların toplumda bir yer edinemediklerini düşünüyorum.

Farklılıklarımıza geldikte…

“ Ben genel olarak farklılıklarımız oldugunu -ve iyikide oldugunu -düşünüyorum. “ diyorsun.

Ben farklılıklarımız olmasın demiyorum ki…

Hem kadın ya da erkeklerle ilgili verdiğin örnekler hep istisna.

İstisnalar kaideyi bozmaz bilirsin.

Benim karşı çıktığım kadın ve erkek kimliği sorgulanırken kadın ile erkeğin arkadaş olamaması… Yani cinsel kimliklerinin ön plana çıkması. Bu toplumumuzda çok sıkça rastladığım bir gözlemim.
Örneğin, siz bir erkeğe fazla gülümserseniz, o erkek kendisiyle özel olarak ilgilendiğinizi sanır. Duygularınızı gösteremezsiniz. Aynı şey kadınlar içinde geçerli. Bu sorunları çözümlemek için insanın daha çok yol alması gerekiyor. Kadın ya da erkek kimliğinin ötesinde sorunun insanlaşabilme sorunu olduğunu söylemem bu yüzdendi.

Aşka geldikte…

Evet, aşk tamamlar. Çünkü aşk, insanın edimidir.

Aşkın bir ilkel tarafı vardır. Bir de kültürel yanı.

Aşkın ilkel yanı cinselliğimizdir.

İnsani yanı kültürümüzdür.

Fakat, cinsellik olmadan aşk olabilir mi? diye bir soru geliyor aklıma.

Evet, olur.

Çünkü, cinsellik bir ihtiyaçtır. İnsanın hayvani yönü. Yani ilkelliğimiz. Bana göre aşk, ruhların birleşmesi, akılların sevişmesidir.

Bu arada “ İçimdeki Deniz “ adlı film aklıma geldi. Ne güzel anlatır aşkı… İnsanın cinselliği olmasa bile eğer aşk bir birlik arayışı olamaz mı?

Kimi yazarlar geliyor aklıma yine.

Sabiha Sertel… Zekeriya Sertel…

Balzac…

Kafka ve Milena…

Bu bahsettiklerim, birbirlerine mektuplaşarak aşık olmuşlardır. Hatta Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel birbirlerine görmeden evlenme teklif etmişlerdir.

Aşkı ayakta tutan nedir biliyor musunuz? İnsanın kültürel yanı…

Ne yazık ki, günümüzde insanlar aşkı cinsellik olarak algılıyorlar.

Ya da aşkın tözünü arıyor. Sonra da bulamayınca hayal kırıklığına uğruyor.

Cinsel özgürlük gibi safsatalar insanı, insani değerlerden uzaklaştırır. Metanın ne kadar özgürlüğü varsa cinsel özgürlük yoluna giren insanların da o kadar özgürlüğü vardır.

Bu yozlaşmışlığın sonucudur.

Yazının sonunda şöyle diyorsun…

Bir yarımlık duygusu olmasa bu kızlar sahip oldukları çok iyi kız arkadaslarıyla yanlızlıklarını gideremezler miydi?

Evet, ben de bunu önemsiyorum.

Bu şiir yazmak istiyorum şimdi.

Önce kelebekleri öldürdüler
Fareleri yılanları
Adı bilinmedik
Börtü böcek
Soldu
Sesler
Tenler
Canlar

Uçaklardan
Yağdı ölüm

Sonra unuttular
Adım ölçüsünü
Sıcaklığını elin
Yüreğin vuruşunu
Derinden gelen
Derine işleyen bakışı…

C. Bektaş

Şiirler ciğerim. Soluk aldığım, bir nebze dinlendiğim bir çeşme başı…

Sanat insanlarla, daha çok insanla buluştuğu gün belki red edişler bu kadar sancılı olmayacaktır.
 
Merhaba,

Bu güzelim sayfayı böyle bir arayışın alanı yaptığımız için andantenin şimşeklerini üzerime çekme korkusunu bir yana koyarak cevap vereyim.
Ama bu cevabın aslında cevap niteliğinden de kuşkuluyum.
Kuşkuluyum zira benim söylediklerim asla genel geçer olma iddiasında değiller.
Anlattıklarım okuduklarımdan, yasadıklarımdan, hissettiklerimden oluşturduğum tamamen bana ait düşüncelerdir ve asla genel kanı olma amacı gütmemektedirler.
Delphi tapınağının girişinde yazan "Kendini bil" sözünün gereğini yerine getirebilme adına çıktığım yolculuktan elime geçenleri yorumlayıp çıkan kendimce sentezi paylaşma isteği...
Tamamen bana ait derken anlattıklarımın çoğu okuyup benimsediklerimdir. Yoksa kendi bilincimle ulaştığım olgular değil.

Neyse yukarda anlattıklarımın anlatmak istediklerimi tam karşılamadığını ve bunun doğal sonucu olarak da eleştiri aldığını görüyorum.
Bu son derece normal .
Bende son kez olmak suretiyle aslında ne düşündüğümü biraz uzatarak (mecburen) aktarmaya çalışayım.
Bunun için zaman zaman alakasız gibi görünen odalara girip çıkarsam da lütfen peşimden gelmeye devam edin.



Kutsal dinlerde hepimizin bildiği bir hikaye vardır.
Bilgi meyvesinden yiyen Adem ve Havva artık günahkar olmuşlardır. Ama daha da ötesi bilinç düzeyine çıkınca kendiliklerinin farkına varmışlardır.
Bu farkındalık nedeniyle birden bir şeyin farkına varmışlardır; farklı olduklarının...
Bu insanoğlunun utanmayı öğrendiği andır ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Kendiliğinin farkına varan insan...(Burası önemli.)


Ancak kutsal kitapları bir kenara koyup insanın geçmişine bilimsel bir yolculuk yaptığımızda da ilginç olaylarla karşılaşıyoruz.

