Merhaba,
Bu güzelim sayfayı böyle bir arayışın alanı yaptığımız için andantenin şimşeklerini üzerime çekme korkusunu bir yana koyarak cevap vereyim.
Ama bu cevabın aslında cevap niteliğinden de kuşkuluyum.
Kuşkuluyum zira benim söylediklerim asla genel geçer olma iddiasında değiller.
Anlattıklarım okuduklarımdan, yasadıklarımdan, hissettiklerimden oluşturduğum tamamen bana ait düşüncelerdir ve asla genel kanı olma amacı gütmemektedirler.
Delphi tapınağının girişinde yazan "Kendini bil" sözünün gereğini yerine getirebilme adına çıktığım yolculuktan elime geçenleri yorumlayıp çıkan kendimce sentezi paylaşma isteği...
Tamamen bana ait derken anlattıklarımın çoğu okuyup benimsediklerimdir. Yoksa kendi bilincimle ulaştığım olgular değil.
Neyse yukarda anlattıklarımın anlatmak istediklerimi tam karşılamadığını ve bunun doğal sonucu olarak da eleştiri aldığını görüyorum.
Bu son derece normal .
Bende son kez olmak suretiyle aslında ne düşündüğümü biraz uzatarak (mecburen) aktarmaya çalışayım.
Bunun için zaman zaman alakasız gibi görünen odalara girip çıkarsam da lütfen peşimden gelmeye devam edin.
Kutsal dinlerde hepimizin bildiği bir hikaye vardır.
Bilgi meyvesinden yiyen Adem ve Havva artık günahkar olmuşlardır. Ama daha da ötesi bilinç düzeyine çıkınca kendiliklerinin farkına varmışlardır.
Bu farkındalık nedeniyle birden bir şeyin farkına varmışlardır; farklı olduklarının...
Bu insanoğlunun utanmayı öğrendiği andır ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Kendiliğinin farkına varan insan...(Burası önemli.)
Ancak kutsal kitapları bir kenara koyup insanın geçmişine bilimsel bir yolculuk yaptığımızda da ilginç olaylarla karşılaşıyoruz.
İlk insanlar henüz bilinçleri yeni yeni gelişmeye başladıklarında doğayla bir bütündüler.
Doğa bir anne gibi onlara yiyecek içecek veriyor, barınmalarını sağlıyordu.
Bu dönemde insan doğayı kutsamıştır. Bu kutsama aşamasında ortaya çıkan ilk din doğaya çeşitli ruhlar atfeden" animizm" dinidir.
Bu dinin hala benzer varyasyonları Afrika’da ve Dünyanın diğer bölgelerinde bulunuyor.
İnsan doğa anayla yani büyük ruhla bir bütün halinde hayatına devam ediyor.
Peki bu birlik bütünlük ihtiyacı neden? diye bir soru gelebilir. Cevap basittir.
Korku...
Ayrı olma düşüncesi insanı korkutur.
Eğer
bir iseniz onunla aynı güce sahipsinizdir.
Ama ayrı bir varlık olduğunuzun farkına vardığınız an sürüden ayrılan koyunu kurdun kapması gibi "ölüm" karsınıza dikilir ve size " senin varoluşunun bu dünyayla bir alakası yok ve bir gün avuçlarımda varoluşun nihayetini bulacak" der.
İşte insan denilen canlının hala devam eden varoluş serüveninde kendine aradığı en önemli sorunun temeli budur.
Yok oluş karşısındaki varoluş...
Sonraları insan doğadan
ayrı olma haline karsı geliştirdiği farklı tecrübelerle karsımıza çıkıyor.
Totemizm bunlardan birisi. İnsan kartal, ayı, aslan gibi kendinden güçlü varlıklarla aynı klandan olduğunu düşünüyor. Onları totemleştirip kendiyle bütünleştiriyor. Yine ayrı olma korkusundan kurtulma mekanizması...
Sonraları toplumsal yaşamın gelişmesi beraberinde toplu yasam kültürünü getiriyor ve insanın ayrılık korkusu sekil değiştiriyor.
Devlet mekanizması da bu ayrılık korkusundan kurtulmak için ortaya atılıyor.
Artık geri dönüş yoktur. İnsan düşüncesi inançlarında da büyük değişmelere gider.
Artık bilinç ilerlemiştir ve hayvanlardan üstün olduğu kanıtlanmıştır. Öyleyse kendisiyle birleşebileceği daha askın bir üstün güce inanmak ihtiyacı doğmuştur.
Bu güç "Tanrıdır"
Önceleri insanoğlunun uydurduğu tanrılara bakıldığında tüm insani duyguları benliğinde bulunduran antroformik tanrılarla karsılaşırız. Yani insani özellikleri olan.
Bertrand Russel bu donemde eğer atların bilinç düzeyi insanlar gibi gelişseydi onların tanrılarının da at özelliklerine sahip olacağını yazar.
