Smilemisty arkadaşım,
Öncelikle atomlar havada rasgele gezerken birbirlerine çarpıp patlamazlar.
Onları birbirine çarptırıp atom bombası gibi patlatmak için çok büyük enerjiler gerekir. Bu enerjiler de ya insanoğlu tarafından yapay olarak üretilir, ya da güneşler, yıldızlar gibi büyük enerjilerin açığa çıktığı ortamlarda olur.
Aksi halde, atomlardan oluşan elimizle, aomlardan oluşan bir yüze tokat attığımızda atom bombaları patlardı.
Şimdi bu kısım açıklığa kavuştuysa, oldukça karmaşık olan atom etkileşimlerini basitçe özetlemek gerekirse, atomlarda aynı mıknatısların birbirini çektiği (veya ittiği gibi) gibi pozitif ve negatif çekim güçlerine sahiptir. Örneğin su molekülünü oluşturan H2O'da 1 oksijen, 2 hidojen atomu bulunur. Oksijen iki tane eksi yüke, hidrojen bir tane + yüke sahiptir. Dolayısıyla, oksijenin kararlı halde kalabilmesi için 2 eksi bacağının 2 tane + yüklü hidojenle birbirine bağlanması gerekir ki su olarak kalabilsin.
Bütün atomların bu şekilde kendine has, bileşik oluşturma yapıları vardır. Bu yapılar büyük patlama veya Big Bang denilen süreçte kendiliğinden ortaya çıkmış görünüyor. Yani atomların bu yapısı, özellikleri daha evrenin oluştuğu aşamada belli. Diyebilirsin ki, bak ta o zamandan atomların nasıl davranacağına bir yaratıcı karar vermiş, ancak bu önerme pek çok dinde var olan "adem ve havva" veya yaratılış kavramlarını alt üst eder.
Şimdi atomların bu özelikleri ister evrenin oluşumu sırasında bir irade tarafından belirlenmiş olsun (ki öyle gözükmüyor, daha çok bir rasgelelik söz konusu) ister kendiliğinden olsun atomların belli koşullarda belli şekillerde bir araya gelip belli moleküller oluşturabildiği biliniyor.
Nitekim, dağı, taşı, suyu, toprağı, güneşi, ayı, ve aklımıza gelen herşeyi oluşturan tüm atomlar bu fiziksel özelliklerine bağlı kalarak karmaşık maddeleri oluşturuyorlar. Sonuç olarak cansız, akılsız atomların oluşturduğu bedenimizin de esasen cansız akılsız bir kaya parçasından fiziksel olarak farkı yok. Aradaki tek fark bizim canlı ve akıllı olmamız.
Haklı olarak diyorsun ki bu nasıl oldu? E bilim dünyası bununla ilgili de bir sürü çalışma yapmış ve yapmaya devam ediyor. Örneğin bilim adamları bakmışlar ki, bir tüpün içine biraz ondan, biraz bundan, biraz tuz, biraz şeker, biraz kömür, biraz yarasa kanadı, bir tutam gölge falan atıp ocakta karıştırdılar mı koaservat dediğimiz cansız ama hücreye çok benzeyen yapılar ortaya çıkıyor. İşi biraz daha ileri götürürsek aynı tüpün içinde hayatın temellerini oluşturan aminoasitler, organik moleküller falan oluşuyor.
Yani bunlar öyle birinin müdahalesiyle falan değil, belli koşullarda kendiliğinden oluyor. Bunu aşama aşama ilerletirsek bir canlının yapı parçalarını elde edebiliyoruz. Bu arada "canlı" sözcüğü de biraz karmaşık bir kavram. Örneğin deli dana hastalığını yapan PRIONLAR veya domuz gribi VİRÜSLERİ pek çok yönden canlı denilemeyecek yapılara sahip. Bir prion o kadar basit bir yapıya sahiptir ki, neredeyse sıradan bir protein kurdelasından ibarettir. Ne yer, ne içer, ne hareket eder... Hiç bir şey yapmaz. Sadece girdiği konakçı bedende çoğalır.
Evrim biyolojisinin detaylı araştırmaları, bugün bildiğimiz hücreleri oluşturan yapıların da daha küçük böyle tuğlalardan oluştuğunu gösteriyor. Örneğin bir hücrenin içindeki mitokondri adı verilen organel neredeyse kendi başına bir mikroorganizma gibidir. Sanki 2 mikroorganizma birleşip iş birliği yapmış gibi.
Tabi burada şimdi tuğlalar kalınlığındaki evrim biyolojsi bilgilerini külliyen aktarmak mümkün değil ancak canlıların oluşumu ve evrilmesi kabaca böyle gözüküyor.
Düşünebilen canlı kısmına gelince... ne yazık ki canlıların %90'ından fazlası düşünme becerisine sahip değildir. Çok küçük bir azınlık, genellikle memelilerin bir kısmı düşünebilir. Peki düşünemeyen bu canlılar nasıl hayatta kalır? Çünkü hayatta kalmak için düşünmek değil, iyi çalışan otomatik geri besleme sistemlerine sahip olmak gereklidir. Düşünmek de bir çeşit otomatik geri besleme sistemidir. Örneğin açken yiyecek gördüğümüzde ağzımız sulanır, midemiz guruldar. Çünkü beyin, yiyecek geleceği beklentisiyle sindirim sistemini hazırlamaya başlar. Hiç kimse birazdan yiyeceğim ekmekteki karbonhidratları sindirmek için salyalarımı arttırayım, etlerdeki proteinleri sindirmek için mideyi harekete geçireyim, böylelikle karşımda duran döner ekmeği lüpletmeye hazırlanayım diye düşünmez. Bunlar tamamen otomatiktir.
Aynı şekilde, "düşünme" dediğimiz eylemlerin neredeyse tamamı beynin otomatik elektro kimyasal reaksiyonlarından oluşur. Örneğin böcek görünce tiksinmek bir programlı, bilinçli düşünce değil, beynin evrimsel bir tepkisidir. Çünkü böcekler sokar, zehirli olur, hastalık taşır ve böceklerden korkmak hayatta kalmak için avantaj sağlar. Böceklerden korkmayı akıl edemeyen bireyler çok fazla hayatta kalmaz, soyu kurur gider.
Ayrıca, bugün düşünme dediğimiz eyleme en yakın davranan "yapay zeka" bilgisayar sistemleri de cansız, akılsız atomlardan oluşur. İlginç tarafı, bu yapay zeka sistemlerinin de zekalarının artması yapay müdahalelerden ziyade kendiliğinden gelişen bir süreçtir. Yani yapay zekalar da geçtiğimiz 50-60 yıllık gelişme sürecinde kendiliğinden evrimleşmiştir ve evrimleşmeye devam etmektedir.
Son olarak; atomları yöneten, birbiriyle çarpıştırmayan bir zat var mıdır, yok mudur ayrı konu ama atomlar kendi kendi hareket eder ve sürekli çarpışırlar.
Sadece bir çocuğun elinde tuttuğu bir balonun içinde bile birbirleriyle milyarlarca ve milyarlarca kez çarpışan milyarlarca atom vardır ve bir balonun şişik kalmasını sağlayan da onların bu çarpışmalarıdır.