İlk insanlar henüz bilinçleri yeni yeni gelişmeye başladıklarında doğayla bir bütündüler.
Doğa bir anne gibi onlara yiyecek içecek veriyor, barınmalarını sağlıyordu.
Bu dönemde insan doğayı kutsamıştır. Bu kutsama aşamasında ortaya çıkan ilk din doğaya çeşitli ruhlar atfeden" animizm" dinidir.
Bu dinin hala benzer varyasyonları Afrika’da ve Dünyanın diğer bölgelerinde bulunuyor.
İnsan doğa anayla yani büyük ruhla bir bütün halinde hayatına devam ediyor.

Peki bu birlik bütünlük ihtiyacı neden? diye bir soru gelebilir. Cevap basittir.
Korku...
Ayrı olma düşüncesi insanı korkutur.
Eğer bir iseniz onunla aynı güce sahipsinizdir.
Ama ayrı bir varlık olduğunuzun farkına vardığınız an sürüden ayrılan koyunu kurdun kapması gibi "ölüm" karsınıza dikilir ve size " senin varoluşunun bu dünyayla bir alakası yok ve bir gün avuçlarımda varoluşun nihayetini bulacak" der.
İşte insan denilen canlının hala devam eden varoluş serüveninde kendine aradığı en önemli sorunun temeli budur.

Yok oluş karşısındaki varoluş...

Sonraları insan doğadan ayrı olma haline karsı geliştirdiği farklı tecrübelerle karsımıza çıkıyor. Totemizm bunlardan birisi. İnsan kartal, ayı, aslan gibi kendinden güçlü varlıklarla aynı klandan olduğunu düşünüyor. Onları totemleştirip kendiyle bütünleştiriyor. Yine ayrı olma korkusundan kurtulma mekanizması...

Sonraları toplumsal yaşamın gelişmesi beraberinde toplu yasam kültürünü getiriyor ve insanın ayrılık korkusu sekil değiştiriyor.
Devlet mekanizması da bu ayrılık korkusundan kurtulmak için ortaya atılıyor.
Artık geri dönüş yoktur. İnsan düşüncesi inançlarında da büyük değişmelere gider.
Artık bilinç ilerlemiştir ve hayvanlardan üstün olduğu kanıtlanmıştır. Öyleyse kendisiyle birleşebileceği daha askın bir üstün güce inanmak ihtiyacı doğmuştur.
Bu güç "Tanrıdır"
Önceleri insanoğlunun uydurduğu tanrılara bakıldığında tüm insani duyguları benliğinde bulunduran antroformik tanrılarla karsılaşırız. Yani insani özellikleri olan.
Bertrand Russel bu donemde eğer atların bilinç düzeyi insanlar gibi gelişseydi onların tanrılarının da at özelliklerine sahip olacağını yazar.

Ancak bilinç gelişmektedir ve insani özelliklere sahip bu tanrılarda insanın bağrındaki korkuyu gideremez olur.
Ve ilk kez Mısırda bir tek tanrı inancı ortaya çıkar. Aton dediği bu tanrıya tapan Akhnaton baskın rahipler sınıfınca aforoz edilse de artık insanlığı önünde kendiyle bütünleşip korkusunu azaltabileceği, varoluşunun sancılarını dindirebileceği bir üstün güce kavuşturmuştur.
Bu tanrının insani özellikleri yoktur ve bu onu daha da güçlü kılmaktadır. Bilinememenin dolaylarında istediği kadar güç atfedebildiği bu yeni tanrı onun varoluş sancılarını da istediği şekilde giderebilirdi.

Çağımıza yaklaştığımızda Freud annesi tarafından emzirilen ,bakılan bebeğin bu nesneyi kendiyle bir sandığını ama ayrılığının farkına vardığında bundan dehşete düştüğünü savunur.
Buna karsı çıkılabilir tabi ve psikoloji dünyasında çokça
da karsı çıkılmıştır. Ama bu karsı çıkışlara rağmen modern insan partilerde , futbol takımlarında hep başkalarıyla bütünleşme peşindedir. Bir futbol taraftarı olmanın en cazip yanı o birlik duygusunun verdiği hazdır.

Militarizmin bile kökeninde bunlar yok mudur? Hayatta hiçbir şeyi olmayan insanlar bir büyük dava uğruna ölüme bile gidebilirler. Çünkü artık onlar yanlız değil bir büyük davanın parçalarıdırlar.

Bu kadar uzatmamın sebebi insanın en buyuk varolus sancısının kendi ayrılıgının farkına varmasıyla yani bunu bilince çıkarmasıyla oluştuğu gerçeğini temellendirebilmekti.

Peki insan bunu başka neyle yapar?
Bütün bu çabaların belkide en eskisi ve de en daimi karsı cinste ayrılığını yitirmektir.
Çünkü bu edimde müthiş bir güç vardır.
O güç sevgidir.
Doğası gereği insan eşini arar bulur ve onunla kendini tamamlar.
Bu onun ayrı olma korkusuna verdiği en güçlü cevaptır.
Çünkü bu tamamlanmanın ürünleri de vardır.
Ve insan çocukları yoluyla dünyaya kök salabileceğini bilir.
Çağdaş düşünce için bu yaklaşım garip gelebilir ama çağdaşlık dediğimiz seyin gecmişi nedir ki?
Kaldı ki gerçek doğru kargaşasına girmeden insan işine geldiğine inanma eğilimindedir.