Ancak bilinç gelişmektedir ve insani özelliklere sahip bu tanrılarda insanın bağrındaki korkuyu gideremez olur.
Ve ilk kez Mısırda bir tek tanrı inancı ortaya çıkar.
Aton dediği bu tanrıya tapan Akhnaton baskın rahipler sınıfınca aforoz edilse de artık insanlığı önünde kendiyle bütünleşip korkusunu azaltabileceği, varoluşunun sancılarını dindirebileceği bir üstün güce kavuşturmuştur.
Bu tanrının insani özellikleri yoktur ve bu onu daha da güçlü kılmaktadır. Bilinememenin dolaylarında istediği kadar güç atfedebildiği bu yeni tanrı onun varoluş sancılarını da istediği şekilde giderebilirdi.
Çağımıza yaklaştığımızda Freud annesi tarafından emzirilen ,bakılan bebeğin bu nesneyi kendiyle bir sandığını ama ayrılığının farkına vardığında bundan dehşete düştüğünü savunur.
Buna karsı çıkılabilir tabi ve psikoloji dünyasında çokça
da karsı çıkılmıştır. Ama bu karsı çıkışlara rağmen modern insan partilerde , futbol takımlarında hep başkalarıyla bütünleşme peşindedir. Bir futbol taraftarı olmanın en cazip yanı o birlik duygusunun verdiği hazdır.
Militarizmin bile kökeninde bunlar yok mudur? Hayatta hiçbir şeyi olmayan insanlar bir büyük dava uğruna ölüme bile gidebilirler. Çünkü artık onlar yanlız değil bir büyük davanın parçalarıdırlar.
Bu kadar uzatmamın sebebi insanın en buyuk varolus sancısının kendi ayrılıgının farkına varmasıyla yani bunu bilince çıkarmasıyla oluştuğu gerçeğini temellendirebilmekti.
Peki insan bunu başka neyle yapar?
Bütün bu çabaların belkide en eskisi ve de en daimi karsı cinste ayrılığını yitirmektir.
Çünkü bu edimde müthiş bir güç vardır.
O güç sevgidir.
Doğası gereği insan eşini arar bulur ve onunla kendini tamamlar.
Bu onun ayrı olma korkusuna verdiği en güçlü cevaptır.
Çünkü bu tamamlanmanın ürünleri de vardır.
Ve insan çocukları yoluyla dünyaya kök salabileceğini bilir.
Çağdaş düşünce için bu yaklaşım garip gelebilir ama çağdaşlık dediğimiz seyin gecmişi nedir ki?
Kaldı ki gerçek doğru kargaşasına girmeden insan işine geldiğine inanma eğilimindedir.
İnsanın ayrılık korkusundan sonra birleşme serüvenine bakacak olursak mantık bilimine söyle bir göz atmamız yerinde olur.
Bildiğiniz gibi mantıkta iki temel düşünü sistemi vardır. Hatırlayacak olursak;
Batıyı temsil eden Aristo mantığı ki A = a dır şeklinde özetlenir. Yani özdeşlik ilkesiyle.Bu bir şey ki ya kendisidir ya da kendisi değildir anlamına gelir.(baksa üçüncü halin olanaksızlığı ve çelişki ilkesi olarak iki ilkesi daha vardır)
Birde doğunun paradoksal mantığı vardır .
Onuda A=a dır + A= A olmayandır şeklinde özetleyebiliriz.
Yani bir şeyki hem odur hemde o olmayandır. Aristo mantığının ayrımına karsı paradoksal mantık diyalektikte kendini bulduğu gibi karşıtların birliğine inanır.
Bu konuya değinmemin sebebi farklılıklar gibi görünen şeylerin aslında birliğin formları olduğu düşüncemi temellendirmekti.
Yani kadın erkek farklıdır ama bu onların birliğine engel değildir.
Günümüzde bir kadın erkek eşitliğinden bahsedilir.
Ama bu eşitlik farklıların eşitliği değildir.
Bu eşitlik bir aynılaştırma sürecinin propagandasıdır ve maalesef ne kadınlarımız farkındadır bunun nede erkeklerimiz.
Bu noktada ben susuyorum ve sözü Eric From a bırakıyorum. Kendisine kulak verelim
Kapitalist toplumda eşitliğin anlamı değiştirilmiştir. Eşitlikle kastedilen bireyselliğini yitirmiş insanların otomatikliğidir. Bugün artık eşitlik birlikten çok aynılık anlamına gelmektedir. Aynı işte çalışan, aynı biçimde eğlenip aynı gazeteyi okuyan,düşünceleri duyguları aynı olan insanların aynılığıdır. Buna göre kadın eşitliğinde olduğu gibi ilerlememizin işareti olarak övülen bazı başarılara kuşkuyla bakmak gerekiyor. Bu eşitliğin temelinde yatan düşünce şudur; kadınlar eşittir çünkü onlar erkeklerden farklı değillerdir. Aydınlanma felsefesinin önermesi olan" ruhun cinsiyeti yoktur" söylemi genel bir alışkanlık haline gelmiştir.Yitmekte olan cinsel kutuplaşmayla bu kutuplaşmanın temelindeki aşkta yitip gidiyor.Çağdaş toplum sürtüşüp pürüz çıkarmadan üretebilecek birbirinin eşi tıpatıp aynı insanlara ihtiyaç duyuyor.Bu insanların hepsi verilen emirlere uymakla beraber kendi özgürlükleriyle davrandıklarına inandırılmışlardır.Nasıl ki toplu üretimde malların standartlaştırılması bir gereklilik ise sosyal sürectede insanların standartlaştırılması öyle bir gerekliliktir ve bunun adına da "eşitlik" denmektedir.