İnsanın ayrılık korkusundan sonra birleşme serüvenine bakacak olursak mantık bilimine söyle bir göz atmamız yerinde olur.
Bildiğiniz gibi mantıkta iki temel düşünü sistemi vardır. Hatırlayacak olursak;
Batıyı temsil eden Aristo mantığı ki A = a dır şeklinde özetlenir. Yani özdeşlik ilkesiyle.Bu bir şey ki ya kendisidir ya da kendisi değildir anlamına gelir.(baksa üçüncü halin olanaksızlığı ve çelişki ilkesi olarak iki ilkesi daha vardır)
Birde doğunun paradoksal mantığı vardır .
Onuda A=a dır + A= A olmayandır şeklinde özetleyebiliriz.
Yani bir şeyki hem odur hemde o olmayandır. Aristo mantığının ayrımına karsı paradoksal mantık diyalektikte kendini bulduğu gibi karşıtların birliğine inanır.
Bu konuya değinmemin sebebi farklılıklar gibi görünen şeylerin aslında birliğin formları olduğu düşüncemi temellendirmekti.
Yani kadın erkek farklıdır ama bu onların birliğine engel değildir.

Günümüzde bir kadın erkek eşitliğinden bahsedilir.
Ama bu eşitlik farklıların eşitliği değildir.
Bu eşitlik bir aynılaştırma sürecinin propagandasıdır ve maalesef ne kadınlarımız farkındadır bunun nede erkeklerimiz.
Bu noktada ben susuyorum ve sözü Eric From a bırakıyorum. Kendisine kulak verelim

Kapitalist toplumda eşitliğin anlamı değiştirilmiştir. Eşitlikle kastedilen bireyselliğini yitirmiş insanların otomatikliğidir. Bugün artık eşitlik birlikten çok aynılık anlamına gelmektedir. Aynı işte çalışan, aynı biçimde eğlenip aynı gazeteyi okuyan,düşünceleri duyguları aynı olan insanların aynılığıdır. Buna göre kadın eşitliğinde olduğu gibi ilerlememizin işareti olarak övülen bazı başarılara kuşkuyla bakmak gerekiyor. Bu eşitliğin temelinde yatan düşünce şudur; kadınlar eşittir çünkü onlar erkeklerden farklı değillerdir. Aydınlanma felsefesinin önermesi olan" ruhun cinsiyeti yoktur" söylemi genel bir alışkanlık haline gelmiştir.Yitmekte olan cinsel kutuplaşmayla bu kutuplaşmanın temelindeki aşkta yitip gidiyor.Çağdaş toplum sürtüşüp pürüz çıkarmadan üretebilecek birbirinin eşi tıpatıp aynı insanlara ihtiyaç duyuyor.Bu insanların hepsi verilen emirlere uymakla beraber kendi özgürlükleriyle davrandıklarına inandırılmışlardır.Nasıl ki toplu üretimde malların standartlaştırılması bir gereklilik ise sosyal sürectede insanların standartlaştırılması öyle bir gerekliliktir ve bunun adına da "eşitlik" denmektedir.

.

Evet Eric From çağımızda kadın erkek eşitliği denilen şeyin gerçekte ne olduğunu çok iyi anlatmış.
Oysa eşitlik aynılık değildir ve ben farklı olduğumuza inanmak istiyorum. Bu farklılıktan kastetdiğim şeyin önceki yazımda ifade ettiğim "otorite" gibi sıfatlarla karşılanmadığını görebiliyorum.
Söylemek istediğim sey kadındaki annelik içgüdüsüyle ortaya çıkan askın sevgiyi vurgulamaktı aslında.
Bu sevginin koşulsuzluğuyla ortaya çıkan aşkınlık bir erkeğin hayal gücünü aşar diye düşünüyorum.
Aynı şekilde bir erkeğin faal ruhu da hareketliliği de farklıdır ve bir kadında tam olarak karşılığını bulamaz.
Diyalektiğin temel ilkesi karşıtların birliği tamda bu noktada devreye giriyor işte.

Benim yukarda sayılan kadınlarla ilgili söyleyebileceğim şey öyle bir kadın profilini kabul etmediğim olacaktır.
Ancak buraya gelmişken yaşanılan o sancıların temelinde de ayrılık korkusu yattığını belirtmek isterim.

İnsan karsı cinsiyle üç şekilde iletişim kurar.
Bunlardan biri "mazoşist " iletişimdir.
Kişi ayrılığından kurtulmak için birlikte olduğu kişinin gücünü abartır.
Onu totemleştirir ve kendi kimliğini onun gücüne yamamaya kalkar. Burada kendine yönelik bir değersizlik duygusu vardır ve kişi totemleştirdiği kişi aracılığıyla kendi varoluşunu gerçekleştirmek istemektedir.


İkincisi birincisinin tersi olan "sadizm" dir.
Burada da kişinin kendi değerini abartıp karsısındakini değersizleştirmesi söz konusudur.
Bu bileşmede sadist kişi karsısındakinin benliğini kendi benliğinde yok ederek bütünleşmek ister.

Olması gereken üçüncü yoldur ve burada herseyden önce karsındakini birey olarak kabul etmek vardır.
O bir bireydir ve farklıdır.
Bu farklılığa saygı duymalıyımdır ve onun farklılığıyla tamamlanmalıyımdır...

Kısaca özetlemek gerekirse insanoğlunun varoluş sorununda ayrılığından kurtulmak seklinde ifade edilebilecek bir birleşme duygusu vardır.
Bu duygu dinlerde, siyasette, sanatta yaratı yoluyla ve en etkilisi sevgi temelinde karsı cinsle olan tamamlanma şeklinde tezahür edebilir.
Ben konunun bu yönüyle ilgileniyorum.
Yoksa kadın erkek eşitliğiyle değil.
Varoluş problemi dışında eşitlik olayına kültürel boyutuyla bakarsak bunun zamanla sürekli değişen bir şey olduğunu görürüz.
Eski Türkler anaerkildi ve kadınlar dominanttı.
Bugün bizim toplumumuzda erkeklerin dominant rolde olduğu düşünülmesine rağmen bin yıl sonraki kültürel ortamın ne getireceği bilinmez.
Zira ben zekanın devreye tam olarak girmesiyle kadınların daha avantajlı olacaklarını düşünüyorum.
Kadınların doğalarını özümseyebildikleri ve erkeklere benzemeyi bırakıp kendileri olabildikleri anda tüm insanlığın kurtuluş anahtarına sahip olduklarına inanıyorum.
Ama sonuçta kadınlarda bu yarımlık duygusuna sahiptir.
Bana göre erkek ya da kadın varoluşunu gerçekleştirirken içindeki ayrılık korkusuyla yüzleşmediği müddetçe kendini aşabilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla reddediliş ve beraberinde getirdiği sancıları .çözümleyebilmek, böylesi bir bakışı gerekli kılar diye düşünüyorum.

Ayrıca sevgili andantenin sayfasınıda hafiften terorize ettiğimin farkında olarak bu meseleye kendi açımdan bakışımı özetlediğimi sanıyor ve konuya son veriyorum. Belki ontolojik sorgulamalarımıza devam ederiz ama baksa bir baslık altında
:)
 
Sevgili Bülent,

Türkiye'de tartışmak olası değil. Şunları yapmayanı " elimden gelse kurşuna dizerim" diyebilenlerin olduğu bir ülkede nasıl tartışılır?

Amacım seni eleştirirken seni anlamaktı.

Sen söylemek istediklerini bu cevabınla öyle güzel temellendirmiş ki, bana ancak susmak düşüyor.

Teşekkürlerimi sunuyor, seçtiğin yol aydınlık olsun diyorum.

Sonra da ne güzel diyorum içimden...

Tartışması bilen ve savunduğu görüşü kişisel saldırıya girmeden temellendiren insanlarla yaşamı anlamaya çalışmak...

Eline sağlık arkadaş!
 
Andante,ayırdığın zamana teşekkür ederim.Sizede Kardelen,pegasus ve diğerleri..

Öncelikle seni yanlış anladığımıda nereden çıkardın diyeceğim?Ben sadece en bilinen red edilişle başlamak istedim.

....Kabullenme ve red etme kişinin o an içinde kurmaya çalıştığı ilişkinin benimsenip benimsenmediğine yol açar. Umursanmamak ise, kişinin değersiz olduğu mesajını verir. ..... kardelenden..

Benim ilk anlatmak istediğim,Kardelenin verdiği cevapla özdeşti.
Birilerinin bizi umursamaması neden bize DEĞERSİZ mesajını verir?
Değerli olmak nedir?Değerli olmanın ölçütünü bir diğerimi belirler?

SEN ADAM DEĞİLSİN, YOKSUN BU DÜNYADA ...
Buda kardelenden..
Oysa benim durduğum yerde,birinin beni ADAM yerine koymaması benim değersiz olduğumu göstermez.
Zaten ben adam olmam,olsa olsa salak bir kadın olurum:)
 
Ah sevgili pegasus.....

Yanar yanar bir şeye yanarım; beni anlamadığına.... :)

Ya sevgili dostum yazdıklarınızı okurken kulaklarıma varan ağzımı göremiyorsun, valla sende haklısın.

Ne kızması !!!!! tam tersine olması gereken bir noktadasın.

Cevap gelecek benden de, çok meşgulum sadece , sizleri seviyorum.

Bana soracak olursanız red etmek eyleminin sancısız ama üretken en güzel tarafı yaşanmakta yazılanlarla...

Burda olacağım en kısa zamanda.
 
Sevgili Esila, mesajında soruları her ne kadar bana sormasa da benim mesajımdan yola çıkarak sorduğu sorulardan dolayı cevap verme sorumluluğum olduğunu düşünerek bu mesaja ben de yanıtlamak istiyorum.

Kuşkusuz insan toplumsallaşma süreci yaşarken sürekli öğrenir. Bu öğrenme sürecinde kalıtsal, fizyolojik, psiko-sosyal etkenler söz konusudur. Bunun dışında bilgilerimiz kimi zaman deneyseldir. Duyum ve algılarımız önemlidir. Kimi zaman ise, bilgilerimiz olgulara dayanır.

Kavramlar ise bilgi deposudur. Bu kavramlardan önermeler çıkarırız. Bu önermeler doğru ya da yanlış olabilir. Amacım, gözlemlerimizi, bilgilerimizi, algılarımızı sözcüklere dökerken paylaşmak ve birbirimizin birikimlerinden faydalanarak bilinç dünyamı genişletmektir.

Birinci Konu,
-Kabul edilmek
-Red edilmek
-Umursanmamak

Kabul gören iletişim biçimleridir. Sık sık psikolojik kitaplarda adları geçer.

Umursanmamak ne demektir?

Aldırış edilmemek, önem verilmemek…

Başka bir anlamı var mı?

Yok…

Öyleyse umursanmamak eşittir değer verilmemek….

Uzmanlar, bir toplum yaşamını sürdürebilmek için ağırlığın “ kabullenme “ yönünde olması gerektiğini ifade ederler. Toplumdaki ilişkiler genellikle “ red etme “ yönündeyse, o toplumda cinayetler, kavgalar, sürtüşmeler çoğalır; genellikle “ umursamama” nın ağır bastığı toplumlarda akıl hastalıklarında bir artmanın olduğunu söylerler.


İkinci Konu,

-Ait Olma
-Birey Olma
-Değerli Olma
-Özlenmeye ve Sevilmeye Layık olma

Bu var oluş boyutlarını İst. Büyükşehir Belediyesi Özürlüler Merkezi ile Doğan Cüceloğlu ve grubunun engelliler için düzenlediği seminerlerde duymuştum ilk kez.

Doğan Cüceloğlu’dan ve asistanlarından etkilenmiş, sonra da kitaplarını okumuştum.