.
Evet Eric From çağımızda kadın erkek eşitliği denilen şeyin gerçekte ne olduğunu çok iyi anlatmış.
Oysa eşitlik aynılık değildir ve ben farklı olduğumuza inanmak istiyorum. Bu farklılıktan kastetdiğim şeyin önceki yazımda ifade ettiğim "otorite" gibi sıfatlarla karşılanmadığını görebiliyorum.
Söylemek istediğim sey kadındaki annelik içgüdüsüyle ortaya çıkan askın sevgiyi vurgulamaktı aslında.
Bu sevginin koşulsuzluğuyla ortaya çıkan aşkınlık bir erkeğin hayal gücünü aşar diye düşünüyorum.
Aynı şekilde bir erkeğin faal ruhu da hareketliliği de farklıdır ve bir kadında tam olarak karşılığını bulamaz.
Diyalektiğin temel ilkesi karşıtların birliği tamda bu noktada devreye giriyor işte.
Benim yukarda sayılan kadınlarla ilgili söyleyebileceğim şey öyle bir kadın profilini kabul etmediğim olacaktır.
Ancak buraya gelmişken yaşanılan o sancıların temelinde de ayrılık korkusu yattığını belirtmek isterim.
İnsan karsı cinsiyle üç şekilde iletişim kurar.
Bunlardan biri "mazoşist " iletişimdir.
Kişi ayrılığından kurtulmak için birlikte olduğu kişinin gücünü abartır.
Onu totemleştirir ve kendi kimliğini onun gücüne yamamaya kalkar. Burada kendine yönelik bir değersizlik duygusu vardır ve kişi totemleştirdiği kişi aracılığıyla kendi varoluşunu gerçekleştirmek istemektedir.
İkincisi birincisinin tersi olan "sadizm" dir.
Burada da kişinin kendi değerini abartıp karsısındakini değersizleştirmesi söz konusudur.
Bu bileşmede sadist kişi karsısındakinin benliğini kendi benliğinde yok ederek bütünleşmek ister.
Olması gereken üçüncü yoldur ve burada herseyden önce karsındakini birey olarak kabul etmek vardır.
O bir bireydir ve farklıdır.
Bu farklılığa saygı duymalıyımdır ve onun farklılığıyla tamamlanmalıyımdır...
Kısaca özetlemek gerekirse insanoğlunun varoluş sorununda ayrılığından kurtulmak seklinde ifade edilebilecek bir birleşme duygusu vardır.
Bu duygu dinlerde, siyasette, sanatta yaratı yoluyla ve en etkilisi sevgi temelinde karsı cinsle olan tamamlanma şeklinde tezahür edebilir.
Ben konunun bu yönüyle ilgileniyorum.
Yoksa kadın erkek eşitliğiyle değil.
Varoluş problemi dışında eşitlik olayına kültürel boyutuyla bakarsak bunun zamanla sürekli değişen bir şey olduğunu görürüz.
Eski Türkler anaerkildi ve kadınlar dominanttı.
Bugün bizim toplumumuzda erkeklerin dominant rolde olduğu düşünülmesine rağmen bin yıl sonraki kültürel ortamın ne getireceği bilinmez.
Zira ben zekanın devreye tam olarak girmesiyle kadınların daha avantajlı olacaklarını düşünüyorum.
Kadınların doğalarını özümseyebildikleri ve erkeklere benzemeyi bırakıp kendileri olabildikleri anda tüm insanlığın kurtuluş anahtarına sahip olduklarına inanıyorum.
Ama sonuçta kadınlarda bu yarımlık duygusuna sahiptir.
Bana göre erkek ya da kadın varoluşunu gerçekleştirirken içindeki ayrılık korkusuyla yüzleşmediği müddetçe kendini aşabilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla reddediliş ve beraberinde getirdiği sancıları .çözümleyebilmek, böylesi bir bakışı gerekli kılar diye düşünüyorum.
Ayrıca sevgili andantenin sayfasınıda hafiften terorize ettiğimin farkında olarak bu meseleye kendi açımdan bakışımı özetlediğimi sanıyor ve konuya son veriyorum. Belki ontolojik sorgulamalarımıza devam ederiz ama baksa bir baslık altında