Doğan Cüceloğlu “Değerli Olma’yı “ şöyle anlatır:

“Değerli olma. Kendinden büyük bir bütünün vazgeçilmez parçası olma. Çok büyük bir ihtiyaç. Çocuk şunu görmek ister: Benim ailem bensiz yapamaz. "Ah yavrum! Sensiz olur mu? Mümkün değil." Bunu duymak ister. Kadın kocasından "Hayatım! Sensiz hayatım anlamsız olur" cümlesini, koca da karısından aynı şeyi duymak ister. Dostlar birbirinden bunu duymak ister. Şirkete gittiğimiz zaman aynı şeyi bekleriz içten içe. "Bu şirket sensiz olmaz. Burada çalışacaksın. Senin yerin burası." Bunu bekler insanlar. Devletin vatandaşına bunu söylemesi gerekmez! "Bir Türk vatandaşı, hiçbir şekilde harcanamaz. Biz hepimiz içiniz. Sensiz olmaz." Bunu duymak istersiniz. Birisinin başı derde girdiğinde devletin kolları sıvayıp sonuna kadar devam etmesini istersiniz. Gönlümüzden geçen o."

Üçüncü Konu,
Yazarların, filozofların, sanatçıların nasıl adam oldukları, nasıl yaşadıkları ya da nasıl öldüklerinden ziyade insanlığın önünü açıp açmadıkları ve estetik nesne yaratıp yaratmadıkları önemlidir. İşte asıl o noktada düşünüp sorgulamak gerekir.
 
Kardelen,ne güzel yoruyorsun kendini,seviyorum bu yaklaşımını.Sana kafayı takmadığıma göre sende yanlış anlama istersen beni.

Bence sen,ben ,o bu şu HAYATA birşeyler katıyoruz. ve varoldukça katmaya devam edeceğiz.
 
Peki andante madem öyle bizde senin dudaklarını germeye devam ederiz ne yapalım:D

Ama bastan söyleyeyim; Süslü laflarla sanat yapılabilsede kimi zaman süslerin arasında cılız kalır gerçeğin sesi. Fazla makyajla tüm güzelliğini yitiren bir genç kız gibi...
Eğer aranılan "gercek"
ise ("dogru" da olabilir) çatlak sesler duymaya razı olacağız.
Anlaştıysak saçmalama özgürlüğümün biletini cebime koyacaksınız.
Gerisi kolay ben topladıgım çiçeklerden veririm size siz kokusunu beğendiğinizi alırsınız. Begenmediğiniz çiçekleride sevenler bulunur nasıl olsa. :)

:) Esila Hegelde öyle demişti "beni bir tek ögrencim anladı oda yanlış anladı" diye

İnsanüstü zekasına ragmen iki dakika düşünüp kimsenin anlamadıgı bir cümle sarfettikten sonra, dinleyen ögrencilerini kahreden suskunluguna dönüp, ardından dakikalarca sarfedecegi öteki cümleyi düşünen bir adamı anlamamak normal sayılmalı tabi. Ama senin gibi leman dergisi edasıyla sözcükleri "anla beni" diye haykıran birini anlamamak ancak benim "laz" lığımla açıklanabilir sanırım:)

Yolunun mutluluk olması gerektiğini söylemişsin.
Baba iyide mutluluk ne ola ki?

Yunanlılar " eudaimonia" diyolardı.
Bu kelimenin içine Aristippos tan tutda meşhur Epikurus a ordan Zenon a gel yakına ingiliz yararcılardan Amerikan pragmatistlerine kadar herkes bişeyler attı durdu.
Din baska telden haykırdı.
"Nah bulursun!" dedi "bu dünyada. Gel peşimde alasını bulacaksın öte tarafda"
Sonra Marks baba ve ondan önce Fransız devriminden sonra kellesini veren Babauf tan cok önceleri Platon da haykırmışdı " Yok öyle yağma! Bireysel mutluluk olmaz kardeşim. Aramayım boşuna .Bu dediğiniz olsa olsa toplumla birlikte olabilir. Çünkü insan toplumla vardır. Birey dediğin mahlukat ancak toplumla mutlu olabilir. Yani sizin mutluluk dediğiniz şey ancak toplumsal anlamda gercekleşebilir" Onun için kimileri Platona ilk sosyalist diyor.(ilk faşit diyenlerde var tabi:))

Neyse


Valla herkes bişeyler dedi durdu. Mesela artık günümüz düşüncesinde mutluluk kapitalist felsefeyle " zenginlik" demek oluyor. Yani sen o dediğin programlardan baba bi şey uydurup parayı vurdunmu "mutlu" oluyosun. Herkes öyle diıyo.
Sen böyle düşünüyosun demiyorum. Sen farklısın tabi. Basksana Beyoglunun arka izbe sokaklarında varlıgınla garibanları sereflendirecek kadar alcak gönüllüsün...

Valla mutlulugu aramak zor iş.
Mesela kynik ler vardı eski zamanlar(M:Ö) Adamlar hazzı reddetmişlerdi. "ulan mutlulugun förmülünü bulduk" diye naralanıp gidip magaralara cekilmişlerdi. Onların förmülüde " bir sen bir ben birde bebek" değildi. Amcamlar her türlü hazza yüz cevirmişlerdi. Haz demek en aşagılık bişeydi . "apethia" dedikleri bir tür duygusuzluk hali onlara göre en iyi şeydi. Günümüzdede var böyle insanlar. Kendilerine "çileci" yada nihilist diyolasr. Gerçi nihilizm biraz farklı ya neyse.

Yani dicem oki babacan, reddedilişe yönelik çözüm manevralarındada mutsuz olmaya yönelik bir dayılanman var senin. Mutlu olmalısın sen anladım.

Ama lütfen bulursan şunun förmülünü bu garibanlada paylaş emi. Hem bakarsın paylaştıkça artıyo dedikleri bi efsane degildir :)
 
Kendi öznel gerçekliğini gerçek olduğunu sananlar, arka sokaklarda kalanlardır Esila...

Çok ince bir ruhun var...

Oysa sopa gibi dimdik duranlar, kendi idealarının tinini dışlaştırarak yaşayanlara bıyık altından gülümseyenlerdir...
 
Beni bir sen anladın,sende beni yanlış anladın pegasus:)

Alemsin be ,görememişsin bu cümlenin aslında senle alakasız Andanteye tebessümle bir gönderme olduğunu.
Öyleki dalmışsın olaya,cumburlop içindesin,bu kesitlerin anlatılmasındaki amacı düşünmeden:)
.......Mutlu olmalısın sen anladım. .....
Mutluysan eğer mutlu olmalıyım diyemezsin,bak yine anlamamışsın:)
Çünkü üzgünüm ama ben çok mutluyum:)
Yok eğer mutlularla sorunun yoksa iyi bile anlaşabiliriz belki,senin lemandan fırlamış halli şu üslubunu bile sevebilirim hatta:)

Anlamak için aslında görmelisin yüzümdeki tebessümü,neşemin çokluğunu,sevincimin bolluğunu,arkadaşlarımada bu sevinçli ruh halimi nasıl bulaştırdığımı..
Ve bilgimi paylaşmak için varım,tıpkı yazılarımla mutluluğumu paylaştığım gibi..
Mutluluğun tanımını yapamam,söyleyemem çünkü ona dokunamazsın,anlatamazsın sadece hissedebilirsin.
E ben nasıl hissedecem dersen eğer şu sözlerdeki gibi:
.....Baba iyide mutluluk ne ola ki?...... Ama lütfen bulursan şunun förmülünü bu garibanlada paylaş emi. .....


Ben arayıp bulmuşum,sen düşün nasıl bulurum diye, bana sorma,hazıra konma,GARİBAN olma:)


E bunada karışamazsın çünkü bu benim seçimim.Seçimlerim konusunda hesap verme alışkanlığım yoktur,baştan söyleyeyim,sonra sorma derim:)

Mutluluk bazılarına göre zengin olmaksa ,zenginlik bana göre sadece lüks,yoksa vururdum bir programlamayla, olurdum servet sahibi.
belki bir vurgun yapmış zengin olmuşumdur,ne bileceksin beni bilmeden:)
Hatırlatmışsın yinede ,sağol,küpe olur kulağıma:)

Üstelik lemanda okumadım hiç,ama artık okuyacağım,lemanı sevmeyen ölsünn:))

Birde babacan doktorum, yaptığın kişilik analizinden ötürü müteşekkirim,doğru analizleseydin daha müteşekkir olabilirdim,.:)
Ama olsun,denemişsin yinede,yinede yormuşsun,ayırmışsın zamanını,e bize ne düşer,deriz canın sağolsun:)
Bu analizin muhatabı olan benim yorumumsa şudur:
...Bir insanı,hayatını bilmeden kişilik analizi yapılırsa işte böyle fos çıkar.
Kızma baba, bensem bu söylediğin,elbette birşeyler diyeceğim:)
E benden iyi beni nasıl bileceksin:)

Geçen balık yedim sahilde ,sanada el salladım,iyide yaptım.
Sende gel birgün,beraber balık yiyelim,sonrada onların mekanına gidelim,onurlandırırsan tabi beni ve garibanları:)

Bakalım bu sefer ne çıkacak bundan :
Kardelen,beni bir sen anladın sende yanlış anladın:)
Andante seni unuttum sanma ,sen beni hala yanlış anlamaktasın:)

Sana ise Pegasus,dilerim bi sürü MUTLULUKLAR:)))))
 
slmlar.

Babacan önce birşey yazmayayım dedim kendme ama birkaç noktayı hatırlatmadan edemedim:) Umarım tam anlaşılabilirim arkadaşım.

Biz türkçeyi kullanırken bir takım kelimeleri öz anlamından tamamen alakasız bir şekilde kullanmayı severiz. O kelimeleri cmlenin vurgusuyla ve konuyla ilintilendirmeden yorumlarsak kullanım amacıyla tamamen alakasız bir noktayavarabiliriz.

Yukarda kullandığım "gariban" kelimeside bu sekilde bir vurgu içeriyor. Yoksa bu dünyada kendine gariban diyecek en son kişilerdenimdir emin ol.

Benim yukarıda "mutluluk" kavramıyla ilintili olarak ortaya attıgım soruyu senin cümlelerinden esinlenerek ama senin yazdıklarınla tamamen alakasız bir kavramı irdeleme cabası olarak ele alsaydın sanırım bu şekerden tatlı oklarını bu denli incelterek yollamak zorunda kalmazdın.:)

Burada yazan bir takım arkadaslar kavramlar üzerine düşünmeyi seven bazı duyarlılıklara sahip olduklarından "mutluluk" denilen olguyu irdelemekti maksadım.

Yoksa valla billa senin mutlulugunu kıskanmıyorum. YEMİN EDERİMMM:)

Kaldıki aşkolsun be dost. yukarda yazdıklarım vebir takım sorgulamalarım belli kavramların anlamını bilmediğim seklinde yorumlanmamalıydı. Eğer sende annemin pişirdiği hamsilerden yemiş olsaydın, sadece bu edimin bile mutluluk denilen şeyin en uc versiyonunu hissetmen için yeterli olacagını anlayabilirdin:) Förmülünü istememin ardındaki gercekte bu olgunun subjektif özelliğine vurgu yapmaktı hani. Kvramın kendi mutlaklıgı bir yana bireysel bazda ne kadar relatif olabilecegine yönelik bir imaydı sadece. Ama insan beceriksiz olunca boyle oluyor işte. Ama ne demişti Deli Petro "yenile yenile birgün yenmeyide ögrenecegiz." Öğrendi ve Rusya Lehistanı tarihten sildi... Belki bizde yanlış anlaşıla anlaşıla dogru anlaşılacak sekilde konusmayı becerebiliriz:)



Yine sazanlık yapıp bana yönelttiğini düşünerek cevap verecek olursam ben senin kişilik tahlilini yapmadımki yanılayım sevgili arkadasım. bu anlamda doktorluk sıfatınıda gereksiz yüklenmiş oluyorum sanırım:)

Tanımadıgım insanların hakkında hatta tanıdıgım insanların hakkında bişeyler yazmaktan ziyade konusulanların arasından belli düşünce, kavram vb tırtıklayıp bunları masaya yatırmaktır benim meselem. Yani kişilerle ilgilenmiyorum kendi çapımda. Dogrusu burda yazılan yazıların kim tarafından yazıldıgı, yazanın cinsiyeti, mesleği, statüsü, yaşı, kişiliği vb beni hiç ırgalamıyor. Benim derdim -eğer mümkünse- bir takım gercekliklerin farkına varabilmek için cıktıgım yolculukta benimle bildiklerini paylaşacak ve kendi varoluşu için kateddiği mesafelerden benide yararlandırmak yoluyla yolculugumda bana katlamalı mesafeleri aştıracak düşünsel platformları bulmaktır. Bunun için yerleri eşeleyen tavuklar gibi konusmaları eşeleyip kavramlara ulaşmak gerekir kimi zaman. valla billa benim yaptıgımda böyle bir tavukluktan ibarettir... Bazen horoz gibi dursamda horozlarında toprak eşelediğini hatırlatmak isterim.:)

Leman degisine gelince. Yıllar önce henüz şimdiki haliyle bozulmadan önce okurdum bu dergiyi artık okumuyorum. Tavsiye edermiyim. Valla hayatı ciddiye almanın en iyi yolu onu ciddiye almamaktır demiş buyuk bilgelerden biri...Hayata bi şekilde mizahi bakabilmek bence erdemdir ve bu dergiler buna katkıda bulunabilir. Ama sen zaten bu bakısı edinmişsin
be arkadas.

Neyse uzatmayım. Esen kalınız efendim
 
Epeydir yine yazamadığımdan kendi adıma yazacaklarım birikti de, bunları nasıl toparlayacağımı açıkcası bilememekteyim.

Ama bir itirafta bulunayım;

Hayatta kabullenmekte en çok zorlandığım cümlelerden birisi " Beni anlamıyorsun !" cümlesidir. Komik ama bende çok fazla kullanmaya başladım son zamanlarda bu cümleyi Bu sebeple kendime de kızmaktayım. Ya arkadaşlar bu cümlenin açılımı nedir?

1) Ben öylesine muhteşem ve olağanüstüyüm ki beni anlayabilecek kapasitede değilsin.... :D

2) Ne yaparsam yapayım sen bir gerizekalısın ve beni anlayamazsın. :D

İkisi de hemen hemen aynı kapıya dayanıyor ve bence farkında olmadan istemeden birbiririmizi aşağılıyoruz. Ya birbirimizi anlayalım. Anlamanın koşulları nelerdir, uymaya çalışalım.... Yanlış mı anlıyoruz ? olsun, bir daha deneyelim, yeterki pes etmeyelim :D

Ben yazıların başına döneceğim. Arkadaşlarım öylesine güzel konulara değinmişler ki bu konu da bir toparlama yapmak amacı gütmeden kendi görüşlerimi ortaya koyayım isterseniz.

İnsanlar toplu olarak yaşamaya başladıklarında doğal olarak çevresine bakmakla işe başlamıştır. Kendisi için bir çok bilinmeyenlerle dolu olan çevresinde doğanın gücü karşısında büyük bir korkuya kapılması kaçınılmazdır.

Büyük bir güç olarak olarak gördüğü herşeye tapınması da doğaldır. İlk keşfettiği şey hemen hemen herşeyin doğal bir ritmik düzende seyrettiğidir. Gece-gündüz ilişkisi, mevsimler, doğum-ölüm, herşey ritimseldir. Bu arada bir şeyin farkına varır insan denen varlık. Bu ritmik düzene uyum sağlayan ve doğanın var edici özelliğine sahip yaratık kadındır. Ya da dişi diyelim....

Kadının doğurganlık özelliğini doğayla bütünleştirdiklerinden kadın egemen, yani anaerkil dediğimiz bir düzende bir süre yaşarlar. Ürktükleri ve korktukları ( bilinmemezlik nedeniyle ) herşeyi tanrı kavramıyla birleştirerek kadın tanrıçaları oluşturmuşlardır ilk olarak.

Ne hissederlerdi elimizde kesin kalıntılar yok ama sosyologlar bu dönemin insanlık tarihi açısından en barışçıl dönem olduğunu ileri sürer. Yine kadının bir özelliği yüzünden.

Ne kadar çocuğu olursa olsun bir kadın çocuklarına eşit şekilde davranır, duyguları bu doğrultu da olmasa bile bunu elinden geldiğince belli etmemeye çalışır. Ve sosyologlar bu dönemi iki ucu açık bir dikdörtgen şeklibe benzetirler. Bu sınırlar içinde tanrıçalar, insanlar, heryerdedir. Birinin diğerinden üstünlüğü yoktur. Doğal olarak barışçıl bir düzen içersinde yaşarlar.

Bu böyle sürmedi tabii. Arkeolojik buluntulardan elde ettiğimiz bilgilere göre ataerkil düzene geçişin tarihini anlatmayacağım ama bir tane mitolojik öyküyü özetlemeden geçemeyeceğim.

Kadın tanrıçalar öylesine çoğalıyor ki, içlerinden biri anatanrıça seçiliyor. Yavaş yavaş erkek tanrılarda oluşmaya başlamış ama güç doğurganlık özelliğinden dolayı kadınlarda. Tanrılar aralarında bir ittifak kurarak Marduk adında birini önder seçerler. Piyondur aslında. :D

Ana tanrıça Taimat ı öldürmesini isterler. Böylelikle doğanın güçlerinden bir olan gerçek yani yok ediş söz konusu olacaktır. Marduk , ana tanrıçayı öldürür. Babil kaynaklarından alınan bu öyküde, eksik olan yaratılış ın söz konusu olmamasıdır henüz. Yaratmak hala kadınlara aittir. Bu sebeple Marduk öyle bir şey yapmalıdır ki kadınlara ait bu gücü ellerinden alarak en büyük güce ulaşmalıdır.

Mitoloji bu.... Bu durumu Marduk sağlar;

Ortaya bir elbise koyar ve elbiseye " yok ol " diye bağırır, elbise ortadan kaybolur. Ve Marduk bu sefer öyle bir emir verir ki, yok olan elbise geri gelir. Bu da yeniden var etmenin bir simgesi ve gücü olarak ele alınır.

Artık güç erkeklerdedir. İlk iş kadın tanrıçaları yer altına indirmek olur. Bir kaç tane kendi yanlarında tanrıça bırakırlar ama büyük bir çoğunluk tanrıça olarak artık yer altındadır.

Ataerkil düzenin o üçgen şekli oluşmaya başlar. En tepede tek olarak kral ve tanrı vardır. Onun hemen ardında yardımcıları ve bu sistem aşağıya doğru inerek en alt tarafta halk olarak son bulur. Tepeye ulaşmak çok zor ve hatta olanaksızdır.

Hala bu düzen,in içinde olduğumuzu kabul etmeyenlere sözüm yok. Haaa!!! bazı durumlarda en tepede kadın olabilir ama genel anlamda yer her zaman belirtilen rollerle belli çizgidedir.

Yüzyıllardan beri hem erkeğe, hemde kadına verilen roller silsilesi içersinde hemen hemen herşeyi kanıksadık.

Erkek güçlüdür, kadın değildie o zaman....

Erkek ağlamaz, kadın ağlar o zaman......

Kadın duyarlılığı... ne demekse, erkekte duyarlılık yoktur o zaman. vs. vs........

İnanın bana çoğunluk tarafından verilen roller benimsenmiş ve benimsenmeye devam etmektedir. İnsan denen varlığın bir kadın ve erkek olarak tamamlayıcı unsurlarını görmemezlikten gelmek ve onları cinsiyetlerine göre ayırarak bu kimlikleri körüklemek işimize gelmektedir.

Öyle ya.. düşünün bir kez;

Ben hayvanları severim, özellikle kedileri. Bir kedi gördüğüm zaman aklıma gelen sadece kedi dir. onun erkek yada dişi olduğu çok gerilerde bir ayrıntıdır ama söz konusu ,insan olunca kim erkek ve kadın diye ayırmıyor soruyorum sizlere. ?

Ya biraz izin devam edeceğim söz... :D
 
Bugün İstanbul ağlıyor… Yüreğimde…

Bir annenin acısını iliklerimde duyumsadım bugün…

Gözlerimdeki damlaları akıttım içime…

Ölüm erken bir akşam gibi konuverdi

Yaşamının baharındaki bir bedene…

Evet, bu sabah duyduğum bir haberle masamdaki sandalyeme yığılıp kaldım. “ Nermin’in oğlu viyadükten atlayarak intihar etmiş” diyen sesler beynimin salyalarına yapışıp kaldı.

Nermin…

Bizim Nermin mi?

Olamaz… Belki yanlış duydum…

Hani yüzünde güldüğünde ıtır çiçekleri açan Nermin…

Hani hamile kaldığında sevinç naraları atarak ofise giren Nermin…

Hani kreş arabasına oğlunu bindirirken arkasından uzun uzun bakan Nermin…

Nerminnn!

Hayır, canım olamaz… Yanlış duymuş olmalıyım…

Emre! Emre…

Sesin sessiz bir çığlıktı yüreğinde belki…

Biz nasıl göremedik gözlerindeki melankoliyi?

Ahh! Yüreğim bugün soğuk taş parçalarına çarptı…

Kanadı.

Tek kanatlılar uçamaz değil mi?

Ya kırık kanatlılar!

Düşündüm, düşündüm…

Eksiklerimiz neydi?

Anne ve baba olarak çocuklarımıza neyi öğretemiyorduk?

Sorguladım yeniden… yeniden…

Yoksa yüreklerimizi bölüşmeyi mi bilmiyorduk?

Emre’nin bıraktığı not bütün gün beynimin hücrelerini yiyip durdu…

“HİÇ KİMSE BENİ ANLAMIYOR “

Keşke… Sevinçlerimizi bir sandala bindirip bırakmasaydık…

Keşke… Geceye yıldızları yükleyerek yaralarımızı sarsaydık…

Senin yazdıkların Andante,

Böyle bir güne denk düştü…

Gün ağlıyor… Güneş ağlıyor…

Can ağlıyor…Arkadaşım ağlıyor…

Yüreğim yırtıldı bugün…
 
Kardelen ne diyecegimi şaşırmış vaziyetteyim. Galiba en iyisi susmak bu rüzgarda...
 
Öf be dostum !!!!

Kelimelerin çoğunlukla dünyamızı sınırladığını hep düşünmüşümdür.

Bazı duyguların anlatımı yok, sadece yaşanmışlığı var....

En usta kalemlerin bile aciz kalabileceği durumlar da var, ki biz burda buluşmuş bir iki dostuz sadece.

Anlıyorum dersem ne kadar doğru, bilemiyorum....

Ama içimde önce kor gibi bir alev dağıldı sonra buz gibi bir soğuğa bıraktı yerini.

Ya anlayalım !! anlamaya çalışalım birbirimizi, işte bir kez daha aynı satırlar dökülüyor yazdıklarımdan, yeterki pes etmeyelim, o kocaman yalnızlığın ortasında kaybolmayalım, tutalım ellerimizi.....
 
Üst Alt